… .. İki dedem, iki ninem ve tüm atalarım on iki kuşaktan beri aynı Osmanlı hanedanının egemenliğinde doğmuşlardı, bu hanedanın ezeli ve ebedi olduğuna inanmamaları mümkün müydü?
Aydınlanma çağının Fransız filozofları ülkelerinin toplumsal düzenini ve monarşisini kastederek, “Ölçü güllerin belleğiyse, bir bahçıvanın öldüğü asla görülmemiştir” diye iç geçiriyorlardı. Bugün biz düşünen güllerin ömrü giderek uzuyor ve bahçıvanlar ölüyorlar. Bir yıllık süre ülkelerin, imparatorlukların, hakların, dillerin, uygarlıkların yok olduklarını göremeye yetiyor.
İnsanlık gözlerimizin önünde başkalaşıyor. Serüveni hiç bu kadar vaatkâr ve hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı. Tarihçi açısından, dünya büyüleyici bir manzara sunuyor. Tabii yakınlarının sıkıntılarına ve kendi kaygılarına alışabilmek koşuluyla… Ben Levant (Doğu Akdeniz) dünyasında doğdum. Ama söz konusu dünya günümüzde öyle unutuldu ki çağdaşlarımın çoğu bunun neyi ifade ettiğini herhalde bilmiyorlardır.
Gerçi bu ismi taşıyan hiçbir ulus olmadı. Bazı kitaplarda Levant’tan söz edildiğinde , tarihi belirsiz, coğrafyası ise değişken kalıyor - İskenderiye’den Beyrut, Trablusşam, Halep veya İzmir’e Bağdat'tan Musul, İstanbul, Selanik, Odessa veya Saraybosna’ya kadar uzanan, hepsi değil ama çoğu kıyıda yer alan bir ticari kentler kümesi.
Zaman aşımına uğramış bu sözcük. benim kullandığım haliyle, Akdeniz Doğusu’nun kadim kültürlerinin Batı’nın daha genç kültürleriyle tanıştıkları yerlerin bütününü temsil ediyor. Bu yakınlaşmadan az daha tüm insanlar için farklı bir gelecek doğacaktı. Ama düşüncemi açıkça belirtebilmek için şimdiden bu konuda bir çift söz söylemeliyim: Eğer farklı ulusların ve tek tanrılı dinlerin mensupları dünyanın bu bölgesinde birlikte yaşamaya devam etseler ve yanılgılarını uzlaştırmayı başarsalardı, tüm insanlık ahenkli içinde bir arada yaşama ve refah konusunda ilham alabileceği, yolunu aydınlatacak anlamlı bir model bulmuş olacaktı. Ne yazık ki bunun tam tersi cereyan etti, nefret ağır bastı, birlikte yaşama konusundaki
yetersizlik kuraş hale geldi.Doğu Akdeniz’in ışıkları söndü. Sonra karanlık gezegene yayıldı. Bence bu bir rastlantı değil.
… ..
“Eskiden daha iyiydi” demeyi sevenlerden değilim. Bilimsel buluşlar beni büyülüyor, zihinlerin ve bedenlerin özgürleşmesi hoşuma gidiyor, bu kadar yaratıcı ve dizginsiz bir çağda yaşamayı ayrıcalık olarak görüyorum. Bununla birlikte, birkaç yıldır türümüzün şu ana kadarinşa ettiği, haklı olarak gurur duyduğumuz ve genellikle adına “uygarlık” dediğimiz her şeyi yok edebilecek, giderek kaygı verici bir hal alan sapmalar gözlemliyorum.
Bu noktaya nasıl geldik? Yüzyılımızın sarsıntılarıyla ne zaman karşılaşsam kendime bu soruyu soruyorum. Ters giden neydi? Hangi yol ayrımlarında yanlış yöne sapıldı? Bunlardan kaçınılabilir miydi? Bugün dümeni doğru yöne çevirme hâlâ mümkün mü?
… ..
… .. Antik adlarını telaffuz etmekten hoşlandığım tüm o yerler- Assur, Ninova, Babil, Mezopotamya, Emesus, Palmyra, Tripolitania, Kyrenaika veya bir zamanlar “mutlu Arabistan” denen Saba krallığı… Bu yerlerin en akdim uygarlıkların mirasçıları olan sakinleri, tıpkı bir deniz kazasından sonra olduğu üzere, sallara binmişler, kaçıyorlar.
… ..
… .. Örneğin dünyadaki bir numaralı gücün, olgun bir demokrasi örneği vermesi ve gezegenin geri kalanı üzerinde neredeyse babacan bir otorite kurması beklenen gücün başkenti olan Washington’a bakarken de bir batış imgesi akla gelmiyor mu? .. ..
… ..
Başka seferler, Avrupa söz konusu oluyor. Avrupa’nın birlik düşü, benim gözümde çağımızın en umut verici hayallerinden biriydi. Peki ne oldu? Bu şekilde yıpranmasına nasıl izin verildi? İngiltere Birlik’ten ayrılmaya karar verdiğinde, Kıta Avrupası’ndaki sorumlular hemen olayı önesileştirmeye ve projeye yeniden hız kazandırmak için kalan üyeler arasında cürekkâr inisiyatifleri öne çıkarmaya giriştiler. … ..
… .. tüm öğretileri etkileyen bu “değersizleştirme”yi genel bir ahlaki batışla özdeşleştirmenin abartılı olacağını düşünüyorum. Komünist ütopya okyanus çukuruna gömülürken, kapitalizmin zaferine eşitsizliklerin edepsizce zincirlerinden boşanması eşlik ediyor.
… ..
… ..
Alevler İçinde Bir Cennet
After the torchlight red on sweaty faces
After the frosty silence in the gardens
After the agony in stony places…
He who was living is now dead
We who were living are now dying
With a little patience
Vurunca meşale kızıllığı terli yüzlere
İnince dondurucu sessizliği behçelere
Başlayınca can çekişme taşlık yerlerde…
O adam ki yaşıyordu, şimdi ölüdür
Bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz Sabrımız tükenmiş…
T.S. Eliot (1888-1965)
The waste Land (Çorak Ülke)
… ..
Azınlıklar çoğunlukla tozlayıcıdır (polen taşıyıcı). Dolanıp dururlar, fırıl fırıl dönerler, çiçek özütoplarlar; bütün bunlar, haklarında menfaatçı, hatta asalak imajı uyanmasına neden olur. Ama ne kadar faydalı olduklarını farkına ancak yok olduklarında varılr.
… ..
Yıpratıcı bir savaşın ardında düşmanlık ve kuşku anlaşılabilir. Ama büyük bir lider hem ileri görüşlü hem de pragmatik olmak zorundadır; yüzeysel hınçların üstüne çıkmayı ve hem mücadele yoldaşlarına hem de yurttaşlarının bütününe önceliklerin değiştiğini, dünün bazı düşmanlıklarının zaferden sonra gezegenin ekonomik ve entelektüel merkezine yakınlıkları nedeniyle değerli ortaklar haline geldiklerini izah edebilmelidir. Bir diğer neden de, daha önce işgal ettikleri ayrıcalıklı konumları sayesinde yeri doldurulamaz bir bilgi birikimine sahip olmalarıdır. Mandela, apartheid hizmetinde baskı aracı olan ordu ve polisibile kendi yanına çekmeyi ve “gökkuşağı ulus”un hizmetinde çalıştırmayı bilmişti.
… ..
Kahire yangınından sonra”Hür Subaylar” iktidarı ele geçirdi, krak ülkeyi terk etti ve ve yeni bir dönem başladı. Bu dönemin ayırt edici özelliği, her ikisi de katı milliyetçi ve önceki kozmopolit topluma karşı kararlı biçimde olan bu iki siyasi yapı arasındaki amansız mücadeleydi: Bir yanda geniş bir halk desteğine sahip olan Müslüman kardeşler, diğer yanda silahlı kuvvetler vardı ve çok geçmeden ordunun içinden kuvvetli bir adam, Cemal Abdülnâsır öne çıkacaktı. On beş yıl boyunca Arap dünyasının en sevilen yöneticisi ve uluslararası siyaset sahnesinin önde gelen şahsiyetlerinden biri olacaktı.
Fakat onun baş döndürücü bir hızla yükselişi benim ailem açısından hiç iyi şeylerin habercisi değildi. Yeni muktedir Mısır halkının topraklarının, kaynaklarının, kaderinin denetimini yabancılardan geri alınması gerektiğini söyleyip duruyordu. 1952 devrimini izleyen yıllarda alınacak bir yığın tedbirle-haciz, müsadere, yed-i emin, kamulaştırma, millileştirme vb- mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi hedeflenirken, deyim yerindeyse “sonradan gelmiş yabancılar”a özel bir dikkat gösterilecekti.
… ..
… .. Nasır durmadan önem kazanıyor… .. rakiplerini bertaraf etmiş, sonra Müslüman Kardeşler ile girdiğibilek güreşinden galip çıkmıştı. … .. Mısır açısından İngilizlerden rövanş alma zamanı geldiğine kanaat getirdi. 26 Temmuz1956’da İskenderiye’de yaptığı bir konuşmada, Uluslararası Süveyş Kanalı Şirketi’nin millileştrildiğini açıkladı ve aynı gün şirket binalarını işgal ettirdi. İngiltere, Fransa ve İsrail buna birkaç hafta sonra ortak bir askeri harekâtla cevap verdiler. Ama harekât devam edemedi. Washington’ın onay vermediği ve Moskova’nın misillemeyle tehdit ettiği üç müttefik ülke operasyonlara son verip askerlerini geri çekmek zorunda kaldı.
Süvey krizi Avrupa’nın belli başlı iki sömürgeci devleti için büyük bir siyasal bozgun, Nâsır için ise zaferle sonuçlandı. Halkına parlak bir rövanş armağan etmişti: İslamcıların eleştirilerini uzun bir süre susturmuş ve dünya sahnesinde ezilen halkların hakları için mücadelenin yeni lideri olarak belirmişti.
… ..,… .. Ama işin aslı bu politika ”Mısırlılaşmış” denen ve bazıları kuşaklardır, hatta asırlardır Nil kıyılarına yerleşmiş tüm cemaatlerin kitlesel göçüne neden oldu.
… ..
Bu tedbirler sadece doğrudan hedef alınan insanlar arasında infiale yola açtı. Dünyanın geri kalanının gözünde ise, o devrim koşulları içinde, Süveyş krizinin normal bir devamı ve Mısır’ın çok uzun süre hiç sayılmamış hükümranlığını tekrar ele geçirmesinin öngörülebilir bir sonucu söz konusuydu.
Nâsır bir günde hem kendi ülkesinde hem de Yakındoğu’nun tamamında, hatta uzak diyarlarda da kalabalıkların idolü oldu. … ..
… ..
… .. Bazı yönlerden Nâsır Arap dünyasının son büyük devi, belki de doğrulmak için son şansıydı. … .. Çoğulculuğu yok edip tek parti sistemi kurdu; eski rejimde oldukça özgür olan basının ağzına kilit vurdu; muhaliflerini susturmak için gizli servisleri kullandı; Mısır ekonomisini bürokratik ve verimsiz bir şekilde mahvetti; milliyetçi demagojisi onunla birlikte tüm Arap dünyasını uçuruma sürükledi…
… ..
… .. Musaddık’ın devrilmesi, Batılıların kovulduktan sonra güçlü bir şekilde geri dönüp dizginleri yeniden ellerine geçirebileceklerini göstermemiş miydi?
… ..
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu dağılmaya başladığı sırada Maruni Kilisesi’nin liderleri kendi topraklarının Fransız mandası olması ve kendilerini evlerinde hissedebilecekleri yeni bir devletin sınırlarını Fransa’nın çizmesi için uğraşmışlardı. Bugünkü sınırları içinde Lübnan böyle doğmuştu.
… ..
Nâsır’ın iktidara gelişini izleyen yıllar boyunca Arap birliği sorunu sahnenin önünü işgal edecekti. Bölge halklarının bir numaralı kahramanı olan Nâsır, önüne hedef olarak bu halkların hepsini “okyanustan Basra Körfezi’ne kadar uzanacak” tek bir devlet çatısında birleştirmeyi ve böylece sömürgeciler tarafından çizilmiş sınırları kaldırmayı koymuştu. Kalabalıklar onun projesini çoşkuyla alkışlıyorlardı.
Şubat 1958’de, ülkelerini etkileyen kronik istikrarsızlıktan bıkan ve yurttaşlarının Pan-arabizm tezlerini kitlesel olarak benimsediklerinin bilincinde olan Suriye yöneticileri reisten gelip iktidarı almasını resmen istediklerinde, bu ateş iyice harlandı. Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) adını alan bir devlet kuruldu, Mısır bu devletin “güney eyaleti”, Suriye de “kuzey eyaleti” oldu.
BAC’ın doğuşu bölgenin birçok ülkesinde halk tarafından hayranlıkla karşılandı. O güne dek uzak bir düş sayılan Arap birliğinin somutça gerçekleşmesi Irak’tan Yemen’e ve Sudan’dan Fas’a kadar muazzam bir umut yarattı. Lübnan’ın diğer birçok kentinde olduğu gibi Beyrut’ta da ülkenin gecikmeden “batı eyaleti” olmasını isteyen kitle gösterileri düzenlendi.
… ..
28 Eylül 1961 günü şafakla birlikte Şam yeni bir darbeye sahne oldu. Bu defa Nâsır’la birleşmeye karşı bir darbe söz konusuydu. Darbeciler, reisi ülkelerini aşağılamakla, bir sömürge veya fetih toprağı gibi muamele etmekle ve yoksullaştırmakla suçladılar.
… ..
… .. Yine şair Ömer Ebu Rişe, bir strateji geliştirmek üzere Fas’ta toplanan ama uzlaşmayı başaramayan s-devlet reislerine karşı iğneleyici dizelerini okuduğunda ben de salondaydım
Utanç silinip yok olsun kaygısıyla bir zirve
Topladılar Rabat’ta, iyice pekiştirdiler utancı
… ..
… .. En önemlisi ise doğru soruları sormaktır. Doğru soru, “Silaha başvurma hakkına sahip miyiz?” değildir, çünkü bu sorunun cevabı mutlaka “Evet” olacaktır. Doğru sorular şunlardır: “Çatışmayı askeri düzlemde sürdürmek bizim çıkarımıza mı?”, “Bugün silaha başvurmanın sonuçları bizim mi yoksa düşmanlarımızın mı yararına olur?” Bu sorular, eldeki imkânların, kuvvet dengesinin serinkanlı bir şekilde değerlendirilmesini gerektirir.
Siyasetle ilgilenen herkesin , hele bir halkın kaderine yön verenlerin hiç düşünmeden bu yaklaşımı benimsememeleri gerekirdi. Ama ne yazık ki Arap dünyasında kararlat, en can alıcı anlarda bile, üstelik en büyük, en adanmış, en şahsiyetli liderler tarafından bile böyle alınmaz..
… ..
Roma tarihinde, Plutarkhos’un Paralel Yaşamlar’da naklettiği, öğretici bir öykü vardır. Bir muharebe esnasında meşhur konsül Caius Marius küçük bir müstahkem mevkie çekilmişti; karşısındaki kuvvetin komutanı haykırdı: “Eğer büyük bir generalsen, in aşağı,çık dövüş!” Marius cevap verdi “Eğer sen büyük bir generalsen beni istemediğim halde dövüşmeye zorla!”
… ..
1919’da Versailles konferansında, kuliste koşuşturan çok sayıda ziyaretçi arasındaiki simgesel şahsiyet vardı; biri Arap ulusal hareketini, diğeri de Yahudi ulusal hareketini temsil ediyordu. İlki, Hâşimi Mekke emirinin oğlu, geleceğin kısa süreli Suriye kralı ve müstakbel Irak kralı Pren Faysal’dı, yanında da ünlü danışmanı Arabistanlı Lawrence vardı; ikincisi ise Rus Çarlığı’nda doğup İngiltere’ye göç etmiş ve otuz yıl sonra İsrail devletinin ilk cumhurbaşkanı olacak Siyonist lider Haim Weizmann’dı.
… ..
… .. İsrailliler, Haziran 1967’de ele geçirdiklerinden beri, Batı Şeria’yı ne yapmak lazım, diye sorup duruyorlar. Normalde, bu sorunun cevabı bir barış anlaşması karşılığında bir gün oradan çekilmek gerektiğiydi.Elbette haklarında asla mutabakata varılamayan “ikincil sorular” hep vardı. Hangi topraklardan çekilmeli, hangilerinde kalmalı? Filistin topraklarının statüsü ne olacak? Asayişin sağlanması için bir polis gücüne sahip “özerk bir yapı mı” yoksa tamamen bağımsız, dört başı mamur bir ordusu olan gerçek bir devlet mi?
Bu sorular her türlü barış olasılığını çok uzaklara erteleyecek ölçüde çetrefildi. Nitekim, 1993’teki Oslo anlaşması gibi diğerlerinden biraz daha unut verici birkaç girişime karşın, son otuz kırk yıl içinde çok olumlu, daha da önemlisi sonuç alıcı hiçbir şey yaşanmadı. İsraillilerin bütün önerileri Filistinlilerce işgaklci tarafından dikte edilen koşullar gibi gözüktü - pek de haksız sayılmazlardı; gerçekten işgalci de kuvvetli konumda olduğu ve öyle kalabileceğine güvendiği için, ödün vermekte aceleci davranmıyordu. Gerekirse yüz yıl bile bekleyebilirdi.
… ..
… .. Geriye… .. en kolay seçenek kalıyor: Statüko. Toprakları statülerini değiştirmeden elde tutmak; işgali nihai olduğunu davul zurnayla ilan etmeden ucu açık bir şekilde sürdürmek; ne zaman yeni bir Amerikan başkanı arabuluculuk önerse isteksizce başını sallamak, sonra onun cesaretinin kırılıp güzel barış planının da bu işe ayrılmış çöp sepetine atılmasını sabırla beklemek.
Bu rutin kendini ispatlamış bir yöntemdir. Gerçi işgal tüm dünyada çok eleştiriliyor ama İsrail’de hiç kimse farklı bir seçenek öneremiyor.
… ..
… .. Eylül 1982’de, Beyrut yakınındaki Sabra ve Şatilla mahallelerinde yapılan katliamlar sonrasında yaşananlar belleğimden hiç silinmeyecek.Bir Hıristiyan fraksiyonundan Lübnanlı milisler, İsrail ordusunun işbirliğiyle, Filistinli sivillere acımasızca saldırmışlardı. Bazı tahminlere göre iki binden fazla ölü vardı.
Tüm dünya, Araplar kadar Batılılar da öfkelenmiş ama en kitlesel ve anlamlı protesto Tel Aviv sokaklarında gerçekleşmişti. Yürüyüşe dört yüz bin gösterici, yani her sekiz İsrailliden en az biri katılmıştı.
… ..
… .. 20 Nisan 1975’te Batı Şeria’da neler olup bittiğini çok yıllar sonra ve sadece kitaplardan öğrenebildim. …..
… ..
… .. Lübnan hükümeti, bu felç edici zaaftan ötürü, fedailerle çıkan ilk küçük çatışmaların ardından, Ürdün kralının sonuna kadar reddettiği şeyi yani, Filistin silahlı hareketlerinin kendi topraklarında operasyon yapmasına izin veren resmi anlaşmayı derhal kabul etti. Kasım 1969’da Kahire’de imzalanan ve Parlamento tarafından gizli maddelerinin milletvekillerine açıklanması reddedildiği için , gözü kapalı onaylanan bu anlaşma … ..
… ..
… … Anlaşmada Lübnan topraklarının tamamındaki Filistin mülteci kamplarının bundan böyle Filistin Kurtuluş Örgütü’nin (FKÖ) otoritesi altına gireceği ve FKÖ’nün İsrail’e karşı silahlı eylemlerini artık serbestçe Lübnan topraklarından yürütebileceği belirtiliyordu.
… ..
… ..
Filistin örgütleri Ürdün’den atıldıklarında Kahire Anlaşması yürürlüğe girmişti. Bu sayede söz konusu örgütler hiç vakit yitirmeden Beyrut’a üşüşebildiler; şehir ânında ve on iki yıl boyunca hem onların hem de Lübnan devletinin başkenti oldu…. ..
… ..
… .. en sonunda da otuz yıl boyunca Şam’ın vesayetine girmesi …. ..
… ..
Kaderin cilvesine bakın ki gazeteciliğe 1971 yılının ilk aylarında FKÖ’nün doğduğum kente yerleşip onu yıllar boyunca kalacağı yere, haber dünyasının projektörleri altına ittiği sırada başladım. Yirmi iki yaşındaydım, ülkenin belli başlı günlük gazetelerinden biri olan en-Nahar’da çalışıyor ve bu sayede benzersiz bir gözlem imkânı sunan bir mevkide bulunuyordum.
… ..
… .. Asansöre bindiğimde , Almanya, Cezayir veya Sovyetler Birliği büyükelçisi ile karşılaşıyor, sonra bir Rum ortodoks piskoposu karşıma çıkıyor, onu Eritre bağımsızlık hareketinin yöneticilerinden biri veya Lübnan ordusunun, darbe girişiminden dolayı idama mahkum edildikten sonra affedilmiş ve salıverilmiş aski bir albayı izliyordu. … ..
… .. Filistinlilerin yeminli düşmanı olan Kral Hüseyin … .. ….. ..
… … Arafat ile Hafız Esad’ın birbirlerine karşılıklı derin bir nefret beslediklerini herkes biliyordu. Bu sadece kişilik çatışmasından değil, temel bir stratejik anlaşmazlıktan kaynaklanıyordu.
FKÖ liderinin tüm mücadelesi boyunca hiç değişmeyen kaygısı, Filistinlilerin kendi karararını kendilerinin vermesi ve hiçbir Arap liderin onların adına konuşamaması olmuştu. Esad ise tam aksine Filistin davasının, “Atlas Okyanusundan Basra Körfezi’ne” tüm Arap dünyasının davası olduğunu savunuyordu. Bu ilkesel açıklama Suriye başkanı açısından asal bir stratejik hedefin, yani büyük devletlerle pazarlık ederken Filistin “kartı”nı, bu çatışmadaki büyük bir kozu elinde tutabilmenin dayanağıdı.
Şam bu kozu ele geçirebilmek için, FKÖ bünyesinde, hatta Arafat tarafından kurulmuş el-Fetih içinde Esad’ın tezlerini yayan bir Suriye yanlısı örgütler ağı inşa etmişti.. Eğer Esad Lübnan’ı vesayeti altına alabilirse, eğer bu ülkede hem Filistinlileri hem Lübnanlıları kollayan ve birbirlerine karşı koruyan bir hakem olabilirse, Yakındoğu hakkındaki her türlü müzakerede güçlü bir konuma gelecekti.
Bazı Lübnanlı yöneticiler Şam’a gidip , her gün biraz daha gömüldükleri bataklıktan kurtulmak için yardım istediklerinde , bu sözler Esad’ın kulağına güzel bir musiki gibi geldi. Fırsat muhteşemdi, tereddüt edip kaçıramazdı. Suriye birlikleri zor kullanarak Lübnan’a girdiler, Arafat ile “İslamcı ilerici” müttefikleri olarak kafa tutmayı deneseler de ağır bir yenilgiye uğradılar….
… ..
1978 yazında İran’daki kitle gösterileri çoğalıp Şah’ın tahtını sarsarken,olayları adeya büyülenmişcesine izlemiştim. … ..
… ..
Karışıklıklar başladığında, Humeyni Irak’ın güneyinde, tüm dünya Şiilerinin kutsal saydığı bir yerde sürgündeydi. Ama İran şahı onun sınır dışı edilmesini dayattı, Saddam Hüseyin de Ayetullah’tan başka bir yere sığınmasını istedi - Humeyni bunu hiç affetmeyecekti. Fransa yaşlı muhalifi ağırlamayı önerdi ve Paris yakınlarındaki küçük bir kasaba, Neauple-l-Château birkaç aylığına Hümeyni’nin ikamet yeri ve İran ayaklanmasının beklenmedik başkenti oldu.
… ..
… ..
Liderin etrafında dolaşan ve tüm fikirlerini paylaşmasalar bile ona büyük hürmet gösteren adamlarla da konuştum. İçlerinden en önemlisi biyokimya doktoru olan İbrahim Yezidi’ydi; İslam Cumhuriyeti’nin ilk hükümetinde dışişleri bakanlığına atanacak,sonra gözden düşecek ve mollalar rejimine muhalefetin simgesel simalarından biri olacaktı.
… .
Humeyni … ..
… ..
… ..
Humeyni yükseltide oturuyordu. … … ..takım elbiseli ve kravatlı, yaşı da onunkine yakın bir adam, Mehdi Bazergan ayakta duruyordu. Ayetullah onu oracıkta İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk hükümet başkanı olarak atadı.
… ..
Gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel olayın çapı ile dekor işlevi gören yerin sıradanlığı arasında çarpıcı bir zıtlık vardı. Bin yıllık imparatorluk huzurumuzda ortadan kaldırılmıştı, … ..
.. ..
Bu adam şahsiyetli ve yetkin olmakla tanınıyordu ve hükümetin başına getirilmesi, Humeyni devriminin İran’ı demokrasi içinde modernleşmeye doğru götüreceğini umanlar için oldukça ferahlatıcıydı. Öğreniminin çoğunu Fransa’da, önce Nantes’da bir lisede, sonra Paris’te Ecole Centrale’de görmüş, oradan mühendis olarak mezun olmuştu.
Musaddık 1951’de İran petrolünün denetimini geri almakistediğinde, ulusal petrol şirketini yönetmek üzere Bazergan’ı seçmişti. Bu macera iki yıl sonra CIA tarafından tertiplenen darbeyle birlikte hüzünlü bir şekilde sona ermişti ama anısı halk arasında hâlâ canlıydı ve yeni rejimin tanıdık bir simaya başvurması rahatlatıcıydı.
Yezdi’ninm başbakan yardımcılığına getirilmesi de aynı ölçüde güven vericiydi. … ..
… ..
Ayetullah’ın en başından itibaren başka planlar kurduğunu düşünmek mantıksız olmaz. Bunlar tabii ki daha iddialı ama monarşiden cumhuriyete dingin bir geçiş olacağını umanlar için de çok daha az güven vericiydi. Mirasçılarına, daha önce hiç görülmemiş türde, toplumsal gelenekçilikle siyasal radikalizmin karışımı bir rejim bırakacaktı İran. … ..
… ..
Uluslaraarsı düzlemde dikkat çeken ilk değişimlerden biri, Yakındoğu'daki çatışmaya yönelik İran politikasının altüst olmasıydı. Şah İsrail ile dostça ilişkiler örmüş, petrol üreticisi Arap ülkelerinin vermeyi reddettiği petrolü İsrail’e temin etmişti. Humeyni bu uygulamaya derhal son verdi . … ..
… ..
… .. Gururlu ve aşırı milliyetçi İranlılar, bir Arap danışmanlar ordusunu getirmekte yarar görmüyorlardı; Arafat da Esad’ın Suriyesi ile bilek güreşine girişmişken, İran ile yakınlaşmanın Saddam Hüseyin’in Irak’ını kendisinden uzaklaştıracağından çekiniyordu.
Dolayısyla FKÖ ile cicim ayları kısa sürdü ama Tahran’ın İsrail-Arap çatışmasındaki tavrı kalıcı oldu. Hatta mollalar rejiminin elindeki stratejik kozlardan biri haline geldi.
… ..
… .. İslam Cumhuriyeti Arap Doğusu’nun Irak veya Suriye gibi birçok ülkesinde belirleyici bir nüfuza sahip olacak; Lübnan’da Hizbullah, Gazze’de Hamas ve İslami Cihat veya Yemen’de Husiler gibi önemli silahlı hareketlere hamilik yapacak; gerek Afganistan gerekse eski Sovyetler Birliği’nin parçası olan birçok cumhuriyette varlığını hissettirecekti
Ancak bir gücün tezahürü anlamındaki bu yükselişe, birçok Arap ülkesinde çoğunlukta olan Sünniler ile İran’da ezici çoğunlukta olan Şiiler arasındaki bir kin patlaması eşlik etti. Bu çatışma asırlardı için için sürtüyordu. ve sürmesi de muhtemeldi. … ..
… ..
O dönemden beri “zamanın ruhu” tüm tavırları değiştirdi - bu rotadan sapma nedeniyle aktörlerden sadece birini suçlayıp diğerlerini aklayamayız. Bununla birlikte, İran Sünnilerinin çoğunlukta olduğu Arap dünyasında ağırlıklı bir rol talep edip bunu elde etmek için yerel Şii cemaatlerine dayanınca, tehdit ettiği rejimlerden, özellikle de Suudi Arabistan’dan tepkiler gelmesi riskine de girmiş oluyordu. Daha genelde, Şiilerin artan nüfuzu karşısında kendilerini aldatılmış, marjinalleştirilmiş ve tehdit altında hisseden Sünni topluluklardan tepkiler gelmesi riski vardı.
… ..
… .. Nitekim, kendilerini “İslam’ın düşmanlarına karşı cihat”ın sancaktarları olarak sunanlar, yani hem Sünniler ve Şiiler de çeşitli militan Sünni fraksiyonlar arasında bir tür özenme ve yarış yerleşti.
En ürkütücü örenkelerdenbiri, cihatçı akım içinde liderliği El Kaide’den kapmak isteyen “İslam Devleti” (IŞİD) adlı örgüt tarafından uygulanan kanlı iddia yarışı oldu; unvan için meydan okuyan konumundaki IŞİD görülmemiş şiddette eylemlere, özellikle de alenen gerçekleştirilen boğaz kesme eylemlerine başvurdu;... ..
… ..
… ..
Bu yarışın daha eski bir örneği 1979 yılının - yine 1979- son haftalarında yaşanmıştı - kasım pazar günü yüzlerce İranlı üniversite öğrencisi Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliğini işgal edip elli iki kişiyi rehin aldı. ve büyükelçiliğin “devrimci işgali”ni başlattı. On altı gün sonra 20 Kasım Salı günü yüzlerce cihatçı Sünni Suudi Mekke’deki Mescid-i Haram’ı işgal etti.
Bu saldırılardan ilkinin daha önce benzeri görülmemişti, ancak ikincisi bu anlamda daha da emsalsizdi. İslam’ın en kutsal mekânına dalan silahlı bir saldırı timi! Üstelik tüm dünyanın gözünde katı şeriata bağlı ülke örneği Vahhabi krallığında, şeriatın uygulanmasını talep ediyordu! Ayrıca karşımızda güvenlik görevlilerinin dikkatsizliğinden istifade eden bir nanga değil, araçları, ve ağır teçhizatıyla tam bir küçük ordu vardı.
Suudi yetkilerin tavrı daha da şaşırtıcıydı. Normalde, asayişi sağlamak için derhal harekete geçmeleri beklenirdi. Ama şaşırıp kalmış, dumura uğramış, âciz bir görüntü çiziyorlardı. Müttefiklerine, özellikle de Pakistan ve Fransa’ya başvurmak zorunda kaldılar; onlar da yerel kuvvetlere danışmanlık yapmak ve desteklemek üzere olay yerine kendi elit birliklerini gönderdiler. Cami ancak iki hafta sonra ve tam anlamıyla düzenli bir muharebeyle geri alınabildi. Ölü sayısı yaklaşık üç yüz olarak tahmin ediliyordu. Altmış sakiz isyancı yakalanıp idam edildi.
Bu kutsal mek^na yapılan inanılmaz saldırı, onlarca yıl boyunca kendinden söz ettirecek bir radikal Sünni militanlığın doğum belgesi oldu. O sırada, bu gözü kara komando eylemine hayran kalan ve uğradığı bozgunla yıkılan bazıları, kavgalarını Arap Yarımadası’nın uzağında, örneğin Afganistan’da sürdürmeye devam etti. Onlardan kurtulmak isteyen Suudi makamları da bu başka yere yönelişi destekledi. Özellikle Usame bin Ladin'in durumu böyleydi; o tarihten sonra, bir gün El Kaide adını alacak ve bir dizi ses getirici saldırıyla tanınacak güçlü küresel cihatçı şebekeyi inşa etmekle uğraştı; bu saldırıların doruk noktası da 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e yapılan saldırıydı.
Mekke olaylarının bir diğer önemli sonucu, Suudi Arabistan’ı sarsmak ve yöneticilerinindinsel konudaki tavırlarını kökten değiştirmeye sevk etmek oldu. Suudi krallığının tarihiyle yakından ilgilenen bazı gözlemciler , “1979 travması”ndan söz ediyorlar.savunulmasında fazla gevşek gözükmekten çekinen rejimin; bu tafinansmanına yöneldiğini belirtiyorlar. Kralın unvanı bile değişti; “haşmet” Tanrı’ya mahsus olduğu içinartık krallara “Majesteleri” değil, tüm hükümet belgelerinde ve resmi, gayrı resmi tüm medyada “Hadimü'l- haremeynü’ş- şerifeyn” (iki kutsal makânın,Mekke ve Medine’nin hizmeytkârı) deniyor.
… ..
… ..
Sovyetler Birliği’nin son yöneticisi Mihail Gorbaçov ülkesini ekonomik ve siyasal liberalleşme yoluna sokmaya karar vermişti ve Stalin’in II: Dünya Savaşı sonrasındaAvrupa’nın doğusunda kaptığı imparatorluğu terk etmeye hazır görünüyordu. Amerikalı sorumlular, en çolgın hayallerini bile bu beklenmedik durum karşısında, iki durumdan birini seçeceklerdi. Ya gOrbaçov’un başlattığı gelişime, yürütmekte olduğu güç ve cesur geçişi kolaylaştırmak için ekonomik ve siyasal destek vererek eşlik edeceklerdi. Ya da rakip süper güüücü kesin bir şekilde yere sermek için, onun bariz zayıflığından istifade edeceklerdi.
ABD açısından tam bir ikilem söz konusuydu. Kırk yılı aşkın bir süredir dünyanın her köşesinde onklarla amansızca savaşmış, askeri cephaneliği ölümcül bir tehlike oluşturan ürkütücü bir rakiple karşı karşıyaydılar. Şimdi bu rakip yere düşmüşken ayağa kalkmasına yardım mı etmeliydiler? Karşılarına çıkan fırsattan istifade ederek işini tam anlamıyla bitirmeleri daha doğru olmaz mıydı? Bu ikinci seçenek en gerçekçisi görünüyordu ve o benimsendi. Gorbaçov’u kurtarmak için hiçbir şey yapılmadı, Sovyetler Birliği’nin çözülmesine izin verildi, sonra onu parçalamaya girişildi. Eski cumhuriyetlerinin birçoğu, Moskova’nın şiddetli protestolarınma rağmen NATO’ya alındı.
… ..
… .. George F. Kennan
… .. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla
… ..
Şimdi istediği zafer kazanılmışken, Kennan yurttaşlarına,özellikle de kendisine başvuran yöneticilere özetle şunu söylüyordu: “Niçin savaştığımızı unutmayalım! Diktatörlük karşısında.demokrasiyi muzaffer kılmak istiyorduk ve bunu başardık. Buradan ders çıkarmalıyız.Dünkü düşmanlarımıza ebediyen düşmanımız olarak kalmaları gerekiyormuş gibi davranamayız!” Yaşlı diplomatın ayırt edici özelliği, Sovyet sisteminden duyduğu militan nefretin yanında, Rus halkına, kültürüne, edebiyatına -özellikle de Çehov’a- duyduğu derin sevgiydi
Rusları aşağılayarak milliyetçi ve militarist akımların yükselmesine zemin hazırlayacağını ve ülkenin demokrasiye doğru yürüyüşünün geciktirileceğini ne kadar yinelese de kimse onu dinlemek istemedi. … ..
… ..
*Uygarlıkların Batışı & Amin Maalouf
Özgün adı : Le Naufrage des civilisaaation
Çeviren: Ali Berktay
1.Baskı: İstanbul, Ekim 2019
Yapı Kredi Yayınları
*Asur - Vikipedi (wikipedia.org)
*Asur, Mezopotamya'nın kuzey kısmında, günümüzde Musul yöresinde, Dicle Irmağı'na bakan bir plato üzerinde kurulmuş antik bir kenttir. Bölgedeki arkeolojik kazılar, MÖ 3. binyılın başlarında burada bir yerleşim olduğunu göstermektedir. Ancak yayılma alanı ve diğer nitelikleri hakkında kesin bilgilere ulaşılamamıştır. Bugüne kadar tespit edilen yapı kalıntıları, antik Mezopotamya'da yapıldığı gibi, eski yapıların üstüne aynı tarzda inşa edilmiş olan bir İştar tapınağı altında kalmış temellerdir.[1] Asur, Kalah ve Ninova kentleri Asur'un başlıca kentleridir.
*Ninova - Vikipedi (wikipedia.org)
*Ninova (Akatça: Ninua; Aramca: ܢܝܢܘܐ; İbranice: נינוה, Nīnewē; Arapça: نينوى, Naīnuwa), Dicle Nehri'nin doğu kıyısında bulunan ve bir dönem Asur Devleti'ne başkentliğini yapan bir Antik çağ kentidir. Modern Musul şehrinin hemen yanında bulunmaktadır.
…. ..
*Babil - Vikipedi (wikipedia.org)
*Babil, Mezopotamya’da adını aldığı Babil kenti etrafında MÖ 1894 yılında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan bir imparatorluktur. Babil'in merkezi bugünkü Irak'ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır.[1] Babil halkının büyük bir kısmını tarih boyunca çeşitli Sami asıllı halklar oluşturmuştur. Bölgede konuşulmuş en yaygın dil Akadca olmuş olmasına rağmen Sümerce dinî dil olarak kullanılmıştır. Aramice ise ilerleyen yıllarda bölgenin geçer dili konumuna gelmiştir.
… ..
*Mezopotamya - Vikipedi (wikipedia.org)
*Mezopotamya (Antik Yunanca: Μεσοποταμία Mesopotamia: iki ırmak arasındaki bölge, Süryanice: ܒܹܝܬܼ ܢܲܗܪ̈ܝܼܢ Beyt Nahrin: nehirler ülkesi), Orta Doğu'da, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölge. Mezopotamya günümüzde Irak, kuzeydoğu Suriye, Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve güneybatı İran topraklarından oluşmaktadır. Büyük bölümü bugünkü Irak'ın sınırları içinde kalan bölge, tarihte birçok medeniyetin beşiği olmuştur.[1] Mezopotamya'da yer alan şehirler günümüzde sürekli gelişmektedir.[2] Ayrıca bu bölgede bol miktarda petrol bulunmaktadır.
… ..
*Nemesis (mitoloji) - Vikipedi (wikipedia.org)
*Antik Yunan inancında Nemesis (/ˈnɛməsɪs/; Greek: Νέμεσις), Adalet, intikam ve denge tanrıçasıdır. Nemesis’in tapınağı Marathon'un kuzeyinde bulunan Rhamnous şehrinde
olduğu için Rhamnousia/Rhamnusia ("Rhamnous’un tanrıçası") olarak da anılır. Bir diğer adı “kaçınılmaz” anlamına gelen Adrasteia’dır.[1]
*Palmira - Vikipedi (wikipedia.org)
*Palmira (Arapça: تدمر , Tedmur veya Tadmor, İngilizce: Palmyra) orta Suriye'de antik zamanların önemli dini ve ticari merkezi olan, UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Mirası listesine alınan şehir.
Kent, Humus Valiliği'nin, Palmira İli'ne bağlı bulunmaktadır. Şam'ın 215 km kuzeydoğusunda, Humus'un 155 km doğusunda ve Fırat'ın 120 km güneybatısında bir vaha üzerinde kurulmuştur. Suriye çölünün ticari kervanlarının geçiş noktasında olması sebebiyle "Çölün Gelini" de denilen şehrin isminin bulunan ilk bilgilere göre Tedmur, Tedmür, Tadmur veya Tudmur[1] olduğu Mari'de bulunan Babil tabletlerindeki kayıtlardan anlaşılmıştır.
*Tripolitania - Wikipedia Trablusgarp Bölgesi - Vikipedi (wikipedia.org)
*Trablusgarp Bölgesi (Arapça: إقليم طرابلس, transliterasyon: İḳlîmü Ṭarâbülüs, Grekçe: Tripolitanya), Libya'yı oluşturan üç bölgeden birine eskiden verilen ad. Diğer ikisi Fizan ve Sirenayka veya Kirenayka'dır. Trablusgarp Bölgesi bugünkü Trablusgarp şehrinin çevresine karşılık gelir.
*Girne - Vikipedi (wikipedia.org) Kyrenaika
*Girne (Yunanca: Κερύνεια, Kerinya), Kıbrıs'ta bir liman kentidir. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Girne kazasının ve fiili olarak parçası olduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Girne ilçesinin yönetim merkezidir.
*Arabia Felix - Vikipedi (wikipedia.org)
*Arabia Felix (kelimenin tam anlamıyla: Bereketli/Mutlu Arabistan; ayrıca Eski Yunanca: Εὐδαίμων Ἀραβία, Eudaemon Arabia), daha önce coğrafyacılar tarafından Güney Arabistan'ı [1][2] veya şimdiki Yemen'i tanımlamak için kullanılan Latince isimdir.[3]
*Belkıs - Vikipedi (wikipedia.org)
*Saba Melikesi Belkıs (Habeşçe: Nigist Saba), günümüz Habeşistan (Etiyopya) veya Yemen'in olduğu topraklarda hüküm sürdüğü farz edilen, tarih öncesi Saba Krallığı'nın (İbranice Sh'va veya Seba שבא, Arapça Saba veya Sebe سبأ, Habeşçe ሳባ) hükümdarıdır. Modern arkeoloji bu krallığın mevcudiyeti konusunda şüphecidir. Kitabı Mukaddes'te kraliçenin isminden bahsedilmez. Habeş kültüründe "bu şekilde değil, böyle değil" gibi anlamlara gelen Makeda ismiyle anılır. İslam kültüründe Belkıs olarak bilinir. Ayrıca bazı kaynaklarda Lilith, Nikaule veya Nicaula (Nikola) olarak da geçer.
*Konstantinos Kavafis - Vikipedi (wikipedia.org)
*Konstantinos Kavafis (29 Nisan 1863- 29 Nisan 1933) Yunan şair. Çağdaş Yunan şiirinin önde gelen isimlerinden biridir.
*Giuseppe Ungaretti - Vikipedi (wikipedia.org)
*Giuseppe Ungaretti (8 Şubat 1888 – 2 Haziran 1970) İtalyan modernist şair, gazeteci, deneme yazarı, eleştirmen, akademisyen ve 1970 Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü kazananı. Ermetismo (Hermetizm) olarak bilinen deneysel akımın önde gelen temsilcilerinden ve 20. yüzyıl İtalyan edebiyatının en tanınmış katkıcılarından biridir.
Dil ve biçimde yaptığı yeniliklerle İtalyan şiirine köklü bir değişim getirmiştir.
*T. S. Eliot - Vikipedi (wikipedia.org)
*Thomas Stearns Eliot (d. 26 Eylül 1888 - ö. 4 Ocak 1965), ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmenidir. Ekspresyonisttir. The Love Song of J. Alfred Prufrock, The Waste Land ve Four Quartets adlı şiirleri 20. yüzyıl modernist şiirinin en başarılı örneklerindendir.
*Cemal Abdünnâsır - Vikipedi (wikipedia.org)
*Cemal Abdünnâsır Hüseyin (Arapça: جمال عبد الناصر) (d. 15 Ocak 1918 - ö. 28 Eylül 1970), Mısırlı asker ve devlet adamı; devrimci, milliyetçi, sosyalist lider. Mısır'ın ikinci cumhurbaşkanıdır (1956-1970). Krallığa son veren darbenin ardından başbakan ve devlet başkanı olarak Mısır'da köklü dönüşümlere damgasını vurmuş, etkin bir dış politikayla Arap dünyasında bir önder rolü oynamıştır.
Askeri kariyeri ve Hür Subaylar Hareketi:
Liderliği:
Ölümü ve cenaze töreni:
Ayrıca :
1956 Süveyş Krizi
1967 6 Gün Savaşı
*Dr. Jekyll ile Bay Hyde - Vikipedi (wikipedia.org)
*Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, İskoç yazar Robert Louis Stevenson'ın 1886 yılında yayımladığı Gotik uzun hikâye. Özgün adı Strange Case of Dr Jekyll and Mr Hyde (Türkçesi: Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ın Tuhaf Vakası) olan bu uzun hikâye Türkiye'de ilk defa 1942 yılında Hamdi Varoğlu'nun Türkçe çevirisiyle İki Yüzlü Adam adıyla Ahmet Halit Kitabevi tarafından yayımlanmıştı. Daha sonra 1944 yılında Maarif Vekaleti Basımevi tarafından Dr. Jekyll ile Mr. Hyde adıyla basılan roman 1963'te Varlık Yayınları'ndan tekrar İki Yüzlü Adam adıyla çıktı. Bundan sonra 2000'li yıllara kadar birçok yayınevi tarafından yapılan yeni baskılarında özgün adının çevirisine yakın isimler kullanıldı.
Hikâye, Londralı avukat Gabriel John Utterson'ın, eski dostu Dr. Henry Jekyll ile Edward Hyde adlı gizemli bir suçlu arasında geçen tuhaf olayları araştırmasını konu alır.
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde İngilizce edebiyatın en ünlü eserlerinden biridir ve Gotik korku türünün öncü eserlerinden biri olarak kabul edilir.
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ın 120'den fazla sahne ve film uyarlaması bulunmaktadır. Bugüne kadar onlarca müzik albümü, televizyon dizisi, müzikal, bilgisayar oyunu ve çizgi romana ilham veren eser ayrıca ABD'de Barbie bebekleri türünden bir oyuncak bebek ve kitap serisi olan Monster High'da da yer almıştır. Haliyle bu seride Stevenson'ın karakterlerinin sonraki nesilleri benzer adlarla kullanılmıştır.
Ana hatlarıyla Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ı temel alan 1990 yapımı Jekyll & Hyde müzikali, 2022'de Türkiye'de sahnelenmeye başlamıştır.
Konusu:
Romanda Av. Gabriel John Utterson'ın dostlarından, nazik ve saygın bir kimse olan hekim Henry Jekyll'in zaman zaman şehvet ve şiddet düşkünü bir canavara, yani, Mr. Edward Hyde'a dönüşmesi olayını gözlemlemesi anlatılmaktadır. Utterson, Dr. Jekyll'ın yeni asistanı olmasına rağmen, doktor'la bir arada görmediği, şeytani görünüşlü Mr. Hyde'ın esrarını anlamaya çalışır. Olaylar bir polisiye öykü havasında anlatılmakta ve her şey en sonunda açıklanmaktadır. Avukat Utterson, kuzeni Richard Enfield'la bir pazar günü Londra sokaklarında gezerken, Soho'da eski bir evin kapısını gösterip o evde oturan adamın karıştığı bir olayı anlatır. Bir gece evine dönerken, kısa boylu garip bir adamın, tökezleytip yere düşen küçük bir kızın üstüne basarak, onu çiğneyip geçtiğine şahit olmuştur. Enfield hemen adamı yakalamış ve kızın ailesiyle beraber bir doktor ve polis çağırmıştır; Adamı kızın ailesine para vermesi için de zorlamıştır. Adı Edward Hyde olan bu adam, Soho'daki kapının ardından, elinde yüklü bir meblağ yazılı olan ve (Dr.Jekyll) imzasını taşıyan bir çekle çıkmış ve bu çeki kendi bozdurup kızın ailesine vermiştir. Enfield bu garip adamın yüzünde insanların nefretinin ve korkusunu uyandıran bir şey olduğunu, bu adamın bir insan değil sanki bir canavar olduğunu söyler. Utterson bu adamın kısa süre önce eski dostu Dr.Jekyll'ın kendisine gönderdiği vasiyette adı geçen varis Edward Hyde olduğunu anlar. Vasiyette Dr.Jekyll'ın ölmesi ya da üç aydan uzun süre ortadan kaybolması durumunda tek varisinin Mr.Edward Hyde olacağı yazılıdır. Vasiyeti ilk aldığında bu hiç tanımadığı adam hakkında bir şeyler öğrenmek istemiş, ama şimdi öğrendikleri hiç hoşuna gitmemiştir.(Ayrıca, garip "kaybolma" maddesi de dikkatini çekmiştir.) Hakkında öğrendiği şeylerse: insanlara kaba ve kötü davranan zalim birisi olduğudur; Eski dostunun böyle bir adamla ne işi olduğunu merak da eder. … ..
… ..
*Lübnan - Vikipedi (wikipedia.org)
*Lübnan (Arapça: لُبْنَان, romanize: lubnān), resmî adıyla Lübnan Cumhuriyeti (Arapça: الجمهورية اللبنانية, el-Cumhûriyyetü'l-Lübnâniyye) Batı Asya'da Doğu Akdeniz kıyısında bir Arap ve Orta Doğu ülkesidir. Kuzey ve doğuda Suriye, güneyde İsrail batıda Akdeniz ile çevrili olan ülkenin ayrıca Kıbrıs ile deniz sınırı bulunmaktadır. Lübnan, Akdeniz Havzası ile Arap Dünyası'nın kesişiminde yer alması nedeniyle zengin bir tarihe sahiptir ve kendine özgü bir kültürel kimlik geliştirmiştir. Tarihteki Fenike uygarlığının vatanı Lübnan ve kıyılarıdır. Ülke pek çok dine ev sahipliği yapmaktadır.[7] Yüz ölçümü 10.452 km² olan Lübnan en küçük ülkelerden biridir. Nüfusu yaklaşık 6 milyon, başkenti Beyrut,[8] ulusal ve resmî dili Arapçadır. Lübnan Arapçası Fasih Arapça'nın yanı sıra kullanılmaktadır. Ayrıca Fransızca da resmî olarak tanınır.
… ..
Tarih:
Erken Tarihler:
Orta Çağ:
Modern Tarih:
Lübnan Sorunu:
Coğrafya:
Yönetim:
Lübnan, yüksek rütbeli makamların belirli dini grupların üyelerine ayrıldığı, mezhepçiliği içeren parlamenter bir demokrasidir. Örneğin Cumhurbaşkanının Maruni Hıristiyan, Başbakanın Sünni Müslüman, Meclis Başkanının Şii Müslüman, Başbakan Yardımcısı ve Meclis Başkan Yardımcısının Doğu Ortodoks Kilisesi'ne bağlı olması gerekir.
Bu sistemin amacı mezhep çatışmalarını azaltmak ve hükümetteki tanınmış 18 dini grubun demografik dağılımını adil bir şekilde temsil etmektir.
Lübnan'ın ulusal yasama organı tek meclisli Lübnan Temsilciler Meclisi'dir. 128 sandalyesi Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında eşit olarak, 18 farklı mezhep arasında ve 26 bölge arasında orantılı olarak paylaştırılır.
Parlamento, mezhepsel orantılı temsil esasına göre halk oyu ile dört yıllık bir dönem için seçilir. … ..
… ..
Din:
Dil:
Nüfus:
Eğitim:
*Müşterek Dergi (musterekdergi.com)
*Matemin ve Direnişin Şairi: Ömer Ebu Rişe
Hüseyin el-Cenid
Ömer Ebu Pişe onur, gurur ve yüceliğe bakan devrimci bir şair olarak kalmak için edebiyatın, düşüncenin ve insanın sancağını kanatlarında taşıyan bir şair, bir diplomat ve bir kartaldır.
*Muhammed Musaddık - Vikipedi (wikipedia.org)
*Muhammed Hidâyet Musaddık (Mossadeq (yardım·bilgi) Farsça: محمد مصدق) (d. 16 Haziran, 1882; Tahran - ö. 5 Mart, 1967; Tahran), İran'daki İngiliz petrol tesislerinin millileştiren ve başbakanlığı sırasında (1951-1953) Şah Muhammed Rıza Pehlevi'yle büyük bir iktidar çekişmesi içine giren İranlı siyasi önder. 1951 yılında İran Başbakanlığına geldi ve 1953 yılında darbe ile görevden uzaklaştırıldı. Başbakanlık maaşını almamıştır ve başbakanlık kurumunun masraflarını kendisi karşılamıştır.[1]
… ..
*Mehdi Bazergan - Vikipedi (wikipedia.org)
*Mehdi Bazergan (Farsça: مهدی بازرگان, d. 1 Eylül 1907 – ö. 20 Ocak 1995), İranlı akademisyen, uzun zamandan beri demokrasi yanlısı bir eylemci ve İran'ın geçici hükûmetinin başındaydı ve 1979 İran Devrimi'nden sonra İran'ın ilk başbakanı oldu. Kasım 1979'da İran rehine krizi olayını protesto etmek ve hükûmetinin bunu önleme konusundaki başarısızlığının ardından başbakanlık görevinden istifa etti.
Bezirgan, Tahran Üniversitesi'nin ilk mühendislik bölümünün başında idi. İslami ve laik bilimlerde dürüstlüğü ve uzmanlığıyla tanınan saygın dini bir entelektüel olarak, İran'da çağdaş entelektüel hareketin kurucularından biri olarak algılanmaktadır.
*İbrahim Yezdi - Vikipedi (wikipedia.org)
*İbrahim Yezdi (Farsça: ابراهیم یزدی; 26 Eylül 1931 - 27 Ağustos 2017), İran rehine krizini protesto etmek için Kasım 1979'da istifa edene kadar Mehdi Bazargan'ın geçici hükümetinde başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak görev yapan İranlı bir politikacı, eczacı ve diplomattı. 1995'ten 2017'ye kadar İran Özgürlük Hareketi'ne başkanlık etti. Yezdi aynı zamanda eğitimli bir kanser araştırmacısıydı. [1]
… ..
*Makyavelizm (siyaset) - Vikipedi (wikipedia.org)
*Makyavelizm, İtalyan düşünür ve politikacı Niccolò Machiavelli'nin düşünceleri üzerine kurulu bir yaklaşımdır.[1]
Devlet yönetimi ile ilgili düşüncelerinin temelini Prens adlı kitabında açıklamıştır. Devleti yöneten prensin duygularına kapılmadan ve acıma duygularını bir kenara bırakarak devleti yönetmesi gerektiğini belirtmiştir. Gerektiğinde bir insanın devlet tarafından öldürülmesinin çok daha fazla insanın yaşamasını sağlayacağını belirterek prense öğütler vermektedir. Temelinde bu görüşlere paralel olarak başka bir bakış açısı da "Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu." savıdır.
*1979 Kâbe Baskını - Vikipedi (wikipedia.org)
*1979 Kâbe Baskını, 20 Kasım 1979 tarihinde başlayan ve 4 Aralık 1979 tarihine kadar devam eden, Kâbe'de yaşanan silahlı çatışma.
1955-1973 seneleri arasında Suudi Arabistan Ulusal Muhafızlarında görev yapmış Cuheyman el-Uteybi bu baskını düzenleyen grubun başında bulunmaktaydı. Baskın sırasında Mescid-i Haram'da bulunan cemaati propaganda yapmak için rehin almış, yönetimden siyasi taleplerde bulunmuş ve kayınbiraderi Muhammed bin Abdullah el-Kahtani'yi mehdi ilan etmiştir. İki hafta süren baskın, Fransız antiterör birimlerinden alınan destek öncülüğünde yürütülen askerî operasyon sonucu sona erdirilmiş ve -Cuheyman el-Uteybi dâhil- yakalanan tüm üyeler, Suudi Arabistan kanunlarına göre kolları kesildikten sonra idam edilmiştir.[1]
Öncesi:
Baskının liderliğini yapan Cuheyman el-Uteybi, Necid'in köklü Bedevi kabilelerinden Uteybe kabilesine mensuptur. Dedesi olduğu öne sürülen Sultan bin Bacad el-Uteybi, bu bölgede 1920'lerin sonunda Suud Hanedanı'na karşı isyan eden Selefi İhvan hareketinin liderliğini yapmıştı. Uteybi, ordudan ayrıldıktan sonra 1973 senesinde Medine'de üniversite eğitimine başladı ve gelecekte kız kardeşi ile evleneceği ve baskının diğer önemli ismi Muhammed Abdullah el-Kahtani ile burada tanıştı.[2] Eğitimi sırasında mehdi ve fitne hadislerine odaklanmış, dünyanın sonuna ilişkin hadisler ile o dönemki dünya koşullarını eşleştirmiştir. Selefi ve Vehhabi inanışları doğrultusunda İslam'a Çağrı adlı bir grup kurarak kendine taraftar toplamıştır. Uteybi önderliğindeki yüz kadar takipçisi 1978 senesinin yazında Suud yönetimi aleyhine gösteri düzenlemiş olsa da sorgulamaların ardından "zararsız" olduklarına kanaat getirilerek serbest bırakılmıştır.
Varlıklı çevrelerden sağladıkları kaynakları bu eylem için kullanmaya ayıran Uteybi ve takipçileri, aynı zamanda Suudi ordusundan silah, mühimmat ve çeşitli teçhizatı da kaçak yollarla temin ettiler ve bunları Kâbe civarındaki dehlizlere sakladılar.
Baskın:
Kuşatma:
Dış bağlantılar:
*George F. Kennan - Vikipedi (wikipedia.org)
*George F. Kennan (d. 16 Şubat 1904, ö. 17 Mart 2005), Amerikalı diplomat ve tarihçiydi. En çok Soğuk Savaş döneminde Sovyetler hakkında yazdığı resmi yazışmalar ve Amerika Birleşik Devletleri'nin dış ilişkiler politikaları üzerindeki etkisiyle tanındı. Bir bilim insanı olarak yaptığı konferanslar ve uluslararası ilişkiler hakkındaki makaleleriyle çeşitli ödüller aldı.
Kennan, ABD'de dış politikanın oluşturulması ve Sovyetler ile mücadele kapsamında çalışmış "The Wise Men" (Bilge Adamlar) olarak bilinen görevlilerden biriydi. ABD'nin komünizm ile mücadele kapsamında yaptığı "Containment" (Sarma) programının baş mimarlarından olmuştur.
Amin Maalouf, “Uygarlıkların Batışı” kitabında; Kral Cemal Abdünnâsır Hüseyin (1918-1970)’i anlattığı bölümde “… .. Bazı yönlerden Nâsır Arap dünyasının son büyük devi, belki de doğrulmak için son şansıydı. … .. Çoğulculuğu yok edip tek parti sistemi kurdu; eski rejimde oldukça özgür olan basının ağzına kilit vurdu; muhaliflerini susturmak için gizli servisleri kullandı; Mısır ekonomisini bürokratik ve verimsiz bir şekilde mahvetti; milliyetçi demagojisi onunla birlikte tüm Arap dünyasını uçuruma sürükledi… ..” diyor.
YanıtlaSilYazarın iki kitabı (“Uygarlıkların batışı” , “Ölümcül Kimlikler” ve başka kitaplarından seçilecekler) ilgi alanları siyaset, askerlik ve uluslararası ilişkiler olanların hem ders kitabı, hem de olayları yaşayarak yazan sanatçının tecrübeleri anlamında okumaları ve analiz yapmaları değerli bir kazanç olacaktır.
YanıtlaSilHumeyni ile beraber Fransa’dan gelen ve takım elbiseli, kravatlı Mehdi Bazergan’ın Ayetullah tarafından İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk hükümetin başına getirilmesi ile; “Humeyni devriminin İran’ı demokrasi içinde modernleşmeye doğru götüreceğini umanlar” ileride yanıldıklarını anladıklarında; aynı zamanda iş işten geçmiş de olacaktı.
YanıtlaSilDemek ki Bazergan kullanışlı bir aparat olarak tasarlanmıştı…. Bu olanlardan ders almayanlar olarak şapkayı bir kere daha önümüze koymamız gerekmiyor mu?
Humeyni birileri tarafından gerektiğinde kullanılmak üzere yedeğe alınmış ve zamanı geldiğinde sahaya sürülmüştü. Olan İran halkına oldu.
SilGünümüzde de Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) sahnelenmekte ve hedef de olmak yerine oyunu bozmak için etkin tedbirleri hayata geçirmemiz için zaman giderek daralmakta…
SilABD başta olmak üzere, Batılı devletler dünya kaynaklarını kontrolleri altında tutmak ve kendi çıkarları için kullanmayı hedefleyen yaklaşımları için, özellikle de geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkeleri, bu mümkün olmadığında, geri kalmışlık altında hayatta kalma mücadelesi veren çeşitli toplulukları ucuz tetikçiler olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Konu kapsamında güney doğu sınırlarımız boyuna oluşturulmak istenen aparat devlşet kurma girişimin arka planı biliniyorken kalıcı tebir analmında zaman kaybedilmemesi gerekiyor.
Sil