10 Mayıs 2024 Cuma

Başımıza Gelenler*


 

… …

Lakin, “bağla ve tevekkül et” kuralı gereği, önce deveyi sağlam bağlamalı, sonra Allah’a güvenerek haklarımızı savunmalıyız. Yani önce savunma gücümüzü kazanıp, sonra “geleceğiniz varsa göreceğiniz de var” sözünü Allah’ın yardımına sığınarak rahatça söylemeliyiz. Çünkü”(...) Aralarına kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür.” (Maide Suresi, Ayet:64) hükmünce, diğer devletler arasındaki rekabetin , siyasî varlığımızın şimdiye kadar devam etmesinin payının olduğunu inkar etmeyelim.

Şunu da bilmeliyiz kİ; her devlet gerektiğinde kendi başına kolayca hazmedebilmek için Osmanlı Devleti’nin kuvvet ve kudret kazanmasını istemez. Devlet ağacımızın kurumasını, çeşitli felaketlerle dalının budağının kırılıp kopmasını arzu eder. Ana gövdenin, kendisinden başkasının baltalamasıyla devrilmesini de razı olamaz.

Diğer devletlerin bu sinsi politikaları, Devlet-i Aliye (Osmanlı) idarecilerine korunma ve ilerleme yolunda çok faydalı olmuştur. Onlar, çekişirken aradan sıyrılıp, genel hayat gücümüzü meydana çıkaracak araçlar hazırlanabilirdi. Fakat,


Müşkilî  nîst âsân neşevet

Merd bâyet ki hirâsân  neşeved


(*Kabiliyetli ve ehliyetli kişilerin varlığı hâlinde, kolaylaşmayacak zorluk yoktur.)


Hatta maalesef Rus savaşında bile iş, ne yapalım “iki el bir baş içindir” denilecek dereceyi bulmamıştı. Her neyse, “çıkacak kan damarda durmaz” atasözünü teselli kabul edip, konumuza dönelim.

Devletler, “Rumeli'de meydana gelen ihlalleri Osmanlı Devleti kendi başına bastıramaz, iş kendi

kendine  arzu ettiğimiz şekle girer niyetiyle  pusuda beklerken, ummadık şekilde düzenli ve yeterli miktarda çıkarılan askerlerle ordularımız, önlerine çıkan engelleri ve isyan direnişlerinin köklerini söke söke Çetine’ye, Belgrad’a doğru yürüdüler. Bulgaristan’daki ateş de yine ezici askeri güçle büsbütün bastırıldı.

Bu beklenmedik gelişmeler üzerine batılı devletler araya girip etme ihtiyacı hissetti. Diplomasi yoluyla, ordularımıza “durunuz ve sizinle savaşanlarla acilen mütareke imzalayınız” emri verildi. Avusturya Başbakanı Kont Andraşi de derhal meydana çıkıp, görünüşte iyiliksever bir arabulucu sıfatıyla gerçekte ise bütün devletler tarafından asilerin haklarını savunma vazifesiyle ortalığa bir düzenleme şekli atıverdi ki, özeti galip olduğumuz hâlde mağluben bir barış imzalamaktı. Yani Karadağ’a birtakım yerler verilmesinden, Sırbistan'ın bağımsızlığı tasdik edilerek nazikçe tabirle “sınır hatalarının düzeltilmesinden”, Bulgaristan’ın idarî bir serbestliğe kavuşmasından ibaretti.

... ..


 





*Başımıza Gelenler  &  Mehmed Arif

Babıali Kültür Yayıncılığı

Birinci Baskı: Ocak 2006




*93 Harbi - Vikipedi (wikipedia.org)

*93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (Rusça: Русско-турецкая война, Russko-Turetskaya voyna; 1877-1878), Osmanlı padişahı II. Abdülhamit ve Rus çarı II. Aleksandr döneminde yapılmış olan bir Osmanlı-Rus Savaşı'dır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinir. Hem Osmanlı Devleti'nin batı sınırındaki Tuna (Balkan) Cephesi'nde, hem de doğu sınırındaki Kafkas Cephesi'nde savaşılmıştır. Savaşa hazırlıksız yakalanan Osmanlı Devleti, çok ağır bir yenilgi almıştır. Savaşın başlıca sebepleri; Osmanlı Devleti'nde yaşanan azınlık isyanları, Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinde, Osmanlı Devleti'nde yaşayan Hristiyanların insan haklarının çiğnendiği konusunda oluşan tek taraflı kamuoyu, Rusya'nın Balkanlardaki genişleme siyaseti, Romanya ve Bulgaristan'ın bağımsızlık istekleri ve Panslavizm akımıdır. Avrupa'nın büyük güçleri savaşı önlemek için İstanbul'da Tersane Konferansı'nı toplamışlar, ancak Osmanlı Devleti'ne yaptıkları taleplerin reddedilmesi üzerine savaş patlak vermiştir.

Yaklaşık 1 yıl süren savaşta Osmanlı orduları, savunma savaşı yapmıştır. Batılı devletler ise tarafsız kalarak, savaşı bitirmek için ara buluculuk yapmıştır. Özellikle Balkanlarda bu olaylar neticesinde etnik temizlikler yaşanmış ve yer yer kıyımlar görülmüştür. Sonunda batıdaki Osmanlı savunma hatlarını kıran Rus ordularının önü açılmış, dirençle karşılaşmadan İstanbul'un eşiğine (Yeşilköy) kadar ilerleyerek Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit etmiş ve bunun sonucunda Osmanlı Devleti Ayastefanos Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Ancak Batı Avrupa ülkelerinin bu antlaşmanın koşullarından hoşnut kalmamaları sonucu bu antlaşma geçerliliğini yitirmiş ve yeniden imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti, çok fazla toprak kaybetmiş, Balkanlardaki nüfuzunu büyük ölçüde yitirmiştir. Balkanlar'da ve Kafkasya'da sayıları 1 milyonu aşkın Osmanlı vatandaşı mülteci konumuna düşmüş, savaş süresince ve savaştan sonra Anadolu'ya dev göç dalgaları yaşanmıştır. Ayrıca Batum'da yaşayan Müslüman Lazlar ve Gürcüler Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmışlardır.

Savaş öncesi durum :

Osmanlı Devleti'ndeki Hristiyan hakları sorunu :

Avrupa'daki güç dengeleri :

1876 Balkan isyanları :

Savaşı önleme çabaları :

Savaşın gidişi :

Tuna Cephesi :

Rusların Tuna'yı geçerek ilerlemeleri :

Plevne Savunması :

Osmanlıların Balkanlardaki son direnişleri :


Kafkasya cephesi :



























































































































































































































Doğubayazıt'ın düşmesi :

Kars-Erzurum savunması :

Savaşın bitmesi :

Rus ordularının duraklaması ve ateşkes imzası :

Diplomatik girişimler :

Savaş esnasında gerçekleşen kırımlar ve göçler :

Savaşın diğer sonuçları :




*Kafkasya Cephesi - Vikipedi (wikipedia.org)

*Kafkasya Cephesi, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun 2. ve 3. orduları ile Rus İmparatorluğu Kafkas Ordusu'nun karşı karşıya geldikleri cephe. Kafkasya Cephesi, savaş sırasında Doğu Anadolu Bölgesi içlerine kadar genişlemiş, Trabzon, Bitlis, Muş ve Van şehirlerine kadar yayılmıştır. Kara harbi, Karadeniz Bölgesinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu deniz gücü ve Rus donanması tarafından desteklenmiştir.

Rusya'daki Çarlık rejiminin yıkılmasıyla savaşın son yılında bu cephede farklılıklar doğmuştur. 1918'de kurulan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti de Osmanlı İmparatorluğu'nun yanında yer almış ve Bakü Muharebesi'nde müttefik olmuştur. Alman Kafkas Seferleri sırasında Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti'nin yanında Osmanlı'ya karşı savaşmıştır.


Taraflar :

Amaçlar :

Güçleri :

Savaş Sırası :

Öncü :

1914 :

1915 :

1916 :

1917 :

1918 :

Sonrası :

Kayıplar :

İhtilaflı topraklar :




*93 Harbi Sırasında İngiliz Askeri Danışman General Arnold Kemball Ve Yüzbaşı Norman'ın Rus Kazak Askerleri Tarafından Kovalanması (gravurdunyasi.com)



*Arnold Burrowes Kemball - Wikipedia

*General Sir Arnold Burrowes Kemball, KCB, KCSI, (18 November 1820, Bombay – 21 September 1908, London), was a British Army officer who took part in the First Afghan War, the Persian War, the Serbian-Ottoman War and the Russo-Turkish War, and was British representative in the Persian Gulf and Consul at Baghdad.

Early life :

First Afghan War and Persian War :

Diplomatic service :

Russo-Turkish War :

In the 1877–78 Russo-Turkish War Kemball resumed his role as a British military commissioner with the Turkish Army, advising on, and inspecting, aspects of Turkish battle-readiness.[10] During the 16 June 1877 battle at Zaidakan, Kemble and a Captain Norman were reconnoitering and observing hostilities on horseback. After the battle, they were confronted by a band of Russian Cossacks. Kemble decided to escape the situation, and he and Norman were chased by the Cossacks over twenty-five miles, with contemporary reports stating that a shell had exploded between them, wounding Norman in the arm, and that Kemble could have been shot in the head. They outran the Cossacks, and when at the Aras River swam across it to reach the Turkish camp.[1][2][3][11][12][13]

Of Kemble's role in the Russo-Turkish War, The Times correspondent with Abdul-Kerim's army wrote:

The position occupied by Sir Arnold Kemball is one of great importance, requiring much tact and discretion, a thorough knowledge of Oriental character, coupled with a keen appreciation of military difficulties. I doubt if there is another officer in Her Majesty's Army qualified to hold the post. A soldier by training and profession, yet a diplomatist from a thirteen years' experience as Consul-General at Bagdad, Sir Arnold possesses all the qualifications for his present responsible appointment. He possesses a thorough knowledge of Persian, Arabic, and Turkish, and can converse or correspond with equal fluency in either of these languages, while from his intimate knowledge of the customs of the people, he is able to gain their confidence. Sir Arnold is well content to sleep on the hill side, wrapped in a Turkish officer's coat, to share the greasy and innutritious food found in Turkish camps, to stand by the side of Turkish troops under a fire that our younger soldiers of Abyssinia and Ashantee do not dream of. It needs the constitution of a strong man to stand a ride of 259 miles in five consecutive days, with changes of temperature from snow-clad hills 9,000 feet above sea level to the dry and dusty plains of the Passin River. It needs a man with manly vigour to ride all day and write all night ; it needs a General with something more than his country's reputation at heart to travel about, occupying the position Sir Arnold Kemball does occupy here, unattended by an Aide-de-Camp, often accompanied only by a single Mahomedan horse-keeper, trusting to luck for his food and to the cold hill-side for his bed. By all this, by his simple unaffected manner, his unostentatious style of living, his warm sympathy for the Turkish soldiers, his severe condemnation of the conduct of many of their own officials, his indomitable energy and perseverance, his cheery spirits, and his gallant bearing on the field of battle, Sir Arnold has knitted to himself all with whom he has been thrown into contact, and while upholding in a pre-eminent degree the character of the British soldier, has never in the slightest degree given the Turkish officers reason to believe that his mission was to help them, or in any way to compromise the neutral position of our Government.[2]

... ..



2 yorum:

  1. Mehmed Arif, eserinde “93 Harbi” olarak bilinen Osmanlı-Rus Harbinin doğu cephesinde olanları anlatırken, şunları söylüyor: “... .., bizde amir, amirliğini birçok emirler vermek suretiyle halka bildirmek ister. Bir ferik mevcutken, ufak tefek ve bütün bütün “Büyüklük ve vazife-perverlik galiba böyledir” diye susar. Hasbelkader kendisi de o mevkie geldiğinde işi aldığı gibi satar. Bu hâle ben kötü ahlak neticesidir diyemeyeceğim. Çünkü üstünü kazırsan, bunun altından: “Kimse bir şey bilmiyor, ben biliyorum. Kİmse iş yapamıyor, ben yapıyorum. Ben olmazsam iş yürümez. İyi yapılan şeylerin kaynağı, benim emir ve görüşümdür” kendini beğenmişliği baş gösteriyor!...
    Hele bazı inatçı ve kibirli reisler var ki; siyasî ve idari işlerde de kendisine sorulmadan, emir ve görüşü alınmadan yapılan işi, bin türlü kusurunu bularak reddeder. Eğer reddedemeyeceği bir şeyse, mecburen susar ve tasdik eder. O işi yapanı da kendisine karşı kendini beğenmişlikle itham eder. Ondan sonra o adamı öyle tanır ve muamelesini de ona göre yapar gider.

    YanıtlaSil