İnsanlık tarihi bugün tarihinin en tehlikeli dönemlerinin birinden geçiyor. Yaşananların bir benzerine kimi yönlerden daha önce hiç rastlanılmadı ama kimi yönlerden de Batı ile hasımlarını karşı karşıya getirmiş daha önceki çatışmalarla aynı çizgide yer alıyor.
Avrupa’nın sömürgeci yayılmasının yer kürenin tüm enlem ve boylamlarında yarattığı sayısız tepkiler üzerine uzun uzadıya durmayacağım. Söyleyeceklerim son iki yüzyılda Batı’nın küresel üstünlüğüne kararlı bir biçimde meydan okumayı denemiş ülkelerle sınırlı kalacağı için çerçevesi daha dar ve belirli olacak
Sözkonusu ülkelerin sadece üçünü konu alacağım.: İmparatorluk Japonyası, Sovyet Rusya, sonra da Çin.
Bu ülkelerin son derece kendilerine özgü güzergâhlarını ele almadan önce ve günümüzdeki çatışmaların sonucu hakkında gereken bir tahminde bulunma amacı taşımadan, öne çıkan bir soru var: Bugün gözlerimizin önünde yaşanan acaba gerçekten Batı’nın gerilemesi midir?
Bu elbette yeni bir soru değil ve Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tekrar tekrar gündeme getirildi, bunu yapanlar da çoğunlukla Avrupalılar oldu. Bunda da şaşırtıcı bir yan yok çünkü yaşlı kıtanın devletleri sömürge imparatorlukları devrinde işgal ettikleri konuma göre gerçekten de “küme düşmüş” durumdalar.
Birlikte, yitirdikleri üstünlüğün önemli bir bölümü diğer Batılı güç olan Amerika Birleşik Devletleri tarafından “geri alındı.” Atlantik ötesinin büyük ulusu yüzyılı aşkın bir zaman önce birinci sıraya yükseldi ve ben bu satırları yazarken askeri gücüyle ve endüstriyel kapasiteleriyle olduğu kadar gezegenin bütünündeki siyasal, kültürel ve medyatik nüfuzuyla da bu üstünlüğü koruyor.
Acaba bugün ABD de kaidesinden devrilmek üzere mi? Acaba bir bütün olarak Batı’nın küme düşmesine ve başka uygarlıkların, başka hâkim güçlerin yükselişine mi tanıklık ediyoruz?
İnsanların zihinlerinde kuşkusuz bütün bu yüzyıl boyunca musallat olmaya devam edecek bu sorulara ben
kendi payıma iki yönlü bir yanıt vereceğim: Evet, gerileme bir vakıa ve zaman tam bir siyasi ve ahlaki iflas görüntüsüne bürünüyor ama iyi veya kötü gerekçelerle Batı ile savaşan ve onun üstünlüğüne karşı çıkan herkes daha da ağır bir iflas yaşıyor.Ben, ne Batılıların ne de onların çok sayıdaki hasmının bugün insanlığı içine girdiği labirentten çıkarabilecekleri kanısındayım.
Böyle bir teşhisin çağdaşlarımdan bazılarının içini rahatlatacağını varsayıyorum. Kendi uluslarının yaşadıkları zorlukları zorlukların farkında olduklarından, başkalarının da bu durumunun parlak olmadığını söylemek hoşlarına gidecektir. Ama olaya daha geniş perspektiften bakacak olursak bu genelleşmiş yolunu yitirmişlik halinden, dünyadaki bu yıpranmadan, çeşitli uygarlıkların gezegenimizin baş etmesi gereken netameli sorunları çözmekteki yetersizliğinden olsa olsa kaygı duyulabilir.
Yine de benim ve dünyanın her yerinden daha pek çok insanın hissettiği bu endişenin, sonunda bizi selamete çıkaracak bir bilinçlenme yaratacağına inanmak istiyorum. Şayet hiçbir ulus, hiçbir insan topluluğu, hiçbir uygarlık havzası, gereken tüm erdemlere ve tüm yanıtlara sahip değilse; şayet hiçbirinin diğerleri üzerinde hâkimiyet kurma kapasitesi ve hakkı yoksa ve hiçbiri de boyun eğmek, aşağı çekilmek ve marjinalleştirilmek istemiyorsa; gelecek kuşaklara daha dingin, soğuk ya da sıcak savaşların olmadığı üstünlük adına sonu gelmez mücadelelere girişilmeyen bir gelecek hazırlamak adına, dünyamızın nasıl yönetildiğini yeniden ve derinlemesine düşünmemiz gerekmez mi?
Zira insanlığın başında mutlaka hegemonik bir gücün bulunması gerektiğini sanmak ve bu gücün kötünün iyisi olmasını, bizi en az küçük düşürüp boyunduruğu en hafif gelecek güç olmasını ummakla yetinmek doğru yol değildir. Hiçbiri -ne Çin ne Amerika ne Rusya ne de Hindistan, ne İngiltere, ne Almanya, ne Fransa, hatta ne de birleşmiş bir Avrupa bu kadar ezici bir konumda bulunmayı hak etmiyor. İstisnasız hepsi, ne kadar soylu ilklere sahip olurlarsa olsunlar, kendilerini kadir-i mutlak bir konumda bulunurlarsa, kibirli, yırtıcı, zorba, nefretlik bir çehre takınacaklardır.
Tarihin bize verdiği büyük ders budur ve belki de , dünün ve bugünün trajedilerinin ötesinde, bir çözümün adımları bu noktadan başlayacaktır.
Japon Kıvılcımları
1.
1905’in Mayıs ayının son günlerinde, Uzakdoğudan gelen hiç beklenmedik bir haber dünyaya yayıldı: Yedi ay önce Japonlara hadlerini bildirmek üzere büyük tantanayla Baltık Denizi’nden hareket eden Rus Çarlık donanması yok edilmişti; en az beş bin asker denizde can vermiş, aralarında Koramiral Rojestvenski’nin de olduğu altı bin kişi ise esir düşmüştü. Başından ağır yaralanan koramiral Kyushu Adası’ndaki hastanede tedavi ediliyordu; Japon zaferinin mimarı olan rakibi Amiral Togo Heihachiro ona nezaket ziyaretinde bulunup sağlık durumu hakkında bilgi almıştı.
Bu haber dünyanın her yerinde kuşku ve hayretle karşılandı. Çünkü Avrupa devletleri gambot diplomasisini çok uzun bir süredir son derece sert ve etkili bir şekilde kullanıyorlardı! İster Cezayir daisi, ister Bengal nevabı, ister Zenzibar sultanı, hatta Çin imparatoru söz konusu olsun, denizaşırı bir bölgenin satrapı aksilik, söz dinlemezlik veya küstahlık yaparsa, derhâl birkaç savaş gemisi gönderilip yola getiriliyordu.
Şimdi ise, çarın “gambotları” Tsushima Boğazı’nda hiç gözlerinin yaşına bakmadan denizin dibine gönderilmişti. Filonun otuz kadar gemisinden sadece üçü Vladivostok’a ulaşabilmişti.
… ..
… .. Paris’te veya Viyana’da olduğu gibi Londra ve Berlin’de de gazeteler , ilk kez “beyaz olmayan bir halkın” büyük Avrupa gücünü mat ettiğini vurguluyor ve okurlarını “sarı tehlike” konusunda uyarıyorlardı. ABD’de bu olaya sevinen az sayıda kişiden biri bekleneceği üzere, siyahi akademisyen W.E.B Du Bois’ydı: “Beyaz sözcüğünün aptalca büyüsü”nü bozdukları için Japonlara şükran duyduğunu söylemişti”.
***
“Beyaz adam” dünyada üstünlüğünü kuralı neredeyse beş yüzyıl olmuştu. “Yükselişe” geçişini bir yüzyıla tarihlendirmek gerekse bu 15. Yüzyıl olurdu.
Halbuki İtalyanların verdiği isimle “Quattrocento” başka yıldızların etkisinde başlamıştı. Mürettebat mevcudu kimi zaman yirmi sekiz bine çıkan, gemi sayısı ise iki yüzü aşan devasa bir Çin filosu 1405’ten itibaren pek çok deniz seferine çıkmıştı. Gemilerin altmışı, hem gidişte hem dönüşte muhteşem hazineler taşıyan junkarlardı (*Geleneksel Asya tekne tipi-ç.n.) Filoya son derece sıra dışı Amiral Zheng He komuta ediyordu. Çinli Müslüman bir üst düzey memur ailesinden gelen amiralin görevi, Sunda Adaları’ndan Hindistan’a, İran’a, Arap Yarımadası’na ve en sonunda Afrika Boynuzu’na kadar uzanan kıyı bölgelerini keşfetmek, bu bölgelerin tasvirlerini kaleme alıp haritalarını çıkarmak, bu bölgelerle alışveriş ilişkileri kurmak, filonun göstereceği … …
… ..
… .. Avrupalı bir prens olan Portekizli Infante Dom Henrique, Kara Afrika kıyılarını keşfetmeye yönelik bir dizi seferi finanse edip hamiliğini üstlenmeye karar verdi. 1327’de Azor Adaları’nın keşfiyle başlayan bu seferler, Avrupalıların daha önce hiç ayak basmadığı Gine Körfezi’ne, sonra da Ümit Burnu’na kadar devam etti.
Sonraki on yıllar boyunca tüm okyanuslar Cenova, Venedik, Porto, Bristol, Amsterdam veya Saint-Malo’dan gelmiş kaptanlar, maceracılar, tacirler, botanikçiler ve misyonerler tarafından baştan aşağı kat edilecekti. Bu muazzam keşif, kolonizasyon, sömürü ve fetih girişimi Batı Avrupa’yı yüzyıllar boyunca gezegenin siyasi, ekonomik ve entelektüel merkezi haline getirecekti.
Prens Henrique’nin bu girişimi sadece yeryüzünün, halklarının ve zenginliklerinin keşfi konusunda duyduğu kişisel tutkunun sonucu değildi. Tarihte kendisine verilen adı fazlasıyla hak eden geniş bir kültürel uyanış ve gelişme hareketinin , Rönesans‘ın da bir parçasıydı. Hıristiyan Batı, Rönesans’la birlikte barbar istilalarıyla açılıp kara veba ve Yüzyıl Savaşları’yla noktalanan bin yıllık uzun Ortaçağ tünelinden çıkmaya başladı.
Şanlı antik Yunan ve Roma devrine bir dönüş olarak algılanan Rönesans, bundan çok çok daha fazlası olacaktı. Ticari uygulamalardan sanatsal tekniklere ve aslen bir Çin icadı olup Gutenberg tarafından 1440’dan itibaren ele alınarak geliştirilen matbaaya kadar, yüzlerce alanda yepyeni bir uygarlık doğacaktı.
Rönesans’ın ürünü olan özgün ve gözü pek Avrupa uygarlığı, kendinden önce başka hiçbir uygarlığın yapamadığını başaracaktı: Bütün gezegeni, sözcüğün hem gerçek hem de mecazi anlamında ve gerek en ince gerekse en kaba yöntemlere başvurarak fethedecekti.
2.
Sonraki dört yüz yıl boyunca,16.yüzyıldan 19. Yüzyıla kadar, Batı’nın üstünlüğü gezegenin tamamında ve bütün alanlarda iyice yaygınlaşıp pekişti.
Osmanlılar başlarda, 1453’te Konstantinopolis’i fethetmelerinin de verdiği hızla, sınırlarını Budapeş’teye kadar genişletip Viyana kapılarına ulaşmayı umuyorlardı. Ama hızları hem karada hem de denizde kırıldı ve imparatorlukları sonunda düşeceği “hasta adam” haline hemen dönüşmese de hâkimiyetini bir daha asla kabul ettiremedi.
Zaten uzun bir süre, dünyanın hiçbir yerinde Avrupa’nın üstünlüğüne meydan okuyabilecek güçler çıkmayacaktı. Kuşkusuz bazı şanlı hanedanlar görüldü: Hindistan’da Tac Mahal’i inşa eden Babürlüler veya İsfahan'ın ihtişamını yaratan Safeviler gibi…
Ama sadece Avrupalılar gezegen çapında emeller besliyor, okyanus ve denizaşırı yerlerde kendilerine alan açıyorlardı.
Birçok kıtaya yayılan imparatorluklar, Yeni Dünya’nın büyük bölümünü paylaşan İspanya ve Portekiz oldu; çok geçmeden İngiltere, Fransa, Hollanda da onlara katıldı; daha geç bir dönemde, 19. Yüzyılda,yeni kurulmuş ve sömürge ”pastası”ndan paylarını isteyen üç devlet daha çıktı: Belçika, Almanya ve İtalya. Ruslar da peş peşe fetihlerle Ural Dağları’ndan -Çin tarafından terkedilen bir yarımada Vladivostok’u kurdukları- Japon Denizi kıyılarına kadar uzanan devasa bir Asya imparatorluğu oluşturmaya girişmişlerdi.
Avrupalılar bir avantaj gördükleri yerlerde, özellikle de Amerika kıtalarında ve Avustralya’da, iskân yoluyla koloniler kurdular; yerel nüfus topluluklarıyla kimi zaman karışsalar da çoğunlukla onları topraklarından ettiler, kovdular veya katlettiler. Başka yerlere askerlerini ve idarecilerini göndermekle yetindiler. Pek çok öğrenci kuşağı, Avrupa’nın farklı sömürge imparatorluklarını gösteren mavi, mor, sarı veya yeşil renk lekeleriyle bezenmiş haritalarının yer aldığı ders kitaplarıyla öğrenim gördü. Üstelik bu, gerçekliğin sadece bir yüzüydü. Birçok ülke o şekilde boyanmamış olsa da “kapitülasyonlara” veya zorunlu protektorolara tabiydi.
Bu coğrafi genişlemenin devam edip kalıcılık kazanabilmesinin sebebi, ilgili ulusları derinlemesine dönüştürecek muhteşem bir maddi ve manevi atılımın ona eşlik etmesiydi.
Batı Avrupa 18. Yüzyıldan itibaren Sanayi Devrimi çağına girdi. İngiltere’den başlayıp sonra Kıta Avrupası’na a yayılan Sanayi Devrimi, bütün insanlık macerasının tartışmasız en belirleyici dönemeçlerinden biriydi. Onunla birlikte bilim, teknik ve fikirlerde baş döndürücü bir gelişme başladı; bu gelişme bir daha hiç durmayacak ve tarihin gördüğü en ileri, en dinamik , en hırslı uygarlığı doğuracaktı. Bugün bile aidiyetlerimiz veya inançlarımız ne olursa olsun, hepimizin hem mirasçısı hem de ürünü olduğumuz bir Prometheus uygarlığıydı bu.
O kadar boyutlu ve karmaşık bir hareket söz konuydu ki onun kökenleri, aşamaları veya sonuçlarıyla ilgili ayrıntılı bir incelemeye girişmek usandırıcı olabilir. Ben de bu nedenle Devrimi Batılılara ekonomik refah ve askeri üstünlük sağlarken toplumlarını da dipten altüst etti, bu başkalaşım çoğunlukla travmatik bir seyir izlese de bütün dünyada entelektüel üstünlüklerini kurmalarını sağladı.
Yurttaşlar ve hakları, yöneticiler ve görevleri, dinin yeri ve sınırları hakkında yeni fikirler şekillendi. Büyük ayaklanmalar yaşandı; özellikle 1688’de İngiliz Şanlı Devrimi, 1776’da Bağımsızlık Savaşı ve 1789’da Fransız Devrimi söz konusu halklara yeni bir güven verirken Batı’yı da tüm dünyanın gözünde modernite, özgürlük ve ilerleme kavramlarıyla özdeşleştirildi.
Batı artık silahlarının gücüyle olduğu kadar, bilgi ve düşünce gücüyle de hüküm sürecekti. İnsanlığın diğer kesimi, geçmişte büyük uygarlıklar ve güçlü imparatorluklar kurmuş kalabalık uluslar bile Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalacaktı. Artık gezegen Batılıların, onların icatlarının, rekabetlerinin, ütopyalarının, devrimlerinin, savaşlarının ve barış antlaşmalarının ritmine uyarak yaşayacaktı. Dünya sahnesinde sadece onlar başrol oynayacak; diğerleri yan ve tamamlayıcı rollerden , figürasyonlardan öteye geçemeyecek, bu arada da şaşkınlık, hayranlık, örselenmişlik, hayal kırıklığı ve âcizlik duyguları içinde kalacaktı. İstemeye istemeye galiplerin iradesine boyun eğerken, intikam ve bu durumu altüst etme düşleri kuracaklardı.
20. yüzyıla girilirken dünyanın vaziyeti buydu ve uzun süre, hatta ebediyen böyle kalacağı düşünülebilirdi. Ama bu gidişat Tsushima Muharebesiyle birden tehlikeye girmişti.
***
Doğu ülkelerinde genel bir sevinç havası hâkimdi. Hindistan’ın gelecekteki başbakanı Cevahirlal Nehru ilerki bir tarihte, “Japonya’nın zaferi çoğumuzun mustarip olduğu aşağılık duygusunu azalttı” diye yazacaktı.; “Büyük bir Avrupa gücü yenildiğine göre, Asya Avrupa’yı geçmişte yaptığı ngibi yine mağlup edebilir.”
Çin Cumhuriyeti’nin ilk başkanı olacak Dr. Sun Yat-sen de hemen hemen aynı şeyi söyleyecekti. … ..
… .. Iraklı Marûf er-Rusâfi de Tsushima Muharebesi’nden manzaralar betimlediği , muharebenin safhalarını anlattığı uzun bir şiir kaleme alacak… ..
… ..
3.
Her şey 1853’te, Amerikan donanmasının subayı Komodor Matthew Perry Japon Takımadası’nınkıyıları önünde belirip en yüksek makamlar tarafından kabul edilmeyi talep ettiğinde başlamıştı. Perry, bu makamlara ABD başkanının “büyük ve iyi dostu” Japon imparatoruna hitaben yazdığı resmi bir mektubu teslim etmek istiyordu.
Misafir gelir gelmez ev sahiplerinin koyduğu kuralları pek umursamadığını göstermişti. … ..
… .. uysal ve saygılı görünmenin hiç birşey yaramayacağı sonucuna varmıştı. Kendisine saygı duyulmasını sağlamak için, hiçbir şeyden korkusu yokmuş ve karşı çıkarlarsa asıl ev sahiplerinin korkması gerekirmiş gibi mutlak bir güven sergilemesi şarttı.
… .. Kuşkusuz birkaç yıl önce Afyon Savaşı’nda İngilizlerin Çinlilere yaşattığı aşağılama belleklerden henüz silinmemişti. … ..
… … O zaman iki ulus arasında ticarete izin veren ve böylece Takımada’ın yüzlerce yıllık yalnızlığına son veren bir antlaşma imzalandı.
Bir deniz subayının pervazsız eylemiyle yürürlüğe giren ve yetkili makamların gönülsüz bir şekilde razı oldukları bu cebri açılım, ABD ve gezegenin geri kalanı için önemli sonuçlara yol açacak uzun bir altüst oluş dönemini başlattı.
***
…. .. Japon hükümdarları yüzyıllardır ülkeyi yönetmeyi bırakmışlardı. Hatta iki başkent vardı;: İmparator şairler hattatlar, müzisyenler ve askeri ve sivil devlet işleriyle ilgilenmediğinden emin olmak için casuslarla çevrili bir halde Kyoto'da ikamet ediyordu; bütün devlet işleri ise, ülkenin gerçek efendisi olan ve Edo’da yaşayan Şogun’un yani “başkomutan”ın uhdesindeydi.
İktidar 12.yüzyıldan beri şogunların elindeydi ve iki yüz elli yıldır aynı klanın , Tokugava’ların içinde el değiştiriyordu. Tokugava’lar ülkeye büyük bir istikrar ve bir süreliğine de olsa refah getirmişlerdi. Ama Komodor Perry’nin filosunun geldiği dönemde sistem krizdeydi. Halkın yurtdışıyla pek teması olmasa da seçkinlerin bir bölümü dünyanın geri kalanında olup biteni takip edebiliyordu. Çin ve Kore hem coğrafi hem de kültürel bakımdan yakın ülkelerdi, dolayısıyla onlarla Japon Takımadası arasında haberler gidip geliyordu.Ayrıca Nagasaki’ye yerleşmiş Hollandalı tüccarlar da vardı; kuşkusuz kendilerine tanınmış imtiyazlara zarar vermemek adına genellikle ketum davransalar da zaman zaman yöneticilerin her türlü bilgi kendilerinden sakladıklarına erişebilmek için her türlü bilgi kırıntısının peşine düşen yerel halkla konuştukları da oluyordu; örneğin ahali Fransız Devrimi’ni birkaç yıl gecikmeyle ve epey sansürlenmiş bir halde ilk kez onlardan duymuştu.
Şogunlar dünyadaki seslerin uyruklarının kulaklarına ulaşmasını daha ne kadar engelleyebilirlerdi? Samurayların en üst, tüccarların ise en alt basamakta yer aldıkları bir toplumsal hiyerarşiyi daha ne kadar sürdürebilirlerdi?
… ..
Birkaç yıl tırmanan istikrarsızlığın ardından, ülke yıkıcı bir iç savaş karanlığına gömüldü. Bunun sonucunda şogunluk devrildi ve 1868’de yepyeni bir rejim kuruldu. İmparatorluk iktidarının ”restorasyonu” olarak sunulan yeni rejimin simge ismi, onbeş yaşındaki genç hükümdar Mutsuhioto’.ydu.
Saltanatının ayırt edici özelliğinin altını çizmek için meiji, yani “aydınlatılmış yönetim” adını benimsedi ve Kyoto’dan ayrılıp Tokyo’ya, “Doğunun başkenti” denilen Edo’ya yerleşti. Şogunların şatosuna el koyarak orayı İmparatorluk Sarayına dönüştürüldü.
6.
“Meiji Restorasyonu”nun sonucu olan modern Japonya, insanlığın önemli bir bölümü, özellikle de Doğu’nun büyük ulusları için iki kez ilham kaynağı olacaktı: İlkinde askeri başarıları, ikincisinde ekonomik başarıları rol oynadı. Takımada’nın bu iki parlak dönem arasında yaşadığı, felaket boyutuna varan siyasi ve ahlaki çöküntü, üstelik bunu dünya tarihindeki tek örnek olarak nükleer bombardımanla cezalandırılması yukarıda söz edilen bu yazgıyı iyice ayrıksu bir hale getirdi.
… ..
“İmparatorluk otoritesinin temellerini güçlendirmek” vurgusu, Japonların çoğu tarafından en elle tutulur manasıyla askeri güç olarak anlaşılmıştı. Ülkenin, Komodor Perry’nin “siyah gemileri”iyle simgelenen yabancıların aşağılamasına ve kendi yasalarını dikte etmesine olanak veren zayıflıktan en kısa sürede kurtulması şart değil miydi? Bunun mutlak öncelik silahli kuvvetlere sahip olabilmek için ülkenin refaha kavuşup sanayileşmesi gerektiğinin de farkındaydı; silahlarını başkalarından satın almak yerine kendileri üretmeliydiler; … ..
… ..
… .. Kaybedilen zamanı telafi etme kaygısı taşıyan yeni rejim, tüm dünyaya birçok özel görevli gönderdi. Zekâlarını ve öğrenme açlıklarını kanıtlamış bu gençlere gittikleri yerlerde Batılıların çeşitli alanlarda neler bildiklerini, üstünlüklerini oluşturan şeyleri özenle ve derinlemesine incelemeleri salık verildi. … ..
… ..
Örneğin posta idaresi kurmak için, İngilizlerin General Post Office’i ve imparatorluk donanması için de Royal Navy örnek alındı. Şu tesadüfe bakın ki, tarihte Rus donanmasını yok eden adam olarak geçen Amiral Togo, önceden İngiltere’de yedi yıl öğrenim görüp yaşamıştı; hatta okul gemisi Hampshire ile basit bir tayfa olarak dünya turuna çıkmıştı. Fakat Avrupalılaşmanın başını çekenler bir tek yabancı ülkeye bağımlı olmak istemiyorlardı. … ..
… ..
Modern bir polis teşkilatı kurmak için de Fransız modeli seçildi. Kara ordusu için de aynı şey tasarlanmıştı. Altmış yıl önce I. Napoleon devrinde , Fransa bütün Avrupa’ya hükmetmemiş miydi? Meiji döneminin başında Fransa'da onun yeğeni (III. Napoleon) iktidardaydı ve onunla yapıcı ilişkiler kurulabileceği ümit ediliyordu. Ama 1870’in sonbaharında Fransa’ya varan özel görevliler, ülkenin Prusya tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldığını ve III. Napoleon’un Prusya tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldığını ve III. Napoloen’un esir düştüğünü öğrendiler. O zaman planlarını değiştirip Berlin’e gitmeye karar verdiler.
***
Modernleşmeyi hızlandırmak ve Japonların yeterince tecrübeli olmadıkları alanlarda uzun emekleme dönemlerinden kaçınmak amacıyla, belli sayıda Avrupalı profesyonelin, özellikle de bilim insanlarının davet edilmesine karar verildi; gelenlere konforlu ve teşvik edici yaşam ve çalışma koşulları sağlandı.
Bu dönem hakkındaki en öğretici tanıklıklardan biri, Oleron doğumlu Fransız doktor Ludovic Savatier’e aittir. Savatier yıllarca, yeni Japon imparatorluk donanmasının başlıca tersanesi olan, Tokyo yakınlarındaki Yokosuka’nın sağlık merkezini yönetmişti. … ..
… .. Aralık 1871’de mektup arkadaşına, “Japonya’nın iki yıldır geçirdiği dönüşümü düşünün. Bu insanlar bizim iki yüzyılda yaptığımızdan çok daha hızlı ilerliyorlar!” diye yazıyor. … ..
… ..
Japonya’nın o güne dek dış çatışmalar konusunda büyük bir tecrübesi olmamıştı. 16. yüzyılın son yıllarında Kore’de yaşanan talihsiz macera dışında, askerlerini hiçbir zaman sınırları dışına göndermemişti. Kendisi de hiç saldırıya uğramamıştı; son istila girişimi 13. yüzyılda, Moğol ordularının başında Çin’i fetheden Cengiz Han’ın torunu Kubilay, Takımada’yı uçsuz bucaksız imparatorluğuna katmaya çalıştığında yaşanmıştı. Kubilay,Kore kıyılarında binlerce gemilik bir donanma toplanmıştı. Japonların şansına, patlak veren şiddetli fırtına istilacıları darmadağın etmişti. Ulusal mitoloji bu beklenmedik kurtuluşu, “ilahi bir rüzgâr”a, Japoncada kami kaze’ye bağlamış, buradan da oldukça dayanıklı bir alegori doğmuştu.
O günden sonra hiç kimse benzer bir saldırı girişiminde bulunmamış ve Japonya gezegende yaşanan sayısız çatışmanın uzağında kalmıştı. Ama bu durum kısa süre sonra trajik bir biçimde değişecekti. Uzun bir tecrit yaşamından sonra “dünya sahnesine çıkışı”, hem kendisi hem de başkaları için son derece patırtılı ve yıkıcı olacaktı.
5.
… .. haritaya bakıldığında Kore’nin Takımada’ya en yakın Asya toprağı olduğu görülmektedir - uzaklığı en dar yerde sadece yirmi yedi deniz mili, yani yaklaşık elli kilometredir. Bazı yöneticiler komşu yarımadadayı “Japonya’nın kalbine yöneltilmiş bir hançer”e benzetiyorlardı.
Bu metafora gelişkin bir stratejik analiz eşlik ediyordu: Bir hançer tek başına tehlike arz etmez; ancak düşman bir ele geçerse tehdit haline gelir. Meiji döneminde reformculara göre, böyle bir tehlikeden korunmanın en iyi yolu, Japonya’yı örnek alarak modernleşmiş ve Japonya'yı hem akıl hocası hem de doğal müttefiki olarak görecek bir Kore’nin ortaya çıkmasıydı.
Zaten böyle bir gelişme de şekillenmeye başlamıştı. Kıyılarından en fazla otuz mil uzakta gerçekleşen mucizeyi gezegenin geri kalanına göre çok daha fazla büyülenerek izleyen Koreliler, hiç vakit kaybetmeden kendi açılımlarını başlatmışlardı. Mutsihito ile hemen hemen aynın yaşta olan hükümdarları Gojong, komşu takımadaya orada neler olup bittiğinin inceleme ve takınılması gereken tavır konusunda kendisine danışmanlık yapma sorumluluğunu verdiği özel görevliler göndermişti. Kendi krallığını tecritten çıkarmaya, yabancı ülkelerle ilişkiler kurmak ve bazı reformları benimsemeye hazır görünüyordu- o da Batı’nın teknolojisiyle Doğu’nun ruhunu bağdaştırmak grektiğini vurguluyordu.
Kore uzun vadede bu konuda hayranlık verici bir başarı kazanacaktı. Ama o sırada değişiminin pek lehine olmayan ve geleneksel “hami”leri Çin imparatorunu ürkütmekten çekinen bir çevresi olan genç hükümdar durumun denetimini yavaş yavaş yitirdi.
Aralık 1884’te Japon modelinden büyülenmiş radikal eylemciler tarafından gerçekleştirilen bir darbe girişimi yaşandı. Kraliyet sarayı edildi, Gojong üç gün boyunca alıkonuldu ve neden sonra Çin askerleri tarafından kurtarıldı. O zaman ayaklanma bastırıldı ve liderlerinin çoğu idam edildi. Ancak en nüfuzluları olan, Gaehwadang, yani “Aydınlanma Partisi” lideri Kim-gyun ülkesinden ayrılıp Japonya’ya sığınmayı başardı.
Genç vatandaşları üzerinde büyük bir etkiye sahip olan bu kişi kendi arzusu hilafına; trajik olduğu kadar tuhaf ve anavatanının çok ötesinde sonuçlara yol açacak bir hadisenin tam göbeğinde yer alacaktı.
Mart 1894’te, dokuz yıldır Japonya’daydı ve Kore rejimine karşı muhalefeti örgütlemekle uğraşıyordu: o sırada, kendisiyle görüşmek isteyen üst düzey bir Çinli yetk
il
nin daveti
üzrine Çin’e gitmeye ikna oldu. … ..
… …
Şanghay’a vardıktan birkaç saat sonra otelinde, yolculuk arkadaşlarından Hong Jong-ou tarafından üç tabanca kurşunuyla öldürüldü. Söz konusu kişi , birkaç ay önce onu ortadan kaldırmak amacıyla yakın çevresine sızmayı başarmıştı. Muhalif siyasetçi Japonya’da ev sahipleri tarafından sıkı bir şekilde korunduğu için müstakbel katili onu Takımada’nın dışına çekmeyi tasarlamış ve kendisini Şanghay’a gitmeye muhtemelen o işkna etmişti.
… ..
… .. Korece bi edebi metin Printemps parfume (Itır kokan ilkbahar) başlığıyla yayımlandı. … ..
… .. Hong onu, vatanı için en az Çinliler veya bRuslar kadar tehlikeli gördüğü Japonlara “satılmakla” suçluyordu.
… ..
Hong cinayetin ertesi günü, Şanghay Uluslararası İmtiyazlı Bölge polisi tarafından yakalanarak Çinlilere teslim edildi. Çinliler de hem katilin hem de kurbanının Kore vatandaşı oldukları bahanesiyle , ikisinin birlikte anavatanlarına gönderilmesini emrettiler. Yani katil, cinayet siparişini veren liderin ülkesine gönderilen kurbanının naaşına eşlik edecekti!”
Durumun dehşeti ancak gideceği limana vardığında gözler önüne serildi: Katil bir kahraman gibi karşılanırken muhalif siyasetçinin cesedi oracıkta parça parça edildi ve “hain”nin çarptırıldığı cezadan tüm eyaletler haberdar olsun diye, parçalar ülkenin dört köşesine gönderildi. Bu vesileyle Japonlara karşı gürültülü gösteriler tertiplendi.
İki ay sonra, bir Japon seferi kuvveti, Çin askerlerinin daha önce gelip mevzilendikleri Kore’de karaya çıkıyordu. Birinci Çin-Japon savaşı patlak vermişti.
***
Çatışmanın başlangıcında yabancın uzmanlar Çin’in kesinlikle zafer kazanacağını öngörüyorlardı. Modernleşme faaliyeti başlatıldığından beri Japonya’nın katettiği ilerlemelerin çapını gerçekten kavramış olanların sayısı çok azdı.
Japon orduları, kısmen ithal edilmiş kısmen de Japonya’da üretilen malzemelerin kalitesi dışında, düşmanlarından kıyas kabul etmeyecek kadar üstün bir taktik beceri ve savaşçılık sergileyeceklerdi. Gerek karada gerekse denizde girilen her muharebede tartışmasız bir biçimde üstünda nlüğü ele geçiriyorlardı. İlk savaş alanı olan Kore topraklarında zaferi yıldırım hızyla kazandıler; örneğin, Çinlilerin düşman ilerleyişini durdurmak amacıyla tahkim etmeye karar verdikleri ülkenin kuzeyindeki Pyongyang kenti sadece bir gün süren çatışmaların ardından teslim oldu.
Nisan 1895’te, galip tarafa hatırı sayılır “tazminatlar”; Şanghay'da Batılılarınki gibi bir “imtiyazlı bölge”; ticari ilişkilerde “en çok gözetilen ulus” statüsü ve özellikle de yarım yüzyıl boyunca Japon sömürge imparatorluğunun incisi olarak kalacak Tayvan adasını veren bir barış antlaşması imzalandı.
Meiji Restorasyonu’un yöneticileri açısından bu büyük bir adımdı. Kendini sahada ispatlayan ülkeleri artık statüsünü değiştiriyordu. Deyim yerindeyse, av olmaktan çıkıp avcı konumuna geçiyordu.
Dolayısıyla, Çin’in peş peşe yaşadığı aşağılanmalara ve özellikle de komşusu Japonya karşısında uğradığı yüz kızartıcı yenilgiye bir tepki olarak patlak veren “boksörler” ayaklanması sırasında Pekin’deki yabancı temsilcilikler 1900 yazında elli beş gün boyunca kuşatma altında kalınca, saldırıya karşı koymak amacıyla oluşturulan “Sekiz Ulus İttifakı”nda Birleşik Devletler, Büyük Britanya, Fransa, Almanya, Rusya İtalya ve Avusturya-Macaristan’ın yanı sıra Japonya’da kendine yer buldu- böylece son derece simgesel bir biçim de büyük devletler topluluğuna katılmış oluyordu.
… ..
Geleceğin birçok Çinli yöneticisi bir süre Japonya’da yaşayıp öğrenim gördü. Bazıları, örneğin Sun Yat-sen Japonya’ya karşı her zaman bir sevgi besledi; başkaları; örneğin Mao Zedong’un değişmez başbakanı Zhou Enlai (Çu En Lay) ise daha çok hınç duydu bu ülkeye karşı. Ama hepsi onu bir ara örnek olarak kabul etti. Kimilerine göre gözü kapalı takip edilecek, kimilerine göre ilgiyle izlenecek ve yakından gözlemlenecek bir örnek söz konusuydu.
Bu şaşırtıcı dönüşümün gayet açık olan küresel stratejik anlamının yanı sıra, dünyada çok az sayıda gözlemcinin önemini kavradığı “mahrem” bir anlamı vardı.
Çin, Japonlar tarafından bir devletten ziyade kendi uygarlıklarının “atası” olarak görülmüştü. Alfabeleri, Budizm, Konfüçyüsçülük; hem pirinç kültürü hem de ipek böcekçiliği; ayrıca resim, kaligrafi ve şiir sanatları oradan gelmişti. Bu nedenle, Takımada sakinleri büyük ve muhterem komşularına geleneksel hürmet duyarlardı; ancak 19. yüzyılın sonunda, Çin’in Batı’nın ne denli gerisinde kaldığını fark ettiklerinde,bu ülkeye tepeden bakmaya başlamışlardı. Buna koşut olarak, aynı dönemde Çinliler de Japonlardan nefret etmezlerdi. Onu henüz savaşılacak bir düşman olarak değil , kente eğitim görmeye gitmiş, oradan daha kurnaz ve güçlü dönmüş bir küçük birader olarak görürlerdi.Üstelik daha da kibirli ama yine de bu nedenle onu tepeleme isteğinin aksine, daha fazla ona öykünmeye çalışıyorlardı. Tıpkı Japonya'nın da Avrupalılara öykündüğü gibi…
Geleceğin birçok Çinli yöneticisi bir süre Japonya’da yaşayıp öğrenim gördü. Bazıları, örneğin Sun Yat-sen Japonya’da yaşayıp öğrenim gördü. Bazıları, örneğin Sun-Yat-sen japonya’ya karşı her zaman bir sevgi besledi; örneğin Mao Zedong’un değişmez başbakanı Zhou Enlai (Çu En Lay) ise daha çok hınç duydu bu ülkeye karşı. Ama hepsi onu bir ara örnek olarak kabul etti. Kimilerine göre gözü kapalı takip edilecek, kimilerine göre ilgiyle izlenecek ve yakından gözlemlenecek bir örnek söz konusuydu.
6.
Meiji Japonyası, Asya‘nınen büyük ulusuna ağır bir ders verdikten on yıl sonra, bu başarıyı Avrupa’nın o sıradaki en büyük devleti olan Çarlık Rusyası’na karşı tekrarlayacaktı.
Rusya, biraz aceleci bir kararla, Çin’in zayıflamasının piyonlarını Mançurya ve Kore’ye sürme konusunda bir fırsat yaratığına hükmetmişti. Oysa, bugünden bakıldığında hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde görülüyor ki, böylesine enerjik ve savaşçı bir rakibin hızla yükselişinin Rusya'yı tam tersine daha ihtiyatlı davranmaya sevk etmesi gerekirdi. … ..
… ..
… .. II. Nikola gayet güvenli görünüyordu ve kendi stratejik hesapları olan “kuzeni”, Almanya İmparatoru II. Wilhelm, onu, “uygarlığımızı sarı tehlikeye karşı savunmak üzere” harekete geçmeye teşvik ediyordu. … ..
… ..
… .. Japonlar hem karada hem de denizde durmaksızın ilerliyorlardı. Çok gözü karaydılar, zaman zaman şans da onlardan yanaydı. Örneğin, 13 Nisan 1904’te mayına çarpan Petropavlovsk zırhlısında 650’den fazla denizciyle birlikte, Pasifik Donanması’nın komutanı Amiral Makarov da can vermişti. … ..
… ..
Japonlar, Çin ile savaşırken de yaptıkları gibi, Kore yarımadasını çok hızlı bir şekilde ele geçirdiler, sonra da Mançurya sınırını oluşturan Yalu Nehri civarında düşmanlarına karşı saldırıya geçtiler.
Yaşanan amansız muharebe … .. çarın askerlerinin ağır yenilgisiyle sonuçlandı. … ..,
… ..
… .. Ocak 1905’te on binlerce gösterici, taleplerini Çar’a sunmak üzere hazırlanmış bir dilekçeyle, taleplerini Çar’a sunmak üzere hazırlanmış bir dilekçeyle St. Petersburg’da, Kışlık Saray civarında toplandı. Çarlık ordusu kalabalığa ateş açtı ve yüzlerce kişi öldü. II. Nikola ”Kanlı Pazar”da uğradığı itibar kaybını bir daha
asla telafi edemedi.
Çar hem bu tür kargaşaların önünü almak hem de Japonların ilerlemesini durdurmak amacıyla Baltık Denizi’ndeki en iyi gemilerini Uzakdoğu’ya göndermişti; kazanılacak bir zaferin tüm sorunlarını birden çözeceğini düşünüyordu. Bu yüzden uyrukları bu görkemli donamanın da hedefine ulaşamadan yok edildiğini öğrendiklerinde öfkeleri patladı.
Odessa limanında, Potemkin zırhlısının tayfaları derhal isyan etti- Rusya tarihinin bir başka simgesel ânıydı bu. Romanovlar’ın tahta geçişi için geriye sayım başlamıştı.
***
… ..
… .. İngiliz ya da Hollandalı sömürgecilerden intikam almalarına yardım edebilecek tek yöneticinin imparator Meiji olduğuna dair hiç kuşku yoktu. Ama İslam’ın selametinin bizzat Müslüman olmayan bir liderden nasıl oluşabilirdi?
… ..
… ..
7.
… .. Japonya'nın zaferi etrafa kıvılcımlar saçmış, yangınlar çıkarmıştı. Bunların bazısı kısa ömürlü, bazısı da kalıcı olacaktı. … ..
… ..
Avrupalılar 15. yüzyılda dünyada üstünlüklerini kurduklarından beri, hiçbir Doğu ulusu böylesi bir dönüşümü başaramamıştı. … ..
Bu nedenle, Rus-Japon Savaşı’ndan sonra galip ülkenin örneğinden esinlenen, kimi zaman da Japonya karşısında yaşanan aşağılanmanın kışkırttığı bir dizi devrime tanık olunacaktı.
… ..
… …
İlk sarsılan, o sırada “Pers” diye bilinen İran oldu. Gerçi bu ülkenin de Rusya ile görülecek hesapları vardı. Çarlığın Orta Asya’daki fetihlerinin peşinden, uçsuz bucaksız “sıcak deniz”e, Hint Okyanusu’na çıkmak için kendi topraklarına doğru da yayılma, Buhara, Semerkant ve Hive’yi aldığı gibi Isfehan, Şiraz ve Tebriz’i de ilhak etme niyetleri olduğundan kuşkulanıyordu. Bu nedenle, Rusların japonların karşısındaki her yenilgisi İranlıları çoşturuyor, mücadele azimlerini tetikliyordu.
Birkaç yıl önce yaşanan özel bir olay ruhları kızıştırmıştı. Maiyetiyle birlikte Avrupa’ya gitmek isteyen am böyle bir seyahatin gerektirdiği muazzam masrafı karşılayacak durumda olmayan dönemin şahı, St. Petersburg’dan borç almaya karar vermişti. Bu borçlanmanın çara mükemmel bir baskı olanağı vereceğini elbette biliyordu, ancak seyahatten vazgeçmesi söz konusu değildi.
Borcun vadesi gelip de bekleneceği üzere devlet hazinesinin tamtakır olduğu ortaya çıkınca, yeni vergiler kondu ve bu durum tüm ülkede, özellikle de çarşı esnafında büyük bir kızgınlığa yol açtı. Yetkililer protestocuları bastırmaya kalkışınca hareket iyice genişledi ve birkaç öncü unsur, yarım ağızla da olsa, “devrim” sözcüğünü telaffuz etmeye başladı.
1904’ün Mayıs ayında , Tahra’un bir dış mahallesinde gizlice bir araya gelen, modernleşme konusunda tavizsiz altmış kadar entelektüel kendilerine “İnkılap Komitesi” adını vererek, “istibdatı devirmek”, “kanun ve adaletin hakim olacağı bir düzen kurmak” için bir tasarı geliştirdiler. Birkaç ay sonra, “komite-i Settar” (Gizli Komite) adını seçen ve diğeri kadar radikal olmasa da daha geniş bir tabana sahip olan bir başka grup, kabul edildikleri takdirde “başka yerlerde, hatta Japonya’da başarılanları bile bir kuşakta geride bırakacak” bir dizi öneri yayımladı.
Temmuz 1905’te protesto gösterileri büyüdü, talepler belirginleşti ve şah gösterileri durdurmaya çalışmaktan vazgeçti. Gerçek bir devrime tanık olunuyordu. Sonunda bir anayasa ilan edildi ve “toplumun tüm katmanları”nın -prenslerin, toprak sahiplerinin veya tüccarların -temsil edileceği bir meclis açıldı. Bu olaylara tanıklık eden ve ismi belli olmayan bir İngiliz, muhtemelen bir diplomat, kişisel notlarında hayretini açığa vuran şu gözlemlerini yapmıştı: “Japonya'nın zaferinin bütün Doğu’da çarpıcı bir tesir bıraktığı anlaşılıyor. Burada, İran’da bile…” Komşu Rusya’da da olduğu gibi, halk içinde yeni bir ruh halinin yayıldığını ekliyordu: “İnsanlar farklı ve daha iyi bir yönetim sisteminin mümkün olduğunu düşünmeye başladılar. “
… .. yine bir İngiliz, tanınmış ve dürüst Şarkiyatçı Edward G. Browne, çok geçmeden The Persian Revulation of 1905-1909 adlı çarpıcı eserini kaleme aldı. Kitabın daha ilk sayfalarında şöyle yazıyordu: ”Son otuz kırk yıl içinde Türkiye, İran, Mısır, Fas, Kafkasya, Kırım ve Hindistan’da çeşitli siyasi ve dini tezahürleri gözlemlenen Müslüman dünyasının uyanışı, Japonya’nın Rusya’ya karşı kazandığı zaferle büyük ölçüde hızlanıp güçlendi. Çünkü bu zafer, uygun silahlara ve donanıma sahip olduklarında, Asyalıların Avrupa’nın en müthiş ordularına pekâlâ kafa tutabileceklerini gösterdi.
***
Labirent Batı ve Hasımları & Amin Maalouf
Ozgün adı: Le Labyrinthe des egart,es – L’Occident et ses adversaires
Çeviren : Ali Berktay
Yapı Krdei Yayınları
5. baskı: İstanbu, Ekim 2014
*Zinovy Rozhestvensky - Vikipedi
*Zinovy Petrovich Rozhestvensky (11 kasım 1848 Saint-petersburg- 14 ocak 1909 Saint-petersburg) Rus imparatorluk donanması amiraliydi. Rus-Türk savaşı, Rus-Japon savaşı ve Tsushima savaşlarında donanma komutasında yer aldı.
Gençliği:
Sonraki yaşamı:
*Tōgō Heihaçirō (東郷 平八郎) (27 Ocak 1848 - 30 Mayıs 1934), Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri'nde Filo Amirali ve Japonya'nın en büyük Donanma kahramanı. Batılı gazetecilere göre Tōgō Heihaçiro doğu'nun Horatio Nelson'uydu.
Togo feodal Japonya'da Satsuma alanı (günümüz Kagoşima ili) olarak Kagoşima şehrinin Kaciyaço ilçesinde 27 Ocak 1848 (Batı takvimine göre)'de doğdu. Togo'nun babası
bir samuraydı ve Şimazu boyu altında hizmet verdi. Üç kardeşi vardı. Togo, İmparator Meiji altında önemli pozisyonlara yükseldi.
Kendisi İmparatorluk destekçisi olarak donmanma ile ilgilendi.Donanma alanında yaptığı modernizasyon
çalışmaları ve taktikler geliştiren Tōgō Heihaçirō japon donanmasının doğudaki Horatio Nelson'u olarak anıldı.
İmparatorluk destekçisi olduğu için japon donanmasının ancak batıdaki gelişmeler gözetlenirse ve başarılı bir
şekilde uygulanır ise güçlü olacağını savunuyordu.
1906 yılında, Togo İngiltere Kralı VII. Edward tarafından Liyakat Nişanı üyesi yapıldı. Daha sonra Togo Deniz Genelkurmay Başkanı oldu. Kazoku asalet sistemi altında hakuşaku (Kont)
unvanı verildi ve Yüksek Savaş Konseyi üyesi olarak görev yaptı.
1913 yılında Togo, onursal Filo Amirali unvanını aldı.
86 yaşındayken 1934 yılında ölümü üzerine, büyük bir devlet cenaze töreni düzenlendi. İngiltere, Amerika Birleşik
Devletleri, Hollanda, Fransa, İtalya ve Çin deniz kuvvetleri tüm Tokyo Körfezi'nde onuruna bir deniz geçiti töreni
için gemi gönderdi.
Togo'nun oğlu ve torunu da Japon İmparatorluk Donanması görev yaptı. Torunu Leyte Muharebesi'nde ağır kruvazör Pasifik Savaşı sırasında öldü.
*Meiji dönemi (Japonca: 明治時代 Meiji-jidai) veya Meiji devri, Japonya tarihinde 23 Ekim 1868-30 Temmuz 1912 tarihleri arasında İmparator Meiji'nin saltanatını kapsayan dönemdir.[1] Bu dönem Japon toplumunun soyutlanmış bir feodal toplumdan modern biçimine geçtiği Japon İmparatorluğu'nun ilk yarısını temsil etmektedir. Meiji dönemindeki temel değişimler, sosyal yapı, iç politika, ekonomi, askeri
ve dış ilişkileri etkilemiş olup Japonya çağdaşlaşmıştır ve dünyada güçlü bir statüye yükselmiştir. Bu devrin adı (年号, nengō) "Aydınlanmış Yönetimin
Dönemi"dir.
1912'de İmparator Meiji'nin ölümünden sonra İmparator Taishō tahta oturdu ve Taishō dönemi başladı.
Meiji Restorasyonu ve İmparator:
Dış ilişkiler:
Popüler kültürde Meiji dönemi:
*Himaye veya protektora (Fransızca: protectorat, İngilizce: protectorate), uluslararası ilişkilerde devletlerin birbirini tek taraflı olarak koruma alması uygulamasına verilen addır.
*Samuray (侍 ya da (nadiren) buşi 武士), eski Japonya'da soylu asker sınıfı için kullanılan bir terimdi.[1][2][3][4] Samuray, eski Japoncada 'hizmet etmek' manasına gelen saburau kelimesinden türemiştir.[5]
Savaş, Japon kültüründe önemli bir yer teşkil eder. Ülkenin önemli klanları birbirleriyle pek çok kez karşı karşıya
gelmiştir. Japon topraklarının sadece %20’sinin tarıma elverişli oluşu, toprak kavgasını doğurmuştur. Toprak
savaşları da hem dinsel, hem de fiziksel gelişim ve mücadele yöntemlerini gerektirdiğinden, Samurayların
gelişimi de bu olguya dayalıdır.
MÖ 660'ta Ölümsüz Savaşçı adıyla bilinen Jimmu Tenno, bir kabilenin başına geçti. Tenno ve kabilesi Yamato
bölgesine yerleştiler. Yamato klanı Asya’ya çeşitli seferler düzenledi. Kore ve Çin’in kültürel zenginliklerinden, teknolojilerinden ve savaş sanatlarından etkilendiler. İmparator Keiko, tarihte "Shogun" ünvanını taşıyan ilk kişi oldu. Bir nevi generallik rütbesi gibi de anlaşılabilecek Shogun ünvanı, Keiko’nun savaş sanatlarında geldiği üst noktayı da belirliyordu. Onun oğlu Prens Yamato da savaş sanatları
konusunda çok yetenekliydi. Korkusuz, güçlü, gözü pek bir genç olarak tanındı ve Samuraylık anlayışında bir örnek teşkil etti.
Samuraylar "buşido" anlayışını temel almıştır. Buşido, "Savaşçının Yolu" anlamına gelir. Buşido felsefesinde korkunun yeri yoktur. Samuray, ölüm korkusunu yenmiş
kişidir. Bu, dinginlik kazandırır ve efendiye sadakat sağlardı.[6]
9.-12. yüzyıllar arasında samuraylar bir sınıf hâline geldi. İki adla anılırlardı: Samuray (şövalye), Buşi (savaşçılar). Bu insanların bir kısmı yönetici sınıflara bağlıydılar.
Bir kısmı ise para karşılığı savaşırlardı. Samuraylar, feodal derebeylerine (Daimyo) bütünüyle bağlıydılar. Hizmetlerinin karşılığında mevki ve arazi alırlardı. Daimyolar, Samurayları daha fazla arazi kazanmak ve gücünü artırmak için kullanırlardı.
Samuraylar, at üstünde, yaya, silahlı, silahsız dövüş konusunda eğitilmişlerdi. Ok da kullanırlardı. Ancak, 13. yüzyılda Moğol savaşları yaşandıktan sonra, Samurayların kılıç kullanımı ağırlık kazandı. Hatta mızrak ve naginata denen ucu kılıç şekilli mızraklar kullanmaya başladılar.
Samurayların iki kılıcı olurdu. Uzun kılıç daito-katana, kısa kılıç shoto-wakizashi’ydi.[7] Ayrıca tanto adı verilen bıçaklara sahiptiler. Samuraylar çoğunlukla kılıçlarına isim (mei) verirler ve onların ruhuna inanırlardı.
Çift kılıç taşıma ve kullanmaya daisho denirdi.[8]
1605 yılında Japonya’nın gelmiş geçmiş en ünlü samurayı Miyamoto Musaşi, savaşçı yetiştirmek için bir okul açtı. 30 yaşına gelmeden 60'ın üzerinde kılıç dövüşünden galip çıkmayı başaran
bu usta, yıllarca kendi okulunda dersler verdi. 1615 yılında bir başka tanınmış Samuray, Tokugawa Ieyasu,
samuraylık hakkında bir kitap yazdı ve Samurayların barış zamanı yaşam biçimleri konusunda çeşitli bilgiler
verdi.
Samuray geleneği, 1876 yılında İmparator Meiji tarafından ortadan kaldırıldı. Kılıç taşıma kanunlarını değiştiren Meiji, Samuraylığı tarihe karıştırdı. Ancak
imparatorluk ordusunda bazı rütbeli subaylar tören amaçlı kılıçlar taşırdı. 20. yüzyılda kılıç tekrar serbestleşti
ancak askerî kullanım dışında sportif gelişim için kullanılmaya başlandı. II. Dünya Savaşı'ndan da hatırlanacağı gibi tüm rütbeliler, hatta kamikaze pilotları da kılıçlıydı. Bushi öğretisinde, hece olarak geçen shi ibaresinin aynı zamanda ölüm demek olduğunu hatırlatalım. Yani, bir nevi bushidoka ölüm korkusunu yenmiş
kişidir.
Samuraylar silahlı ve silahsız dövüş için jujutsu savaş sanatını kullanırlardı.
Sadece spor değil bir bilim dalı Samuraylar, Orta Çağ Japonya'sında savaş sanatını düşmanlarını kısa yoldan ve
en etkili şekilde saf dışı bırakma yöntemi olarak kullanıyordu. İç savaşın bitmesiyle Samuraylar insan ruhunun
eğitimine yönelik gizli gücün farkına vardılar. Savaş eğitimiyle birlikte akılla bedeni birlikte eğitmeye başladılar.
Ve böylece Aiki Jutsu ortaya çıktı. 1869'da tüm Japonya'da kullanılmaya başladı. Aikido ilk olarak Japonya'da 1930'lu yıllarda Morihei Uyeshiba tarafından ortaya çıkarılmış, şekillendirilmiş bir savunma sanatıdır. Günümüzde ise spordan öte bir bilim dalı
olarak görülmektedir.
*Tsushima Boğazı - Vikipedi
* Tsushima Boğazı (Japonca: 対馬海峡 Tsushima Kaikyō), Kore Boğazı'nın doğu koludur. Japonya ve Güney Kore arasında yer almakta olup Japon Denizi ile Doğu Çin Denizi'ni birbirine bağlamaktadır. Boğazın uzunluğu 100 km ve genişliği 47 km'dir ve üzerinde Tsushima ve Iki adaları yer almaktadır.
Tsushima Boğazı, 1905 Rus-Japon Savaşı sırasında Tsushima Muharebesi'ne sahne olmuştur.
* Zheng He (Geleneksel Çin yazısı: 鄭和; Basitleştirilmiş Çin yazısı: 郑和; Hanyu Pinyin: Zhèng Hé; Wade-Giles: Cheng Ho; Türkçe okunuşu: Cınğ Hı; Doğumdaki ismi: 馬三寶 / 马三宝; Pinyin: Mǎ Sānbǎo; Arapça / Farsça: حجّي محمود شمس Hacı Mahmud Şems) (1371-1433) ünlü Çinli denizci, amiral ve kâşif.
Hayatı:
Seyahatleri
* Sunda Adaları - Vikipedi
*Sunda Adaları, Malezya Takımadaları'nın batısında yer alan bir grup adadır. İki ana gruba ayrılırlar:
Küçük Sunda Adaları, batıdan doğuya doğru
Adaların bulunduğu bölge aynı zamanda Brunei, Doğu Timor, Endonezya ve Malezya ülkelerinin hakimiyeti altındadır.
* Afrika Boynuzu - Vikipedi
*Afrika Boynuzu (Somalice: Geeska Afrika, Oromca: Gaaffaa Afriikaa, Amharca: የአፍሪካ ቀንድ yäafrika qänd, Arapça: القرن الأفريقي al-qarn al-'afrīqī, Tigrinya dili: ቀርኒ ኣፍሪቃ) Afrika'nın kuzeydoğusunda bir yarımada. Afrika'nın doğusunun en uç noktasında yer alan Afrika Boynuzu, yaklaşık 2 milyon km²'lik bir alanı ifade etmektedir. Eritre, Cibuti, Somali ve Etiyopya'nın yer aldığı bu alanda yaklaşık 115 milyon insan yaşamaktadır.[1]
*Infante Dom Henrique – Wikipédia, a enciclopédia livre
*Viseu dükü küçük Henrique, daha yaygın bilinen adıyla Gemici Henrique (veya Henry), (4 Mart 1394, Porto - 13 Kasım 1460, Sagres), Portekiz Prensi.
Hayatı:
15. yüzyılda Afrika'nın batı kıyılarına ve Madeira Adaları'na yapılan keşif gezilerinin gerçekleşmesi için destek sağlayan Henrique, bu çabalarından dolayı "gemici" ön adını almıştır. "Gemici Henrique", hiçbir zaman keşif amacıyla denize açılmamış olmasına karşın, her zaman denizcileri desteklemiş ve korumuştur.
Prens Henrique, Afrika'yı çok merak etmekte ve yeni yerlerin keşfedilmesi kadar Hristiyanlık dinini yaymak da istiyordu. Portekiz'in güneyindeki küçük bir körfezde kendisi için küçük bir saray yaptırarak usta denizcileri, haritacıları, astronomları ve döneminin bütün ünlü deniz aygıtları yapımcılarını bu sarayda topladı ve araştırmalar yapmaları için destekledi. Kardeşi Pedro, Henrique'in koruması altında gittiği denizaşırı seferlerde uğradığı ülke limanlarından edindiği çeşitli harita ve kitaplar getirdi. O yıllarda gemicilerin kullandıkları okyanusta yön saptama araçları olan pusula, usturlap gibi denizcilik aygıtları ve gemi yapımcılığında önemli ilerlemeler sağlandı. Prens'in desteğiyle öncekilere göre daha dayanıklı gemiler yapıldı. Bu destekle Sierra Leone'ye kadar yapılan seferler Madeira ve Yeşil Burun Adaları, Senegal ve Gambiya ırmaklarının ağızları keşfedildi.
Gemici Henrique'in başlattığı keşif gezileri sonraki yıllarda da sürdürüldü. Henrique'in ölümünden bir yıl sonra Gine Körfezi'ne ulaşıldı. 1487 yıllarında Bartolomeu Dias, Ümit Burnu'na, 1498 yılında da Vasco de Gama, Hindistan'a ulaşmayı başardı. Adı geçen birçok keşifte Gemici Henrique'in büyük oranda payı bulunmaktadır.
1418'den itibaren Afrika'nın batı kıyısını takip ederek Madeira, Azor Adaları ve Gine'nin keşfiyle sonuçlanacak çok sayıda keşif gezilerinin yapılmasını sağladı. Bu bakımdan Henrique tarafından Portekiz'in en güney batı ucunda yer alan Saint Vincent'in hemen yakınında Sagres'te kurduğu enstitü önemlidir. Daha sonra Vila do Infante olarak adlandırılacak bu mekan adeta bir 15. yüzyıl araştırma-geliştirme merkezi olarak çalışıyordu. Bir kütüphane, gözlem evi, gemi inşa ünitesi, şapel ve çalışanlar için lojmanın bulunduğu merkez Portekizli denizcilere seyrüsefer tekniklerinin öğretilmesi için kurulmuştu. Coğrafî bilginin toplanıp yayıldığı, seyrüsefer ve gemicilik ekipmanlarının icat edip geliştirildiği yapılacak keşif seyahatlerine finansman sağlandığı ve Hristiyanlığın dünya üzerinde yayılmasına çalışılan bir yerdi. Henri dönemin bir kısım önde gelen coğrafyacı, kartograf, gök bilimci ve matematikçisini açtığı merkezde bir araya getirmişti. Merkezin sağladığı maddî ve teknik destek ile gerçekleştirilen keşif seferlerinin temel hedefi Batı Afrika kıyılarının araştırılarak Asya'ya gidecek bir güzergahın belirlenmesiydi. Okyanus ötesi keşif seferlerinin başarıya ulaşmasında önemli bir etkiye sahip olan karavel adlı gemi tipi Sagres'te geliştirilmiştir. Bu gemileri öncekilerden farklı kılan şey hızları, daha fazla manevra kabiliyetine sahip olmaları ve daha küçük ama fonksiyonel olmalarıydı.[1]
1460 yılında ölümüne kadar denizlerdeki Portekiz keşif seferlerini teşvik edip maddi destek sağladı. Bu tarihte Avrupalılar Afrika'da Batı Sahara sahillerinde yer alan Bojador Burnu'nun ilerisi hakkında bilgi sahibi değillerdi. Henry hem Afrika kıtasındaki Müslüman hakimiyetini nereye kadar uzandığını öğrenmek istiyor, hem de Asya'ya deniz yoluyla gitmenin mümkün olup olmadığını öğrenmeye çalışıyordu. Böylece hem kârlı baharat ticaretinin kaynağına ulaşılabilecek hem de efsanevî Prester John'un imparatorluğu ile güç birliği sağlanabilecekti.[1]
Vila do Infante ve Portekiz keşifleri:
… ..
*Yüz Yıl Savaşı (Yüz Yıl Savaşları), İngiltere Kralı III. Edward'ın Fransa tahtında hak iddia etmesiyle 1337'de başlayan ve ancak 116 yıl sonra 1453'te sona eren savaşlar dizisidir.[1]
Genel olarak 1337'de başlayıp 1453'te bittiği kabul edilen Yüz Yıl Savaşları, görünürde feodalite ve hanedan savaşıydı. Feodal nitelikteydi, çünkü İngiltere Kralı aynı zamanda Akitanya dükü olduğundan, Akitanya'daki uyrukları dükle bir sorunları olduğunda onun süzerenine, yani Fransa Kralına başvurabiliyorlardı.[2] Hanedan çatışmalarının temelinde ise, Fransız baronlarının, Fransa Kralı IV. Charles'ın ölümünden sonra yerine İngiltere Kralı III. Edward'ı değil, VI. Philippe'i seçmeleri yatıyordu. Toprakları Fransa'nın olan ama ekonomisinin temeli İngiliz yününe dayanan Arquitani ve Flandr'daki olaylar, 1294'ten itibaren iki ülke arasındaki gerginliği sonunda iyice artırdı. İngiltere Kralı ilan edilen III. Edward, annesi Isabelle de France'ı sürgüne gönderdi ve annesinin sevgilisi Mortimer'ı idam ettirdi (1330). Fransa Kralı IV. Philippe'in anne tarafından dedesi olması gerçeğine dayanarak Fransa tahtı üzerinde hak iddia etti; böylece Yüz Yıl Savaşları patlak verdi.
İlk saldırıyı başlatan İngiliz orduları Crécy'de Fransızları yendi (1346) ve Calais'yi ele geçirdi. Poitiers'de bir zafer daha kazanan (1356) İngilizler, Fransa Kralı II. Jean'ı esir aldılar. Çaresiz kalan Fransızlar 1360'taki Brétigny Antlaşması'yla çok büyük toprak kaybetti. V. Charles döneminde, Krallık Orduları Komutanı Bertrand du Guesclin'in önerisiyle benimsedikleri yeni stratejiye göre, İngilizlerle çarpışmaktan kaçınarak ve sırayla kuşatma harekâtı yürüterek, kaybettikleri toprakların hemen hepsini 1374'ten önce geri aldılar. Prensle arasındaki mücadeleyi fırsat bilen İngiltere Kralı V. Henry yeniden Fransa üzerine yürüdü ve Agincourt Muharebesi'ni (1415) kazanarak Normandiya'yı aldı. Fransa Kralı VI. Charles'ın imzalamak zorunda kaldığı Troyes Antlaşması'na (1420) göre, Fransa tahtının varisi İngiltere Kralı V. Henry'nin oğlu VI. Henry olacaktı. Lorraine'li genç bir kızın, Jeanne d'Arc'ın inancı ve coşkusuyla yeni bir güç kazanan Fransız Orduları Orléans'ı kurtardılar ve Reims'de veliaht VII. Charles'a taç giydirdiler. Jeanne d'Arc'ın İngilizler tarafından diri diri yakılmasından (1431) sonra Fransa Kralı, İngiltere'nin müttefiki Bourgogne ile Arras Antlaşması'nı (1435) imzaladı, Orduda reform yaptı ve güçlü bir topçu sınıfı kurdu. Bu sayede Fransızlar sırasıyla Paris'i (1436), Normandiya'yı (1450) ve Arquitania'yı (1453) geri aldılar. Böylece, herhangi bir anlaşma imzalanmadan savaş fiilen sona erdi.
… ..
*Modernite, Avrupa'da yaklaşık olarak 17. yüzyıl civarında ortaya çıkan, zamanla tüm dünyaya yayılan toplumsal değerler sistemine ve organizasyonuna verilen isimdir.[1] Genel anlamda gelenek ile karşıtlık ve ondan kopuşun; bireysel, toplumsal ve politik yaşam alanlarının tamamındaki dönüşümü ya da değişimidir. Anthony Giddens'a göre moderniteyi özgün yapan niteliklerinden biri devamsızlık özelliğidir. Marxist felsefeye dayalı tarihsel materyalizme dayanan bu düşünceye göre özellikle modernite öncesi ile modernite arasında oldukça belirgin bir kırılma söz konusudur. Modernite, toplumsal ve bireysel hayatın her aşamasını hem derinden, hem
de geniş bir açıdan sarsmış ve değiştirmiştir.[2]
Modernleşme ve Modernizm ile ilişkili ama bunlara indirgenemeyecek olan bir kavramdır. Ortak bir bağlama dayansalar da tarihsellikleri ve ifade ettikleri anlam alanları bakımından birbirlerinden ayrılırlar. Ulrich Beck tarafından modernite döneminin sona erdiği ve İkinci modernite döneminin başladığı ifade edilmiştir.
* Tsushima Muharebesi - Vikipedi
*Tsuşima Muharebesi (Japonca: 対馬海戦, Tsuşima Kaysen, Rusçası: Цусимское сражение, Tsusimskoye srajeniye), Japonya'da Japon Denizi Muharebesi (Japonca: 日本海海戦, Nihonkay Kaysen) olarak da bilinir, modern çelik gövdeli savaş gemilerine sahip donanmalar arasında gerçekleşen ve kazanan tarafın kesin olarak belli olduğu tek deniz muharebesidir. Muharebe 27-28 Mayıs 1905 (Çarlık Rusyasında o dönemde kullanılan Jülyen takvimine göre 14-15 Mayıs) tarihlerinde Tsuşima Boğazında gerçekleşmiştir.
Rus-Japon Savaşından önce savaş gemilerinde hem yakın mesafede hem de uzak mesafede savaşabilmek için genellikle 152mm, 203mm ve 305mm toplar tercih edilirken bu muharebede sadece uzun menzilli toplara sahip gemilerin daha avantajlı olduğu görülmüştür.
Genel bakış:
Uzakdoğuda çatışma:
İkinci Pasifik Grubu:
Tsushima Boğazı:
Muharebe:
Japon planları:
İlk sıcak temas:
Muharebenin başlaması:
Gündüz muharebesi:
Gece muharebesi:
Ruslar teslim oluyor:
Muharebeden sonra:
Rus kayıpları:
Savaş gemileri:
Japon kayıpları:
Siyasi sonuçlar:
Dreadnought silahlanma yarışı:
*Gojong (Korece: 고종, 高宗) veya İmparator Gwangmu (광무제, 光武帝 Gwangmuje; 8 Eylül 1852-21 Ocak 1919),[1] Joseon Krallığı'nın 26. kralı[1] ve Kore'nin ilk imparatorudur. Saltanatı 13 Aralık 1863'ten 21 Ocak 1907 tarihine kadar sürmüştür.
Hayatı:
… ..
*Printemps Parfumé
*Printemps Parfumé - Literature Translation Institute of Korea (LTI Korea) - OverDrive
*Kore Klasikleri Dijital Kütüphanesi, Kore Edebiyat Çeviri Enstitüsü (LTI Kore) tarafından on dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirmi birinci yüzyılın başlarına kadar yayınlanan Kore klasiklerinin seçilmiş çevrilmiş başlıklarını dijitalleştirmek için yürütülen bir projedir. LTI Korea, Kore edebiyatını ve kültürünü dünya çapında tanıtmayı amaçlayan Kore Cumhuriyeti Kültür, Spor ve Turizm Bakanlığı'nın
bir iştirakidir. Bu e-kitap, orijinal kitabın OCR yazılımı kullanılarak taranması ve dönüştürülmesiyle yapılmıştır. Kitabın herhangi bir
hata veya eksiklik içermediğinden emin olmak için her türlü çabayı gösterdik, ancak herhangi birini keşfederseniz, …. ..
*Birinci Çin-Japon Savaşı - Vikipedi
*Birinci Çin-Japon Savaşı (Çince: 甲午戰爭 / 甲午战争; Pinyin: jiǎwǔ zhànzhēng, Japonca: 日清戦争; Nisshin Sensō, 1 Ağustos 1894 – Nisan 1895), Çin Çing Hanedanı ile Meiji dönemi Japon İmparatorluğu arasında, Kore'nin hakimiyeti üzerine gerçekleşmiştir. Savaşın sonucundaki Japon zaferi, Çing Hanedanı'nın yozlaşıp zayıf düşmesini ve Japonya'nın Meiji Restorasyonu'ndan itibaren batılılaşıp modernleştiğini gösterecekti. Savaşın en önemli sonucu Asya'daki bölgesel hakimiyetin Çin'den Japonya'ya geçmesi ve
Çing Hanedanı'nın meşruluğunu kaybetmesidir. Daha sonra bu gelişmeler Çin'de 1911 Devrimi'ne neden olacaktı.
*Meiji Restorasyonu - Vikipedi
*Meiji Restorasyonu (明治維新, Meiji Ishin?), Meiji Ishin, Islah, Devrim, Reform ya da Meiji Yenilenmesi
olarak da bilinen, 1868 yılında İmparator Meiji idaresi altındaki Japonya'nın imparatorluk yönetimini yenileyen
bir olaylar zinciridir.[1] Yeni Meiji hükümdarları, iktidarı o zamanlarda Güneş Tanrıçası Amaterasu'nun soyundan
geldiğine inanılan İmparator Meiji'ye iade etmişlerdir.[1] Meiji Restorasyonu'ndan önce de imparatorlar başa
gelmiş olsa da bu olaylar uygulamadaki kabiliyetini yenilemiş ve politik sistemi Japonya İmparatorluğu altında
birleştirmiştir.[1]
Yenilenen devletin hedefleri yeni imparator tarafından Beş Maddeli Yemin'de belirtilmiştir. Restorasyon,
Japonya'nın siyasi ve sosyal yapısında çok büyük değişikliklere yol açmış ve hem Edo (Tokyo) dönemi (sıklıkla
Geç Tokugawa Şogunluğu da denir) hem de Meiji döneminin başlangıcına kadar devam etmiştir. Dönem,
1868'den 1912'ye kadar devam etmiş ve Japonya'nın yirminci yüzyılın başlarında modern bir millet olarak
doğuşunda rol oynamıştır.
İttifaklar ve sadakat:
Şogunluğun sonu:
Nedenleri:
Etkileri:
Endüstriyel Büyüme:
*Boxer Ayaklanması (geleneksel Çin yazısı: Geleneksel Çince: 義和團起義, basitleştirilmiş Çin yazısı:
Basitleştirilmiş Çince: 义和团起义; pinyin: Yìhétuán qǐyì, anlamı haklı ve uyumlu yumruk cemiyeti ayaklanması),
Boksör Ayaklanması ya da Boksör Hareketi, Batı'nın 19. yüzyılda Çin üzerindeki ekonomik ve siyasi
etkisine karşı çıkartılan bir ayaklanmadır. Tüm yabancıların ülkeden çıkartılması hedeflenmiştir.[1] 1899 yılı
Kasım ayında başlamış 7 Eylül 1901'de sona ermiştir. Ayaklanma ve ayaklanmanın bastırılması sırasında
binlerce isyancı, yabancı ve alt sınıf Çinli ölmüştür.
Ayaklanma öncesi durum:
Ayaklanma:
Bastırılması:
Başarısızlık nedenleri:
Sonuçları:
Çin halkının kitleler halinde Boxer Ayaklanması'na ve aydınların 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında yabancılara karşı yürüttüğü milliyetçi direnişe katılmaması sömürgeci devletlerin işini kolaylaştırmıştır. Sonuçta Çin'in açık pazar konumu pekişmiştir.
*Sun Yat-sen (孫逸仙, hao: 中山/中山, Chung-shan/Zhongshan; 12 Kasım 1866 - 12 Mart 1925), geçici ilk başkan olarak görev yapan Çinli bir devlet adamı, doktor ve siyaset filozofuydu.[1] Çin Cumhuriyeti ve Kuomintang'ın (Çin Milliyetçi Partisi) ilk lideridir. Çin Cumhuriyeti'nde "Ulusun Babası" ve Xinhai Devrimi sırasında Çing hanedanının devrilmesindeki önemli rolü nedeniyle Çin Halk Cumhuriyeti'nde "Devrimin Öncüsü" olarak anılır. Sun, hem Çin'de hem de Tayvan'da geniş saygı görmesiyle 20. yüzyıl Çinli liderleri arasında benzersizdir.
Sun, modern Çin'in en büyük liderlerinden biri olarak kabul edilir, ancak siyasi hayatı sürekli bir mücadele ve sık sık sürgündeydi. Devrimin 1911'deki başarısından sonra, yeni kurulan Çin Cumhuriyeti'nin Başkanlığından hızla istifa etti ve bakanlığı Yuan Shikai'a bıraktı. Kısa süre sonra kendi güvenliği için Japonya'ya sürgüne gittikten sonra Güney'de devrimci bir hükûmet kurmak için Çin'e geri döndü. 1923'te Komintern'in temsilcilerini Kuomintang'ı yeniden yapılandırmaları için Kanton'a davet etti ve aynı zamanda Çin Komünist Partisi ile kırılgan bir ittifak kurdu. Partisinin ülkeyi Kuzey Seferi'nde halefi Çan Kay-şek altında birleştirdiğini görecek kadar yaşamadı. 12 Mart 1925'te Pekin'de safra kesesi kanserinden öldü.[2]
Sun'ın ölümünden sonra geride bıraktığı başlıca mirası, Üç Halk İlkesi olarak bilinen politik felsefesidir: (1) Mínzú (Çince: 民族主義, Mínzú Zhǔyì) veya milliyetçilik (yabancı egemenliğinden bağımsız),[3] (2) Mínquán (Çince: 民權主義, Mínquán Zhǔyì) veya "halkın hakları" (bazen "demokrasi" olarak çevrilmiştir) ve (3) Mínshēng (Çince: 民生主義, Mínshēng Zhǔyì) veya insanların geçim kaynağı (bazen "cemaatçilik" veya "refah" olarak çevrilir).[4]
İlk yılları:
Doğum ve İlk Yıllar:
Eğitimi:
*Mao Zedong (Çince (basitleştirilmiş): 毛泽东; Çince (geleneksel): 毛澤東; pinyin: Máo Zédōng; Wade–Giles: Mao Tse-tung, telaffuzⓘ; 26 Aralık 1893 - 9 Eylül 1976), Türkçe literatürde sık kullanılan Türkçe kurallarına uygun romanizasyon ile Mao Zedung veya sık anılan şekliyle kısaca Başkan Mao (Çince: 毛主席; pinyin: Máo Zhǔ xí; Wade–Giles: Mao Chu-hsi, telaffuz: Mao Cu-şi), Çinli devrimci ve siyasetçi. Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurucusu olup aynı zamanda ÇKP Politbüro (1943-1976) ve ÇKP Merkez Komitesi Başkanı (1945-1976) idi.[1] Mao Zedong, 2008 yılında yapılan bir araştırmada hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi listesinde 15. sırada yer almıştır.[kaynak belirtilmeli]
Mao hakkındaki tartışmalar ölümünden yıllar sonra bile devam etmektedir. Taraftarlarına göre Mao, büyük bir devrimci önderdir ve görüşleri Marksizm'in gelişmiş yorumunu oluşturur.[2][3] Çin'deki destekçileri, Mao'yu 20. yüzyıldaki büyük Çin devletini yaratan siyasi ve askerî lider olarak görürler.[4] Günümüz Çin'inin Sun Yat-sen'den sonraki mimarı olarak görülmektedir.[5]
Mao; Büyük İleri Atılım (1958-1962), Sağcı Karşıtı Hareket (1957-1959), Sosyalist Eğitim Hareketi (1963-1964), Kültür Devrimi (1966-1976) gibi isimler verdiği, ortaklaştırmayı da kapsayan çeşitli sosyoekonomik projeler geliştirdi.[kaynak belirtilmeli] Bu projeler sayesinde güçlü, gönençli ve eşitlikçi bir Çin yaratmayı hedefledi.[kaynak belirtilmeli]
Mao, Çin'deki dini ve kültürel eserleri ve alanları yok ettirdi. Bunun yanı sıra Çin'i kitlesel baskıdan sorumlu otokratik ve totaliter bir rejime dönüştürdü.[6] Mao; açlık, zulüm, hapishane işçiliği ve toplu infaz yoluyla 40 ila 80 milyon kurban arasında değişen tahminlerle çok sayıda ölümden sorumluydu.[3][5][7][8]
Günümüzde Çin'de şu an resmen saygı görmekle birlikte Çin hükûmeti adını nadiren anmakta,[kaynak belirtilmeli] Maoist siyasetten gitgide uzaklaşmaktadır.[kaynak belirtilmeli] Ölümünden sonra Maoist düşüncenin Çin siyaseti üzerine olan etkisi giderek azalmıştır.[kaynak belirtilmeli]
İlk yılları:
Savaş ve devrim:
Çin'de Komünist Parti iktidarı:
Kişisel yaşamı:
*Potemkin Zırhlısı (film) - Vikipedi
*Potemkin Zırhlısı, 1925 Sovyetler Birliği yapımı sessiz filmdir. Özgün adı Bronyenosyets Potyomkin
(Броненосец «Потёмкин») olan film Türkiye'de ilk kez 1927'de gösterilmiştir.[1]
Rusya'nın ve Avrupa'nın en eski ve büyük film stüdyosu olan Mosfilm tarafından yapılan filmin yönetmeni Sergei
Eisenstein'dır. Yönetmenin ikinci filmi olan Potemkin Zırhlısı konusunu Potemkin Zırhlısı Ayaklanması olarak
bilinen gerçek bir olaydan almıştı. Filmde, 1905 yılında Rusya'nın Karadeniz filosuna bağlı Savaş Gemisi
Potemkin'de dayanılmaz yaşama şartlarından bezmiş mürettebatın Çar rejimine bağlı subaylara karşı
başlattıkları bir ayaklanmanın sonunda gemiyi ele geçirmeleri ve sonrasında gelişen olaylar dramatize
edilerek anlatılmıştır.
"Potemkin Zırhlısı Ayaklanması" 1917'de gerçekleşecek olan Ekim Devrimi'nin bir provası niteliğinde
olduğu için film, 1925 yılında Sovyet hükûmeti tarafından bir devrim propagandası filmi olması için
özellikle ısmarlandı. Ama Sergei Eisenstein bunun çok ötesine geçerek filmde kurgu (montaj) ile ilgili
kuramlarının tamamını deneme fırsatı buldu. Ortaya sinemasal açıdan da devrimci bir film çıktı, artık sinemada
kurgunun hayati bir önemi olduğu anlaşılmıştı.
Potemkin Zırhlısı tüm zamanların en etkileyici filmlerinden biridir ve 1958 yılında Belçika'nın Brüksel şehrinde
açılan Dünya Fuarında "tüm zamanların en büyük filmi" olarak ilan edilmişti.
*Mikado, ince ve renkli tahta çubuklarla oynanan bir zeka ve el beceri oyunudur. Şu anki isimini aynı isimli eski Japon Hükümdarından alır. Oyun pek çok ülkede farklı isimlerde oynanmıştır. Bu nedenle kuralları da değişkendir.
Kurallar:
Klasik Mikado'da 15 cm uzunluğunda 41 çubuk vardır. Oyuncu sayısında kısıtlama yoktur. Çubuklar bir demet
olarak
dik tutulup yere bırakılır; böylece masa üzerinde gelişigüzel bir şekilde yayılırlar. Kural, alınmak istenen çubuk
dışında başka çubuklara dokunmadan ve hareket ettirmeden olabildiğince çok çubuk toplamaktır. Kişi oyun
esnasında yerini değiştiremez, sadece doğrulabilir, ayağa kalkabilir. Genelde tercih edilen kurallar;
Kaç tur oynanacağı belirlenir. İlk oyuncu başlar, kural hatası yapana dek oynar (tüm çubukları
da toplayabilir). Puanı hesaplanır. Sıradaki oyuncu bütün çubukları bir araya getirip (önceki
oyuncunun aldıklarını da) tekrar dağıtır ve o da kural hatası yapana dek oynar. Belirlenen tur
sayısı bitince oyun biter.
İlk oyuncu başlar, kural hatası yapana dek oynar. Sıradaki oyuncu kalan çubukları bozmadan
veya tekrar dağıtarak oynamaya devam eder. Tüm çubuklar toplanınca oyun biter. Oyun
sonunda puan hesaplanır.
Yardımcı olarak kullanılabilen çubuklar;
Sadece Mikado (Geleneksel)
Mikado veya Mandarin (Basitleştirilmiş)
Mikado, Mandarin veya Bonzen (Genellikle tercih edilen)
*[1] Japon imparatorlarına verilen unvan
[2] Fil dişi, tahta veya kemikten yapılmış küçük çubuklarla oynanan bir oyun
*Sosyal*Değerli arkadaşım Murat Kaya'nın sosyal medyadaki paylaşımı için teşekkürü borç biliyorum:
Değerli arkadaşlarım iyi günler. Bu gün sizlere okumuş olduğum yeni bir kitabın tanıtımı amacıyla hazırladığım
özeti sunuyorum. Kitap, Japonya, ABD, Rusya, Çin ile ilgili geçmişten günümüze görülen gelişmeleri
anlatmaktadır. Yazarımız Amim Maalouf; bu gelişmelerin dünyamıza etkilerinden bahsederken, dünyanın şu an
için bir labirent içinde olduğunu, bunun çıkışının da olduğunu, bu çıkışın geçmişten ders alınarak bulunabileceğini
belirtmektedir. Sizlerin de ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu özeti burada yayımlarken, ülkelerin gelişmelerinin
temelinin akıl ve bilimle beraber çalışmanın önemli olduğunu belirtmek istedim. Yine şu anda dünyanın en
gelişmiş iki büyük devleti olan Çin ve Japonya'nın başlangıçta Batı'dan almış olduğu bilimi kullanarak bugün
dünyaya örnek ülkeler olduğunu görmemizin mümkün olduğunu söyleyebilirim. Batı Rönesans ve reform
hareketleri sonrasında dünyanın bilim merkezi olduğu, bunun akıl ile birleştirilerek ülkelerin ve siyasi
sistemlerinin bugünkü seviyeye nasıl geldiğini dolaylı olarak da öğrenmiş olacağız. Akıl ve bilimin insanlığın
ayakta durabilmesi, toplumların gelişmesi ve özgürlüğüne kavuşması için ne kadar önemli olduğunu bu dört
ülkenin yaşadıklarını özet de olsa okuyarak görebileceğimizi değerlendiriyorum Umarım 9 sayfalık bu özete
uzun diyerek okumamazlık yapmayız ve hatta mümkün ise kitabın kendisini tedarik ederek buraya almadığımız
paragrafları da okuyarak bilgi dağarcığımıza katkıda bulunabiliriz. Hepinize saygılar sunarken, iyi okumalar
dilerim. Değerli arkadaşlarım, hepinize iyi günler. Bugün, sizlere okumuş olduğu yeni kitaplardan birinin daha özetini
sunacağım. Umarım sıkılmadan sonuna kadar okursunuz. Kitabımız; YAPI KREDİ YAYINLARI tarafından
dağıtımı yapılan, ana konusu, dünyanın içine girmiş olduğu labirent ve ondan çıkış yolunun anlatıldığı, YAZAR
AMİN MAALOUF tarafından yazılmış “LABİRENT, BATI VE HASIMLARI” isimli eserdir. Kitabımız;
İÇİNDEKİLER, ÖN SÖZ, 4 ANA BÖLÜM (HER BÖLÜMÜN ALT BAŞLIKLARI MEVCUTTUR), SON SÖZ
ve KAYNAKÇA Bölümlerinden oluşmaktadır. Kitabımız; 285 sayfadır. Eserde; faydalanılan kaynaklar, ait
olduğu sayfanın altında belirtilmiştir. Her zaman olduğu gibi; kitaptan yapmış olduğum alıntıların sayfa ve
paragraf numaraları, paragraf sonlarında parantez içinde verilmektedir. Burada yazılanların hepsi kitabın yazarına
ait cümleler olacaktır. Hiçbir yorum getirilmemektedir. Kitabın tedarik edilerek okunmasını siz değerli
arkadaşlarıma gönülden tavsiye edebilirim. Bu kitabın basımı yapılıp bizlere ulaşmasını sağlayan YAPI KREDİ
YAYINLARI sorumlularına, kitabın yazarı, Sn. AMİN MAALOUF’a ve dilimize kazandıran Sn. ALİ
BERKTAY’a sonsuz teşekkür ederim. Hepinize iyi okumalar diler, saygılar sunarım. MURAT KAYA KİTAP TANITIMI: KİTABIN ADI: LABİRENT, BATI VE HASIMLARI KİTABIN YAZARI: AMİN MAALOUF GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN: ALİ BERKTAY KİTABIN BASIM TARİHİ VE YERİ: PROMAT BASIM YAYIN 4 ÜNCÜ BASKI AĞUSTOS 2024 İSTANBUL KİTABIN DAĞITIMI: YAPI KREDİ YAYINLARI “Zira insanlığın başında mutlaka hegemonik bir gücün bulunması gerektiğini sanmak ve bu gücün kötünün iyisi
olmasını, bizi en az küçük düşürüp boyunduruğu en hafif gelecek güç olmasını ummakla yetinmek doğru bir yol
değildir. Hiçbiri – ne Çin, ne Amerika, ne Rusya, ne Hindistan, ne İngiltere, ne Almanya, ne Fransa, hatta ne de
birleşmiş bir Avrupa – bu kadar ezici bir konumda bulunmayı hak etmiyor. İstisnasız hepsi, ne kadar soylu
ilkelere sahip olurlarsa olsunlar, kendilerini kadir-i mutlak bir konumda bulurlarsa, kibirli, yırtıcı, zorba, nefretlik
bir çehre takınacaklardır. Tarihin bize verdiği büyük dersler budur ve belki de, dünün ve bugünün trajedilerinin
ötesinde, bir çözümün ilk adımları bu noktadan başlayacaktır (Sh: 11 Prg: 1).” “ Bu haber dünyanın her yerinde kuşku ve hayretle karşılandı. Çünkü Avrupa devletleri gambot diplomasisini çok
uzun bir süredir son derece sert ve etkili bir şekilde kullanıyorlardı! İster Cezayir daisi, ister Bengal nevabı, ister
Zanzibar sultanı, hatta isterse Çin imparatoru söz konusu olsun, denizaşırı bir bölgenin satrabı aksilik, söz
dinlemezlik veya küstahlık yaparsa derhal birkaç savaş gemisi gönderip yola getiriliyordu (Sh: 15 Prg: 1).” “… Dışişleri koridorlarında çarların imparatorluğunun, ne kadar uçsuz bucaksız olursa olsun, en az Osmanlı
sultanlarının imparatorluğu kadar hasta olduğu fısıltıları dolaşıyordu. Ancak böylesi bir bozgunu doğrusu pek
az kişi bekliyordu (Sh:15 Prg: 3).” “Zheng He Çin kaşifleri zincirinin ilk halkası olarak tarihe geçebilirdi ama çıktığı yedinci seyahat son seyahati
oldu. 1424’te yeni bir imparator tahta çıkması vaziyeti değiştirmiş, atılımı durdurmuştu. Seferlerin pahalıya
patladığı ve gereksiz olduğu hükmüne varıldı. Kaderine terk edilen donanma yavaş yavaş çürüdü. Sonra gemilerin
parçalanması emredildi ve donanmayı yeniden inşa etmeye kalkışanın ağır cezalara çarptırılacağı duyuruldu
(Sh:16 Prg: 3).” “Prens Henrique’nin bu girişimi sadece yeryüzünün, halkların ve zenginlerinin keşfi konusunda duyduğu kişisel
tutkunun sonucu değildi. Tarihte kendisine verilen adı fazlasıyla hak eden geniş bir kültürel uyanış ve gelişme
hareketinin, Rönesans’ın da bir parçasıydı. Hıristiyan Batı, Rönesans’la birlikte, barbar istilalarıyla açılıp kara
veba ve Yüz Yıl Savaşı’yla noktalanan bin yıllık uzun Ortaçağ tünelinden çıkmaya başladı (Sh:17 Prg: 2).” “ Bu coğrafi genişlemenin devam edip kalıcılık kazanabilmesinin sebebi, ilgili ulusları derinlemesine dönüştürecek
muhteşem bir maddi ve manevi atılımın ona eşlik etmesiydi (Sh:19 Prg: 2).” “…..Sanayi Devrimi Batılılara ekonomik refah ve askeri üstünlük sağlarken toplumlarını da dipten altüst etti, bu
başkalaşım çoğunlukla travmatik bir seyir izlese de bütün dünyada entelektüel ve manevi üstünlükler kurmalarını
sağladı. Yurttaşlar ve hakları, yöneticiler ve görevleri, dinin yeri ve sınırları hakkında yeni fikirler şekillendi.
Büyük ayaklanmalar yaşandı; özellikle 1688’de İngiliz Şanlı Devrim’i, 1776’da Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve
1789’da Fransız Devrimi söz konusu halklara yeni bir güven verirken Batı’ya da tüm dünyanın gözünde modernite
, özgürlük ve ilerleme kavramlarıyla özdeşleştirdi (Sh:19 Prg: 3).” “……..Aklını silah olarak kuşanan yiğit galip gelmeyi hak eder. Her vazifeyi layık olan kişiye veren hükümdar
yönetmeyi hak eder (Sh:20 Prg: 3).” “Şogunlar dünyadaki seslerin uyruklarının kulaklarına ulaşmasını daha ne kadar engelleyebilirlerdi? Samurayların
en üst, tüccarların ise en alt basamakta yer aldıkları bir toplumsal hiyerarşiyi daha ne kadar sürdürebilirlerdi?
(Sh:23 Prg: 4).” “…..Bundan böyle, “”avam tabakadan insanların da halihazırda sivil ve askeri devlet görevlileri için geçerli
olduğu gibi, kendi mesleki yollarını takip etmelerine izin verilmiştir” diye söz vermişti; geçmişin kötü alışkanlıklar
ı terk edilecektir” ve “imparatorluk otoritesinin temellerini güçlendirmek amacıyla, bilgi bütün dünyada
aranacaktır” (Sh:25 Prg: 2).” “…..Kendi kuşağının en parlak ve etkili siyasi düşünürlerinden olan Mısırlı yazar Mustafa Kamil, daha 1904’te
Japonya’daki dönüşümü konu alan Es-Şemsü’l-müşrika (Doğan Güneş) adlı çoşkulu bir eser kaleme aldı. Yalu
Nehri muharebesinin ertesi günü yazılmış olan önsöz, yazarın niyetini en baştan ortaya koyuyordu: “Ulusları
eğitm
enin, onlara ilerlemeye ve uygarlığa giden yolu göstermenin en iyi yolu, bu konuda başarılı olanların nasıl bir
yöntem izlediklerini açıklamaktır. Biz Doğululara çocukluğumuzdan beri uygarlığımızın artık zaman aşımına
uğradığı, bugünün dünyasında hiçbir rolümüzün kalmadığı ve Avrupa’nın üstünlüğünü kabul etmemiz gerektiği
öğretilir. Japon ulusu tüm bu iddiaları çürüttü” (Sh:36 Prg: 6).” “….Kitabın daha ilk sayfalarında şöyle yazıyordu: “Son otuz kırk yıl içinde Türkiye, İran, Mısır, Fas, Kafkasya,
Kırım ve Hindistan’da çeşitli siyasi ve dini tezahürleri gözlemlenen Müslüman dünyanın uyanışı, Japonya’nın
Rusya’ya karşı kazandığı zaferle büyük ölçüde hızlanıp güçlendi. Çünkü bu zafer, uygun silahlara ve donanıma
sahip olduklarında, Asyalıların Avrupa’nın en müthiş ordularına pekâlâ kafa tutabileceklerini gösterdi” (Sh:42 Prg:
1).” “O güne dek Müslüman dünyadaki modernleşme taraftarlarının önünde Batı’dan başka takip edilecek bir model
yoktu. Bu durum da, bugün olduğu gibi dün de, çözümlenmesi zor sorunlar çıkarıyordu. Kendilerini korumaya
çalıştıklarını, bir gün muhtemelen savaşmak zorunda kalacaklarını örnek almak, yıpratıcı bir zihinsel akrobasiyi ve
belli bir ikiyüzlülüğü gerektirir. Tam aksine, hiçbir tarihsel ihtilafın olmadığı, üstelik aynı hasımlara karşı çıkmak
kalan uzak bir ülkeyi örnek almak ise öykünme konumundaki kişiye esin verici bir iç huzur sağlar. Avrupalı
güçlerin hakimiyetindeki halkların Japonya’nın davasını kendiliğinden sahiplenmelerindeki kolaylık, en azından
kısmen, bu şekilde açıklanabilir (Sh:43 Prg: 2).” “Bazı tarihçiler bu sapmayı kurucular kuşağının yok olup onların yerini izlenecek yol konusunda berrak bir görüşe
sahip olmayan başka bir kuşağın almasıyla izah etmektedirler. Gerçekten de 1868’de, Meiji döneminin başında
hayranlık verici bir simya söz konusuydu: Hem halkının hem de karşılaştığı herkesin sevip saydığı, dinamik, genç
bir imparator; çevresinde ise akıllı, becerikli, kararlı, dünyaya açık ve kendilerinden çok ülkelerini düşünen bir
avuç adam. Birkaç yıl içinde kimsenin mümkün olabileceğini düşünmediği ve uluslarını geri dönülmez bir biçimde
cehalet ve yoksulluktan kurtaran bir dönüşümü başardılar (Sh:51 Prg: 3).” “Daha sonraları, uğradığı acı ve travmatik bozgunun ardından, Japonya ekonomik kalkınmanın başkalarının
topraklarını işgal etmeden de mümkün olduğunu ve avcıya dönüşmeden de av olmaktan çıkabileceğini yine
hayranlık uyandırıcı bir şekilde kanıtlayacaktı. Ama 1900’de veya 1930’lu yıllarda böyle bir yolun tasavvur
edilebileceğini söylemek mümkün değildi. O sırada militaristlerin mantığı fazlasıyla sağlam, onlara karşı çıkmaya
çalışanların ise tutarsız görünüyordu. Peki bütün bunlar, yaşanan sapmanın kaçınılmaz olduğu anlamına mı
geliyor? Muhtemelen hayır. Fakat düşüncesiz cüretkârlık eğilimi oldukça güçlüydü ve buna karşı çıkabilmek için
bilge, istikrarlı, ileri görüşlü ve tartışmasız bir manevi otoriteye sahip liderlik gerekirdi. Japonya ne yazık ki, artık
böyle bir liderliğe sahip olmadığı için kendisini durduracak hiçbir şey veya hiç kimse olmadan, bir sarhoş gibi
uçuruma doğru yürüdü. Önce uçsuz bucaksız Çin’i fethetmeye girişti, ki bu tam bir çılgınlıktı; sonra da ABD’ye
saldırdı, ki bu da tam bir intihardı (Sh:53 Prg: 2).” “……Oysa dünyadaki ülkelerin çoğunun tam zıt yöndeki bir hastalıktan mustarip olduğu söylenebilir: Eğitim,
bilgi, öğrenim üzerinde aşırı bir ısrardan çok, cehalete ve eğitimsizliğe sorumsuzca, hatta suç denebilecek bir
düzeyde müsamaha gösterilmektedir. Oysa bugün herkes bilmektedir ki, modern bir toplumun refah, ilerleme,
demokrasi, özgürlük, eşitlik içinde yaşama, diğer toplumlardan saygı görme, hatta günümüzdeki kadar zorlu bir
dünyada hayatta kalma kabiliyetini belirleyen, kadınlarla erkeklerin, gençlerle yaşlıların eğitim düzeyidir. Her
halükârda Güney Kore söz konusu olduğunda, yüksek eğitim düzeyi sadece gelişmiş ve son derece yaratıcı bir
endüstrinin ortaya çıkmasını kolaylaştırmakla kalmamış; ülkenin hızla diktatörlükten çıkmasına ve serbest
seçimlerin yapıldığı, canlı bir kültürel hayatın sürdüğü gerçek bir demokrasi inşa etmesine yardım etmiştir
(Sh:61 Prg: 2).” “Eski Çarlık İmparatorluğu, yeni adıyla “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” artık Marksizm-Leninizmi
benimseyecekti; bu karma öğretinin birinci unsuru teorik temeli, ikinciyse deyim yerindeyse “kurulum
kılavuzu’nu temsil ediyordu. Nitekim Karl Marx, ancak proletaryanın, özellikle de Almanya veya İngiltere gibi
büyük endüstriyel ulusların proletaryasının sosyalizmi kurabilecek kadar güçlendiği zaman, bu sistemin önüne
geçilmez bir şekilde kendini kabul ettireceğine inanıyordu. Halbuki Rus militan, Rus proletaryasının büyüyüp
yapılanmasını veya önce Batı ülkelerinin proletaryasının ayaklanmasını beklemenin saçma olduğunu düşünüyordu. Bu Leninist iradeciliğin komünizmin yazgısı üzerinde hem harekete geçirici ve güçlendirici hem de zararlı bir etkisi olacaktı. Kararlı, öğretiyi özümsemiş, iyi örgütlenmiş küçük bir eylemci grubun iktidarı ele geçirebileceği fikri, hareketin hızla tüm dünyaya yayılmasını sağladı. Ancak bu bakış her yerde, emekçiler adına ama baskıya kayan otoriter rejimlerin ortaya çıkmasını kolaylaştırdı. Sovyet iktidarının doğuşunda içki olan bu sakatlık asla aşılamadı ve sonunda rejimin yıkılmasına yol açtı (Sh:68 Prg: 2).” Komintern’in kurulması, sadece Rusya’nın yeni efendilerinin enternasyonalist anlayışlarının hayata geçirilmesinin
sonucu değildi. Bugünden bakıldığında son derece naif gözüken ama o dönemde hem tabandaki militanların hem
de liderlerin arasında çok yaygın olan bir ruh halinden kaynaklanıyordu. Gerçekten de pek çoğu dünya devriminin
eli kulağında olduğuna inanıyordu. Tıpkı İsa’nın bazı havarilerinin onu yeryüzü krallığının kendileri hayattayken
kurulacağına inandıkları gibi, pek çok Rus devrimcisi de kendi ayaklanmalarının sonuçları derhal hissedilecek bir
fitil yaktığı kanısındaydılar (Sh:69 Prg: 2).” “1920’li yılların başında, sadece umut vardı, Batı’da, Birinci Dünya Savaşı’nın son savaş olacağı, o korkunç
kasaplığın bir daha tekrarlanmayacağı, Fransa, Almanya ve İngiltere’nin emekçilerinin dayanışma ve
kardeşliklerine yeniden kavuşacakları, yeniden yoldaş olacakları umudu hüküm sürüyordu. Doğu’da ise,
sömürgeciliğe, ırkçılığa ve gericiliğe son verme umudu vardı (Sh:71 Prg: 4).” “Yoldaşlarının,”1920’li yılların komünistleri”nin yaptıklarının ve maruz kaldıklarının sonuçlarından biri
“emekçiler cenneti”nin artık ve uzun bir süre boyunca özgürlüğe tutkun hiçbir insanın yaşamaya katlanamayacağı
bir cehennem görüntüsüne bürünmesidir (Sh:82 Prg: 4).” “İşe bakın ki, aynı “temizlik” sırasında, o cezaları veren mahkemenin başkanı Piatakov da idam edildi (Sh:83
Prg: 2).” “Mao Zedong liderliğindeki Çin Komünist Partisi Ekim 1949’da, Pekin’de bir “halk cumhuriyeti” ilan ederken,
Çan Kay-şek Birleşik Devletler’in desteğiyle Tayvan’a çekilmişti. ABD yirmi yılı aşan bir süre boyunca onu
Çin’in meşru başkanı olarak tanımayı sürdürecektir (Sh:91 Prg: 1).” “Komünizm hem Avrupalı entelektüellerin hem de içinden çıktıkları toplumların önüne hep bir ikilem koymuştu.
Bir yanda gericiliğe, insanın insan tarafından sömürülmesine ve mülk sahibi sınıfların kibrine karşı mücadele
çağrısı yapan cazip bir ideoloji vardı. Ama diğer yanda, Sovyet tecrübesinin tarihsel bilançosu, sansür ve kanlı
temizlikler duruyordu (Sh:96 Prg: 3).” “Tarihçilerin gözünde bu hadise, eski sömürgeci güçlerin bölgesel krizlere Washington’ın onayı olmadan askeri
müdahalede bulunma kapasitelerini kesinkes yitirdiklerine işaret eden simgesel andır. Aynı zamanda, İkinci Dünya
Savaşı’nın diğer büyük galibinin kendi süper güç rolünü kararlı bir şekilde üstlendiği andır. Bulganin’in Avrupalı
yöneticileri çileden çıkaran sözleri, Arapları, Hintlileri, Afrikalıları ve daha pek çoklarını sevindirmişti. Moskova
açısından Süveyş Krizi, Budapeşte krizinin kuzey yarım kürede kaybettirdiklerini gezegenin güneyinde telafi
etmişti (Sh:101 Prg: 7).” “Sedat, selefi sağken, onunla görüş ayrılıklarını asla öne çıkarmazdı, zaten böyle bir şey yapsaydı azledileceği
kesindi. Hatta uysal, silik, önemsiz gözükmeye özen gösteriyordu. Ama bunun, karizmatik ve otoriter liderlerin
gölgesinde büyüyenler tarafından tarih boyunca kullanılmış bir hayatta kalma hilesi olduğu belliydi. Kruşçev de
Stalin’in altında aynı şekilde davranmamış mıydı? (Sh:108 Prg: 3).” “Güdümcü bürokratizm hiçbir yerde uyumlu bir kalkınmaya olanak vermemiştir. Dünyanın her yerinde
ehliyetsizlik, şevksizlik, kıtlık, hatta sistemin çevresinden dolanabilenler ile ona yüzde yüz maruz kalanlar
arasında hemen göze çarpan eşitsizlikler üretmiştir. (Sh:113 Prg: 1).” “…..Gerçek sorun, Kremlin’de yurttaşlarının ne düşünebileceklerini hiç umursamadan iktidarı elden ele devreden
bir düzine yerinden oynamaz yöneticinin olmasıydı (Sh:113 Prg: 3).” “Onun iddiası, Stalin tarafından ele geçirilmiş ve zorla komünizme döndürülmüş ülkelerin yükünden kurtulan
Sovyetler Birliği’nin yeniden sağlam bir noktadan yola çıkabileceğiydi. Ekonomisini yeniden yapılandırmak,
siyasal yaşamını liberalleştirmek, dışarıya açılmak, demokratikleşmek ve refaha erişmek. Bu istikbal vaat eden
yola girebilmek için her ne pahasına olursa olsun geçmişi kapatmak şarttı (Sh:115 Prg: 3).” “Sovyet Rusya’nın başlıca zaafı iyi işleyen bir ekonomik sistem kuramaması ve Japon İmparatorluğu’nun başlıca
zaafı rolüne ilişkin katı milliyetçi bir bakıştan kurtulamaması ise, büyük bir Doğu ülkesinin Marksizmden
esinlenen küresel perspektifi Meiji dönemindeki gibi sonuç alıcı bir modernleşme hamlesiyle birleştirmeyi
başardığı gün neler olurdu? (Sh:121 Prg: 7).” “İngilizler bu sonuca ulaşmak için III. Napoleon Fransası’nın ve daha sınırlı ölçüde bazı vatandaşları afyon
ticaretine katılan Birleşik Devletler’in yardımını almışlardı. Amerika’daki birçok büyük servet bu kaçakçılık
sonucunda oluşmuştu. Demiryolunun öncüleri olan Forbes’ler ve torunu çeyrek asır sonra Amerika’nın en büyük
başkanlarından biri olacak Warren Delano bu tür servet sahipleri arasındaydı. Franklin Delano Roosevelt
hakkında kaleme alınmış bazı biyografilerde, ana tarafından dedesinin afyon ticaretinden “bu ticaretin kanuni
olduğu dönemde” zengin olduğunun yazıldığını görünce, ilgili ulusların ve kişilerin saygınlığını korumak adına
Çin yetkili makamlarının topraklarında uyuşturucu ticaretini serbest bırakmaya resmen razı olmalarının ne büyük
bir önem taşıdığı anlaşılmaktadır (Sh:139 Prg: 4).” “Ayaklanmanın o kadar farklı alanlara yayılmış hedefleri vardı ki bazı tarihçiler bu olaydan hem entelektüel, hem
yurtsever hem de toplumsal gerçek bir devrim olarak bahsetmeyi tercih ederler çünkü isyan Konfüçyüsçülüğün
geleneksel değerlerini reddediyordu; yabancı güçlerin açgözlülüğünü, tahttaki hanedanın pasifliğini eleştiriyordu,
cinsiyet eşitliğini, çok eşliliğin ve kızların ayaklarının bandajlanması gibi gaddar bir adetin kaldırılmasını
savunuyordu; mülkiyetin kolektivizasyonunu, toprakların adil bir biçimde dağıtılmasını öneriyor, yani bir anlamda
bir sonraki yüzyılın devrimini haber veriyordu (Sh:141 Prg: 7).” “…..Ülkemiz için asıl tehlike askeri veya mali zayıflığından ya da siyasi kargaşaların getirdiği parçalanma
risklerinden kaynaklanmıyor. Asıl tehlike, tüm Çin halkının zihinsel evreninin boşluğu ve yıpranmışlığıdır. 400
milyonluk nüfusun 390 milyonu batıl inançların peşinden gitmektedir. Ruhlara, hayaletlere, kehanete, kadere ve
despotizme inanmaktadırlar. Bireyi, kişiyi, gerçeği hiçbir şekilde kabullenmezler. Çünkü bilimsel düşünce gelişmemiştir. Çin sadece isim olarak cumhuriyettir; aslında bir otokrasidir ve bir rejimden diğerine geçilmesi işlerin daha kötüye gitmesinden başka bir şeye yaramamıştır. Halkımızın büyük çoğunluğunun demokrasinin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktur (Sh:159 Prg: 5).” “Kızıl Muhafızlar’ın insan kaynağını bir anlamda “kurutma” gayesiyle, milyonlarca kentliyi kırlara göndertti.
Görünüşte bir görevleri vardı: Devrimci fikirleri bütün Çin’e yaymak. İşin aslı, verdikleri zararı azaltmak için uzaklaştırılıyorlardı. İçlerinden çoğu bir daha kente dönemeyecek, öğrenimini sürdüremeyecekti. Onlara “kayıp kuşak” denilecekti (Sh:191 Prg: 2).” “……Gelişmesinin bu aşamasında ülkenin ihtiyaç duyduğu, Mao’nun erdemleri ve kusurları hakkında büyük bir
ideolojik veya tarihsel tartışma değildi. Asıl ihtiyaç, ekonomik kalkınmaydı. Çin, modernleşmediği sürece, daha
pek çok travmatik aksilikle karşılaşabilirdi. Kuşaklar boyunca yapılmış onca denemeye, atılmış onca parlak nutka
rağmen, ülke hala yoksul ve geri kalmıştı. Öncelik onu her ne pahasına olursa olsun geri kalmışlıktan çıkarmaktı.
Deng Xiaoping bu hedefin peşinde gitmek konusunda hayranlık verici bir başarı gösterecekti. Ama askıda bıraktığı
konular onun ve haleflerinin yakasına yeniden musallat olacaktı (Sh:198 Prg: 4).” “……Cüret, küstahlık, pragmatizm ve hepsinden önemlisi inisiyatif ruhu, Birleşik Devletler’in temelleri kendi
aralarında toplanıp tartışan, kavga, hatta bazen düello eden ama sonunda kendilerine makul gelen kararları alan
aynı kuşaktan bir avuç yurttaş tarafından atılmıştı (Sh:209 Prg: 4).” “Bağımsızlığın ilk yıllarında üzeri geniş ölçüde örtülse de temel bir ayrışma söz konusuydu. Bunun getireceği
ahlaki ve kurumsal sonuçların farkında olanlar bile başka önceliklere önem vermeyi tercih ediyorlardı. Kölecilik
uygulamasının” Bütün insanlar eşit yaratılmıştır” ve “onlara Yaradan’ları tarafından bağışlanmış, bazı
vazgeçilmez haklara sahiptirler; Yaşam, Özgürlük ve Mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır” diyen
Bağımsızlık Bildirgesi’ne ters düştüğünden kimsenin kuşkusu olamazdı. Ama kurucu babalarının hiçbirinin bu
tutarsızlığa son verme konusunda acelesi yoktu, hatta metnin asıl yazarı sayılabilecek Thomas Jefferson’ın bile…..Aydınlanma taraftarı ve Fransız Devrimi’nin büyük hayranı olan Jefferson, siyah köle ticaretinin kendisini allak bullak ettiğini söylese de Monticello’daki mülkünde altı yüz kölesi vardı (Sh:215 Prg: 3).” “Güneyde yaşayanların istisnasız hepsinin bakış açısına göre, mesele varoluşsal bir önemdeydi. Beyazlar için
konu, imtiyazlarını koruyabilecekler ve eski kölelerinin kendilerine itaatini sürdürerek ülkenin tartışmasız
efendileri kalabilecekler mi, bunu bilmekti. Siyahlar için konu, eşit haklara sahip yurttaşlar konumuna gerçekten
erişecekler mi, yoksa şu veya bu biçimde kendilerini ezenlerin çizmeleri altında sürünmeye devam edecekler mi,
bunu bilmekti (Sh:224 Prg: 1).” “Özellikle de Siyahların oy kullanmasını engellemek için türlü hileler uydurdular. Yüzlerce örnekten biri: Birçok
devlet seçmen listelerine kaydolmak isteyenlere ya belli bir miktar para ödeme ya da okuma yazma sınavından
geçme şartı koydu. Bu şartların Beyazlar içinde yoksul olanları ve okuma yazma bilmeyenleri değil, sadece
Siyahların oy kullanmasını engelleyebileceğinden emin olmak için de işin içine bir “büyük baba maddesi” eklendi.;
bu maddeye göre, bu kurallar ataları daha önce oy kullanmış olanlara uygulanmayacaktı. Bu yöntemler eski
kölelerin cesaretini kırmaya yetmediğinde ve bazıları oy kullanmakta inat ettiğinde, onlara karşı daha sert önlemler
alınıyordu. En inatçıları saptamak için oy sandıkları gözetim altında tutuluyor ve çıkışta serseri çeteleri onları
dövüyordu. Bu zavallılardan bazıları herhangi bir bahaneyle asılıyordu. Bu nedenlerden ötürü, Siyahların Güney
devletlerindeki oy kullanma oranı neredeyse sıfırlanmıştı (Sh:225 Prg: 5).” “Bununla birlikte, başkanın konuşmalarında kendi vatandaşlarının kolayca tahmin edebildiği ama yabancıların
algılamadığı pek çok “söylenmemiş şey” vardı; Wilson kendi kaderini tayin hakkından söz ederken, aklında
Rusların, Avusturyalıların veya Türklerin hakimiyetine artık tahammül edemeyen Doğu Avrupa ve Ortadoğu
halkları vardı;” renkli halkları” asla kastetmiyordu. Onlar belki üç dört kuşak sonra ve ancak beyaz ırktan vasi
tarafından yönlendirilmesi koşuluyla kendilerini yönetebilir hale gelebilirlerdi (Sh:230 Prg: 5).” “Bu üstünlüğe ulaşmalarında belirleyici etkenlerden biri, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından savaş çıktığı sıradaki
tutumlarından çok farklı bir tavır benimsemeyi seçmeleriydi. Wilson’ın başkanlığının ayırt edici özelliği olan
verilen sözlerin tutulmaması yerine, çok büyük hatta kimi zaman muhataplarının beklentilerini bile aşan
yükümlülükler altına girdiler. Bunun sonuçları hiç tartışmasız mucizevi oldu: Marshall Planı olmasaydı, Batı
Avrupa’nın yaşadığı yıkımdan sonra toparlanması onlarca yıl sürerdi. Japonya da, Amerikalıların uyguladığı “şok
tedavisi” olmasaydı, muhtemelen yön değiştirme ve ekonomik mucizesini gerçekleştirme gücünü kendisinde
bulamazdı (Sh:239 Prg: 3).” “Başrol oyuncularının hiçbiri, bu savaşı ellerini temiz tutarak sürdürmekle böbürlenemez. Komünistler yönettikleri
ülkelerde sürekli zalimce ve yurttaşların ıstıraplarına karşı duyarsız bir görünüm sergilemişlerdir. Batılı yöneticiler
halklarına karşı çok daha saygılı davranmalarına rağmen, dünyanın geri kalanına karşı tavırlarında öne çıkan
özellik, çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşündükleri anda orantısız güç kullanmaları oldu (Sh:244 Prg: 3).” “…….Bu konuda evrensel yasalar aramaktan sakınacağım ve insan doğasına içkin yasayla yetineceğim: Bir
üstünlük ele geçiren herkeste bir körleşme başlangıcı ve bir baş dönmesi riski oluyor. Eski Yunanlar, tanrılar
mahvolmasını istediklerini kibirli yapar derlerdi. Duyguların alegorik tanrısal varlıklarla temsil edildiği
mitolojilerinde, kibre Hübris denirdi. Statü, servet, güç, yetenek, hatta kutsal özellikler bakımından benzerlerinin
üstüne çıkmayı başaran bütün insanlar er veya geç bu baştan çıkarıcı eğilimle tanışır. Ve ona direnmeyi bilenlerin
sayısı çok azdır. Bu, bireyler için olduğu kadar insan toplulukları ve bilhassa uluslar için de geçerlidir.
Güzergahlarını ele aldığım dört ulus da kesinlikle bu kuralın dışında kalmıyor. Her birinin haksızlıkları giderme
konusunda meşru bir arzusu vardı ve her biri sonunda, bazen de istemeden, daha da göze batan haksızlıklar yaptı
(Sh:249 Prg: 1).” “Yeni Dünya’nın tüm ülkelerinde, Kuzey Amerikalıların İngiliz sömürgecileri karşısında yaptıkları gibi, uluslarının
haysiyeti uğruna didinen bütün vatanseverlere Washington hasım muamelesi yaptı ve onlarla amansızca savaştı.
Bu ülkelerin tek suçu çoğunlukla madencilik, meyvecilik veya finans alanlarında faaliyet gösteren Kuzey Amerika
şirketlerinin çıkarlarına boyun eğmek istememeleriydi (Sh:253 Prg: 4).” “Tarih hakkındaki gözlemim bana, tavırlarını Batı’ya yönelik sistematik bir düşmanlığa dayandıranların genellikle
barbarlığa, gericiliğe savrulduklarını ve sonunda acziyete düşüp kendi kendilerini cezalandırdıklarını öğretti
(Sh:271 Prg: 1).” “Özellikle bana temel önemde görünen bir sorun var: Dinle ilişki meselesi. İster Hristiyan ister Müslüman ister
Yahudi olsun, tek tanrılı geleneğe sahip ülkelerde, ayrıca Hinducu dünyada da bu ilişkinin giderek zararlı hale
geldiği görülmektedir. Bunun en önemli nedeni de din ile kimlik arasında kurulmuş sağlıksız bağdır. Doğduğum
ülke olan Lübnan’ın trajedisinin beni bu konuda daha duyarlı kıldığını inkâr edecek değilim ama Nijerya, İrlanda,
Hindistan, Afganistan, Bosna, hatta ikinci vatanım olan Fransa’da doğmuş olsaydım aynı sonuca varırdım. Kimlik
taşkınlıkları, özellikle de ilahi bir referansa dayananlar, insan toplumlarının çoğunu zehirlemekte ve durmadan da
kötüye gitmektedir (Sh:271 Prg: 4).” “En şanlıları ve en güzel gelişenleri dahil olmak üzere, uygarlıkların zaman zaman başkalarından bir şeyler
öğrenmelerinde utanılacak bir yan yoktur. Doğu Asya, modernleşmesini başarmak için Batı’dan esinlenmedi mi?
Din ile kimlik arasında ilişki konusunda da Batı ve Arap-Müslüman dünyası başta gelmek üzere insanlığın geri
kalanının Doğu Asya’dan öğrenecekleri şeyler var (Sh:272 Prg: 3).” “Bunlar kolay silinmeyen ve kriz dönemlerinde yeniden alevlenen hınçlardır. Batı’nın bütün hasımları bu bam
teline basmışlar, İngilizlerin, Fransızların, Belçikalıların, Hollandalıların veya Amerikalıların elinden neler
çektiklerini ilgili ülkelere zevkle hatırlatmışlardır. İmparatorluk Japonyası, daha önce de değindiğim gibi, Asya
halklarının, hatta Müslüman ulusların da lideri olmayı düşlediği dönemde, bu söyleme başvurmuştu. Sonra Sovyet
Rusya da 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’ndan itibaren yaşadığı süre boyunca ve hiç de
başarısız sayılamayacak bir şekilde aynı kartı oynadı. Mao Zedong da ilginç bir yaklaşımla bu meşaleyi devralmak
istedi. Bütün dünyanın kırları, komünistlerin Çin’de yaptıkları gibi, kentleri kuşatıp boğmalı ve sonra da
fethetmeliydi. Bugün bile Batı ile kılıç oynatmak isteyen her güç, kendini sömürgecilikten veya eşitsiz
antlaşmalardan çok çekmiş halkların sözcüsü gibi göstermeye çalışır (Sh:278 Prg: 4).” “Yoldan çıkma, sapma çoğunlukla bir yönetici kendisine askeri eylemle durumu lehine çevirip çevirmeyeceğini
sormak yerine, kendini hakarete uğramış hissetmekte ve hasımlarını cezalandırmak istemekte haklı olup
olmadığını sorduğunda başlar (Sh:279 Prg: 5).” “Batılı yöneticilerde ise hem cömertlik hem de ileri görüşlülük eksikliği vardı. Yaralı ve küçülmüş bir Rusya’nın
Avrupa için bir saatli bombaya dönüşeceğini öngörmeliydiler. Her ne pahasına olursa olsun, Rusya’nın
demokratikleşmesine, kalkınmasına, yön değiştirmesine, soğuk savaştan çıkılırken dünyada bambaşka bir rol
üstlenmesine, farklı bir gelişme yolu bulmasına yardım etmek gerekirdi. Böylece Rusya ne yozlaşmış ne yırtıcı ne
de intikama susamış yeni bir yönetici kuşağına kavuşabilirdi. Ne yazık ki bunların hiçbiri yapılmadı (Sh:280 Prg: 2)
.” “Yarın güç dengeleri değişebilir. Askeri üstünlük, doların tüm dünyada geçerli para birimi olması veya beklenmedik
teknolojik açılımlara bağlı bir “bent” yıkılabilir. O sırada da bir çatışma ve hakimiyet mantığı içinde olunursa,
küresel bir dayanışma mantığı hala kurulmamış olursa bu durum feci sonuçlara yol açabilir. Bütün bu endişelere
rağmen, içinden geçtiğimiz bunalımlı anların olumluya döneceği; bizi insanlık macerasının devamı için, aynı
trajedilerin farklı aktörlerle yinelenmesinden ibaret kalmayan başka bir seyir tasarlamaya sevk edebileceği
kanaatini hala koruyorum. Çok geç değil. Bu “labirent”ten çıkma olanaklarına sahibiz. Yeter ki önce yolumuzu
yitirdiğimizi kabul edelim (Sh:281 Prg: 3).”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder