10 Haziran 2024 Pazartesi

Türk Askerî Kültürü*

 

Böyle bir kitabı okuma hayali, küçüklükten beri aklımda vardı. Henüz yazılmadığını görünce ileride yazılacağını düşünürdüm. “İleride” de yazılmadığını görünce biriktirdiğim malzeme ile bir “Türk askerî  kültürü” kitabı yazma fikri doğdu. Fakat daha sonra işin büyüklüğünü görünce zaman zaman kendimi çektiğim oldu. Kendimi yeterli görmediğimi Türk askerî tarihi ve kültürüne hakim olmadığım için böyle bir kitaba başlamamam gerektiğini düşündüm. Kitaba başlama sebebim ise artık kendimi yeterli görmem, alana hakim olmam değil, hiçbir zaman hâkim olamayacağımı kabul etmemdir. Yazma aşamasına geçmeden hemen önce tekrar hata yaptığımı fark ettim ve bu kitabı tek başıma yazmamın doğru olmayacağına, alanın uzmanlarıyla birlikte bir çalışma yapmam gerektiğine kâni oldum. Kendim de biriktirdiklerimi ve önerilerimi genel bir giriş yazısı ile kitabın başına eklemeye karar verdim. Ardından bu kitap çalışması fikrini kitabın diğer yazarlarına açtım. Bundan çok sene evvel bu fikri ilk açtığım kişi Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca oldu. Önemli bir eksiklik olduğunu söyleyerek teşvik etti ve beni kırmayarak bir de “kitap bölümü” lütfetti Ardından Prof. Dr. Feridun Emecen ve diğer hocalarımla görüştüm. Her biri memnuniyet ve desteklerini belirtince, birbirinden kıymetli 30 adet kitap bölümü lütfetmiş oldular. Zamansızlıktan, vefattan veya başka sebeplerden dolayı yazamayan kıymetli isimler de oldu…. ..

… ..

Bu kitabın ortaya çıkma süreci; fikrî olarak 20 yılı, fiilî anlamda ise 6 yılı aşmaktadır. Bu çalışmayı yaparken en çok düşündüğüm kişi askerlerdi. Bunun için hem bu konuları ve dönemleri özellikle seçtim. Hem de kitabın bana ait bölümünde bir askerin kendi tarihi ve kültürüne dair vukûfiyet kazanması gereken bir yaklaşımı teorize ederek ortaya koymaya çalıştım…. .. özellikle Milli Savunma Üniversitesi’nin Harp Okulları ve Harp Enstitülerinde okuyan ve görev yapan muvazzaf asker ve askeri öğrencilere meslekî hafızalarını, mesleğine dair bilim ve tekniği, mesleğine dair sosyal kodları ve entelektüel-kültürel zekâlarını geliştirecek bir fikrî mimari sunmaya çalıştım.

Ayrıca Türkiye’de yükselen bir diğer alan olan askerî tarih ve askerî kültür meraklılarının da okuyarak rahat bir şekilde  anlayabileceği üslupla bir çalışma olması için çabaladık. … ..

… ..


1.KÜLTÜR TASNİFİ VE TÜRK ASKERÎ KÜLTÜRÜNE GİRİŞ - A.Sefa Özkaya

… .. 

Büyük resmi görmek, düşünceyi sığlıktan kurtarır. Resim ne kadar büyürse detaylar o kadar çok gözden kaçabilir ama olayın tamamına olan vukufiyet artar…. ..

… .. Ardından İbn Haldun’un tasnifi ile mukayese ederek yeni bir kültür tasnifi önerisi sunduk. Bu tasnifte, askeri antropoloji bakımından kültürün bir kolunun da müstakilen “askeri kültür” olduğunu açıkladık. ve bu açıklamaları matematik matrisleri ile ve tablolu çizelgelerle izah ve ispat etmeye çalıştık. Ardından Türk Askerî kültürüne dair kültürel kökenleri açıklayarak dönüşüm noktalarına temas etmeye çalıştık. Türk askerî kültürünü kara, deniz ve hava kültürlerine ayırdık. Ardından “Dört Yön Doktrini adını verdiğimiz ve özellikle bir kurmay subayın nasıl yetiştirilmesi gerektiğini anlattığımız teorik yaklaşımı ortaya koyduk.

…. ..

… .. 

Aslında bu benzer mücadele insanoğlunun dünya mecrasında daha önce de yaşanmıştı. Tam burada bir soru daha soralım: Her zaman silahı olan veya silahla daha çok özdeşleşenler mi savaşı kazanan taraf olur?Tarihe baktığımızda öyle olmadığını görüyoruz. Tek enstrümanın silah olan avcı-toplayıcılar, başlıca enstrümanı tarım aletleri olanlara yenildiler ve dünya tarihinden silinip kayboldular. Avcı-toplayıcıların aksine günübirlik tüketen değil, ürettiğini biriktiren, üst üste koyup sayan ve tasnif eden, daha sonra bu ürünlerini satan, plan çizen ve planlı uygulama yapan tarım toplumu, tek enstrümanı silah olan avcı-toplayıcılara merhamet etmedi ve onları yeryüzünden sildi. Yani şehir hayatına geçip, kayıt, tarih, hukuk ve teknik geliştiren atalarımız, avcılık ve silahla bütünleşen atalarımızı yok etti. Fakat her şeyin silah olmadığını onların torunları olarak bizh^lâ daha tan anlamış değiliz. Silah, burada bir enstrümandır. Aslolan ise bu işin felsefesidir. Tek başına değil, felsefe kazanır. Hatta arkasında derin bir felsefe olan silah, herşeyi kazanır. Nitekim uzun vadede hep böyle olmuştur. Tarih, bakmasını bilenler için benzer olayların ibret verici örnekleriyle doludur. .… .. 

… …

  Türk askerini en önemli özelliklerinden birisi de inisiyatif almaktır.Mete Han’ın babasına karşı devleti yeniden yapılandırması ve Türk askeri devlet teşkilatını yeni bir düzenle kurarak dünya tarihinde bir ilki gerçekleştirmesi, Çe Şi Şuay’ın bir Çin karargâhını basarak az sayıda  kişiyle oldukça büyük birliği oyalaması inisiyatif almaya eski askeri tarihten örneklerdir…. ..

… ..

… ..   I. Dünya Savaşı veya Büyük Cihan Harbi. Dolayısı ile her bir çarpışma, bir diğeriyle aynı sonucu elde etmek içi yapılıyorsa bunların her birinin adı savaş değil muharebedir. Savaşlar ise hem içinde geçenn bütün muharebelerin, hem onların hazırlık süreçlerinin , hem iktisadi, hem sosyolojik altyapısının toplamıdır. Mesela bir muharebe kazanılırken, içinde aynı muharebenin olduğu bir savaş kaybedilmekle sonuçlanabilir. Filistin ile İsrail arasındaki mücadele üzerinden bu  Filistinlilerin İsrail üzerine göndermiş oldukları insansız hava araçlarının bir kısmı, İsrail hava savunma sistemleri tarafından vurulmaktadır. Buradaki mücadele bize göre iki farklı yaklaşımla değerlendirilebilir. Düşürülen İHA (insansız hava aracı) muharebe anlamında İsrail’in hanesine başarı olarak yazılabilir. Fakat bu durumu savaş boyutuyla, yani işin içine malî kısmı da katarak, bu başarılı imha gerçekten başarı mıdır dye bakalım. Herhangi bir atölyede el ile üretilebilen bir İHA’nın maliyeti birkaç bin dolar iken, bunu vuran her bir Patriot füzesinin maliyeti yaklaşık 1,5 Milyon dolardır. Yani Filistin, birkaç bin dolarlık bir maliyetle, İsrail’e 1,5 milyon dolarlık zarar verdirebilmektedir. Bu sonuçlar göze alındığında İsrail makamlarının “başarılı bir şekilde İHA’nın düşürüldüğüne” dair açıklaması gerçeği ne kadar yansıtmaktadır. Aslında teknik anlamda bakarsak bu doğrudur.  İHA, antibalistik füze tarafından düşürülmüştür. Yani muharebe anlamında başarı doğrudur. Ama savaş için çok önemli bir ilke olan sürdürülebilirlik açısından bakıldığında bu olay İsrail’in aleyhine bir başarısızlıktır. Yani İsrail muharebede kazanmış, savaşta kaybetmişitr. Üstelik bu başarısızlık , bir sonraki İHA’da katlanarak artacaktır. Bu vesileyle tekrar belirtelim ki savaş ve muharebe aynı şey değildir.Muharebe sadece orduların doğrudan etkilendiği bir mefhumdur. Yani halk savaş için “Bana ne?” diyemez. zira onun da sorumluluğu, kârı ve zararı vardır.

Bilhassa Türk toplumunda askeri kültür ve sivil kültürü birbirine yaklaştıran en önemli unsurlardan biri de zorunlu askerliktir. Zorunlu askerlik bir toplumda nasıl kültürel çıktılar doğurur? Eski devirde bir yıldan fazla, şimdi ise 6 ay veya 1 yıl yaptığı askerliği ömrü boyu  dilinden düşürmeyen… ..


Subay Yetiştirme Modeli Hususunda Yeni Bir Öneri


“Kurmay Yarbay Mustafa Kemal”, kurmay arkadaşı Mehmet Nuri Bey’e cevap olarak yazmış olduğu Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’inde başından geçen şöyle bir olayı anlatmaktadır:


“Merutiyet döneminin, Osmanlı ordusunu , ilk kez herkese gösterdiği , Edirne manevra sahasında, hayalimizde şöyle bir dolaşalım. Senin, benim v e daha birçok arkadaşoın kolunda beyaz bant vardı ve hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı. Ne kararı verimişti? Söylemeden önce, ne gördüğümü hatırlayalım. Mesela, mavi kolordunun sağ tarafında hareket halindeki bir tümenin komutyanından, birlklerine verdiği emri ve tümenin durumunu açıklaması- açıklama yetkisi olan birince rica edildi. Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamışçasına atının üstünde, sessiz, sakin, suskun duruyordu.

Biraz bekledikten sonra, birinci sorudan vazgeçilerek Kolordu komutanından alınan emirde ne istenildiği soruldu: Yine cevap yok. Sebep? Aldığı emrin içeriğini anlamamıştı.

Sebep: Verdiği emrin, daha doğrusu imzaladığı emrin neyi kapsadığını bilmiyordu. Sebep; edemezdi…

Pekine olduğunu anlamadan verilen emri kabul eden alay komutanları? Evet, bu merakımı gidermek üzeretümen komutanının yanından ayrılıp, Karıştıran istikametinde yürüyen alaylara yetiştim. Bir alay komutanına, harekâtları hakkında beni aydınlatmasını rica ettim. ‘Hemen’ dedi. Ceplerini karıştırdı. Celketinin iç cebinden buruşuk iki kağıt çıkardı. ‘İşteiki emir. Birini gece, diğerini de sabahleyin aldım. Daha ilk emrin gereğini yerine getiremediğimizden, ikincisini uygulamaya geçemedik. ‘Emirleri inceledim. İkinci emir birinci emri hükümsüz kılıyordu. Alay komutanı  ise hâlâ önce birinci, sonra ikinci’ diyordu. Niçin? Çünkü alay komutanı, sırayla icra edeceğini düşündüğü emirlerin, ne ilkini ne de sonuncusunu anlamıştı. Oysa, alayı yürüyordu. Nereye ve niçin gidiyordu? Alay komutanı ve alayındakilerden hiç kimse bilmiyordu. O haklde nereye gidiliyordu? Elbette ki felakete, rezalete doğru bir gidişti.


Osmanlı ordusunun kurmay subayı Yarbay Mustafa Kemal’in bu yakarışları, ne içindi? Rütbe taşıyan bir subayın bunların hepsini bilmesi gerekmiyor muydu? Devam edelim:


Tümenin hareklâtını sonuna kadar takip ettim. Geceleyin tümenin maruz kaldığı sefaleti, birkliklerinden bazılarını kaybederek içine düştüğü telaşı, ıstırabı, ertesi günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki rezaleti anlatmak istemiyorum. Yalnız, şunu söylemek istiyorum, bu tümen ve benzeri askeri yığınların o gidişlerinin mutlaka felakete, rezalete doğru gidiş olduğuna hükmetmek için keskin muhakeme ve uzak görüşlülüğe ihtiyaç yoktu.

Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesimizi üst seviyeden, en  büyük kulaklara  ‘işittirmeye azmetmiş ve bazı noktalara dikkat çekerek uyanmalarını söylemeyi, vicdani vazife sayıyoruz’ demiştik. Ayrıca ’Bir birlik, özellikle komuta heyeti sadece iyi örnek olacak kılavuzlarla yetiştirilir’ dedik”.


Biz de bir “vicdanî vazife sayarak, kendimizce elde ettiğimiz bilgi-görgüyü tarihe karşı bir borç olarak burada ifâ etmek için bir “subay yetiştirme modeli önerisi” sunacağız. Bu öneri 2100’lü yıllarda uygulamaya geçer mi, yoksa daha erken veya daha geç mi olur, bu hususta insiyatifimiz yoktur.Alabildiğimiz inisiyatif, bildiklerimizi ortaya koyarak “vizdânî vazife”mizi ifâ etmekten ibarettir.

Önce şunu sorarak başlayalım. Başarılı subay nedir? Müfredat içeriğinden ibaret olan eğitim süreçleri ile iyi bir subay yetiştirmiş olur muyuz? Mezun ettiğimiz ve prosedürel eğitim sürecini tamamlayarak rütbesini takan her subay, “ideal subay”mıdır? Diyelim ki öyledir. Atatürk’ün bahsetmiş olduğu askeri felsefe karmaşasının içinde bulunan subaylar resmi olarak o rütbeleri almış ve alay, tümen komutanı olmamışlar mıydı? O halde bir subay için okulu bitirmek yeterli olmamalıdır. Her Harp Okulu veya sivil kaynaklı okuldan mezun olan subay kişi, kendisini, “ömür boyu öğrenme süreci”nin içine girmiş sayılmalıdır. Bu süreç, sadece kendisini geliştirmesi için değil , astlarına da mümkün olduğu kadar bilgi ve görgüsünü zamandan tasarruf ederek aktaracak şekilde işlemelidir. Ne demek istiyoruz, bir örnekle izah edelim.Bir hoca/komutan, belirli bir seviyeye gelerek 20-30 yıllık birikimini “entelektüel mesleki kültür envanteri” olarak kazanır. Bu kazanım harcadığı süreç 20-30 yıldır.Astlarına aynı entelektüel birikimi kazanması için 20-30 yıl harcamadan birkaç sene içinde öğretmeli ve astının kendi seviyesinin geçmesini sağlayarak askeri kültürü “yukarı” taşımalıdır. Yani aslında komutanlığın yanında bir nevi birer öğretmen de olan her subay, seviye olarak “kendi hocasını” yetiştirmeli, talebesinin kendisini geçmesini sağlamalıdır. Ast, üstü geçerse başarıdan söz edilebilir. Peki bu seviye nasıl tespit edilebilir veya başka bir soru soralım, nasıl bir eğitim verilmelidir ki, bir subay çağın ihtiyaçlarına cevap vermekle kalmamalı, geleceğe de örnek teşkil edecek şekilde kendisini yetiştirme bahtiyarlığına sahip olmalıdır.

Harp okullarında iyi mühendis yetiştirirsek başarılı subay yetiştirmiş olur muyuz? Bunun yeterli olmadığını artık bütün dünya kabul etmektedir. Peki bunun için dünyada ortaya çıkacak yeni subay yetiştirme modellerni mi beklememiz gerekmektedir? Türkler olarak  bu konuda bizi

m de söyleyecek bir sözümüz yok mudur? İşte bu bölüm, bu hususta bir şeyler söyleme gayreti olan bir bölümdür. Bu husustaki takdiri, gelecekten bugüne bakacak tarihçiler, stratejistler, askerî sosyologlar ve antropologlar verecektir.



Dört Yön Doktrini: Bilim-Teknik, Mesleki Hafıza, Sosyal Kodlar ve

Entelektüel-Kültürel Zekâ

… ..

… ..

Askeri teorinin önemli isimlerinden Carl von Clausewitz’in dediği gibimuhyarebe, bir belirsizlikler ortamıdır. Biz de daha önce şöyle demiştik:


“... .. Alman harp teorisyeni Carl von Clausewitz’in tarihe geçmiş bir ifadesine, günümüzün şartlarını ele alarak, bugüne ışık tutacak bir nazire yaparak devam edelim. Clausewitz, savaş sırasında teknik ve matematik teorilerin geçersiz kalacağını, çünkü harbin kendisine göre bazı kuraları olduğunu, ayrıca harbin bir belirsizlik ortamı olduğunu ifade eder. Biz de makalemizi Clausewitz'in bu ifadesi üzerine ‘tamamlayıcı’ bir ifade ekleyerek bitirelim: ‘Savaştaki belirsizlikleri, savaş başlamadan önce kendi için ‘belirgin’ hale getiren taraf, aslında sonucunu kazandığı bir savaşa başlar.’”


… ..

… ..

Bu konuşmanın efsaneleştiği veya gerçekliği tartışmasını bir tarafa bırakırsak, tarihin neden önemli olduğu çok rahatlıkla anlaşılabilir. Tarih “pre-”dir, gelecek ise “pro-”dur. “Pre-”ye bakmadan “pro-”yu anlamak veya kestirebilmek mümkün değildir.


Dört Yol Doktrini’ni (DYD) oluşturan 4 temel unsur vardır:

1.Bilim-Teknik (Bugün)

2.Mesleki hafıza (Tarih)

3.Sosyal Kodlar (Her zaman)

4. Entelektüel-Kültürel Zekâ (Gelecek)


… ..

… ..

Dünya tarihinin sınırları en geniş iki imparatorluğu olan Cengiz ve İngiliz İmparatorlukların ortak bir özelliği. vardır. Kurdukları askeri güç, ticaret yollarını kontrol altına almak ve kontrol altında tutmak üzerine inşa edilmiştir. Cengiz Han, ele geçirdiği yollarda ticaret kervanlarının sürekli

 olarak işlemesine muazzam şekilde önem vermiş, bu kervanların güvenliğini tehlikeye atarak ticareti baltalayanlara verebileceği en ağır cezaları vermiştir. Benzer uygulama İngiltere’de de görülür. Aralarındaki en temel fark Cengiz'in kara ticaret ağı ve askeri gücü anlayışının karşısında, İngilizler deniz temelli ticaret ağı ve askerin gücü esas almışlardır. Dolayısıyla, sürekli tekrarladığımız entelektüel-kültürel zekâ penceresinden bakacak olursak; kendisini besleyecek mâli altyapıyı kuran bu iki devletin dünya tarihindeki en büyük sınırlara ulaşması asla tesadüf değildir.

… ..

Britanya İmparatorluğu’nu kendine model alarak hâkimiyet tesis etme arayışında olan ABD, ortaya koymuş olduğu konsept ile şu an dünyadaki en büyük askeri güç olmuştur. ABD modelini inceleyen Çin’in de, benzer bir yolu takip ederek küresel hâkimiyet yarışında ABD’ye “dişli” bir rakip olma yolunda ilelediği görülmektedir.

Deniz ile karanın temel farklılıklarından biri maliyet-etkin olmasıdır. En eski çağlardan beri deniz ulaşımı, kara ulaşımına göre çok daha ucuz olmuştur. Böylelikle ticaret yollarının deniz temelli olması, denizi kullananlara avantaj sağlamıştır. Osmanlı askeri gücü için de bu geçerlidir. Avrupa’ya sefere çıkan Osmanlı ordusunun sefer lojistiği, bir yandan da Avrupa’daki Tuna Nehri gibi bazı su yollarından sağlanmıştır. Böylelikle kara lojistiğinin yükü azalmış ve maliyet-etkin bir çözüm geliştirilmiştir.

… ..

… ..

Diğer taraftan gökyüzü ve hava güvenliği dikkate alındığında, dünyada artık hava savunmasının ülke sınırlarının dışında başladığı görülür. Fakat hava savunma sistemlerinin çok önemli bir kısmı da kullanışlılığı ve verimliliği sebebiyle deniz konuşlu platformlar tarafından yapılabilmektedir. Günümüzde işlevi ve gözdeliği gittikçe artan hava savunma firkateyn ve muhripleri , hava savunmanın yapılanmasında deniz temelli olmanın ne kadar kullanışlı olduğunun bir göstergesidir. Yani özetle söylemek gerekirse entelektüel-kültürel zekânın; geleceğin uzay, siber, hava savunma veya… KBRN harplerinde daha da denize doğru yöneleceği söylenebilir. Bunun yanında sivil denizcilik, deniz tabanında bulunan enerji kaynaklarının hâkimiyeti ve kullanımı ve hatta sualtı arkeolojisinin bile öneminin çok büyük oranda artacağı görülecektir..

… ..

… ..


2.TÜRK ASKERİ TARİHİNİN BAŞLANGICI: HUN ORDUSU - Ahmet Taşağıl

... ..


3.KÖK TÜRKLER VE UYGURLAR ÇAĞINDA TÜRK ORDU TEŞKİLATINA UMUMİ BİR BAKIŞ - -Saadettin Y. Gömeç

... ..


4.TÜRK HAKANLIĞI (KARAHANLILAR) ORDUSU - Ömer Soner Hunkan

... ..


5. GAZNELİLERDE DEVLET VE ORDU -  M. Hanefi Palabıyık

... ..


6.MEMLÜK DEVLETİ’NDE ORDU TEŞKİLETI - Cüneyt Kanat

... ..

… ..

Memlûk kelimesi ve “Memelûk Sistemi” şu şekilde açıklanabilir: Çoğulu “memâlîk” olan “memlûk” kelimesinin manası; ev ve diğer özel işlerde hizmetli olarak kullanılan ‘abd’, yani kölenin tam tersine, asker ya da idareci olarak eğitilip kullanılmak üzere satın alınmış olan şahıstır. … ..

… ..

Askeri memlûk sistemi, İslâmî teşkiletlenme içinde meydana gelmiş olan bir yapı olup devlet adına satın alınarak değişik kışlalarda, daha sonraları ise “tibak” adı verilen okullarda askeri amaçlar için yetiştirilen ve kendilerini satın alan halife, sultan veya emirin, isteklerini yerine getirmeleri beklenen memlûklerden oluşan bir sistemdi. AskerÎ eğitimlerini tamamlayan her memlûk önce azat edilerek (itaka) özgürlüğünü kazanır ve ondan sonra hür bir asker olarak orduya katılırdı. Bir başka ifadeyle memlûk kavramının bugünkü manada tam olarak “paralı asker” ya da “lejyoner” anlamına geldiği söylenebilir.

Kendi hâkimiyetini sağlamlaştırmak gayesiyle, İslâm tarihinde ilk defa “memlûk” kullananlar Abbasî halifeleri olmuştur. Bilindiği gibi Abbasî Devleti’nin kuruluşunda İranlı unsur büyük rol oynamıştır. Buna paralel olarak İran nüfuzunun gittikçe artması karşısında Abbasî halifeleri, bilhassa el-Me’mûn zamanından itibaren, onlara karşı denge kurmak amacıyla İslâm Devleti’nin sınırları dışından Türk birlikleri getirmeye başladılar. Kısa zamanda sayıları 30.000’e ulaşan Türk birlikleri için Samerrâ şehrini kurarak onlara geniş ıktâlar tahsis ettiler.

İslam Devleti içerisine malûk statüsüne getirilip Ortadoğu’da kendilerine yer edinen Türkler, zamanla güçlenip devletteki en önemli görevleri ele geçirmeye başladılar. Ardından işse vali olarak görevlendirdikleri Mısır’da önce Tolunoğulları sonra ise İhşidîler devletini kurdular. İhşid’iler Devleti’nin 969’da yıkılması ile aynı coğrafyada Arap Fâtimîler Devleti kurulmuştur. Ancak bu devletin ordusunda da Türk Memlûkların varlığı yoğun bir şekilde devam etmiştir. Daha sonra ise Zengîler’in bir komutan olarak Türk ordusunun başında amcası Şikuh ile birlikte Mısır’ın farhi için görevlendirilen Selahaddin Eyyûbi kendi adıyla müsemma olan Eyyûbiler Devleti’ni kurmuştur. 

Ordusunun neredeyse tamamı Türk olan Eyyûbî Devleti’nin Mısır’daki  hâkimiyeti 1250 yılına dek devam etmiştir. Eyyûbi Devleti’nin gerçek anlamda Memlûk Devleti’nin kuruluşunu hazırlayan devlet olduğunu söylemek mümkündür. … ..

…. ..,

… ..Zaten bu yüzden Zengî, Eyyûbi ve Memlûk devletlerini Selçuklu Devleti’nin devamı olarak kabul ederler. … ..,

…. ..

… .. KIpçak ve Harezmli Türklerden oluşan Bahrî Memlûklar belirleyici olmuştu. DEvletinn kurulmasından 1382 yıklına kadar, aslı Çerkes olan Baybars el-Çaşnıgîr bir istisna olarak hariç tutulursa, hükümdarların büyük çoğunluğu Türk kökenli idi. … ..

… .. Bubyeni ırk ise Çerkeslerdi. Sultan Kalâvun edindiği bu Çerkes memlûkları kalenin burçlarına yerleştirdiği için bu gruba Burcî Memlûklara da denmiştir. Memlûk Devleti’ne bu şekilde Kalâvun zamanında dahil olan Çerkez Memlûklar daha sonra güçlenecek ve 1382 yılında Sultan Berkuk ile iktidarı ele geçireceklerdir. Bu tarihten sonra hükümdarların çoğunluğu Burcî kökenli olduğu için bu dçnmeme Burcî Melûlklar ya da Çerkez Memlûklartı dönemi de denmiştir. 

… .. 


Memlûk Devleti’nin Kara Kuvvetleri

… ..
… ..  Moğolları ve Haçlıları hezimete uğratan Memlûk Devleti, zamanının en donanımlı ve güçlü ordularından birini sahipti. .. . .. 


7.BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NDE ORDU - Salim Koca

... ..


8.GELENEK VE DEĞİŞİM ARASINDA TÜRKİYE SELÇUKLU ORDUSU - Erkan Göksu

Türkiye Selçuklu Devleti, gerek Malazgirt zaferi öncesinde gereksensonrasında kitleler halinde Anadolu’ya gelen Türkmenlerin, Sülaymânşâh önderliğinde teşkilâtlanması ve sonrasında meydana gelen siyasî ve askerî hadiseler neticesinde kurulmuştur. … .. 

… .. diğer yandan ise 1096 yılından itibaren başlayan Haçlı Seferlerine karşı mücadele eden Türkiye Selçukluları, bu tehlikelerin hepsini bertaraf ederek Anadolu’yu siyasî vec sosyal bakımdan ebedî Türk yurdu haline getirmişlerdir. 1243 Kösedağ Savaşı’na kadar Anadolu’ya tarihinin en müreffeh dönemlerinden birini yaşatan Türk Selçuklu Devleti, bu tarihten sonra siyasî ve askerî bakımdan Moğol tahakkümüne karşı koyamamış, ancakkkkk Anadolu’ya hakim kıldığı Türk nüfusu, Türk kültürü ve Türk devlet geleneği ile bölgedeki Türk hâkimiyetinin devamını sağlamıştır.

… ..

… ..


Türkiye Selçuklu ordusu ve askerî teşkilatının yapısal ve işlevsel bakımdan yaşadığı bir diğer değişim ise 1243 Kösedağ Savaşı’yla başlayan Moğol vesayet dönemindedir. 1308 tarihinde yıkılana kadar Moğollara tâbi bir devlet olarak varlığını devam ettiren Türkiye Selçukluları, diğer siyasî, sosyal ve ekonomik kurumlar gibi ordu ve askerî teşkilat bakımından da sarsılmış, dolayısıyla her ne kadar şeklen varlığını koruyormuş gibi görünse de müstakil ve klasik tarzda işleyişine devam eden bir Türkiye Selçuklu ordusundan veya askerî teşkilatından söz edilemez hâle gelmişir. Moğolların baskı ve tahakkümü altında sayısı tedricen azalan Türkiye Selçuklu ordusundaki yerini bazen Selçuklu bazen de Moğol kumandanlar tarafından idare edilen Selçuklu-Moğol (İlhanlı) ordusundan bahsedilir olmuştu.

… ..



9.OSMANLI ÖNCESİ TÜRK DENİZCİLİK FAALİYETLERİ - Burak Gani Erol 


Türkiye Türklerinin denizcilik faaliyetlerine girişmeleri ve denizcilik sahasında uğraşmaya başlamaları, siyasî, ticarî ve iktisadî sahalarda gerçek anlamda denizlerden faydalanmaları, Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda Anadolu'nun  fethini müteakiben ortaya çıkmış bir durumdur. … ..

… ..  Malazgirt savaşından sonra Türklerin Anadolu’ya yerleşmeye başlamaları ile Türk denizcilik faaliyetleri de başlamıştır. Anadolu’da faaliyet gösteren ilk denizci beyi ise Çaka Bey’dir. Çaka Bey, mevcut siyasî ortamdan faydalanmak suretiyle beyliğini kurmuş ve kayınpederi I. Kılıç Arslan tarafından öldürülünceye kadar da sürekli olarak Bizans aleyhine topraklarını genişletmiştir. 

… ..

… ..

Türkiye Selçukluları Devleti’nin  çöküşüyle ortaya çıkan Anadolu Beylikleri ile Türk denizcilik faaliyetleri doruk noktasına ulaşmıştır. Özellikle Batı Anadolu’da kurulan Aydın, Menteşe, Saruhan ve Karasi Beylikleri’nin, kuruldukları coğrafyanın da etkisiyle Bizans Devleti’ne ve Adalar Denizi’nde faaliyet gösteren Latinlere karşı yaptıkları akınlar, mezkûr beylikleri diğerlerine nazaran daha fazla ön plana çıkardığı gibi “gazi” kimliği kazanmalarının da  müsebbibi olmuştur.


Çaka Bey

Kaynaklarda Türk denizciliğinin ilk büyük beyi olarak kabul edilen ve Adalar Denizi sahillerinde ilk defa  bir Türk beyliği kuranÇaka Bey … ..

… ..

… .. O, muhtemelen Batı Anadol’ya yapılan akınlardan birinde, Bizanslı kunmandan Kabalika Aleksander’ın elişne esir düştü ve Nikeferos Botaniates’in İstanbul’daki sarayına gönderildi. İmparator bu soylu delikanlıya “Protonobilisimus (en soyluların birincisi)” unvanını verdi v e bazı imtiyazlar tanıyarak onu sarayında alıkoydu ve Bizans kültürünü tanıdı.

… ..

… ..

Osmanlı Ordusu dediğimiz zaman, birkaç noktanın üzerinde özellikle durulması gerekir. Tarihte Türk askerleri ve Osmanlı Ordusu kadar askerleri Anadolu Türklerinden ve Türkmenlerden oluşan İran Safevîleri veya askerleri Çerkez ve Türk olan Memlûklar gibi savaş gücü son derece yüksek başka ordular da vardır. Bu ordulardan  Osmanlı ve Türk lordularını ayıran unsurların ilki ateşli silahlardır. Bunlar Rönesans döneminin, konvansiyonel ateşli silahlarını, barutu kullanan ordulardır ve dönemine uygun bir teknolojileri vardır. … … 

… ..

Ateşli silahların v e topçuluğun dışında üzerinde durulması gereken ikinci unsur ise Osmanlı askerî kuvvetlerinin kendi sahalarını ve mücavir (komşu) sahaları, “akın” dediğimiz düzenli yağma hareketleriyle çok iyi etüt etmeleridir. Osmanlı ordusunun bir bölgeye gittiği zaman hem ulaştığı noktaları hem de çok daha ötesini topoğrafya olarak ezbere bilmesi onun bariz özelliği idi. Modern anlamda haritacılığın kullanılmaya başladığı ZIZ. yüzyıla kadar Osmanlı haritacılığının da kendine has özellikleri vardı fakat mühim olan topoğrafyayı ezbere bilen komutanların XIX. yüzyılda dahi orduda bulunmasıydı.

… ..

… ..

Etrafı yağmalayan, lojistiğini düzenli sağlayan Osmanlı ordusunun ulaştığı noktada hem yiyecek hem donanım bakımından her tedbir alınmıştır; cerrahlar vardır, orduda temizlik kurallarına dikkat edilmektedir, hijyen çok önemlidir ve bu XVII. yüzyıl sonuna kadar böyle devam etmiştir.  Avrupa’ya bakıldığı zaman, 1618-1648 yılları arasında devam eden ve bütün Avrupa’yı saran Otuz Yıl Savaşları’ndaki vaziyet ise çok farklıdır. … ..

… ..

… .. Kuşatmalar Osmanlı Ordusu’nun çok zorlandığı yerlerdir fakat oralarda da bilhassa lağımcıların başarılı müdahalesi ile kolaylaştığı görülmektedir. 

XVIII. yüzyıla gelindiğinde merkezi orduların kurulması, Barok devri ordularının kurulması Osmanlı harp nizamını acele bir değişime sevk etmiştir. Askerî mühendislerin yetiştirildiği Askeri Mühendishaneler; bahrî (deniz) ve berrî (kara) olmak üzere kurulmuş, hafif topçuluk geliştirilmiş ve ateşli silahların kullanımına dikkat edilmiştir. XVIII. yüzyıl boyunca bu durum en büyük problemi oluşturmuştur, o kadar ki nihayet III. Selim, Nizam-ı Cedid’i kurmuş ve yeniçerilerin reaksiyonuna sebep olmuştur. Sonrasında nihayet 1821-1829 Mora Ayaklanması ve bu ayaklanmaya dış milletlerin müdahalesi ile yeniçeri kapıkulu askerinin  başarısızlığı,  II. Mahmud’a Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması hakkındaki son kararı verdirmiştir. 1826’da henüz Yunan olayları devam ederken kapıkulu askeri kaldırılmış, Vaka-i Hayrıye’yi müteakiben modern Türk Ordusu kurulmuştur.

Modern Türk Ordusu kurulurken Kurmay Mektebi’nin kurulması gibi XIX. yüzyıl askerliğindeki en ileri safhaya da dikkat edilmiştir. O sayede XIX. yüzyıla uygun bilgili bir komutan kadrosu yetiştirilebilmiştir. Osmanlının nizamı, harp teknikleri uzun bir mazisi itibariyle asker olan , hareket kabiliyeti son derece yüksek ve sadece askeri kurumların değil, sivil kurumların da bu askeri nizama uyum sağladığı bir memleketin savaş nizamıdır. . ….

… ..

… .. Modernleşen ordu Balkan Savaşları’nda daha çok politik sebeplere dayanan idaresizlik ve bozgundan sonra kendini toparlayabilmiştir. Büyük devletlerin, motorize kuvvetlerin çarpıştığı Birinci Cihan Harbi’nde Balkanlar’da, Galiçya’da ve bilhassa Çanakkale’de üstün savunma başarıları göstermiştir. Türk ordusunun modern asra, modern komuta dönemine intibak edebildiğinin en kesin delilidir. Bunun yine Kut-ül Amare’de Britanya ordularına karşı, Hayfa ve Kudüs civarındaki son savunmalarda görmek mümkündür. İstiklal Savaşı boyunca aynı ordu bu sefer tarihinde teknik bir yenilik geliştirmiş, ricat olayını düzenli bir şekilde ve kuvvetlerini elinde tutarak gerçekleştirmeyi başarmıştır. Sakarya’ya kadar olan ilk safhada başarılı ricat olayı söz konusudur. Sakarya’da karşı savunma ve karşı hücum bu sayede gerçekleştirilebilmiştir.

… ..


10.OSMANLI ORDUSUNA GENEL BİR BAKIŞ - İlber Ortaylı


11.KLASİK DDÖNEM OSMANLIN ASKERÎ TARİHİ ÜZERİNE YEN İ BAKIŞLAR - Feridun Emecen


12.OSMANLI DEVLETİ’NİN ASKERÎ TEŞKİLATI - Abdulkadir Özcan


13.AKDENİZ DÜNYASINDA OSMANLILAR - İdris Bostan


… ..

Osmanlılar, Gelibolu’nun alınmasıyla (1354) başladıkları Rumeli fetihlerine, yeni bir siyasi anlayışla, bir taraftan Balkanlar’a diğer taraftan denizlere yönelerek devam ewttiler. Bu sebeple Gelibolu, Osmanlıların Balkanlar’a açıldığı ilk kapısı ve hareket üssü değil, aynı zamanda denizlere çıkışının da ilk hareket noktası olmuştur. Rumeli’ye yerleştikten sonra Çanakkale Boğazı’nı ve Marmara sahillerini muhafaza edebilmek için Gelibolu’da güçlü bir tersane ve donanma tesis etmeye çalıştılar. Çünkü bu tarihlerde gerek Karadeniz ve gerekse Ege Denizi’nde önemli ticaret kolonileri kurmuş olan Venedik ve Ceneviz ciddî bir tehdit oluşturuyordu.

Bu durum karşısında ilk köklü faaliyetleri başlatan padişah Yıldırım Bayezid, Boğazların stratejik ve iktisadi bakımdan ne derece önemli olduğunu görerek Gelibolu’yu bir deniz üssü haline getirdi. Ayrıca,1390’da Saruca Paşa’yı kaptan-ı deryalık görevine getirerek liman ve tersaneyi yeniden tamir ve inşa ettirdi: Bu çalışmalar sonunda Gelibolu Tersanesi, kadırgaların barınmasına müsait limanı, gemi inşa tezgâhları, malzeme depoları gemilerin su ihtiyacını temin için sahildeki çeşmeleri, peksimet fırınları ve baruthanesi ile tam teşekküllü bir devlet tersanesi halini aldı.

 Böylece Gelibolu’daki donanması altmış gemiden oluşan Osmanlılar, Çanakkale Boğazı’nı hâkimiyet altına larak boğazdan geçecek bütün yabancı gemileri kontrol etmeye başladı.


Osmanlı- Venedik Rekabeti


Çelebi Mehmed’in Osmanlı birliğini yeniden sağladıktan sonra donanma işlerine önem vermesive Gelibolu Kalesi’ni sağlamlaştırarak Boğaz muhafızlığını canlandırması, Osmanlı Devletinin deniz savaşlarında başarılı sonuçlar almasını temin etti. Dönemin ünlü denizcisi Çalı Bey, Gelibolu Tersanesinde hazırlanan donanmasıyla Venediklilere karşı yaptığı büyük deniz savaşında (1416) yenildi ise de Boğaz’ın kontrolünü elinde tutmaya devam etti.

Bu dönem Osmanlı denizciliği üzerindeki ticareti ve hâkimiyeti elinde tutan Venedik ve Ceneviz gibi iki büyük İtalya şehir devletinin, deniz teknolojisi ve personel takviyesi bakımından önemli etkisi olmuştu. Ceneviz’in dostane ilişkilerine karşılık Venedik’in zaman zaman düşmanca ilişkiler içinde olması Osmanlıların bu iki devletin denizciliğinden ne şekilde yararlanmış olabileceği konusunda da fikir vermektedir. Cenevizliler, rakipleri Venediklilere oranla çok daha eski bir tarihte, daha Orhan Bey'in saltanatının ilk senelerinde Osmanlılarla dostane ilişkileri başlatmış olmanın avantajlarını kullanmışlardır. Bu sebeple denizlerde hâkimiyet mücadelesi yapan bu iki devletten Ceneviz’in yanında yer alan Osmanlıların, kendi mücadelelerinde Cenevizli denizcilerden yararlanmış olmaları tabiîdir. Nitekim 1416 yılındaki Osmanlı-Venedik savaşında görev yapan ücretli denizcilerin çoğunluğun başta Cenevizliler olmak üzere pek çok Latin teşkil etmişti. II. Murad devrinde Gelibolu’daki deniz üssü takviye edilmiş ve bunun sonucu olarak 1429’da Ege denizi’ne açılan Osmanlı Donanması, Venedik hâkimiyetindeki bazı adaları yağma ettiği gibi karadan kuşatılan Selanik’i denizden abluka altına almayı da başarmıştır. (1430)


Fatih’in Kızıl Elması: Konstantîniyye ve Rim Papa


II. Mehmed’in İstanbul kuşatması ile ilgili hazırlıklar arasında, denizden gelebilecek her türlü yardımı önlemek ve deniz yolu güvenliğini sağlamak da bulunuyordu. Bu amaçla Anadolu Hisarı‘nı tamir ettirip tam karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırmakla Karadeniz’e geçişi kontrol altına almış, daha sonra Çanakkale Boğazı’nın girişindeki Sultaniye ve Kilidbahir kalelerini inşa ettirerek İstanbul’u denizden de abluka altına almıştı. Böylece Akdeniz’le Karadeniz arasındaki ticaret yolunun hâkimiyeti Osmanlılara geçmişti. Nihayet 1452’deki diğer adı Boğazkesen olan Rumeli Hisarı yapılarak Karadeniz’den İstanbul’a yardım maksadıyla gelecek her türlü iâşe ve mühimmat ikmâli denetim altına alınmış oldu.

İstanbul’un fethi, Osmanlı deniz politikalarının daha uzak denizlere yöneldiği ve iç denizlerdeki mücadelenin açık denizlere doğru çevrildiği bir dönemin başlangıcı olmuştur. Fatih Sultan Mehmed, fethin ardından önce Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan boğazlarda sağladığı hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmed, bundan sonraki fetih politikası Karadeniz’e yöneldi. 1459’da Amasra’yı Cenevizlilerden, 1461’de Sinop ve civarını Candaroğullarından ve Doğu Karadeniz’i Trabzon-Rum İmparatorluğundan alan Osmanlılar için sıra Karadeniz’in kuzey kıyılarına gelmişti. Gedik Ahmet Paşa’nın güçlü donanma ile Kefe başta olmak üzere bazı mühim mevkileri Cenevizlilerden alması (1475) ve Kırım’ın fethi doğu ticaret yollarının tümüyle Osmanlıların eline geçmesini sağladı.

1463-1479 yılları arasında on altı yıl süren Osmanlı-Venedik savaşları, Ege Denizi’nde Venedik idaresinde bulunan sahil şeritlerinde cereyan etti, bu arada Eğriboz fethedilerek (1470) Arnavutluk kıyılarının önemli bir kısmı Osmanlıların denizlerde ilerlemesini hızlandırdı.

Bu noktadan bakıldığında Fatih’in son yılları Osmanlı denizciliğinin Batı Akdeniz’e açılma teşebbüslerinin başladığı bir dönem olmuştur. Nitekim Gedik Ahmed Paşa kumandasında 1480’de İtalya’nın Pulya sahillerine gelen Osmanlı donanması, Napoli Krallığı’na bağlı olan Otranto Limanı’na demirlemiş ve karaya asker çıkartarak Otranto civarını fethetmiştir. Esasen İtalya fütuhâtını devam ettirme niyetinde olan Gedik Ahmed Paşa, Fatih’in ölümü üzerine geri çağrılınca bir seneden fazla Osmanlı idaresinde kalan Otranto, yeniden Napoli Krallığı’nın eline geçmiştir. İtalya seferinin devam edememesinin olumsuz etkisi belirleyici olmuştur. Bu sefer ile fatih, Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi olan İstanbul’dan sonra, Batı Roma İmparatorluğu’nun merkezini de ele geçirmeyi amaçlamıştı.

II. Bayezid devri Osmanlı denizciliği, Fatih devrinde geliştirilen Osmanlı deniz politikalarının devamı mahiyetindedir. 1484’te Karadeniz’in en önemli ticaret limanlarından olan Kili ve Akkirman’ın alınması üzerine, güney-kuzey ticaretinin bütün çıkış noktaları Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş oldu. Bu sayede Karadeniz’in ünlü ticaret limanları imparatorluğun başşehri İstanbul ile Doğu Avrupa arasındaki ticaretin antrepoları haline geldi.

… ..

… ..



Açık Denizlere Yönelme: Yeni Hedefler


XV. yüzyılın Akdeniz’de iki yeni gücün ortaya çıktığına şahit olunmaktadır. Osmanlıların İstanbul’u fethiyle (1453) Bizans İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silmesi ve İspanya’nın Endülüs İslam Devleti’ni ortadan kaldırmasının ardından her iki devlet de donanmalarını geliştirerek Akdeniz'e açıldı ve Orta Akdeniz’de karşılaşılarak yüz yıldan fazla sürecek bir mücadeleyi başlattı. Bu dönemde, İspanya’nın Akdeniz’e girmesi üzerine Osmanlılar Adriyatik ve Kuzey Afrika’ya yöneldiler.

II. Bayezid döneminde denizlerde mücadele iki önemli alanda başlatıldı. Bunlardan biri Akdeniz’in batı ucunda yer alan İspanya’da katliama maruz kalan Endülüs Müslümanlarının feryatlarına cevap vermek üzere İspanya’ya; diğeri ise Hint denizlerine ulaşan Portekizlilerin tehdit ettiği Kızıldeniz sahillerindeki Müslüman beldelerin, özellikle Mekke ve Medine gibi kutsal toprakların korunması için yardım talebinde bulunan Mısır’daki Memlûk Devleti’nin isteklerini yerine getirmek amacıyla Portekizlilere karş idi. Böylece Osmanlılar Akdeniz ve Kızıldeniz gibi iki önemli denizde,iki büyük deniz imparatorluğuna karşı hâkimiyet mücadelesini başlatmış oldular.

… ..

Nitekim Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinden döndükten sonra dikkatini denizlere çevirdi. Suriye ve Mısır gibi önemli Doğu Akdeniz limanlarını ele geçiren Yavuz, bu ülkeleri Osmanlı İmparatorluğu’na bağlayan deniz yolu üzerinde bulunan Rodos adasının fethi zaruri görmüştü. Çünkü Rodos’u elinde bulunduran St. Jean Şovalyeleri’nin buradan geçen ticaret gemilerine vermeleri muhtemel zararın önlenmesi ve mukaddes topraklara deniz yolu ile gideceklerin can güvenliklerinin  sağlanması gerekiyordu. Bunu için Rodos’un ve ona tabi olan diğer adaların Osmanlıların elinde bulunması şarttı. Nitekim bunun ,önemini anlayan Yavuz, saltanatının son yıllarını büyük bir donanmanın hazırlıkların ile geçirdi ise de Rodos’un fethi oğlu Kanunî Sultan Süleyman tarafından gerçekleştirildi (1552).

Barbaros ile ilk resmi temaslar, Yavuz Sultan Selim devrinde başlamış, Barbaros İstanbul’a gelme teşebbüsünde bulunduğu hâlde üzerindeki İspanya tehlikesi ve ahalinin bölgedeki isyancılardan çekinmesi sebebiyle gösterdikleri ısrar üzerine düşüncesini tehir ettirmişti. Nihâyet 1531’de Mağrip Beyi olarak Osmanlı himayesine girmesi bütün Akdeniz dengelerini etkiledi.

Barbaros’un 1534 yılı başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Deniz Beylerbeyiliği’ne getirilmesi ve denizlerin yönetimi için yeni bir eyalet kurulması, Osmanlı denizciliğinde ve devletin Akdeniz politikalarında önemli bir dönüm noktası teşkil etti. Onun Osmanlı donanmma komutanlığına getirildiği haberleri Avrupa devletleri üzerinde büyük bir yankı uyandırdı. … ..

… ..

Bütün kış mevsimini İstanbul tersanesinde hazırlıkla geçirdikten sonra 17 Mayıs 1534’te Kanuni tarafından kabul edilen Barbaros, yüz gemiden oluşan muhteşem donanmasıyla hem Tunus’taki taht mücadelesine sona erdirmek ve hem de bölgedeki İspanya nüfuzuna son vermek amacıyla Akdeniz’e açıldı.

… ..

… ..


Fransa ve Venedik ile İlişkiler


Barbaros’un yeniden teşkil ettiği Osmanlı devlet donanmasının kumandanı olarak İspanya için tehdit oluşturması ve Cezayir’i üs edindikten sonra Tunus’u ele geçirme düşüncesi, iki imparatorluk arasında çatışmaların merkezini oluşturdu. Hayreddin Paşa, 1534’te İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Moton’da Fransa elçisi ile buluşmuş ve bir mutabakata varmış, yaptığı bütün görüşmelerden de merkezi haberdar etmişti. Daha sonra İtalya kıyılarını vurarak Tunus’a geçen ve donanmasını Benzert/Bİzerte limanında demirleyen Kaptan-ı Deya, kısa süre içinde hâkim olduğu Tunus’ta Akdeniz’deki gelişmeleri yakından takip ederek süratle Kanuni’ye bildirmişti. Üç yıl için yapılmış olan Osmanlı-Fransız ittifakının şartlarına uyulmasını ve karşılıklı gidiş-gelişe mâni olunmamasını istiyordu.

Bu gelişmeler olurken Fransa'ya tâbi Rim Papa/Roma’daki yöneticiler, Barboros’a İspanya donanmasının Ceneviz’de olduğunu ve kış mevsimini geçirdikten sonra onun üzerine gideceklerine dair haberler gönderiyorlardı. V.Karlos’un Tunus’a çıkarma yapacağı haberleri alındığında başta padişah ve vezir-i azam olmak üzere Osmanlı devlet erkânı Irakeyn Seferi sebebiyle Bağdat’ta bulunuyordu. Venedik’ten gelen haberlerde Akdeniz’de hareketlilik olduğunun anlaşılması sebebiyle 24 Ramazan 941’de (29 Mart 1535) Kanuni’den Venedik Doçu Andrea Gritti’ye gönderilen mektupta, düzenlenecek yeni seferin denize olacağı ve hazırlık için Hayreddin Paşa’nın İstanbul’a çağrıldığı belirtiliyor ve onunla işbirliği yapmaları isteniyordu. O sıralarda V.Karlos, Kuzey Afrika seferine çıkmış, Temmuz 1535’te önce Barbaros’un savunduğu Halku’l-Vâd kalesi  ve sonra Tunus’u ele geçirmişti. Bu durum Osmanlı Devleti’ni çok fazla rahatsız etmiş olmalı ki, veziriazam İbrahim Paşa, Eylül 1535’te yeni fethedilen Bitlis'ten gönderdiği bir mektupla Barbaros’a yardımcı olmayan Venedik Doçu’nu kınamış, Fransa ve Venedik için Akdeniz’e açılan donanmaya yardımcı olmak yerine gemilerini kıyıya çekmelerinin kabul edilemeyeceğini bildirmişti. Bu süreç, Fransa ile Osmanlı ilişkilerinin geliştirildiği bir dönemdedir. 1536 Mart’ında Osmanlı başkentine Fransa kralının İtalya’daki İspanya sahillerine karşı bir harekat başlattığı, altmış kadırgadan oluşan bir donanmayı Sicilya’ya gönderdiği haberleri geliyordu.

Tunus Sultanı Mevlâv Hasan, İspanya’ya dostluk ve bağlılığını sunarak Tunus-İspanya ittifakını sağlamış ve yeniden sultan tayin edilmişti. Ayrıca aralarında tesis edilen anlaşmanın gereği olarak İspanya, Hayreddin Paşa’ya karşı kendilerine yardım gönderecekti. Ancak çok geçmeden 1541’de Hasan Ağa’nın savunduğu Cezayir’de İspanya kralı V.Karlos’a karşı kazanılan zafer bütün Hristiyan devletlere yeterince gözdağı vermiş oldu.


Akdeniz’de Barbaros Dönemi


Barbaros’un Akdeniz’deki faaliyetleri sonunda dengeler, Osmanlılar lehine değişmeye başladı. Pulya ve Korfu Seferi adı altında gerçekleştirilen İtalya Seferi (1537) ile ikinci Adalar Seferi sırasında (1539) Ege Denizi’ndeki Kiklad ve Sporad adaları fethedildi ve Preveze Savaşı ile Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyeti kesinleşti. Kısa süre içinde Osmanlı makamlarına başvurarak anlaşma zemini arayan Venedik, artık bu imkânı çok çabuk yakalayamayacaktı.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın Akdeniz’deki hakimiyet mücadelesinde en önemli başarısı Osmanlı denizciliği için bir dönüm noktası olan Preveze Deniz Savaşı’dır.(1538) Bu dönemde Avrupa devletlerinin hiç biri tek başına Osmanlı donanmasına karşı koyabilecek durumda değildir. Venedik’in öncülüğünde Roma’da imzalanan bir anlaşma ile ittifak gerçekleştirilir. Venedik ile Papalıktan başka İspanya, Portekiz, Ceneviz ve Malta donanmalarını sefere memur eder. Devrin bu en büyük deniz kuvvetini Ceneviz asıllı ve İspanya hizmetindeki Andrea Doria’ya verirler. Haçlı donanması kalyon ve kadırgalardan oluşan en az üç yüz gemiden müteşekkildir. Barbaros’un emrinde ise yüz yirmi iki çektiri bulunmaktadır.

Akdeniz kıyıları ve iklimini çok iyi bilen Barbaros, özellikle kadırgaları tercih ediyordu. Çünkü bilhassa Orta Akdeniz’de durgun havalar günlerce sürerdi ve yelkenli gemiler koylarda ve küçük limanlarda kullanışlı değildi. Yine yelkenliler seri hareket edemiyordu. ve manevra kabiliyeti azdı. Buna karşılık kadırgalar süratle hareket edebiliyor ve daha sığ yerlerde dolaşabiliyordu. Ayrıca bu dönemde kalyonların top menzili kısaydı. Osmanlı donanmasındaki gemilerde ise Kemal Reis’ten itibaren uzun menzilli toplar kullanılmaya başlanmıştı. Bu sebeple savaşın kazanılmasında Barbaros’un taktik dehasının etkisi büyük olmuştur.

Preveze ile Hristiyan dünyası Akdeniz’deki hâkimiyetinin İslâm dünyası lehine kaybetmiştir. O zamana kadar bir kara imparatorluğu görünümünde olan Osmanlı İmparatorluğu’nun artık bir deniz imparatorluğuna dönüştüğü görülmektedir. 1538 yılı, Osmanlı tarihinde, özellikle deniz tarihinde önemli seferlerin cereyan ettiği bir yıl olmuştur. Bir taraftan Kanuni Bneder’i fethederken, Barbaros Akdeniz’de Müttefik Haçlı donanmalarına karşı ünlü Preveze Deniz Savaşı’nı kazanmış ve aynı sene Mısır Beylerbeyi Süleyman Paşa seksen gemilik bir donanma ilke Süveyş’ten Kızıldeniz'e açılmış, Yemen’i fethederek bir eyalet teşkil etmiş ve Hind Denizi’ne çıkarak Hindistan’a ulaşmış, Gücerat sahilleri çıkarma yapmış ve Diu kalesini kuşatmıştır. 

… ..

… ..

Hayreddin Paşa, hazırlıklarını tamamladıktan sonra 17 Nisan 1543te muazzam donanmasıyla birlikte İstanbul’dan ayrıldı. Donanma, önce Mesina ve sonra Napoli civarındaki Riçe (Reggio) ile diğer kaleleri aldıktan sonra Roma’nın iskelesi olan Ostia’ya geldi. Haziran 1543’te Marsilya’ya ulaşan Barbaros, oradan Nice’e geçerek kısa sürede şehri ele geçirdi. Daha sonra kışlamak üzere Toulon Limanı’na gelerek sekiz aylık bir süre boyunca kaldığı bu şehrin yönetimini elinde tutan Barbaros, bu sırada Ceneviz’de esir bulunan Turgut Reis’i kurtardı. Nisan 1544’te Fransa’dan ayrılan Osmanlı donanması İtalya sahillerine ve adalara düzenlediği akınlarla pek çok esir ve ganimet alarak İstanbul’a döndü.

Kanuni’nin 1543’te Avusturya seferinden zaferle dönmesi ve Macaristan’daki Peç, Estergon ve İstoln-i Belgrad’ı alarak Habsburg İmparatorluğu’na büyük bir darbe indirmesi, V. Karlos ve Ferdinad’ı Osmanlılar’la barış yapmaya zorlamış ve İstanbul’a iki elçi göndermek zorunda kalmışlardır. Bunlardan Gerhard Veltwyek İspanya’yı; Nikolaus Sicco Avusturya’yı temsil etmiştir.

… ..

… ..


Orta Akdeniz’de Hristiyan Direnişi: Malta Kuşatması

Malta’nın tarihinde Aglebîlerin ilk gelişleriyle başlayan ve yaklaşık dört yüz yıl süren (835-1249) Müslüman Arapların varlığı önemli yer tutmaktadır. Arapça, halkın dili adadaki yer adlarında (Mdina, Rabat) etkisini hâlâ korumaktadır. Osmanlının adayı ele geçirme planları eski İslâm toprakları üzerinde yürüttükleri fetih politikalarının bir sonucu olarak düşünülebilir. 

Kanuni’nin 1522’de Rodos’tan çıkardığı St. Jean Şövalyeleri’ni İspanya Kralı V. Karlos XV. yüzyılın başlarından beri hâkimiyeti altında tuttuğu Malta’ye yerleştirdi. Malta, sahip olduğu ideal limanları ile daha çok denizlerde etkili olan şövalyeler için uygun bir üs haline geldi. St. Jean Şövalyeleri Osmanlılara karşı kaleler inşa ettikleri gibi şehirlerin etrafını surlarla çevirerek istihkâmlarını sağlamlaştırdılar ve o sırada meskûn olmayan Valette’nın oğlu ucunda da limanın girişi engellemek için St. Elmo Kalesini inşa ettiler. (1552)

Osmanlıların Malta üzerine ilk ciddi seferleri, Turgut Reis’in 1540’ta Goozo’ya 1541’de Malta’ya yaptığı akınlarla başladı.1551’de Sinan Paşa, Turgut Reis ile birlikte Malta’ya çıkarma yaptığı gibi Gozo adasını ele geçirdi…. … 

… .. 

Osmanlı Devleti, Malta Şövalyelerinin Akdeniz’de Müslüman hacılara, tüccar ve yolculara verdikleri zararlar sebebiyle , adanın alınmasına karar verdi. 1565’te Vezir Mustafa Paşa’nın serdarlığı ve Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın komutasındaki donanma ile Malta üzerine gönderilen orduya, Cezayir-i Garp Beylerbeyi Hasan Paşa ve Trablusgarp Beylerbeyi Turgut Paşa yardım etmekle görevlendirildi. Osmanlı donanmasında, yaklaşık iki yüz kırk gemi ve otuz beş bin civarında kara askeri bulunuyordu.

… ..

… ..   Uzun ve kanlı geçen çatışmalardan sonra Malta şövalyelerinin İspanya ve diğer Haçlı güçlerinden aldığı yardım ile direnişini  sürdürmesi üzerine üç buçuk ay sonra kuşatma 8 Eylül 1565’te kaldırıldı.



Kıbrıs Zaferinden İnebahtı Yenilgisine


Osmanlı imparatorluğu’nun XVI. yüzyıl boyunca bütün Akdeniz’de gücünü iyice hissettirdiği halde stratejik ve ticari önemi büyük olan Kıbrıs’ı henüz toprakları arasına katmamış olması ticaret yollarının güvenliği için sakınca teşkil etmekteydi. Osmanlı padişahı II. Selim ve diğer devlet adamları, sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın itirazlarına rağmen Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin fetva ve desteğini de alarak Doğu Akdeniz’deki bu önemli adayı hâkimiyeti altına almayı başardılar.

Kıbrıs serdarı Lala Mustafa Paşa, donanma serdarı Piyale Paşa ve Kaptan-ı Derya Müezzinzâde Ali Paşa’nın emrindeki Osmanlı kara ve deniz ordusu, 4 Temmuz 1570’te çıkarma yapmaya başlamıştır.  Birkaç ay süren kuşatmadan sonra 9 Eylül 1570’te Lefkoşa’nın fethi üzerine, Girne ve Baf Kaleleri de savaşmadan teslim oldular. Magosa’nın fethi ise bir yıl sonra Ağustos 1571’de gerçekleşti.

Venedik idaresindeki Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethi üzerine başta Papalık olmak üzere Venedik ve İspanya gibi büyük donanmalara sahip devletlerin öncülüğünde Kıbrıs’ı kurtarmak için bir Haçlı ittifakı kurulmuş (1571) ve birçok Hristiyan devlet bu ittifaka donanma yardımında bulunmuştu. … ..

… ..

Osmanlı donanması İnebahtı Körfezi’nde beklerken müttefik donanmasının gelmekte olduğu haberleri alındı. Bunun üzerine donanma serdarı Pertev Paşa, Kaptan-ı Derya Müezzinzâde Ali Paşa, Cezayir-i Garp Beylerbeyi Uluç Ali Paşa, Trablusgarp Beylerbeyi Cafer Paşa, Hayreddin Paşazâde Hasan Paşa, on beş sancak beyi ile tecrübeli reislerin katıldığı bir savaş meclisi topladılar. … ..

… ..

İlk donanmanın 7 Ekim 1571’de İnebahtı Körfezi’nde karşı karşıya geldiği savaşta Osmanlı donanmasından yirmi beş bin kişi öldü. Başta Kaptan-ı Derya olmak üzere on bir sancak beyi ve alaybeyi, tersane emini ve kethüdası ve pek çok reis hayatını kaybetti. Trablusgarp Beylerbeyi Cafer Paşa ve Müezzinzâde Ali Paşa’nın iki oğlun da aralarında bulunduğu üç bin kişi esir düştü. Pertev Paşa’nın gemisi de yenildi ve serdar denizden yaralı olarak güçlükle kurtarıldı. Sadece Uluç Ali Paşa, müttefik donanmasına verdiği kısmî zarardan sonra usta manevralarla kendisine ait otuz gemiden oluşan filoyu savaş mahallinden çıkarmayı başardı. Bu savaşta bütün Osmanlı donanmasından yüz doksan gemi kaybedildi. Sekiz bin kişinin öldüğü müttefik donanmasında on beş kadırganın battığı gibi birçoğu da tahrip oldu. Ayrıca donanma komutanı Don Juan yaralandı. ve Don Kişot romanının müellifi Cervantes de sol kolunu kaybetti.

… ..

… ..

… .. Ertesi senelerde Akdeniz’e açılan ve kendisine mukabele edecek bir donanmayla karşılaşmayan Osmanlı donanması Tunus’u tamamen fethetti (1574) Bununla beraber İnebahtı Savaşı ile XVI. yüzyıldan beri Hristiyan Avrupa’da var olan Türklerin yenilmezliği efsanesi yıkılmış oldu.



Akdeniz’de Yeni İttifaklar


1570-1572 arasında Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik arasında devam eden savaşlar, Fransa’nın Levant ticaretine daha güçlü bir şekilde girmesine fırsat tanıdı. Giderek İngiliz, Portekiz, İspanyol, Ankona ve Sicilyalı tüccarlar Fransa bayrağı altında ticarete başladılar. Bu durum Venedik‘te ciddi manada rahatsızlık doğurdu. Venedik’ten sonra Fransa’nın sağladığı dostluk antlaşmaları ona bu imkânı sağladığı gibi İngiltere’yi de cesaretlendirmişti. Bir müddet sonra Fransa'nın İspanya ile ittifak arayışları içine girmesi, İngiltere'nin Akdeniz’e girmesine Osmanlıların olumlu  bakmasına yol açtı. Avrupalı devletler Osmanlı İmparatorluğu işle ittifak yapmak ve Akdeniz’de kendi bayrakları altında ticaret yapmak amacıyla izin almak için adeta yarış halinde idiler.

… ..

… .. Osmanlı padişahının izini olmadan Akdeniz’de ticaret gemisi dolaştırılamıyordu.


Girit Seferi (1645-1699): Osmanlı Gemi Teknolojisinin Değişimi


XVI. yüzyılın sonlarından Girit seferinin başladığı 1645 senesine kadar Osmanlı donanmasının büyük çapta bir sefer için Akdeniz’e çıkmadığı ve sadece muhafaza hizmetinde olduğu bilinmektedir. Hatta Karadeniz’e donanma çıkartıldığı halde, bunları da büyük deniz seferleri ile karşılaştırmak mümkün değildir. Buna rağmen donanmanın sahilleri korumak amacıyla açılması sebebiyle, yaklaşık yarım yüzyıl boyunca Osmanlı tersanelerinde yine gemi inşasına devam edilmiştir.

1645-1699 seneleri arasında yaklaşık yirmi beş yıl süren Girit seferi Osmanlı denizciliğinde önemli bir dönem noktası teşkil etmiştir. … .. 

… ..

… ..    İstanbul’dan Girit’e yardım için giden donanmanın Çanakkale Boğazı’ndan çıkışını engelleyecek kadar etkili olan Venedik donanmasındaki kalyonlar, Osmanlı denizcilerini bu gemiler konusunda ciddî olarak düşündürdü ve bazı müzakere ve istişarelerden sonra devlet adamları süratle çok sayıda kalyon inşasına karar verdiler.

II. Viyana kuşatması sonunda, Osmanlı ordularının geri çekilmek zorunda kalması Venedik’i Akdeniz’de Osmanlıların bıraktığı topraklara yeniden sahip olma konusunda ümitlendirmişti. Avusturya ile ittifak yapan Venedik 1685’de Ayamavra, Preveze, Koron ve Mora civarındaki bazı Osmanlı kalelerini, ertesi  yıl ise Anavarin (Navarin), Moton, Anabolu ve İnebahtı’yı ele geçirdi. Böylece Osmanlıların Girit’i fethetmesine karşılık, Venedik de Mora’yı almış oluyordu.



Yeniden Toparlanma


XVIII. yüzyılın başlarında III. Ahmed ile yeniden toparlanma dönemine giren Osmanlılar, kısa sürede kaybettikleri yerleri geri alma planları yaparak Venedik, Avusturya ve Rusya gibi devletlere karşı çeşitli cephelerde hazırlıklarını sürdürdüler. Donanmanın önemli rol oynadığı Mora Seferi’nde (1714-1716), Venedik’e karşı başarılar elde edildi. Donanma harekâtı sırasında İstendil adası ile Venedik’in işgal ettiği Mora kaleleri fethedildi. Ayrıca Girit’in yakınında olup adanın fethi sonrasında Venedik’e bırakılmış olan Suda ve İspirlonga kaleleri de zapt edildi (1716). Ertesi yıl, Limni ve Bozcaada önlerinde meydana gelen üç deniz savaşını da yine Osmanlılar kazandı.

Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun açtığı ikinci büyük cephe Rusya’ydı. Karlofça Anlaşması’yla (1699), Rusya’nın Azak’ta donanma bulundurmasına fırsat verilmesi Osmanlıların Karadeniz’deki varlığı için tehdit oluşturuyordu. Bunu bertaraf etmek üzere 1711’de karada Prut savaşının kazanılması ve Kaptan-ı Derya Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Karadeniz'deki faaliyetleri sonunda Azak, yeniden geri alındı.


Akdeniz’de Geri Dönüşün Simgesi: Çeşme Olayı (1770)

Osmanlı Deniz Tarihinde donanmanın maruz kaldığı ikinci büyük yenilgi Çeşme’de yaşandı. Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde emelleri ve saldırgan politikasının sonucu olarak ortaya çıkan 1768-1774 savaşları, aslında barış taraftarlığı psikolojisine giren Osmanlıların gafil avlanmasından başka bir şey değildir. Ruslara ait bir donama Baltık Denizi’nden hyola çıkarak İngiltere’ye uğramış, personel ve mühimmat eksikliklerini giderdikten sonra İngi liz subathylarının rehberliğinde Akdeniz'e gelmişti. Koyun adaları önündeki ilk çatışmadan sonra Çeşme Limanı’na çekilen Osmanlı donanması, Rusya donanmasının ani saldırısına maruz kaldı ve gizlice limana giren ateş gemileri tarafından yakıldı (1770).

Bu durum İmparatorluk merkezinde ve halk arasında büyük bir üzüntü ile karşılandı v e bir süre sonra donamayı yeniden kurmak üzere Kapudâne kumandanı Hasan Bey (Paşa) kaptan-ı derya yapıldı. Böylece Osmanlı bahriyesinde yeni bir dönem başladı.

Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın kaptan-ı deryalığı (1774-1789) sırasında özellikle gemi inşasında önemli gelişmeler oldu ve Çeşme'de yok olan donanmanın yeniden inşası için Fransız gemi mimarlarından faydalanma yoluna gidildi. Bu dönemden itibaren Fransız, İsveç ve İngiliz mimar ve mühendislerinin Osmanlı bahriyesi hizmetinde ve bilhassa gemi inşasında mühim rol oynadıkları görülmektedir.

1770-1784 yılları arasında incelemelerde bulunmak üzere İstanbul’a gelen Bonneval, Osmanlı bahriyesi hakkında hazırladığı raporda, gerek yönetim durumu ve gerekse gemi inşa teknolojisi bakımından oldukça geri bulduğu, Osmanlı bahriyesi hakkında neler yapılabileceği konusunda bazı bilgiler vermiştir. Bu gelişmeler sırasında Osmanlı Devleti ile Fransa arasında teknoloji transferi konusunda işbirliği teşebbüsleri yapılmıştır. 


Akdeniz’de Yeni İttifaklar: Osmanlı-Rus ve Osmanlı-İngiliz İşbirliği

Fransa’nın 1797’de Korfu adasını, 1798’de İskenderiye’yi işgal etmesi üzerine, Osmanlı-Fransız ilişkileri bozulmuş, Osmanlılar Rusya ve İngiltere ile ittifak yaparak Fransa'ya karşı harekât başlatmıştı. Bir taraftan Korfu’nun, diğer taraftan İskenderiye’nin kurtarılmasını amaçlayan bu ittifakların gereği olarak önce Osmanlı-Rus müttefik deniz kuvvetleri Korfu ve civarındaki bazı adaları Fransızlardan geri almak için harekete geçti (Kasım 1798). Kuşatmaya katılan Osmanlı donanmasında altı kalyon, dokuz firkateyn, dört korvet ve birkaç küçük tekne bulunuyordu. Korfu’nun karşısındaki Vido adasının alınması ile Korfu’da teslim oldu (Mart 1799).

Fransa‘nın Mısır’a kısa sürede işgali (1798), İngiltere siyaseti bakımından da kabul edilemezdi. Bu sebeple Doğu Akdeniz’de bulunan Amiral Nelson komutasındaki İngiliz donaması İngiliz donanması hemen harekete geçerek Ebu Hûr’da (Ebu Kır) bulunan fransız donanmasını birkaç saat içinde imha etti. Daha sonra Osmanlı ordusu, İngiliz donanmasının desteği ile Ebu HÛr’a çıkarma yaptı. Ancak Osmanlılar, Napolyon kumandasındaki Fransız ordusu tarafından geri püskürtüldü. 1801 Mart’ında bu defa İngilizler Ebu Hûr’a asker çıkardılar. Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’nın yetmiş Osmanlı gemisiyle katıldığı bu harekâtta İskenderiye geri alındı. Osmanlı-İngiliz ittifakı karşısında tutunamayacağını anlayan Fransızlar, Mısır’ı tahliye ettiler (1801).

Bu zafer sebebiyle Gazi unvanı alan III. Selim, Küçük Hüseyin Paşa’ya, İskenderiye başarısının hatırasına kürk giydirdi, sorguç ve kılıçla birlikte bindiği kalyonda açmak üzere üstünde çelenk, zülfikâr ve kale resmi işlenmiş sancak verdi. Osmanlı-İngiliz ittifakı gereği İngiliz Kumandan Sydney Smith, 14 Ocak 1799’da İstanbul’da Padişah tarafından kabul edildi. Smith, bu ziyaretinde Padişah’a İngiltere adına getirdiği on sürat topu ve üç ambarlı kalyonun maketi ile çizimini sundu.

Bu gelişmeler artık Osmanlıların Akdeniz’de hâkim güç olmaktan çıktığını, varlığını korumak için bir denge siyaseti gütmeye başladığını ve geleceğini bu politikalar üzerine kurmaya planladığını gösteriyordu.


14. YAKINÇAĞDA OSMANLI BAHRİYESİ - Ali Fuat Örenç

Türkler, tarihte kurdukları devletleri kara teşkilatına dayandırmışlar ve asırlar boyunca da karacı anlayışı öncelemişlerdir. Ancak bu durum, Türklerin denizciliğe tamamen uzak oldukları ve deniz kültürüne sahip olmadıkları anlamına gelmemelidir. Anayurt Asya’da Hazar Denizi ve Baykal Gölü’nde denizcilikle uğraşıldığı bilinmektedir. Türk mitolojisinde nehirlere tengiz (deniz) denilmesi, Kaşgarlı Mahmud’un Dîvân-ı Lugât’ı Türk ve Yusuf Has Hâcib’in Kutatgu Bilig adlı eserlerinde denizciliğe vurgu yapılması … ..

… ..

… .. Türk denizcilik kültürünün zirveye ulaşması ise Osmanlı İmparatorluğu döneminde gerçekleşmiştir. 

… ..

… .. Birinci gruba kadim geleneğe sahip İngiltere, Portekiz, İspanya ve İtalya gibi, ikinci gruba ise Osmanlı ve Rusya gibi devletler örnek olarak gösterilebilir.

… .. 

… ..  Tarihleri boyunca kürekli gemileri kadırgalar temsil etmiş iken, yelkenli gemilerin simgesi kalyonlar olmuştur.

Yelkenli gemilerin denizlerdeki ömrü kürekliler kadar uzun olamamıştır. XIX. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa tersanelerinde buharlı (kömürlü) gemilere geçiş yaşanınca, yelkenliler de yaşamını yitirmeye başlamıştır. Avrupa’da teknoloji geliştikçe gemi inşa sektöründe demir, bakır ve çelik gibi metaller önem kazanmış ve böylece I. Dünya Savaşı sürecine kadar devam edecek olan yeni rekabet alanı daha oluşmuştur. Avrupa’da yandan çarklı ve ticari/yük-yolcu taşıma maksatlı olarak kullanılan buharlı gemilerin kıç kısmına 1835-1842 yılları aralığında pervane (uskur) monte edilince, gemi inşa sanayiinde yeni bir çığır açılmıştır. Müteakiben buharlı savaş gemilerinin inşası, büyük zırhlı gemilerin denizlere hakim olması sonucunu doğurmuştur. XX. yüzyıl başında dizel motorun icadı ve kömür yerine sıvı yakıt kullanımı ise günümüze kadar süren yeni bir dönemin kapılarını aralamıştır.

Avrupa tersanelerindeki teknolojik gelişmeler gemi inşa sanayii ürünlerinde değişime sebep olurken, yüksek maliyet gerektiren bir imalat sektörüne dönüşüm de hızlanmıştır. Bu durumda doğal olarak güçlü bir donanma için özellikle güçlü bir ekonomiye sahip olmak gerekliliği ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın klasik döneminde tecrübeler yanında güncel gelişmeleri uzaktan bile takip etmek, gemi inşasında çağdaşlarla boy ölçüşmeye yeterli olabiliyorken, XIX. yüzyıldan itibaren üst düzey mühendislik ve mimarlık bilgisi de önem kazanmıştır. Dünyada oluşan yeni denizcilik anlayışı ve şartları, buhran dönemi yaşayan Osmanlı Devleti’nin bahriye teşkilatını da olumsuz etkileyecektir.



Yakınçağ Başlarında Osmanlı Bahriyesi


Yakınçağ’a adım atıldığında dünya denizciliği ve Osmanlı bahriyesi, kalyon türü yelkenli gemiler ekseninde gelişme gösteriyordu.Bu dönemde Osmanlı bahriyesinin gerek yönetim gerekse teknik altyapı sorunlarıyla karşı karşıya olduğunu söylemek gerekir. … ..

  … ..

… ..

Osmanlı  bahriye idaresinde ve gemi inşa sektöründe uzmanlaşma Gelibolu Tersanesi’nin faaliyete geçmesiyle başladı. İstanbul’un fethi akabinde kurulan Haliç’te ki Tersane-i Âmire’nin faaliyete geçmesi profesyonelliğe ve çağın en önde gelen savaş platformlarının üretme kapasitesine doğru atılan adımları hızlandırdı. Asırlar boyunca imparatorluğun beyni olan Haliç Tersanesi XIX. yüzyıla girilirken faaliyetlerini sorunsuz sürdürmekteydi. Merkezden ayrı olarak Karadeniz ve Akdeniz olmak üzere … ..

… .. 

… .. Özellikle XIX. yüzyıldan itibaren gemi inşasında ileri teknoloji kullanımının yaygınlaşması bazı işçilik kolları ve gemi inşa malzemelerinde Avrupa’ya bağımlılığı artıracaktır. … ..

… ..1770 Çeşme mağlubiyeti, denizcilik alanında dünyadaki gelişmelere ayak uydurma zorunluluğunu gözler önüne sermiştir. Bu şartlarda tahta geçen Sultan III. Selim’in (1789-1807)uyguladığı reform politikası, hem donanmada hem de tersanede çok önemli yapısal değişimleri de beraberinde getirecektir.



  Sultan III. Selim ve Nizam_ı Cedit Reformlarının

  Bahriyeye Yansımaları


Nizam-ı Cedit reformlarının uygulayıcısı ve planlayıcısı olan Sultan III. Selim, 1789’da çıktığında Çeşme mağlubiyetini yaşamış bir donanma ile karşılaştı. Bu ağır mağlubiyetin etkisinin azaltılmasında Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın önemli gayretleri oldu. Bu dönemde denizlerdeki rakipler değişmiş, özellikle Akdeniz’de Venedik ve Ceneviz’in yerini İngiltere ve Fransa altyapıları güçlü devletler almıştı. … ..

… ..  III. Selim’in ilk yıllarında çoğu eski ve bakımsız toplam 90 gemilik mevcut donanmanın, İngiltere ve Fransa gibi güçlü ülke filoları ile mücadele edebilmesi neredeyse imkansızdı. Daha da önemli, asırlar boyu Türk gölü olan ve gemi inşasında önemli yere sahip Karadeniz’de Rusya tehdidi büyümekteydi. … ….. ..


… .. 

Kalyon çağında gemi inşa tekniklerinin gelişmesine mukabil doğal olarak mühendislik eğitimi önem kazanmıştır. Rusya ile 1768-1774 yılları arasındaki savaş esnasında Osmanlı deniz subaylarındaki mesleki yetersizlik görülmüş ve Çeşme faciası da yaşanınca Gazi Hasan Paşa’nın girişimleri ile 1773’te tersanede bir Hendese Odası (Mekteb-i Riyaziye) açılması kararlaştırılmıştır. Bu okul, savaş durumunun aciliyeti nedeniyle uzun süreli bir eğitim kurumundan ziyade, mevcut subayların denizcilik meslek bilgilerini artırmaya yönelik kurs niteliğinde faaliyete geçmiştir. Bu durumda, Baron de Tott gibi yabancı uzmanlardan faydalanılmıştır. Savaşın ardından teknik eğitim ihtiyacının kesin olarak çözümü maksadıyla okul uzun süreli eğitime başlamıştır. Bu kapsamda 1783-1784 yıllarında askeri mimar, gemi mühendisi ve bahriye subayı yetiştirmek üzere eğitim programı yeniden düzenlenmiştir. Okulun adı da Mühendishâne-i Bahrî Hümâyun olmuştur. … ..

… .. Tersane Mühendishanesi, 1795’te Harita ve Seyrisefain (güverte subayı yetiştirmek maksatlı kısım) ile gemi İnşa (mühendis yetiştirme maksatlı kısım) bölümleri olarak iki kısma ayrıldı. Bu okulda Avrupalı hocalar ders verdi. Donanma ile ilgili kitaplar tercüme edildi. Yapılanlar kısa sürede meyvesini vermeye başladı ve gemi tezgâhlarında mühendislik ölçülerine uygun, büyük ebatta kalyon, fırkateyn ve korvet cinsi gemiler inşa edilmeye başlandı. Bu dönemde Fransa, İsveç ve İngiltere’den getirilen uzmanlar, hem tersanelerde gemi yapımında hem de mühendishane eğitim kadrosunda görev aldılar. 

III. Selim dönemi bahriyesinde reformların önemli bir ayağını 1804’te yürürlük kazanan Bahriye Kanunnamesi oluşturuldu. … ..



III. Selim’in Bahriye Reformlarında Yabancı Uzmanlar ve 

Avrupa’dan Teknoloji Transferi


III. Selim donama ve tersanenin modernizasyonunda başta Fransa, İsveç ve İngiltere olmak üzere Avrupalı uzmanlardan destek almıştır. 

…. ..
… ..

Fransız mühendis Le Brun’un III. Selim dönemi bahriye reformlarında özel bir yeri vardır. 1793’te İstanbul’a gelen Le Brun, beraberindeki heyetle birlikte donanmada işlerin kolaylaşması için yeni bir alet ve ekipman imâl etmenin yanında, mühendishanede ders de vermiştir. … ..

… ..

1798’de Mısır’ın işgali sebebiyle Fransa ile ilişkiler gerilince, Fransız personelin yerini İngiliz teknik uzmanlarla doldurulmaya çalışılmıştır. A. E. Rhode ve Frederick Ludwig Af Klintberg, donanmada görev alan İsveçli mühendislerin öne çıkanlarıdır. III. Selim dönemine damgasını vuran önemli bir başka yenilik ise Haliç’e 3 No’lu havuz olarak bilinen ilk kuru havuzun inşası olmuştur.  … .. 

Osmanlı Donanmasında, buharlı gemiler dönemi öncesinde görev alan ilk İngiliz uzmanlar heyeti içerisindeki Daniel (inşaat), Times Nehri’ndeki gambotları inşa eden Richard White, Olaf (havuz mimarı) ve Spurring (gemi inşacısı) öne çıkan isimlerdir. Ancak İngiliz uzmanların Osmanlı’daki bu ilk görevlendirilmeleri kısa sürmüştür. Fransa’nın Mısır’ı işgalinin 1802’de son bulması akabinde bölgede yaşanan hâkimiyet mücadeleleri sebebiyle İngiliz donanmasının tarihte ilk defa Çanakkale Boğazı’nı geçerek 1807’de İstanbul önlerine gelmesi, iki devlet arasındaki ilişkileri bozmuştur. İngiliz uzmanların Osmanlı bahriyesine asıl destekleri, buharlı gemilere geçişten sonra yaşanacaktır.  … ..

… ..

III. Selim tahta geçtiğinde, donanmada mevcut 90 gemi içinde büyük savaş gemisi olarak sadece 18 kalyon ve 24 fırkateyn bulunuyordu. 1792’den itibaren başlayan Nizâm-ı Cedid programı kapsamında uygulanan gemi inşa programı ile imparatorluğun çeşitli bölgelerinde modernleştirilen 15 tersanede, kalyon ve fırkateynlerin çoğunlukta olduğu 61 yeni savaş gemisi suya indirilmiştir. … ..

…. ..

… .. Büyük ümitlerle başlayan reform dönemi, 1807 yılında ortaya çıkan Kabakçı İsyanı ile dramatik bir şekilde son bulmuştur. İsyan, III. Selim dönemini sona erdirmekle kalmayıp devam etmekte olan yeni düzenlemeleri de sekteye uğratmıştır. Bu olumsuzluklar bahriyeye de zarar vererek filonun Haliç’e kıçtankara yatar hale gelmesine sebep olmaları, yeni padişah II. Mahmud’u (1808-1839) neredeyse her şeye yeniden başlamak zorunda bırakacaktır.



II. Mahmud Dönemi Reformları ve Osmanlı Bahriyesinin

 Buhar çağına Girişi


… ..

II. Mahmud, tıpkı III. Selim gibi öncelikli olarak nitelikli insan gücü sorununu çözmeye çalıştı. … ..    Sultan, bahriyede yeniden yaygınlaşan yolsuzluk, kayırma ve rüşvetle mücadele ederek işe başladı. Ancak bu gibi uygulamalar Yeniçeriler başta olmak üzere muhalif çevreleri rahatsız etti. Başkentte 1808’de patlak veren karışıklıkta isyancılar tersaneyi ele geçirdi, hatta gemiler yanmaktan son anda kurtarıldı. Böylelikle, tersane ve donanmanın ıslahı için başlatılan yeni girişimler kesintiye uğradı. Bahriye'de reformlar, 1811’de Koca Hüsrev Paşa’nın kaptan-ı deryâ atanmasıyla tekrar hız kazandı. Hüsrev Paşa, Mısır işgali sırasında Fransız ve İngiliz donanmalarının yapısını yakından görmüştü. … ..

… ..

Sultan II. Mahmud döneminin büyük uluslararası gailelerinden biri olan 1821 Rum İsyanı sürecinde savaş gemilerinin etkisiz kalması ve ardından da 1827’de Navarin’de Osmanlı donanmasının; İngiliz, Fransız ve Rus gemilerinden oluşan müttefik donanma tarafından yakılması, bahriyede reformların yeni bir istikamet kazanmasına zemin hazırlamıştır. Osmanlı kalyonları, 1821 isyanı esnasında Ege Denizi'nde faaliyet gösteren Rum korsan teknelerine karşı etkili olamadı. … ..

… ..

… .. Nihayetinde Osmanlı donanmasının isyancılarla mücadelesi istenileni vermeyince Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’dan yardım istendi. Mısır’dan gelen gemilerle Ege’de isyancılara karşı ortak harekât yapıldı.

Sultan Mahmud, bahriyede sorunların çözümü için eğitime önem verdi. 1821 Kasımpaşa yangınında yok olmuş olan Bahriye Mühendishanesini bir yıl aradan sonra faaliyete geçirdi. … ..

… ..

Sultan Mahmud dönemi bahriyesi için en önemli kırılma anı Navarin Baskını oldu. İngiliz- Fransız-Rus birleşik filosu, Navarin Limanı’nda bulunan Osmanlı ve Mısır donanmasını ani bir baskın ile yaktı (20 Ekim 1827) Toplamda 52 savaş gemisi ile çok sayıda yetişmiş denizci asker ve personel kaybedildi. Kurtulan büyüklü-küçüklü toplam 62 parça savaş ve zahire gemilerine Mısır’a gitmesi ve İskenderiye’de tamir edilmesi emredildi. II. Mahmud, Navarin sonrası hemen Rusya ile muhtemel bir savaşta Akdeniz ve Karadeniz’de operasyon yapabilecek seviyede yeni bir donanma inşası emrini verdi. 1828 yılı ortalarından itibaren Tersane-i Âmire’deki çalışmalara hız verildi. Donama için asker yazıldı. Ayrıca taşra tezgâhlarında yeni gemilerin inşası emredildi. Rusya ile savaşta kritik önemi haiz Tuna Nehri’ndeki gemilerin tamiri için özel bir görevli atandı. Rusçuk’ta toplan 23 gemi tamir edildi. 1831’e gelindiğinde, komutasında 35 büyük harp gemisinden oluşan filoyla Akdeniz’e çıkan Kaptan-ı Deryâ Damat Halil Paşa, Osmanlı Devleti’nin kısa bir sürede sıfırdan yeni bir donanma oluşturacak güçte olduğunu gösteriyordu.

Navarin, yelkenli gemilerin rol aldığı son büyük savaş olarak tarihe geçti. Bu esnada Avrupa’da buhar makinelerinin gemilerde kullanımı yaygınlaşmaktaydı. Gelişmeleri takip eden Osmanlı Devleti de buharlı gemilere yöneldi. Nitekim ilk buharlı gemi, Osmanlı envanterine 1828’de katıldı. … ..

… ..

… ..  Buharlı gemi sayısı ikiye çıkınca tonajı küçük olan ilkine “sagir”, tonajı büyük olan ikincisine ise “kebir” adı verildi. … ..   Geçmişte ilk kalyonların kadırgaların yedeğinde olması gibi buharlı tekneler de kalyonların manevrasına yardımcı oldular. 1837 yılı Mayıs ayına kadar kullanılan gemilerin katıldığı ilk muharebede ise 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı oldu. O sırada Rusların da bir buharlı gemisi bulunmaktaydı. Buharlı gemilerin yakıtın olan kömür önceleri İngiltere’den satın alınmıştı. 1829’da Ereğli’de keşfedilen kömür madeni ancak 1848’de işletmeye açılabilmiştir.

II. Mahmud, buhar teknolojili gemilerin Osmanlı tersanelerinde inşa edilmesini istiyordu. Bu sırada Navarin sonrasında Avrupa’ya duyulan tepki, Osmanlıyı yeni arayışa itmiş ve Amerika ile işbirliği zemini oluşmuştu. İkili temaslar sonucu Amerika ile 7 Mayıs 1830 Dostluk ve Ticaret ve Seyri Sefain muahedesi imzalanmıştır. Ardından 1839’a kadar Osmanlı tersanelerine Amerikalın uzmanlar istihdam edilmiş ve Amerikan tarzı gemiler inşa edilmiştir. Osmanlı’ya gelen Amerikalı uzmanlardan işlki 1830’da kendi yaptığı United States adlı gemi ile İstanbul’a ulaşan mühendis Henry Eckford’dur. Bu gemi de daha sonra Osmanlı Devleti tarafından satın alınmıştır. Amerikan usulü gemi inşası için Aynalıkavak’ta yeni bir tezgâh kuran Eckford’un ardından gemi mühendisi Forster Rhodes görev almıştır (1832) Rhodes, 1840’a kadarki görevi süresince, Amerika’dan gemi işçisi getirerek oluşturduğu ekibiyle, Mahmudiye, ve Nusretiye gibi büyük kalyonlar başta olmak üzere birçok geminin inşasında görev almıştır.

Osmanlı topraklarında inşa edilen ilk yerli buharlı gemi de Rhodes işmzalıdır. 1837’de padişahın huzurunda indirilen bu buharlı gemiye “Eser-i Hayr” adı verilmiştir. Geminin çark, makine ve bazı demir aksamı İngiltere’den getirilmişti. Uzunluğu 39,6 metre, hızı 6 deniz mili olan Eser-i Hayr’ın inşası Türk denizcilik tarihinin önemli adımlarının birisi olmuştur. Amerikalı uzmanlarla birlikte çalışan Osmanlı mühendisleri teknik bilgi ve tecrübelerini geliştirerek savaş gücü yüksek, sağlam gemiler yapmayı sürdürdüler. … ..

… ..

II. Mahmud saltanatının son on yılında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanının oluşturduğu siyasi gerilimlerle uğraştığından donamya olan ilgisi azalmış olsa da bu süreçte alınan iki buharlı gemiyle birlikte 11 kalyon, 6 fırkateyn, 4 korvet ve 7 buharlı gemiden oluşan bir donanma oluşturulmuştu. Tersane altyapısı da önemli ölçüde yenilenmişti.

III. Selim döneminde Avrupalı uzmanlar teknik destek maksatlı çalışırken, II. Mahmud da, yabancu müşavir/danışman istihdamı geleneğini başlatmıştır. BU dönemde devlet hizmetine alınan ve yaptığı işle uyumlu olarak Müşavir Paşa unvanı verilen İngiliz denizcisi Sir Adolphus Slade, Abdülaziz idaresinin sonlarına kadar görevini sürdürmüştür.



Osmanlı Bahriyesinde Tanzimat Reformları

 ve Zırhlı Gemiler Dönemine Geçiş

II. Mahmud’un ardından oğlu Abdülmecid (1839-1861) tahta geçti ve Osmanlı’da yeni bir reform dönemi olan Tanzimat süreci başlamış oldu. Reformlardan Bahriye de etkilendi. Tanzimat süreci boyunca bahriye politikalarının oluşturulmasında, o tarihlerde kriz boyutuna gelmiş olan Boğazlar Meselesi ile Doğu Akdeniz’deki hâkimiyet mücadelelerinin belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Yeni teknolojilere ayak uydurmada artan mali yük yanında, yıllardır çözülemeyen nitelikli personel sıkıntısı reformların başarısını etkilemeyi sürdürmüştür. Bu dönemde özellikle buhar teknolojisinin takibinde İngiltereye olan bağlılığın arttığını söylememiz mümkündür.

Sultan Abdülmecid’in Bahriye’ye dair ilk uğraştığı sorun, Kaptan-ı deryâ Firari Ahmed Fevzi Paşa’nın iç siyasi çekişmelerin etkisiyle donanmayı kaçırarak Mısır Valisi’ne teslim etmesi oldu. Uzun süren diplomatik pazarlıklar sonucu 1841’de İstanbul’a getirilen gemilerin onarımı için çok fazla harcama yapıldı. Gemilerin bir kısmının adları değiştirildi, bir kısmına da buhar makinesi konuldu.

… ..



Sultan Abdülaziz’in “Güçlü Donanma” Politikası ve

Bahriye’de Dışa Bağımlılığın Artışı


Osmanlı Devleti’nin tekrar ihtişamlı günlerine dönmesini hayal eden Sultan Abdülaziz (1861-1876), güçlü bir ordu ile birlikte güçlü bir donanmanın varlığını da gerekli görüyordu. Saltanatının sonlarına gelindiğinde dünyanın sayılı büyük donanımlarından birine sahipti. Fakat bu politikanın ağır ekonomik bedeli oldu. Ekonomik dengeleri sarsma pahasına alınan gemiler, maddi sıkıntılar sebebi ile zamanında modernize edilemeyince, bunlardan verim alınamaz oldu ve bütçeye olan külfetleri daha da arttı. Abdülaziz dönemi çok ağır bir siyasi ve ekonomik kriz ile son buldu.

… ..

… ..

…. .. 1867’de Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatindeki izlenimleri dış alımları hızlandırdı. Böylece “Aziziye sınıfı“ olarak adlandırılan zırhlı fırkateynler başta olmak üzere İngiltereye gemi siparişleri verildi. On yılda 13’ü büyük buharlı zırhlı gemi olmak üzere İngiltere, Fransa ve İtalya’dan maliyeti yüksek gemiler satın alındı. Gemi yapımı yanında mevcut gemilerin sistem değişikliğinin teknik desteği ise İngiltere’den sağlandı. Böylece, tersane ve fabrikalarda İngiliz işçi ve ustalar yoğun olarak çalışmaya başladı. Bu politikalar sonucu Tersane-i Âmire, en yoğun dönemlerinden birini 1865-1875 yılları arasında yaşamış oldu. Bu süreçte tersanede çalışan 200’e yakın İngiliz ustanın yanında yüzlerce yerli çarkçı ve usta yetişti. Ayrıca İzmit ve Gemlik tersanelerinin ıslahı ile bu tersanelerde de gemi inşasına önem verildi.

… ..

… .. XIX. yüzyılın ikinci yarısında deniz stratejilerini baştan aşağı değiştirecek bir diğer önemli gelişme, kendinden hareketli torpidoların icadı olmuştur. … ..

… ..

Sultan Abdülaziz, Avrupa’daki gelişmeleri takip yararlandığı müşavir geleneğinin en önemli isimlerinden olan A. Slade istifa edince, yerine yine bir İngiliz deniz subayı Augustus Charles Hobart-Hampden’i atamıştı. İngiliz donanmasındaki 27 yıl hizmetin ardından 1862’de emekli olan Hobart-Hampden, Amerikan İç Savaşında konfederasyon donanmmasında önemli işler başarmış, abluka kırıcı kaptanlardan biriydi. Osmanlı Devleti’ne isyan eden Giritli Rumlar için çalışmayı planlarken, İstanbul’da görevli ağabeyi tarafından Osmanlı donanmasına katılmaya ikna edilmiştir. 93 harbinde (1877-78) Osmanlı-Rus Savaşı) Karadeniz Zırhlı Filosu’nda görevli Hobart Paşa, aynı zamanda müşir rütbesini alan ilk gayrimüslim olmuştur. … ..

… ..


… .. Sultan Abdülaziz’in güçlü donanma politikasını sürdürmesinin bir sonucu olarak devlet, 1875’te ekonomik iflasını ilan etti. Bu duruma iç siyasi kaşıklıklar da eklenince, Sultan Abdülaziz’in hayalleri ile büyüttüğü ordu ve donanmasının da katıldığı bir saray darbesi yaşandı (1876). Abdülaziz tahtından ve nihayetinde canından olduğu darbeye donamanın kısmen de olsa destek vermesinin II. Abdulhamid’in bahriyeye bakışında etkili olduğu iddiaları dillendirilmiştir.


II. Abdülhamid Dönemi Bahriye Politikaları


Tahta çıkışından sadece bir sene sonra zorlu bir savaş ve yenilginin getirdiğiağır bir savaş tazminatı ile karşı karşıya kalan Sultan Abdülhamid; siyasi, askerî ve malî bir felaketle karşı karşıya olduğunu gördü. Bu sebeple önceliği ekonomiyi düzeltmeye verdi; ardından maliyet gerektiren yatırımlar yapmayı tercih etti.  … ..


… ..

Sultan, eğitime özel önem verdiğinden Bahriye Mektebi’nde bazı değişiklikler yapıldı. Öncelikle eğitim süresi uzatıldı.  … ..

… .. yerli ve yabancı uzmanların maaş ödemelerindeki aksamalar, hatta bu sebeple yaşanan grevler ve sık eleman değişiklikleri, hem hedeflere ulaşılmasında engel oldu hem de sıkıntıların devam etmesine sebep oldu. Henry Woods ve Hobart  paşalar ile Alman deniz subayları Strake ve Klaus von Hofe, bahriye hizmetinde öne çıktılar. Özellikle Hobart Paşa, hizmetleriyle takdir topladı. Bu dönemde uzamanlıklarından yararlanılan diğer önemli iki isim Amerikalı Amiral Ransford D. Bucknam ve bir diğer Amerikalı Kaptan Ledbetter’dır. 1906’da kendisiyle sözlşeme imzalanan Ledbetter, donanmadaki torpidoları yeniden organize etmek ve işlevsel hale getirmekle görevlendirilmişti.

… ..

… ..  Abdülhamid’in deniz siyasetiher şeyden önce 1877-78 savaşının sonuçları çerçevesinde belirlenecektir ki onun bu hususa dair değişen fikirlerini birbirlerini tamamlayan üç unsurdan tahmin edebiliriz: Deniz malzemesi siparişleri, bu alana bütçeden ayrılan para ve personel alımı.



II. Abdülhamid Döneminde Gemi Siparişleri


… ..

… ..

… .. Amerikaya siparişi verilen Mecidiye ve İngiliz tezgâhlarında yapılan Hamidiye ise 1903’te suya indiler. II. Abdülhamid döneminde tersanede üç adet korvet de inşa edildi.Bunlardan Zuhaf-II ve Kilitbahir çelikten, Heybet-nümâ ise karışık/kompozit malzemeden yapılmıştı. 1880’li yıllarda bir torpidobot yapımı 20-30 bin liraya mâl olurken, birinci sınıf bir zırhlı torpidobot türü gemi siparişi

ne ağırlık verdi. Bu kapsamda 1883-1886 arasında 5’i Tersan-i âmire, 9’u Fransa, 3’ü İngiltere ve 13’ü Almanya tezgâhlarında olmak üzere 24 torpidobot sipariş edildi. Artan torpidobot sayısı sebebiyle, bu alanda uzman personelin  yetiştirilmesine de gayret edildi.

… ..

… .. 1890’larda Fransa ve İngiltere’de inşa edilen ve torpidogambot türü yeni tip gemiler, az tonajda daha etkili top atışı imkanı  verdiği için oldukça başarı sağlamıştı. … ..   Bu tür gemiler, büyük gemileri torpido saldırısına karşı korurken fırsat buldukça torpido hücumu da yapabilmekteydi. II. Abdülhamid, bunlara ilave olarakAmerika’daki gemi sanayiini de yakından izlemekteydi.

Donanmaya ilgi göstermekle ve hatta Haliç’te çürütmekle eleştirilen II. Abdülhamid, devrindeki en önemli icatlardan biri olan denizaltılara sahip olmakta erkenci davranmış, Yunanistan’dan sonra dünyada denizaltı sahibi ikinci ülke olmuştu. Dünyada ilk kez inşa edilnesinden sadece bir yıl sonra, parası Sultan’ın şahsî tahsisatından karşılanan “Abdülhamid” ve Abdülmecid” adları verilen iki denizaltı Osmanlı donanmasına katılmıştı. 5 Mayıs 1886’da parçalar halinde İstanbul’a ulaşan denizaltılar, tersanenin Taşkızak Havuzu’nda monte edildi. Gemilerdeki tasarım sorunları, bir takım eksik parçaların tersanede üretilmesi ile giderildi. Personel atamaları yapılarak 1886’da suya indirilen denizaltılardan yeterince faydalanılamadı.

1897 Yunan Savaşı öncesi yeni gemi alımı ve mevcut gemi toplarının modernizasyonu için Almanya ile temaslar arttı. Krupp fabrikalarının yanı sıra Elbing’deki Schicccchau ;Tersanesi ile torpido siparişleri hususunda görüşmeler yapıldı. 1897’de firmaya aynı tipde 23 adet siperiş verildi. Zırhlı Mesudiye, Âsâr-ı Tevfik, Avn-i İlah, Muin-i Zafer ve Feth-i Bülend gemilerindeki ağızdan dolma eski topların yerine kamadan dolma Krupp imalatı topların alımı kararlaştırıldı. … ..

… ..

Yunan Savaşı’nın, zırhlı yeni gemi alımı ve mevcut gemilerin yenilenmesi sürecinde yaşanması büyük bir talihsizlik oldu. Donanma gemilerinin henüz savaşa dahi girmeden, Yunanlılara gözdağı vermek için 18 Mart 1897’de Çanakkale’ye intikal etmek üzere halkın ve yabancı misyonun gözleri önünde Haliç’ten çıkış esnasında talihsiz gelişmeler yaşandı. Gemilerden bazıları arızalandı, bazı gemi kazanları patladı, bazı gemiler de rotadan çıkarak karaya oturdu veya kayboldu. Bu durum, donanma hakkında büyük hayal kırıklığı oluşturdu.

Yunan Harbi sonrasında Sultan Abdülhamid, donanma stratejisini tamamen değiştirerek mevcut eski gemileri yenileştirme gayretlerinden vazgeçti. Sultan artık maliyeti az, bölgesel sorunlara daha hızlı müdahale edebilecek yeni teknoloji gemilere yöneldi. Çünkü büyük masraflarla tamir edilen zırhlılardan istenilen verim alınamıyordu. Bu şartlarda II. Abdülhamid döneminin son gemi siparişleri Almanya’ya 1903 tarihinde verilen Peyk-i Şevket ve Berk-i Satvet Torpido Kruvazörleriydi. 1906’da kızağa konulan gemilerin İstanbul’a ulaşması 1909’da, yani Sultan'ın bir darbe ile tahtan indirilişinden sonra olmuştur. Sultan Abdülhamid’in muharip gemiler arasındaki son gözdesi ise drednottur. 1906’da, inşa edilmiş ilk drednotla .ilgilenmişsede saltanatı bu gemileri almaya yetmemiştir.

Sultan Abdülaziz döneminde üçüncü sırada yer alan Osmanlı Donanması, 1899 yılında Ceride-i Bahriyye’de yayınlanan istatistiğe göre 131 vgemi mevcudu ile dokuzuncu büyük donamasıydı.



Sultan II. Abdülhamid ve “Haliç'te Çürüyen Donanma” Efsanesi


En yeni yayınlarda bile yaygın olan fikre, II. Abdülhamid’in saltanatı boyunca Osmanlı Devleti kara ordusu lehine donanmayı ihmal etmiş ve filo, neredeyse terk edilmiş halde Haliç’te demirli kalmıştır. Sultan Abdülhamid’in kasıtlı olarak donamayı Haliç’te çürüttüğü iddiası, günümüzde adeta dönemi açıklayan genel bir slogan haline getirilmiştir.

Şu husus bir kere daha belirtmek gerekir ki XIX. yüzyılın sonlarına gelinirken dünyada denizcilik alanındaki teknolojik ilerlemelerin şaşırtıcı hızı, birçok donanmayı hangi gemi tipi üzerinde yoğunlaşması gerektiği, yeni gemi ve silahlara ne ölçüde ödenek ayrılacağı sorunlarıyla yüz yüze bırakmıştı. Donanmaların yaşadığı bir diğer açmaz ise çağdışı kalmış gemilerin aynı anda donanma envanterlerinde sebep olduğu karmaşık durumdu. Donanmalardaki bu ikilem, gemi inşa maliyetleri ve mevcut farklı tipteki gemilerin teçhiz ve tadili aşamasında ciddi bir ekonomik yük de getirmekteydi. Nitekim Sultan Abdülhamid tahta geçtiğinde Osmanlı donanmasında maliyet kaynaklı bu dönüşüm sorunu yaşanmaktaydı ve devletin ekonomik vaziyeti durumu daha da vahim hale sokmaktaydı.

Denizcilik sektöründe XIX. yüzyılın sonlarına doğru oluşan şartlarda, yeni teknoloji ürünü pahalı savaş gemilerine büyük yatırımlar yapacak ekonomik kapasitesi olmayan devletler, zırhlıların yarı fiyatına ve çok daha fazla sayıda torpidobot inşa etme ve bu sayede yüksek maliyetli düşma zırhlılarını kolayca tesirsiz hale getirebilme düşüncesini benimsediler. Başta Fransa olmak üzere Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya da torpido ve onu atabilecek platformlara karşı büyük ilgi oluştu. Bu ülkeler kısa süreliğine bile olsa muharebe gemisi inşa etmekten vazgeçtiler.

Avrupa tersaneleri ve donanmalarında dahi durum bu merkezde iken Sultan Abdülhamid’i, kendisine intikal eden ve dünya sıralamasında üst sıralarda yer alan Abdülaziz donanmasından yararlanmamakla ve hatta siyasi mülahazalarla bu donanmayı kasıtlı olarak Haliç’e bağlayıp çürümeye terk etmekle suçlamak, en hafif ifade ile dönmemi yeterince kavrayamamakla açıklanabilir. Abdülhamid tahta çıktığında nasıl bir ekonomik bilanço ve donanma envanteri ile karşılaşmıştır? Öncelikle bunun sorgulanması gerekir. Sultan ASbdülaziz güçlü bir donanma oluşturmuştu. Fakat bu donanmadaki zırhlıların belirli periyotlarla bakımının yapılması gerekmekteydi. Gemilerin su altında kalan kısımları Abdülaziz döneminde de çürümekte ve bunların tamiratı sık sık gündeme gelmekteydi. Dönemin gemilerinin çoğu makineli ve zırhlı olduğundan tamirleri devlet bütçesini aşan meblağlara ulaşmaktaydı. Bu hususta bahriye uzmanlarının  ayrıntılı raporları bulunmaktadır. Kaldı ki: Sultan Abdülhamid’e devredilen donanma mükemmel ve sorunsuz dahi olsa, devletin malî iflas halinde bulunduğu ve yatırım yapamaz durumda olduğu görmezden gelinebilir miydi? Üstelik 93 Harbi sonunda ağır mağlubiyet alınmış, Rus ordusu Yeşilköye kadar gelmiş ve ciddi bir savaş tazminatı ile karşı karşıya kalınmıştı. Böyle bir ortamda zırhlı türü kompleks gemilerin çok maliyetli bakımlarının hemen yapılması nasıl mümkün olacaktı?

Diğer taraftan uzun vadeli planlamadan mahrum ve jeopolitiğin ve stratejinin gerektirdiği kuvvet hedefi belli olmayan Abdülaziz donanmasının mesela 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında nasıl bir performans gösterdiğinin sorgulanmaması anlaşılır bir durum değildir. Nitekim Abdülaziz devri donanması 93 Harbinde Rusya’nın Karadeniz Filosu karşısında başarı sağlayamamıştır. Sayıca üstün Osmanlı Karadeniz Filosu, Rusya’nın dünyadaki yeni stratejilere uygun yapılanmamış ve torpido botlarla etkinliği arttırılmış donanması karşısında çekilmiş ve savaşta donanmaya yüklenen stratejik hedefleri gerçekleştirememiştir…. ..

… ..

Gelinen bu durumda Abdülhamid, Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa’nın Abdülaziz’i uyardığı gibi önce ekonomiyi düzeltip sonra maliyet gerektiren yatırımlara mı yönelmeliydi, yoksa ölçüsüz harcamaya devam mı etmeliydi? Sultan’ı ikinci şıkkı seçtiği için suçlamak, ancak dönemin şartlarını yeterince kavrayamamakla izah edilebilir. Kaldı ki, yukarıda da değindiğimiz gibi uzun vadeli ve kalıcı bahriye politikaları, birinci derecede ekonomik güçle bağlantılıdır. Geçmişte ve günümüzde hiçbir ülke ne pahasına olursa olsun plansız askerî  yatırım yapamaz.Silahlanma, muhakkak ihtiyaçların ve kapasitenin doğru değerlendirilmesi sonucu sağlıklı planlamalar ile başarılı olabilir.

… …

… .. Aslında XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla gelişen teknolojilerin gerisinde kalan gemilerin oluşturduğu bu sorun Avrupa’nın birçok tersanesinde de yaşanmaktadır. Değişen teknoloji karşısında yenilen gemi türleri , tersaneleri adeta mezarlık haline getirmişti.

Sonuç olarak devletin siyasî ve malî durumu ortada iken, Sultan Abdülhamid’i yeni gemi almamakla, yüksek maliyetli tamiratları yapmamakla ve mevcut gemileri de kasten Haliç'te çürütmekle suçlamak, tarî bir yanılgıya sebep olmaktadır. Sultan’ı, özellikle yabancı müelliflerin Bahriye’deki İngiliz uzmanların sayısını azaltmak ve Almanya gibi alternatiflere yönelmekle eleştirmeleri dikkat çekicidir. … ..

… ..



II. Meşrutiyet Dönemi’nde Bahriye Politikaları


Sultan Abdülhamid’in tahtan indirilişine zemin hazırlayan 31 Mart Vakası’nda, kendi ismini taşıyan Hamidiye ve Peyk-i Şevket Kruvazörleri ile Mesudiye ve Âsar-ı Tevfik zırhlıları Samsun ve Taşöz torpidolarından oluşan donanma, Hareket Ordusu’nu desteklemiştir. Yaşanan kaos ortamı sonrasında yönetimde V. Mehmed Reşad’ın (1909-1918) saltanatı ve İttihad ve Terakki Fırkası’nın etkisi başlamış oldu. Bu durum, doğal olarak Bahriyeyi etkiledi. Bir süre sonra Bahriye’de personel tensikatına gidilerek , bazı subaylar emekli edildi. … ..

… ..

… .. Temmuz 1909’da Donama-yı Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti’ni kurdular. Cemiyetin işsmi daha sonra Osmanlı Donanma Cemiyeti olarak değiştirldi. … ..

… …



Birinci Dünya Savaşı Sürecinde Bahriye ve Bahriyeliler


… …



15.ONALTINCI YÜZYILDA OSMANLI İSTİHBARATININ  - Emrah Safa Gürkan


… .. 

Yeniçağ’da İstihbarat

… ..

Dönemin ikiş büyük imparatorluğu olan Osmanlılar ve Habsburglar arasındaki emperyal rekabet, haber almanın ve diğer casusluk faaliyetlerinin önemini görülmemiş şekilde artmıştır. Sınırlı bütçeleriyle ve yaptıkları askerî yatırımlarını potansiyel tehlikelerle senkronize etme derdindeki karar alıcılar için düşmanın niyetini bilmek çok önemlidir. İlkbahar geldiğinde düşman donanma çıkaracak mıdır? Uzak bir vilayette çıkan isyanı bastırmaları mümkün olmuş mudur? O seneki buğday ve arpa hasadı, düşmanın asker, denizci ve kürekçi  ile atlarına ve çeki hayvanlarına  yetecek midir? Bunlar, sürekli malî problemlerle boğuşan merkezî hükümetlerin, doğru askerî stratejiyi izlemek ve kaynaklarını rasyonel bir şekilde dağıtmak için zorunda oldukları sorulardan sadece bir kaçıdır. Bu sualler, sadece Avrupa ve Akdeniz eksenli de değildir; karar alıcılar Hint Okyanusu’ndan Rusya’ya, Amerika’dan Yemen’e geniş bir coğrafyadaki bütün siyasî ve askerî olaylara kulak kabartmaktır.

… ..

… ..


16.SELÇUKLU DEVRİ TÜRK ASKERÎ GELENEKLERİ - Salim Koca




17.ŞEHİR KUŞATMALARINDA COĞRAFYANIN ROLÜ - Metin Tuncel


18.OSMANLI’NI EN ÜYÜK KALESİ VİDİN’DE ASKERİLOJİSTİK OLARAK “OT” - Mahir Aydın


19.OSMANLI ORDUSUNUN SAVAŞ HAZIRLIKLARI VE SEFER ORGANİZASYONU - M. Yaşar Ertaş


20.YENİÇERİ OCAĞI’NIN KISA BİR TARİHÇESİ - Mert Sunar


21.TÜRK ASKERÎ DÜŞÜNCE GELENEĞİ - Cevat Şayin


22.TÜRK KÜLTÜRÜNDE ATIN ÖZELLİĞİ VE EĞİTİM - Mesut Şen


23.TÜRK ASKERÎ MİMARLIĞI - Sevgi Parlak


24.TUĞDAN MEHTERE TÜRKLERDE GELENEKSEL ASKERÎ MÜZİK - Erhan Tekin


25.OSMANLI DEVLETİ'NDE ASKER HEKİMLİĞİ - Nil Sarı


26.TÜRKİYE’DE DENEYSEL VE DİJİTAL TARİHÇİLİĞİN GELİŞİMİ İÇİN BİR STRATEJİ ÇERÇEVESİ  - Kahraman Şakul, Yunus Uğur, Abdulhamit Kırmızı


27.ORDULAŞAN MİLLET: TÜRKLER-BİRİNCİ DÜNYA HARBİ’NDEN TÜRK İSTİKLÂL MÜCADELESİNE UZANAN SÜREÇTE ORDU-MİLLET DAYANIŞMASI - Zekeriya Türkmen


28.TÜRK ORDUSUNUN”ÖRGÜT KÜLTÜRÜ-GRUP YAPISI VE UYMA DAVRANIŞI” KAVRAMLARI ÜZERİNE İNCELENMESİ - Yasin Şehitoğlu


29.SAVAŞIN EVRİMİ VE GELECEKTE TÜRK ORDUSU - Metin Gürcan


30.bALİSTİK FÜZELER, BALİSTİK FÜZE TEHDİDİ VE BALİSTİK FÜZE SAVUNMA SİSTEMLERİ - Hakan Kılıç


31.OSMANLICA YAYIMLANAN ASKERÎ SÜRELİ YAYINLAR BİBLİYOGRAFYASI (18128-1928) - Selahattin Öztürk








*Hunlardan Günümüze Türk Askerî Kültürü  &  A. Sefa Özkaya

Kronik Kitap

1.Baskı Mayıs 2019, İstanbul






*Ontoloji - Vikipedi (wikipedia.org)

Ontoloji, varlık felsefesi ya da varlıkbilim, temel sorunu varlık olan felsefi disiplin. Varlık ya da varoluş ile bunların temel kategorilerinin araştırılmasıdır.[1] "Varlık" ve "varolan" ayrımını; "varlık vardır" ve "varlık yoktur" fikirlerini tartışır.

Aristoteles'e göre ontoloji varlığın mahiyetinin (niteliğinin) bilimidir veya varlıkların özsel incelenmesidir. Ontoloji hangi varlık kategorilerinin daha temel olduğunu belirlemekle uğraşır ve bu kategorilerdekilerden hangilerinin var olduğunun söylenebileceğini sorar.


*Etimoloji - Vikipedi (wikipedia.org)

Etimoloji veya kökenbilim, sözcüklerin köklerini, hangi dile ait olduklarını, ne zaman ortaya çıktıklarını, ilk olarak hangi kaynakta kayıt altına alındıklarını, ses ve anlam bakımından geçirdikleri dönüşümleri inceleyen bilim dalıdır.



*Epistemoloji - Vikipedi (wikipedia.org)

Epistemoloji (Antik Yunanca ἐπιστήμη, epistēmē 'bilgi' ve -loji) ya da bilgi felsefesi, bilgiyle ilgilenen bir felsefe dalıdır. Epistemologlar, bilginin doğası, kaynağı ve kapsamı, epistemolojik gerekçelendirme, inancın rasyonelliğini ve diğer çeşitli konuları incelemektedir. Epistemoloji, felsefenin etik, mantık ve metafizikle birlikte dört ana dalından biri olarak[1][2] kabul edilir.

Epistemolojideki tartışmalar genel olarak dört ana alanda[3][4][5] toplanmıştır:

  1. Bilgi doğasının felsefi analizi ve bir inancın bilgiyi oluşturması için gereken gerçeklik ve gerekçelendirme gibi koşullar

  2. Algı, gerekçe, bellek ve tanıklık gibi potansiyel bilgi ve gerekçeli inanç kaynakları

  3. Tüm gerekçelendirilmiş inançların birer gerekçeli temel inançtan mı türetilmesi gerektiği yoksa gerekçelendirmenin yalnızca bir dizi tutarlı inanca mı dayalı olması gerektiği soruları da dahil olmak üzere, bir bilgi bütününün veya gerekçelendirilmiş bir inancın yapısı

  4. Bilginin olabilirliğini sorgulayan felsefî şüpheciliğin yanı sıra, şüpheciliğin sıradan bilgi iddialarımıza bir tehdit oluşturup oluşturmadığı ve şüpheci argümanları reddetmenin mümkün olup olmadığı gibi sorunlar

Epistemoloji, bu ve diğer tartışmalarda "Ne biliyoruz?", "Bir şeyi bildiğimizi söylemek ne anlama gelir?", "Gerekçelendirilmiş inançları gerekçelendirilmiş kılan nedir?" ve "Bildiğimizi nasıl biliyoruz?" gibi soruları cevaplamayı[2][3][6][7] hedefler.

Epistemolojinin temel soruları

  • Bilgi nedir?

  • Bilginin kaynağı nedir?

  • Bilginin değeri nedir?

  • Doğru bilgi var mıdır?

  • Bilginin sınırı nedir?

  • Bilginin yöntemi nedir?

  • İnsan neyi bilebilir?

Doğru bilginin ölçütü olarak farklı felsefi yaklaşımlar aklı, deneyleri, gözlemlenebilir olguları, faydayı, sezgileri ya da özleri (fenomen) kabul etmiştir. Ancak yaklaşımlar bunlarla[8] sınırlı değildir.

… ..

*FSMVÜ | Öğr. Gör. Ahmet Sefa ÖZKAYA

*Milli Savunma Üniversitesi (msu.edu.tr)



*ahmet sefa özkaya - ekşi sözlük (eksisozluk.com)

*9 sayfalık "tarih-i feth-i konstantiniye " isimli mensur bir kronik metni 18 sayfa -o da tam değil kısmi transkripsiyon- halinde çevirip sağına soluna ikincil kaynaklarla dolgu yapıp 2018 de marmara üniv'de master tezi olarak kabul ettirmiştir. ortalama seviye osmanlıca bilen birisinin birkaç saatte okuyacağı bu metinle master diplomasını aldığı gibi 49 kişinin müracat ettiği milli savunma üniversitesi askeri tarih asistanlık sınavında merkezi sınav puanlarıyla 49. yani son sırada olmasına ve 48. sıradaki kişiden 12 puan geride olmasına rağmen öğretim görevlisi olarak atanmıştır. marmara, istanbul vs gibi okullardaki hocalarla görüntü vermekten ve sürekli saçma sapan etkinlikler organize etmekten başka hiçbir meziyeti olmayan bu şahsı twitter'da binlerce kişinin (20.000 den fazla) takip etmesi de ayrı bir merak konusudur. böyle insanlara akademi dünyasında yol açan milli savunma üniv rektörü erhan afyoncu ve yine aynı okulun tarih hocası doçent gültekin yıldız'ın an itibariyle gözümdeki değerleri sıfırın altına inmiştir.



*Carl von Clausewitz - Vikipedi (wikipedia.org)

*Savaş Üzerine - Vikipedi (wikipedia.org)



*Kösedağ Muharebesi - Vikipedi (wikipedia.org)

*Kösedağ Muharebesi, 3 Temmuz 1243 tarihinde Anadolu Selçuklu Devleti ile Moğollar arasında gerçekleşen ve Selçuklu Devleti'nin yenilip Moğol tâbiiyetine girmesiyle sonuçlanan muharebedir. Kösedağ Muharebesi, sonuçları bakımından Türk tarihi içerisinde özel bir yere sahiptir.

Baycu Noyan kumandasındaki Moğol ordusu ile karşılaşan Anadolu Selçuklu kuvvetleri, öncü birlikler arasında meydana gelen ilk çarpışmanın ardından dağılmış, baştan beri hatalı kararlar veren Sultan II. Gıyâseddin Keyhüsrev de aynı şekilde davranıp savaş meydanını terk edince, Moğol ordusu kolay bir zafer kazanmıştır.[15] Muharebenin ardından hiçbir mukavemet görmeden ilerleyen Moğol ordusu önce Sivas önlerine geldi, kent halkının teslim olması üzerine Moğollar kenti yağmaladılar ama halka zarar vermediler. Ardından Kayseri kuşatıldı ve düşürüldü, kent halkı ya katledildi ya da esir alındı. Dönüş yoluna geçen Moğollar, Erzincan'ı da aynı şekilde yakıp yıktılar.[15]

Savaşın meydana geldiği Kösedağ; Sivas'ın Suşehri ilçesinde, günümüzde de aynı adı taşıyan bir dağdır. Anadolu Selçuklu ordusunun bu dağın kuzey eteğinde, Kelkit Çayı'na yakın bir düzlükte dağın yamacına yaslanmış olarak kamp kurduğu, İranlı tarihçi İbn Bîbî’nin anlatımından anlaşılmaktadır.[16] Sonuçları bakımından Türk tarihinde özel bir önem taşıyan Kösedağ Muharebesi; Moğolların zaman içinde Anadolu'nun çoğunluğuna hâkim olmalarına, Selçukluların Moğol tâbiyetine girmesine, ayrıca devlet gelirlerinin önemli bir kısmının her yıl vergi olarak Moğollara gönderilmeye başlanmasına, bu vergiler giderek arttıkça da hem devletin hem de halkın yoksullaşmasına neden olmuştur.[17]

Muharebe öncesi genel durum :

Yaklaşan Moğol tehdidi :

I. Alaeddin Keykubad’ın çabaları :

Seferler :

İttifaklar :

Muharebe öncesi Anadolu Selçuklu’nun zaafları :

II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahta çıkması :

I. Alaeddin Keykubad’ın dış politikasının sürdürülmemesi :

Babai Ayaklanması :

Muharebe öncesindeki gelişmeler :

Erzurum’un düşmesi :

Hazırlıklar ve ordunun toplanması :

Muharebe :

Moğol ilerlemesi :

Sonuç :



*Nikephoros III Botaneiates - Wikipedia

*III. Nikiforos - Vikipedi (wikipedia.org)

*III. Nikiforos Botaneiates (Yunanca: Νικηφόρος Γ΄ Βοτανειάτης, Nikēphoros III Botaneiatēs; ö. 10 Aralık 1081, Konstantinopolis), 1078 ile 1081 arasında Bizans İmparatoru. Tanınmış bir general olarak tahtı bir darbe ile eline geçirmiş ve üç yıllık bir saltanattan sonra, bir başka darbe ile imparatorluktan indirilmiştir.


İmparatorluktan önceki yaşamı :

Nikiforos Botaneiates, Fabii adlı Roma Cumhuriyeti zamanlarından beri nüfuzlu bir sülale ve Bizans'ta çok iyi bilinen Fokas sülalesinin bir ferdi idi. IX. Konstantinos ile Romen Diyojen imparatorlukları dönemlerinde Nikiforos Botaneiates ailesinden ve ecdadından birçoğu gibi askerlik yapmayı tercih etmiş; generalliğe yükselmiş ve çok yetenekli bir general olarak ün yapmıştır.

1063 yılında X. Konstantinos'un ölümü ile, eski imparatorun kardeşi Sezar İoannis Dukas ve en yüksek saray memuru Mihail Psellos tarafından generaller ve yüksek saray memurları arasından yeni bir imparator adayı aranmaya başlanmıştı. İmparatoriçe Eudokia tarafından seçilecek kişi onunla ile evlenecek bu aday Bizans İmparatorluğu tacını giyecekti. Bu adaylar arasında en uygunlarından birisi Nikiforos Botaneiates idi. Fakat İmparatoriçe diğer bir tanınmış general olan yine yüksek bir asil ailesi mensubu olan Romen Diyojen'i seçmiş ve bu general imparator olarak tahta çıkmıştı.

1064'te Nikiforos, Parasunavon dükü olan Basil Apcases ile birlikte, istila için kuzeyden Balkanlara inen Oğuz Türkleri'ne karşı Bizans'ın Balkan topraklarını başarı ile savunmuşlardı. Fakat aynı yıl bir savaşta Nikiforos mağlup düşmüş ve esir alınmıştı. Ama bir salgın hastalık Oğuzların ordusu içinde yayılmış ve ordunun birçok askeri bu salgına kurban gitmişti. Salgın devam ederken, Nikiforos dahil, Bizanslı esirlerin hastalıktan kurtulmuş olanları, Oğuz ordusunun sağ kalanlarını Bizans ordusuna asker olarak almaya başarmışlar ve böylece esaretten de kurtulmuşlardır.[1]

Nikiforos tanınmış bir general olmasına rağmen, Romen Diyojen'in 1071 yılındaki Selçuklulara karşı doğuya seferine ve Malazgirt Meydan Muharebesi'ndeki yenilgisine hiç katkıda bulunmamıştır. Çünkü Romen Diyojen Nikiforos 'un sadık bir general olmayacağını düşünmüştü. Nikoferos da ailesinin geniş toprakları bulunan Kapadokya'ya çekilmişti.

Sonraki VII. Mihail'in imparatorluğu döneminde Nikiforos tekrar bir general olarak göze girmiş ve Anatolikon Theması'sının Stratigos (askerî vali) görevi yapmıştı. Daha sonra da Bizans İmparatorluğu'nun Anadolu'da bulunan Bizans ordularının komutanı olmaya atanmıştı.

İmparatorluk dönemi :

… ..




*I. Mehmed - Vikipedi (wikipedia.org)

*I. Mehmed veya Mehmed Çelebi (Osmanlı Türkçesi: چلبی محمد - Mehmed Çelebi; 1386, Edirne - 26 Mayıs 1421, Edirne), beşinci Osmanlı padişahı. Tarihî kaynaklarda ismi, Mehmed isimli diğer padişahlarınki gibi, Muhammed şeklinde geçer.[1][2][3][4][5] Babası I. Bayezid, annesi cariye olan Devlet Hatun'dur.[6][7]

Doğum tarihini 1379, 1382, 1383, 1387, 1390, 1391 gösteren kaynaklar da bulunmaktadır; ama tarihçiler doğumu için kesin kaynakla tarih bulunmadığını kabul ederler.[8] Arap ve Bizans tarihlerinde Kirişçi veya Kirî olarak lakap verilmiştir. İnalcık'a göre ise bu adlandırma Yunanca Kyrtzes "genç efendi" sözünden gelmektedir.[9] Bunların çeşitli kaynaklarda değişik açıklamaları bulunur. Yay yapma özellikle yayın tutturulduğu ve çekildiği sert ipten kiriş yapma sanatını öğrenmiş olması, gençliğinde güreşçilik yapması, gençliğinde kendinin öldürülmesinden korkup bir kirişçinin yanında çıraklık yapması, gençliğinde yay kirişi ile boğulmak istenmesi şeklinde açıklamalar yapılmıştır.[8] Sanlarının başında gelen Çelebi sözcüğü ise; Eski Türkçe ve Osmanlı İmparatorluğu’nun neredeyse tüm dönemlerinde kullanılan bir unvan olarak, Osmanlıların ilk yıllarında şehzadeler için kullanılmış olunup, ilerleyen dönemlerde ise çoğu kişi tarafından “asil, görgülü, okumuş, bilgili” kimseler anlamında da ayrıca kullanılmıştır. Dönemin Bizans kaynaklarına göre; Eski Türkçe kökenli olan Çelebi sanı; “beyefendi", "iyi huylu" ya da "nazik" anlamına gelen bir unvandır. Çelebi, erken dönem Türk kaynaklarında; Eski Türkçe’de "Tanrı" adlarından birisi olan ve “Çalab” sözcüğünden türediği için "Tanrı adamı" anlamına da gelir.[10][11] Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimsel ve otorite bakımından karmaşa içerisinde olduğu ve ülke yönetiminde açıkça bölünmelerin bulunduğu Fetret Devri’nde, kardeşleri Süleyman Çelebi 1402-1411 yılları arasında Edirne’de, Musa Çelebi ise 1411-1413 Edirne’nin bir kısmından başlayarak Rumeli topraklarını kontrol ederken, kendisi ise; 1402-1413 yılları arasında Anadolu’da; Tokat, Amasya ve Bursa’ya hâkim olmuştur. 1403-1404 ile 1410-1413 yıllarında Batı Anadolu’nun tümü ve devletin başkenti olan Bursa’yı hâkimiyeti altına almış, kendi hükümdarlığı döneminde de Osmanlı İmparatorluğu’nun, bu iki parçasını da birleştirmeyi başararak, İmparatorluğun tekrar tarih sahnesinde boy göstermesini sağlamıştır. Bu bakımdan da kimi tarihçi çevrelerce I. Mehmed, Osmanlı İmparatorluğu’nun “ikinci kurucusu” olarak adlandırılmıştır.[12]

Yaşamı :

Ankara Savaşı'ndan önceki yaşamı :

Fetret Devri :

Tek padişah olarak saltanatı

Ölüm :




*Humbaracı Ahmed Paşa - Vikipedi (wikipedia.org)

*Claude Alexandre Comte de Bonneval ya da müslüman olduktan sonraki adıyla Humbaracı Ahmed Paşa, 14 Temmuz 1675'te Fransa'da, Limousin Eyaletinin Coussae şehrinde soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Fransız subayı olarak görev yaptı. Daha sonra müslüman olup "Ahmed" adını aldı.[1] Osmanlı ordusunun ıslahı için çalıştı.

Hayatı:

Genç yaşlarında Fransız donanmasına katılan Bonneval, Dokuz Yıl Savaşı 1689-1697) sırasında Fransa safında savaşmıştır. Bu bağlamda Bonneval‟in kariyerine, Fransız Donanmasında bir topçu subayı olarak başlaması bir tesadüften ziyade bilinçli bir tercihin sonucu olarak görülebilir. Dokuz Yıl Savaşının (1689-1697) sona ermesini takiben Fransız kara kuvvetlerine geçiş yapan Bonneval, İspanya Veraset Savaşının (1701-1714) başında hâlen Fransız ordusunda görev yapmaktadır. Fakat Bonneval bu dönemde karşımıza Fransız piyade birliklerinde savaşan bir topçu subayı olarak çıkmaktadır.[2]

İspanya Veraset Savaşları'nda ün kazanan ve XIV. Louis ile arası açılınca Avusturya'ya kaçan, Bonneval, Savoy Prensi Eugen'in ordusunda Fransa'ya ve Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaştı.


Osmanlı'nın Hizmetine Girmesi:

Prens Eugen'le zamanla siyasî ve askeri konularda anlaşmazlığa düşen Bonneval, Prensle arası bozulunca Osmanlı İmparatorluğu'na sığındı. Kont Bonneval, elli dört yaşında, devrin padişahı III. Ahmed ve Damat İbrahim Paşa'nın aradığı tüm özelliklere sahipti. En önemlisi Avrupa devletlerinin ordu organizasyonları, taktik formasyonları ve özellikle Avusturya ordusu ve diplomasisi konusunda eşsiz bilgilere sahipti. Ancak büyük ölçüde uzayan savaşların tetiklediği enflasyon ve ekonomik darboğazın sebep olduğu 1730 isyanıyla Bonneval, bir anda kendisini İstanbul‟a davet eden padişah ve sadrazamı kaybetti. Ragusa üzerinden Saraybosna‟ya gelen Bonneval'in İstanbul'a ulaşmasını yaklaşık bir sene geciktirecek olan bu haber ve ardından tarafına yazılan emirler, Fransız asıllı generali Gümülcine'de ikamet etmeye zorlayacaktı. Başına gelenler dolayısıyla iflah olmaz bir Habsburg düşmanına dönüşen Bonneval, burada Osmanlı hizmetine girdi ve İslâmiyet'i kabul ederek Ahmed adını aldı.[2]

21 Ekim 1731 tarihinde Sadrazam Topal Osman Paşa, Osmanlı ordusunda modern savaş tekniklerini uygulamak üzere Humbaracı Ahmet Paşa'yı İstanbul'a çağırdı, 1732'de İstanbul'a gelen Humbaracı Ahmed Paşa, sadrazamla görüşmüş ve Humbaracıbaşılığa tayin edilmişti. Zamanın topçu subaylarına matematik dersleri veren Ahmed Paşa, Topal Osman Paşa'nın sadaretten azlinden sonra yerine geçen Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa (1732) zamanında Bab-ı Âli'den uzaklaştırıldı. Ancak dönemin siyasî şartları nedeniyle Paşa'ya Beylerbeyi rütbesini vererek sadrazam müşavirliğine getirdi. I. Mahmud zamanında 1735'te Humbaracı Ocağı'nı düzene sokmakla görevlendirildi. 25 Ocak 1735 tarihli fermanla Humbaracı Ocağı'nın kuruluşu tasdik edildi ve ocağın tabi olacağı esasları belirten nizamnâme yayınlandı.[3]


Sürgünü ve Ölümü:

Üsküdar Ayazma Sarayı'nda kurulan Humbaracı Kışlası'nda, seçilen birliklere Batı tarzındaki yeni talim usulleri ve savaş stratejilerini öğretti. Asıl görevi humbaracı ocağını organize ve nizama sokmak olmasına rağmen devletin dış münasebetleri ile de görevlendirildi. Katıldığı 1736 Seferi'nde Yeğen Mehmed Paşa ile birlikte Avusturya'ya karşı savaştı. Sefer dönüşü gözden düşen Ahmed Paşa, Kastamonu'ya sürgün edildi (1738).[4]

1747'de İstanbul'da öldü. Ölümünden sonra kurduğu askerî mühendislik okulu, evlatlığı Milanolu Süleyman Ağa,[5] ocağı teşkilatlandırmaya devam etse de, tutucu yeniçerilerin muhalefeti nedeniyle kapatıldı. Galata Mevlevîhânesi avlusundaki mezarlıkta gömülüdür.[1]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder