Doğduğumda adımı kulağıma dualarla fısıldayan, sesinden iyi tanıdığım Suat teyzem, beni beşiğimden usulca alıp bir yabancının kucağına verdiğinde dünyadaki ilk haftamı yeni doldurmuştum. Sımsıkı yumulu gözlerimden birini açtım, yaşadığı sürece bana hep sevgiyle bakacak olan bir çift mavi gözü gördüm ve ister inanın ister inanmayın, beni bağrına basıp burnunu boynuma gömen kişinin babam olduğunu o an anladım. O, benim kokumu tıpkı bir hayvanın yavrusunu koklaması gibi yüreğine sindirerek içine çekerken ben de onun boynunda güneşin ve dağ kekiğinin kokusunu aldım. Buram buram doğa kokuyordu babam. Toprak, nehir, ağaç, su ve tuz kokuyordu. Bir kedi gibi guruldayarak memnuniyet sesleri çıkardım. Göz göze geldiğimiz an ise aramızda çok güçlü bir bağın oluştuğunu, onun beni hayatım boyunca her türlü kötülükten koruyacağını hissettim. Hatta bir gün hırsızlar beni çalmaya kalkışacak olurlarsa, yüzlerce çocuk arasında babamın beni kokumdan tanıyabileceğine içtenlikle inanarak gözlerimi yeniden sımsıkı yumdum ve kollarında huzurlu bir uykuya daldım.
Mavi bir uykuya!
Mavi! İlk algıladığım renk! Babamın gözlerinde!
Sütliman ve dibi görünen berrak bir denizin akşamüstüne doğru birkaç ton koyulaştığındaki derin mavi! Sevgini, mutluluğun rengi, babamın gözlerindeki! Maviye düşkünlüğüm bundan mı kaynaklandı acaba? Hep mavi giymek istedim çocukken. Odama mavili perdeler astırdım; kitaplarımı, defterlerimi mavi kağıtlarla kapladım.
Bizim coğrafyada az bulunur rengine rağmen, babamın yüzünde daha belirgin olan, gözleri değil de kaşlarıydı nedense. Tanıdığımız her bir kişi kendine özgü bir özelliğiyle kalır ya aklımızda; saçları, gözleri veya ağızlarıyla, bazen sesleri hatta duruşlarıyla nakşolur ya hafızamıza insanlar; babamın her hattı çok muntazam olan yüzünde, dikkati gür ve kavisli kaşları çekiyordu bence. Yüzüne sert bir ifade veren, kalın, koyu renk kaşları olmasa, biçimli yüzü bir erkek için, fazla güzel kalabilirdi. Oysa hep biraz çatıkmış gibi duran kaşları, yüzünü tuhaf bir biçimde dengelemişti. Onu çok sevecek ama kaşlarındaki
ciddiyetinden dolayı hep biraz da çekinecektim. ÇOcukluğum boyunca bakışları belli bir mesafede tutacaktı.… ..
… ..
… .. Hitler askerlerini Bulgaristan sınırlarına kadar indirmiş, Alman orduları burnumuzun dibine gelmişti. Bu nedenle, doğduğum ülkede savaş korkusundan bunalmış bir halk, geceleri gözüne uyku girmeyen sinirli bir hükümet ve günlük hayatı cehenneme çevirmiş bir savaş ekonomisi vardı. Karartma için pencerelere gerilen siyah kağıtlardan mavi ampullerden tutun, şekere, peynir patiskaya kadar akla gelebilecek her şeyin kıtlığı hem de karaborsası memlekette kol geziyordu. Ülkenin üzerine çöken kara buluttan İstanbul da nasibini almıştı elbette. Yoksul ve orta halli İstanbullular iyice daralmış, bunalmış, zenginler hayat tarzlarını sadeleştirmek zorunda kalmışlardı. Bir de varlık vergisi korkusu sarmıştı insanları. Vergi jenüz gerçekleşmemişti ama hayaleti büyük şehirlerde dolaşmaktaydı. Belki de bu nedenle, gösterişten kaçınır olmuştu insanlar.
1941 yılının 7 Aralık’ında, yani benim dünyadaki üçüncü ayımı doldurduğum günün gecesinde Almanların müttefiki Japonlar, Amerika’nın büyük bir deniz üssünün bulunduğu Pearl Harbour’a baskın yaptılar. Sonrası çorap söküğü gibi gelecekti. Ertesi gün Japonlar o zamanki adıyla Siyam’ı (Tayland) işgal edecek, 11 Aralık’ta Almanya ve İtalya birlikte Amerika’ya savaş açacaklardı. Yani artık sadece Avrupa değil, dünya alev almıştı
1942 yılına gelindiğinde, Japonlar Filipin adalarını, Hong Kong’u Manila’yı, Singapur’u teslim almış, Pasifik Okyanusu’nu bir Japon içdenizi haline getirmişler; Almanlar Kuzey Afrika'da İngilizler’e karşı saldırıya geçmiş, Kaliforniya sahillerini bombalamış, Sivastopol’u ekle geçirmişlerdi. 1942’nin sonlarına doğru Sivastopol’u ele geçirmişlerdi. 1942’nin sonlarına doğru, Stalingrad’a saldıracak, ukrayna ve Kuzey Kafkasya Dağları’nın en yüksekl tepesi Elbruz’a gamalı haçlarını dikeceklerdi.
…..
… ..
… .. Bir tarafta Türkleri yanında isteyen muzaffer Almanya-Japonya- İtalya üçlüsü; diğer tarafta, yine Türkleri yanında isteyen ama sadece gözyaşı ve kan vaat eden Amerika, İngiltere ve Rusya vardı. Fransa ise yer altına inmiş, oradan direniyordu, Fransa için ölmeyi başka milletlerin ordularına bırakmış olarak!
İnönü’nün ülkesi savaş yorgunuydu ve çok yoksuldu. Ordusu donanımsızdı. Bu orduyu ayakta tutabilmek için, doğru yanlış, elinden geleni yapmaya çalışıyordu hükümet, İnönü, yanıtını bekleyen taraflardan birine, ya evet diyecekti ya hayır! Her iki halde de savaşa bulaşmış olacaktı. İşte ben böylesine sıkıntılı bir ülkeye doğmuştum!
… ..
… ..
Sadece İstanbul’un değil, memleketin başka kentlerinin de en kalburüstü, eğitimli, güngörmüş insanları, yeni vatanlarını çağdaş dünyaya ayarlamak üzere Ankara’da buluşmuşlardı. Bugün pek çok kişinin küçümsediği gibi, elitistlerin değil, evet elitlerin şehriydi Ankara. Elitlerin şehri olmaya mecburdu. Yoksa yapılmış olanların çoğu yapılamazdı. Bir savaşın kazanılmasında köylünün, kasabalının, küçük esnafın, din adamının, eli silah tutan, yüreğinde imanın olan kadın, erkek her insanın kutsal sayılabilecek katkısı olabilirdi. Kurtuluş Savaşı da böyle kazanılmıştı zaten. Ama kalkınma savaşı, imanın, kahramanlığın yanı sıra teknik bilgi ve birikim de isterdi. Sadece ticaretten anlamak da olmazdı kalkınma hamlesi; kültürü, bilgisi, görgüsü iyice oturmuş, dünya görüşü geniş,, uzmanlık alanları olan kişilere ihtiyaç vardı. Kurtuluş Savaşı sonrasında, kuruluşundan itibaren en az yirmi yıl kalkınma savaşı vermişti cumhuriyet, kurucuları alt yapıyı döşerken insana yatırımı da ihmal etmemişlerdi. Yapılan devrimlerin arasında adı hiç konmamış fakat bence en hayırlı devrim olan isimsiz “Anadolu devrimi”, eğitimi tüm yurda yaymış, vatan çocuklarından meslek sahibi insanlar yetiştirmeye başlamıştı. Her yerde okullar açılıyor, köylüsü, kasabalısı okula kavuşturuluyor, kadını, erkeği okuma yazma öğreniyordu. Hem de ne büyük heyecanla! Benim “Anadolu devrimi” diye adlandırdığım atılım yapılmamış olsaydı, bizi uzun yıllardır idare eden kişiler, kendi köy ve kasabalarında çobanlık, ırgatlık veya hamallık yapıyor olurlardı, çiftçilik bile değil. Çünkü taşranın çift çubuk sahibi varlıklı aileleri, Adnan Menderes örneğinde olduğu gibi, oğullarını okutmak imkânı bulurken, yoksulların çocukları yaya kalacaktı. Bir Çoban Sülü’den, bir Turgut Özal’dan bir başbakan, bir cumhurbaşkanı yetişemeyecekti. Tayyip Erdoğan, parasını, futboldan kazanmış bir küçük esnaftan öte gidemeyebilirdi. Memleketin tüm insanlarına yükselme kapılarını açan cumhuriyet, yoksul, zengin, şehirli, köylü diye ayırmadan, sınıf farkı gözetmeden tüm çocuklarını okumaya, meslek sahibi olmaya, toplumsal hayatta yer almaya teşvik ediyordu. Her birine başarı için aynı şansı tanıyordu. Her şehirdeortaokullar, liseler açılıyordu. Ankara’da üç ayrı üniversite kurulmuştu. Vatan çocukların her alanda yetişmeye başlamışlardı. Onlar çocuklarını her alanda yetiştirmeye başlamışlardı. Onlar idareyi devralmadan önce, elbette bilgi ve birikime sahip olan elitlerin elinde şekillenecekti cumhuriyet! Ben bu şekillenmeye teknik alanda katkısı büyük olan bir babanın kızı olmaktan hep çok gurur duydum. Ankara’nın o güzel yıllarında, o şehirde yaşamış, ilkokula orada gitmiş olmaktan da! Yeni, modern ve onurlu bir ülke yaratmanın heyecanını hâlâ yüreğinde duyan bir kuşaktı annemle babamın kuşağı.
… ..
… .. Hele annem, her halde sesi güzel olmadığı için Türkçe ve İngilizce şiirler okurdu. Okula başlamadan önce kulak dolgunluğuyla büyümüş de küçülmüş gibi, The Rime of the Ancient Mariner’dan birkaç mısra tekrarlayabilir, “Sıra dağlar mordu sular kırmızı / Suları beklerdi bir peri kızı / Alnından öperken akşam yıldızı! Kâinat aşkınla meftundur sandım” diye başlayarak, Rıza Tevfik’i sonuna kadar okuyabilirdim bu yüzden.
… ..
… ..
… .. Kırkıncı mezuniyet yılımız, “kırk” sayısının mistik anlamını taşıdığı için olmalı, özeldi. O sene, Tomris Gedik’in dışında, hayatta olanlarımızın tamamı gelmişti toplantıya. Heyretle farkettim ki, hepimize bir şeyler olmuştu. Zaman hepimizi törpülemiş, okuldayken sinir olduğumuz kızlara, sevmediklerimize, ukala bulduklarımıza ya da çalışkan oldukları için “inek” tabir ettiklerimize sihirli bir değnek dokunmuş, herkes tüm hatalarından, sıfatlarından arınıp kırk yıllık çok sevgili birer arkadaşa dönüşmüştü. Masanın etrafında fırdolayı oturmuş olan ve yüzlerinde zamanın hem tahribatını, hem de bilgeliğini taşıyan arkadaşlarıma bakmıştım içim titreyerek. Hepsini ama istisnasız hepsini ne çok sevdiğimi düşünmüştüm. Kırk uzun yolun yolcularıydık biz. Yola onbir yaşlarında hep birlikte koyulmuş, bir koca ömrü aynı kaynaktan beslendiğimiz değerler üzerinden yaşamıştık.Huyumuz suyumuz apayrı olsa da, tuhaf bir şekilde tek vücut gibiydik. İçimden her birini ayrı ayrı kucaklayıp bağrıma basmak, öpücüklere boğmak geliyordu. Ve biliyordum ki, masanın etrafında otutaranların her biri aynen benim gibi hissediyordu.
Kırkıncı yılımızı, kıymetini bilemediğimiz senelerin acısını çıkkartmak istercesine, bitmek bilmeyen buluşmalarla kutladık. Polenezköy’de bir otelde okuldaki oda arkadaşlarımızla aynı bir otelde okuldaki oda arkadaşlarımızla aynı odalarda yattık, garsonların hayret dolu bakışları altında yaramazlıklar, arsızlıklar yaptık. Hep birlikte bir otobüs tutup kapsamlı bir Doğu Anadolu gezisine çıktık. Ve sonra da önceki yıllarda burun kıvırdığımız sınıf buluşmalarını, özlemle neredeyse her ay tekrar etmeye başladık. Kırk yıl öncesini yeniden yakalama gayretimize vaktin çok azalmasının etkisi vardı şüphesiz. Zamanın yıldırım hızıyla geçerek sona yaklaşmakta olduğunu ancak altmışlarına vardığında fark ediyordu insan ve geri dönüp, şımarıkça savurduğu dostlukları, heba ettiği ilişkileri yeniden sımsıkı yakalamak istiyordu. İlk gençlikten genç kızlığa geçtiğimiz Freshman yılımıza dönmek, o yıl dinlediğimiz şarkıları tekrar duymak, kurduğumuz hayalleri bir kez daha düşlemek, önümüzdeki dört keyifli okul yılını bir kez daha doyasıya yaşamak, ah mümkün olabilseydi, eminim birkaç kişilik gruplara hiç bölünmez, hiç ayrışmaz, Hottentotlar gibi hep bir arada yaşardık mezun olana kadar!
... ..
... ..
Hayat & Ayşe Kulin
1941-1964 Dürbünümde Kırk Sene
Everest Yayınları
1. Basım : Ocak 2011
*Varlık Vergisi (Türkiye) - Vikipedi
*Varlık Vergisi, Türkiye'de 11 Kasım 1942 tarih ve 4305 sayılı kanunla konulan olağanüstü servet vergisinin adıdır.
Yasanın gerekçesi:
Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesi, hükûmet tarafından "olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek" olarak dile getirilmiş ve herhangi bir dini veya etnik grup hedef alınmamıştır. Oysa basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında başbakan Şükrü Saracoğlu'nun vurguladığı gerekçeler farklıdır:
"Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz."[2]
"Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.[3]
Yasanın uygulanışı:
Başbakan Saracoğlu, 5 Ağustos 1942'de okuduğu hükûmet programında yeni hükûmetin sosyal politikasını şu sözlerle açıkladı:
"Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir."
1942 yazı boyunca İstanbul gazetelerinde hırsızlık, karaborsacılık, vurgunculuk ve ihtikârla ilgili haber ve yazılar ön plana çıkarıldı. Hemen her gün ve her gazetede "karaborsacı Yahudi" tiplemesini içeren karikatürler yayınlandı.[kaynak belirtilmeli]
12 Eylül 1942'de İstanbul defterdarlığı görevine atanan Faik Ökte'nin anılarında anlattığına göre, Maliye Bakanlığı savaş dolayısıyla fevkalade kazanç elde ettiği iddia edilen kimselerin cetvelinin yapılarak müslümanların M, gayrımüslimlerin G, dönmelerin D harfiyle işaretlenmesini talep etti.[4]
11 Kasım'da Varlık Vergisi kanunu TBMM'de hiç tartışılmadan kabul edildi. Kanun her il ve ilçe merkezinde kimin ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyecek servet tespit komisyonları kurulmasını, komisyon kararlarının nihai ve kati olmasını, vergi ödeme süresinin 15 gün olmasını, 15 gün içinde tahakkuk eden vergiyi ödemeyenlerin mallarının haczedilerek icra yoluyla satılmasını, buna rağmen borcunu 1 ay içerisinde ödemeyen mükelleflerin bedeni kabiliyetlerine göre genel hizmetler ve belediye hizmetlerinde çalıştırılmasını öngörüyordu.[5]
İstanbul'da kurulan üç komisyon tahakkuk eden vergi listelerini 18 Aralık 1942'de açıkladı. Tahakkuk eden vergilerin %87'si gayrımüslim, %7'si müslim mükelleflere yüklenmişti. Geri kalan %6 değişik kalemlerde olup, bunların da çoğu gayrımüslim azınlıklar ve ecnebilerdi.[6] 4 Ocağa kadar vergisini ödemeyen mükelleflere birinci hafta için %1, sonraki haftalar için %2 gecikme zammı uygulanacağı ilan edildi.
Aralık 1942 ve Ocak 1943'te İstanbul'da gayrımüslimlere ait binlerce taşınmaz mülk el değiştirdi. El değiştiren mülkler arasında İstiklal Caddesi'ndeki yapıların büyük bir kısmı bulunuyordu. Satılan mülklerin %67 kadarı Müslüman Türkler, %30 kadarı resmi kurum ve kuruluşlar tarafından alındı.[7] 21 Ocak 1943'ten itibaren İstanbul'da binlerce gayrımüslime ait ev ve işyerleri haczedilerek haraç mezat satıldı.
27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, tümü gayrımüslimlerden oluşan toplam 1229 kişi çalışmak üzere Erzurum Aşkale'ye yollandı. Sözlü anlatımlara göre bu kişilerin aileleri Aşkale'ye sürülenlerin "sağ dönmeyeceğine" inanıyordu.[8] Çalıştırılacaklara verilen ücretlerin yarısı borçlarına mahsup edilmiştir.[9] Yaşlılar, Kop geçidinde kar temizleme işinin ağırlığından dolayı Aşkaleli köylülerden bazıları ile anlaşarak kendi yerlerine gençleri çalışmaya göndermişler. Bunun karşılığında da onlara günlük ödeme yapmışlardır.[10] Sürgünlerden 900 kişi 8 Ağustos 1943'te yük vagonlarıyla Eskişehir Sivrihisar'a nakledildi.
9-13 Eylül 1943 tarihlerinde New York Times gazetesinde Cyrus Sulzberger imzasıyla Türkiye'deki Varlık Vergisi uygulamasını eleştiren bir dizi yazı çıktı. Bu yazılardan hemen sonra 17 Eylül'de toplanan TBMM, henüz tahsil edilmemiş olan Varlık Vergisi borçlarının silinmesine karar verdi. Aralık ayının ilk günlerinde Aşkale ve Sivrihisar sürgünleri yaklaşık on aylık esaretten sonra evlerine gönderildi. Çünkü o dönem II. Dünya Savaşı'nın kritik günleriydi ve Türkiye bu durumdan etkilenmek istememiştir.
VARLIK VERGİSİ...
Yasa metni
11 Kasım 1942
Cumhuriyet tarihinin tartışılan yasalarından biri olan "Varlık Vergisi", Şükrü Saraçoğlu Hükûmeti tarafından 9 Kasım 1942'de TBMM'ye sevkedildi. Yasa, 11 Kasım'da Genel Kurul'da kabul edildi ve 12 Kasım 1942'de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Bazı kaynaklarda sadece Müslümanlar için olduğu belirtilen düşük vergiler aslında büyük çiftçilerden alınmıştır ve yasada %5'i geçemeyeceği belirtilmiştir.[14]
17 Eylül 1943 tarih ve 4501 sayılı yasa ile bir kısım mükellefin vergi borçları silindi.
15 Mart 1944 tarih ve 4530 sayılı "Varlık Vergisi Bakayasının Terkinine Dair Kanun" ile o tarihe kadar tarh edilmiş, ancak tahsil edilememiş vergilerin silinmesiyle "Varlık Vergisi" uygulaması ortadan kalkmıştır.
Tepkiler:
Popüler kültürde:
… ..
*II. Dünya Savaşı, 1939'dan 1945'e kadar süren küresel savaştır. Savaşa dönemin büyük güçleri ve dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu katıldı, Müttefikler ve Mihver olmak üzere iki karşıt askerî ittifak kuruldu. 30'dan fazla ülkeden gelen 100 milyondan fazla personelin doğrudan katıldığı bu topyekûn savaşta, savaşın büyük tarafları tüm ekonomik, endüstriyel ve bilimsel kapasitelerini savaş için seferber ettiler. 70 ila 85 milyon ölümle sonuçlanan II. Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en ölümcül savaştı ve savaş boyunca askerî personelden daha çok sivil kayıp verildi. Milyonlarca insan soykırımdan (Holokost gibi), planlanmış açlık ölümlerinden, katliamlardan ve hastalıklardan öldü. Tanklar, zırhlı araçlar, savaş uçakları, stratejik bombardımanlar, uçak gemileri, radar ve sonar, nükleer silahların geliştirilmesi ve roketler gibi birçok savaş teknolojisi savaşta önemli rol oynadı.
II. Dünya Savaşı'nın 1 Eylül 1939'da Almanya'nın Polonya'yı istila etmesi ve ardından 3 Eylül'de Birleşik Krallık ve Fransa'nın Almanya'ya savaş ilan etmesiyle başladığı kabul edilir. 1939'un sonlarından 1941'in başlarına kadar; Almanya bir dizi harekât ve antlaşma ile Kıta Avrupası'nın çoğunu istila etti ve kontrolü altına aldı. Ayrıca İtalya, Japonya ve diğer ülkeler ile Mihver ittifakını kurdu. Ağustos 1939'daki Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı ile Almanya ve Sovyetler Birliği, Polonya'yı paylaştı ve istila etti. Bu saldırmazlık anlaşmasından yararlanan Sovyetler Birliği Finlandiya ve Romanya'nın bir kısmını, Baltık devletlerinin ise tamamını ilhak etti. Kuzey Afrika ve Doğu Afrika'da harekâtların başlamasının ve 1940'ın ortalarında Fransa'nın 6 hafta içerisinde çöküşünün ardından savaş çoğunlukla Avrupalı Mihver devletleri ve Britanya İmparatorluğu arasında Balkanlar'daki harekâtlarla, Atlantik Savaşı'yla, Britanya'da hava savaşıyla ve Blitz'le devam etti. 22 Haziran 1941'de başlarında Almanya, Avrupalı Mihver devletleri ile Sovyetler Birliği'ni istila ederek tarihin en büyük kara cephesi olan Doğu Cephesi'ni açtı ve Mihver'i, özellikle de Alman Wehrmacht'ını bir yıpratma savaşına soktu. Almanya'nın Sovyetler Birliği seferine Japon İmparatorluğu dahil olmadı.
Asya ve Pasifik üzerinde hükmetmeyi amaçlayan Japonya, 1937'den beri Çin Cumhuriyeti ile savaş içerisindeydi. Aralık 1941'de Japonya, Güneydoğu Asya ve Orta Pasifik'te bulunan Amerikan ve İngiliz topraklarının ve kolonilerinin neredeyse tamamına Pearl Harbor Saldırısı gibi eşzamanlı saldırılar düzenledi. ABD'nin ve Birleşik Krallık'ın Japonya'ya savaş ilanından sonra Avrupalı Mihver devletleri, müttefikleri ile dayanışma içinde ABD'ye savaş ilan etti. Japonya kısa süre içinde Batı Pasifik'in çoğunu ele geçirdi 1942'de Midway Muharebesi'ni kaybetmelerinin ardından ilerlemeleri durduruldu. Daha sonra Almanya ile İtalya Kuzey Afrika'da müttefik güçlerine ve Stalingrad'da Sovyetler Birliği'ne karşı ağır yenilgilere uğradı. 1943'teki aksilikler (örneğin Doğu Cephesi'ndeki bir seri Alman yenilgisi, Müttefiklerin Sicilya'yı ve İtalyan anakarasını istilası ve Pasifik'teki müttefik harekâtı) Mihver'i bütün cephelerde stratejik geri çekilmeler yapmaya zorladı. 1944'te Batılı Müttefikler Alman işgali altındaki Fransa'yı geri aldı ve Sovyetler Birliği Mihver güçlerini topraklarından tamamen atıp Almanya'yı istila etmeye başladı. 1944 ve 1945 boyunca, Japonya'nın Çin'deki ilerlemeleri tersine dönerken, Müttefikler Japon Donanması'na önemli darbeler vurdu ve stratejik Batı Pasifik adalarını ele geçirdi.
Avrupa'daki savaş, Alman işgali altındaki bölgelerin özgürleştirilmesi, Sovyetler Birliği'nin ve Batılı Müttefiklerin Almanya'yı istilası, Berlin Muharebesi, Adolf Hitler'in intiharı ve 8 Mayıs 1945'te Almanya'nın koşulsuz teslimiyetiyle sonuçlandı. 26 Temmuz 1945'te Müttefiklerin Potsdam Konferansı'ndan ve Japonya'nın bu şartlara göre teslim olmayı reddetmesinin ardından, ABD ilk atom bombalarını 6 Ağustos 1945'te Hiroşima'ya ve 9 Ağustos'ta Nagazaki'ye attı. Japon adalarının potansiyel bir istilası, ek atom bombası saldırıları olasılığı ve 9 Ağustos'ta Japonya'ya karşı Sovyetlerin savaşa girmesi ve Mançurya'yı istilasıyla karşı karşıya kalan Japonya, 15 Ağustos 1945'te teslim olmaya niyetini açıkladı ve Asya'da Müttefikler zafer elde etti. Savaşın ardından, Almanya ve Japonya işgal edildi ve Alman ve Japon liderlere karşı savaş suçları mahkemeleri açıldı. Çoğunlukla Yunanistan ve Yugoslavya'da işlenmiş belgeli savaş suçlarına rağmen, İtalyan liderler ve generaller diplomatik faaliyetler sayesinde genellikle cezalar ile karşı karşıya kalmadılar.
II. Dünya Savaşı, dünyanın siyasi gruplaşmasını ve sosyal yapısını değiştirdi. Birleşmiş Milletler (BM), uluslararası işbirliğini geliştirmek ve gelecekteki potansiyel çatışmaları önlemek için kuruldu ve muzaffer büyük güçler (Çin, Fransa, Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık ve ABD) Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri oldu. Sovyetler Birliği ve ABD rakip süper güçler olarak ortaya çıktı ve bu neredeyse yarım yüzyıl süren Soğuk Savaş için zemin hazırladı. Avrupa'nın savaştan gördüğü büyük zararın ardından, büyük güçlerinin etkisi azaldı ve bu Asya ile Afrika'nın dekolonizasyonunu tetikledi. Endüstrileri zarar gören çoğu ülke ekonomik iyileşme ve genişlemeye yöneldi. Siyasi bütünleşme, özellikle Avrupa'da, gelecekteki düşmanlıkları önleme, savaş öncesi düşmanlıkları sona erdirme ve ortak bir kimlik oluşturma çabası ile başladı.
Kronoloji:
Ayrıca bakınız: II. Dünya Savaşı kronolojisi
Avrupa’daki savaşın genellikle 1 Eylül 1939’da[1][2] Polonya Seferi ile ve iki gün sonra Birleşik Krallık ve Fransa'nın Almanya'ya savaş ilanıyla başlandığı kabul edilir. Pasifik'te savaşın başlama tarihi olarak kabul edilen tarihlerin arasında ise, İkinci Çin-Japon Savaşı'nın başladığı 7 Temmuz 1937[3][4] ve Japonya'nın Mançurya'yı istila ettiği 19 Eylül 1931 yer alır.[5][6][7]
Diğer bazı görüşler ise, Çin-Japon Savaşı ile Avrupa ve kolonilerindeki savaşın eşzamanlı olarak gerçekleştiğini ve iki savaşın 1941'de birleştiğini savunan İngiliz tarihçi A.J.P. Taylor'ın görüşlerini takip eder.[8][9] II. Dünya Savaşı için kullanılan diğer başlangıç tarihlerinin arasında II. İtalya-Habeşistan Savaşı'nın başladığı 3 Ekim 1935 bulunur.[10][11][12] Bunun yanında, Hem I. hem de II. Dünya Savaşı'nın aynı "Avrupa İç Savaşı" veya "İkinci Otuz Yıl Savaşı" nın bir parçası olduğu görüşü de vardır.[13][14] İngiliz tarihçi Antony Beevor, II. Dünya Savaşı'nın başlangıcını Mayıs'tan Eylül 1939'a kadar Sovyetler Birliği ile Moğolistan ve Japonya güçleri arasında savaşılan Halhin Gol Muharebesi olarak belirler.[15]
Savaşın bitiş tarihi hakkında da evrensel bir fikir birliği yoktur. O zamanlarda savaşın, 2 Eylül 1945'te Japonya'nın resmen teslim olarak Asya'daki savaşı resmen bitirmesi ile değil, 14 Ağustos 1945'teki ateşkes antlaşması ile sonlandığı kabul görüyordu. Japonya ve Müttefikler arasında bir barış antlaşması, 1951'de imzalandı.[16] 1990'da Almanya'nın geleceğini ilgilendiren bir antlaşma, Doğu ve Batı Almanya'nın yeniden birleşmesine zemin hazırladı ve bu, II. Dünya Savaşı'nın sebep olduğu savaş sonrası sorunların çoğunu çözdü.[17] Kuril adaları anlaşmazlığı sebebiyle Japonya ile Sovyetler Birliği arasında hiçbir zaman resmi bir barış antlaşması imzalanmadı.[18]
Arka plan:
Avrupa:
I. Dünya Savaşı, İttifak Devletleri'nin (Avusturya-Macaristan, Almanya, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu) yenilgisi ve 1917'de Bolşeviklerin Rusya'da iktidarı ele geçirerek Sovyetler Birliği'ni kurması ile Avrupa siyasi haritasını kökten değiştirdi. Bu sırada, Fransa, Belçika, İtalya, Romanya ve Yunanistan gibi muzaffer İtilaf Devletleri savaşın bir sonucu olarak yeni topraklar kazandılar ve Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının çöküşünden yeni ulus devletler meydana geldi.
*Wehrmacht (Türkçe anlamı: Silahlı Kuvvetler), 1935 ile 1945 yılları arasında Nazi Almanyası'nın silahlı kuvvetleridir. "Waffenträger der Nation" (Ulusun Silahtarı) olan Heer (Kara Kuvvetleri), Kriegsmarine (Deniz Kuvvetleri) ve Luftwaffe'den (Hava Kuvvetleri) oluşmaktaydı.
Adolf Hitler, 16 Mart 1935'te, Versay Antlaşması'nda Almanya'nın silahlı gücüne sınır koyan maddeleri iptal ederek ordunun yeniden silahlandırılması için çalışmaya başlamıştı. Bununla birlikte Weimar Cumhuriyeti dönemindeki silahlı kuvvetlerinin adı olan Reichswehr, Wehrmacht olarak değiştirilmiştir. Reichsheer, Heer olarak; Reichsmarine ise Kriegsmarine olarak değiştirilmiş ve ayrıca Luftwaffe kurulmuştur.
Wehrmacht, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın askerî gücünün çekirdeğini oluşturmuştur. Savaşın ilk aşamalarında Blitzkrieg olarak bilinen ve yıkıcı sonuçlar elde etmek için hava desteği, tanklar ve piyadelerin birlikte çalışmasını içeren bir stratejiyi etkin bir şekilde kullanmıştır. Tarihçiler Fransa (1940), Sovyetler Birliği (1941) ve Kuzey Afrika'daki (1941/42) harekâtlarını cesur ve başarılı askerî eylemler olarak değerlendirmektedir.[3]
Ancak bu kapsamlı saldırılar Wehrmacht'ın kaynaklarını zorladı ve Moskova Muharebesi'nde (1941) ilk büyük yenilgisini aldı. 1942'nin sonlarına doğru Almanya tüm cephelerde toprak kaybetmeye başladı. Alman ordusunun stratejik, doktrinsel ve lojistik zayıflıkları, Müttefik kuvvetlerin birleşik gücüyle karşılaştırıldığında giderek daha belirgin hale geldi.
SS ve Einsatzgruppen ile yakın işbirliği içinde çalışan Alman silahlı kuvvetleri savaş sırasında çok sayıda savaş suçu işlemiştir. Daha sonraki inkârlara ve Wehrmacht'ın sterilize edilmiş bir imajını yansıtma çabalarına rağmen, bu suçlar öncelikle Sovyetler Birliği, Polonya, Yugoslavya, Yunanistan ve İtalya'da meydana gelmiştir. Bu eylemler Sovyetler Birliği'ne karşı yürütülen imha savaşı, Holokost ve Nazi güvenlik savaşını da içeren daha geniş çaplı operasyonların bir parçasıydı.[4]
Dünya Savaşı sırasında Wehrmacht'ta yaklaşık 18 milyon erkek görev yapmıştır. Mayıs 1945'te Avrupa'daki savaş sona erdiğinde, Heer (ordu), Kriegsmarine (donanma), Luftwaffe (hava kuvvetleri), Waffen-SS (SS'in bir muharip kolu), Volkssturm (son çare milisleri) ve yabancı işbirlikçi birlikleri de dahil olmak üzere Alman kuvvetleri önemli kayıplar vermişti. Yaklaşık 11.3 milyon asker kaybedilmiş, bunların yaklaşık 5.3 milyonu ya kaybolmuş, ya çatışmada öldürülmüş ya da esaret altında ölmüştür.[5]
Dikkat çekici bir şekilde, çok daha fazlasının yasadışı faaliyetlere karışmış olabileceğini gösteren kanıtlara rağmen, üst düzey Wehrmacht liderlerinden sadece birkaçı savaş suçları nedeniyle mahkemeye çıkarıldı. Tarihçi Ian Kershaw, Sovyetler Birliği'ni işgal eden üç milyon Wehrmacht askerinin önemli bir kısmının savaş suçlarına karıştığını belirtmiştir.
*Kuzey Afrika Cephesi (II. Dünya Savaşı) - Vikipedi
*Kuzey Afrika Cephesi, Libya, Mısır, Cezayir, Tunus ve Fas'ta Müttefik Devletler ve Mihver Devletler arasında geçen savaşlar dizisidir. Cephedeki savaşlar daha çok Almanya ve Birleşik Krallık arasında geçmiştir. Kuzey Afrika çöllerinde yapılan tank savaşları II. Dünya Savaşı'nın kaderini değiştirmiştir.
İlk Silah'ın Sesleri:
İtalya'nın 10 Haziran 1940'ta Almanya safında savaşa girmesiyle savaş Kuzey Afrika'ya da sıçramış oldu. Zaten Libya, Eritre ve Somali İtalyan kontrolündeydi.
İtalya'nın Kuzey Afrika'da operasyon alanı olarak belirlediği bölge, Nil Nehri ve Tunus arasında kalan Batı Çölü'ydü. 1939 yılı ortalarında itibaren Mısır'daki İngiliz Orta Doğu Kuvvetleri, Libya'daki İtalyan kuvvetlerini yoklama taarruzlarıyla taciz etmekteydi. General Creagh komutasındaki 7. Zırhlı Tümenin askerleri bu çatışmalarla "Desert Rats (Çöl Fareleri)" olarak anılacaktır.
Libya'daki İtalyan kuvvetleri Mareşal Graziani komutasında 7 tümenlik ve 300 tanklık bir kuvvetle 13 Eylül 1940'ta İngilizlere saldırmışlar, Mısır topraklarında az biraz ilerledikten sonra, ciddi bir direnişle karşılaşmamalarına karşın Sidi Barrani'de duraklayıp savunma sistemleri oluşturmaya koyuldular. Aralık ayında henüz Nil Irmağına ulaşamadan Wavell'in komutasındaki birlikler tarafından durduruldular. Çarpışmalar sonunda İtalyanlar Bingazi’nin ötesine püskürtüldü.
7 Aralık 1940 gecesi, General O'Connor komutasındaki bir İngiliz birliği İtalyan mevzilerine saldırdılar. Sidi Barrani'nin İngiliz kuvvetlerinin eline geçmesiyle İtalyan birlikleri dağılmışlardır.
İngiliz Karşı Saldırısı:
3 Ocak 1941'de yeniden taarruza geçen O'Connor, 22 Ocak da Tobruk limanına ulaştı ve ileri harekâtını sürdürdü. 7 Şubat 1941'de Bingazi'ye ulaşmıştır. İtalyan birliklerinin Kuzey Afrika'da pozisyonlarını korumaları iyiden iyiye güçleşmişken, İtalya hükûmetinin dikkatinin Balkanlar'a yönelmesi nedeniyle Kuzey Afrika'daki ha rekât durmuştur.
Afrika Kolordusu Kuruluyor:
12 Şubat 1941'de General Erwin Rommel Kuzey Afrika'da yeni oluşturulan Afrika Kolordusu'un komutanı olarak Trablusgarp'a ulaşmıştır. Rommel, 31 Mart 1941 günü El Ageyla'daki İngiliz birliklerine sürpriz bir baskın düzenleyerek kenti ele geçirir. 2 Nisan 1941 de, Almanya'nın Balkan Cephesini açmasından iki gün sonra Bingazi yönünde ilerlemesine devam eden Rommel, İngiliz 2. Zırhlı Tümenini kuşatma altına alıp teslim olmak zorunda bırakmıştır.
Rommel'in birlikleri Batı Çölü'nde 600 km. kadar ilerlemişler, fakat Tobruk limanı İngilizlerin elinde kalmıştır. Nisan 1941 ayı içinde Rommel iki kez Tobruk'a yüklense de sonuç alamaz.
Operasyon Brevity:
15 Mayıs 1941 sabahı İngiliz birlikleri Alman hatlarına "Brevity Harekatı" kodadıyla bilinen bir taarruzda bulunurlar. Halfaya Geçidi'ni ele geçirmelerine karşın Almanların karşı taarruzları sonucu Brevity Harekâtı başarısız olmuştur.
Savaş Baltası Operasyonu:
14 Haziran 1941 gecesi İngiliz birlikleri ikinci bir taarruza giriştiler. "Savaş Baltası Operasyonu" kod adlı bu harekâtda İngiliz birlikleri, Halfaya Geçidi'ne ve Rommel'in merkezdeki garnizonuna saldırırlar. Halfaya Geçidi, her iki tarafın askerleri arasında "Cehennem Geçidi" olarak adlandırılacaktır bundan böyle. Her iki taarruz da İngilizler açısından başarısız olur. Harekâtın üçüncü günü başlarken Rommel, tüm birliklerini, İngilizlerin geri çekilme hattını tutmak amacıyla Halfaya Geçidi'nin yanından ileri sürecektir. Bu tırpan hareketi durdurulamayınca İngilizler geri çekilmek zorunda kalırlar.
Haçlı Operasyonu:
Tobruk'taki köprü başına ulaşma yönünde İngilizlerin üçüncü girişimi, "Crusader Harekatı" olarak kayıtlara geçmiştir. 18 Kasım 1941'de başlatılan harekât bu kez başarılı olur. 4 Aralık 1941'de Rommel, Tobruk önlerinden de çekilmek zorunda kalmıştır. Rommel, daha önce savunma hatları oluşturduğu Gazala Hattı'na çekilmiştir ama, 13 Aralık 1941'deki İngiliz saldırısı karşısında geri çekilmek zorunda kalır, İngilizlerin 200 tankına karşılık elinde kullanılır durumda 30 tankı vardır.
27 Aralık 1941 tarihinde Rommel, birkaç gün önce ulaşan 30 tanklık takviye kuvvetini kullanarak İngiliz hatlarını yeniden Gazala Hattı'na kadar ileri itmiştir.
21 Ocak 1942'de Rommel yeniden taarruza geçmiştir. Bu harekât İngiliz birliklerini Bingazi'ye kadar geri atacaktır.
Afrika 1941-1943 Rommel, 1941 yılının büyük kısmını kendi organizasyonunu oluşturmak ve Tuğgeneral Richard O'Connor komutasındaki İngiliz kuvvetlerine karşı bir dizi mağlubiyet alarak dağılmış olan İtalyan birliklerini toparlamakla geçirdi. Aslen buradaki savunmaya yardım amacıyla gönderilen Rommel kendinden birkaç kat üstün İngiliz kuvvetleri önüne katmış ve El Alamein'e kadar kovalamıştır. Kendisine ünlü Çöl Tilkisi (Desert Fox) lakabı da bu yaptıklarından sonra takılmıştır.
Pek çok şaşırtmaca kullanmıştır. Bunlardan bazıları; tankların ve araçların arkasına çalı çırpı bağlatarak tozu dumana katmasıdır ki bunu gören İngilizler çok büyük bir gücün kendilerine saldırdığını sanarak geri çekilmişlerdir. 88'lik topların yarısını toprağa gömdürmüş, yaklaşan İngilizlere acı bir sürpriz yaşatmıştır. Mayın dedektörlerini yanıltmak için her mayının yanına konserve kutuları gömdürmüştür. Bazen araçları tahtadan tank haline getirip, şaşırtmaca da kullanmıştır.
Başarılı bir saldırıyla İngiliz birlikleri Libya'nın dışına çıkarıldı ancak Mısır'a az bir mesafede saldırı tükendi ve çok önemli Tobruk limanı kuşatılmış olduğu hâlde Avustralyalı general Leslie Morshead komutasındaki Müttefik kuvvetlerinin elinde kaldı. Müttefik Kuvvetler Komutanı General Archibald Wavell'in kuşatmayı kırmak amacıyla yaptığı iki saldırı (Brevity Harekâtı ve Savaş Baltası Harekâtı) başarısızlıkla sonuçlandı.
Pahalıya malolan Savaş Baltası Harekâtı'nın başarısızlığı sonrası Wavell'ın yerine Hindistan İngiliz Birlikleri Komutanı General Claude Auchinleck atandı. Auchinleck, Tobruk'u kurtarmak için 18 Kasım 1941 tarihinde büyük bir taarruz başlattı (Haçlı Harekâtı) ve başarılı da oldu.
Crusader, Rommel için bir bozgun olmuştur, 7 Aralık 1941 günü tüm birliklerine geri çekilme emri verecektir. Alman ve İtalyan birliklerinin Tobruk civarından çekilmekte olduklarını gören Auchinleck, başarıyı genişletmek amacıyla bu birlikleri izlemeye karar verecektir. Birlikleri düzenli bir biçimde çekilmekte olan Rommel, 20 Ocak 1942 tarihinde birliklerini geri çevirerek kendilerini izleyen müttefik kuvvetlerine bir karşı taarruz düzenler. İngiliz kuvvetleri, bu beklenmedik saldırı karşısında Tobruk'a geri çekilerek savunma pozisyonu almak zorunda kalmışlardır.
Klasik bir Yıldırım savaşı taktiği ile Rommel, 24 Mayıs 1942 günü taarruza geçerek, Gazala'da İngiliz kuvvetlerini kanadının dışından dolanan bir çevirme harekâtına girişmiştir. Bu çevirme harekâtı, Bir-Hakem'deki kuvvetli birliklerini, pozisyonlarını savunamayacak duruma düşürmüştür. Bunun üzerine İngiliz birlikleri, kaçınılmaz görünen kuşatmadan kurtulabilmek için hızla geri çekilmek zorunda kaldılar.
Rommel'in bu saldırısı sonucunda Tobruk, kuşatılmış bir vaziyette Afrika Kuvvetleriyle Mısır arasındaki tek engel olarak kaldı.
Ocak 1942'de Rommel'in direktifi ile bir haber el altından, Rommel'in karargâhından İtalyan Kuzey Afrika Başkomutanlığına doğru sinsice yayıldı: 'Rommel çekilmeye hazırlanıyor'.İtalyan Komutanlar ve kurmay subayları hayretler içinde kalmıştı. 18 Ocak'ta Kahire'de duyulan bu haber hayret uyandırmakla beraber İngiliz Başkomutanı Auchinleck buna pek de inanmamıştı. Auchinleck ısrarla Londra'dan daha fazla bilgi istiyor, herkes merakla cevabı bekliyordu. Ajanlar ufacık bir bilgiyi bile havada kapacak konumda bekliyorlardı. Herkes bu soruları sorarken 21 Ocak günü Rommel emrini orduya dağıttı.Düşmanı imha maksadıyla taarruza geçilecekti. 21 Ocak 1942 günü Merselbrega'daki İngiliz İleri Karakolları saat 08.30'da Alman tanklarının olanca hızıyla kendilerine doğru geldiğini görünce hayretten ağızları açık kalmıştı.
21 Haziran 1942'de hızlı, koordine ve başarılı bir kombine saldırı ile Tobruk, 33.000 askerle birlikte teslim oldu. Daha önce sadece Singapur'un düşüşünde bu büyüklükte bir İngiliz askerî birliği teslim olmuştu. Müttefikler tartışmasız bir şekilde yenilmişti ve haftalar içinde Mısır'a kadar çekilmek zorunda kaldılar. Rommel'in, İngilizlerin "Çöl Fareleri" karşısındaki keskin başarıları onu yaşayan bir efsane haline getirdi ve "Desert Fox" (Çöl Tilkisi) lakabını kazandı ve Afrika savaşları boyunca bu isimle anıldı.
Rommel'in saldırısı, Kahire'ye 90 Km mesafedeki El-Alameyn'de durdu. Birinci El-Alemeyn Savaşı, bazı ikmal problemleri ve müttefiklerin inşa ettiği mevziler nedeniyle Rommel'in aleyhine sonuçlandı. Müttefikler, arkalarını duvara yaslamış, destek hatlarına çok yakın olduklarından sürekli ikmal yapabiliyor ve yeni birliklerle mevzilerini güçlendirebiliyorlardı. Auchinleck'in zayıf İtalyan birliklerine sürekli ve tekrarlayan saldırıları Rommel'i Alman Afrika Birliklerini (Deutsches Afrikakorps) bir tür ilk yardım ekibi gibi kullanmak zorunda bıraktı. Bu da inisiyatifi Müttefiklere verdi. Rommel'in Alam Halfa Savaşında Müttefik hatlarını kırma girişimi Afrika'ya yeni gönderilen Tümgeneral Bernard Montgomery tarafından kararlı bir şekilde püskürtüldü. Bunun nedeni bölgenin haritasını çıkarmaya çalışan Alman keşif kollarının çölde aslen İngilizler tarafından patlatılmış bir keşif aracının içinde buldukları ve gerçek haritaların basıldığı İngiltere'de bir karargahta basılan haritaydı. Harita o kadar gerçekti ki üzerinde seri numarası bile vardı. Ancak Rommel yine de karamsar davrandıysa da kurmaylarının ısrarıyla buna kandı ve belki de tüm savaş boyunca en büyük hatasını yapmış oldu. Harita öylesine ustaca yapılmıştı ki, bütün yollar Almanları İngilizlerin olduğu yöne doğru sevk ediyordu. Yolların yerinde kum tepeleri, düzlüklerin yerinde de yükseltiler mevcuttu.Haritaya göre geçilmesi mümkün olmayan yerlerde düzgün yollar ve patikalar bulunuyordu.
Almanlar bunu ancak saldırıya başladıkları 30 Ağustos günü fark edebilmişlerdi. Bunun sonucunda kendilerini piyade tümenleri yerine tanksavar tümenlerinin, İngiliz tanklarının karşısında bulan Alman panzerleri hedeflerine ulaşamamıştır.Tanklar mayınlar yüzünden çok yavaş ilerliyor ve yoğun düşman ateşi altında kalıyordu. Rommel en sonunda 1 Eylül'de yenilgiyi kabul etti ve ilk başlangıç noktasına çekildi.
İkmal hatlarının Malta üzerinden sürekli baltalanması ve çölde katetmek zorunda kaldıkları uzun mesafeler nedeniyle Rommel'in El-Alameyn'i uzun süre elinde tutması mümkün değildi. Yine de Rommel'in kuvvetlerini geri çekilmeye zorlamak için İkinci El-Alameyn Muharebesi gibi büyük çaplı bir operasyon gerekti. Hitler ve Mussolini'nin bütün baskılarına rağmen Rommel'in kuvvetleri Tunus'a girene kadar bir daha durup savaşmadı. O zaman bile İngiliz Sekizinci Ordusuyla değil Amerikan 2. Kolordusuyla savaştılar. Rommel, Kasarin Geçidi Savaşında Amerikan birliklerine ağır bir darbe indirdi.Kendisi 1.000 asker ve 20 tank kaybederken Amerikalılara 6.000 asker, 183 tank ve 200 top gibi ağır bir kayıp verdirdi.
Rommel birliklerini Tunus'a kadar geri çekerek Hitler'in Tobruk zaferinden daha büyük zaferler elde etme hayaline darbe vurmuş olsa da, Stalingrad'da Hitler'in emirlerine uyup ordusunun yok olmasına neden olan Friedrich Paulus'un aksine o, birliklerini kurtarmış oldu.
Rommel'in kuzey afrikadaki başarılarından sonra, 1942 yılında Winston Churchill avam kamarasında yaptığı konuşmada şöyle demiştir: "Singapur'u kaybettik, doğudaki topraklarımız elden gidiyor, ama savaşın tüm karışıklığına rağmen şunu diyebilirim ki, en azından karşımızda (Rommel'i kast ederek) çok cesur ve yetenekli bir general var."
*Japonya'nın Mançurya'yı istilası - Vikipedi
*Japonya'nın Mançurya istilası; 18 Eylül 1931'de, Japon İmparatorluğu'nun Kuantung Ordusu'nun, Mukden Olayı'ndan hemen sonra başlayan işgal harekâtı. Japonlar, bölgede Mançukuo adında bir kukla devlet kurarak, işgali II. Dünya Savaşı sonuna kadar sürdürdüler.
Askeri harekât:
Temmuz 1931'de Vanpaoşan Olayı ile başlayan Çin-Japon ihtilafı, 18 Eylül 1931'de yaşanan Mukden Olayı ile zirve yaptı. Mukden Olayı ile aynı gün, İmparatorluk Karargahı, Kuantung Ordusu'na, olayı daha fazla büyütmeme ve daha geniş bir alana yaymama konusunda talimat verdi. Karargahtan gelen bu talimata rağmen, Kuantung Ordusu Başkomutanı Şigeru Honjo, emrindeki kuvvetlere, Güney Mançurya Demiryolu hattında tüm yönlere doğru operasyonları genişletme emri verdi. Korgeneral Jiro Tamon'un emriyle II. Tümen'e bağlı birlikler, 730 mil uzunluğunda demiryolu hattı boyunca ilerleyerek, birkaç gün içinde Anshan, Hayçeng, Kayyuan, Tieling, Fuşun, Siping, Çangçun, Kuançengtzu, Yingkou, Antung ve Penhsihu şehirlerini ele geçidi.
Aynı şekilde, 19 Eylül'de General Honjo'nun talebi doğrultusunda Kore'deki Joseon Ordusu komutanı General Senjūrō Hayashi, emrindeki 20. Piyade Tümeni'nin güçlerini bölerek, 39. Karma Tugay'ı oluşturdu. Aynı gün İmparatorun izni olmadan bu tugay da Mançurya'ya doğru yola çıktı. Japon kuvvetleri, 20-25 Eylül tarihleri arasındaki beş günlük kısa süre içinde, Hsiungyueh, Çangtu, Liaoyang, Tungliao, Tiaonan, Kirin, Chiaoho, Huangkutun ve Hsin-min'i aldı. Böylelikle Liaoning and Kirin eyaletleri kontrol altına alınırken, Kore ile ilişkiyi sağlayan ana demiryolu hattı da güvence altına alınmış oluyordu.
Tokyo, Ordunun merkezi hükûmetten emir almadan, kendi başına hareket etmesi haberi karşısında şoke oldu. Sivil hükûmet, askerlerin bu emir tanımaz, asi tutumlarından dolayı bir kaosa sürüklendi. Ancak birbiri ardına gelen zafer haberleriyle, sivil yönetim askerlere karşı iyice zayıf duruma düşmüştü. Hatta zafer haberlerinden sonra, hükûmet tarafından bölgeye üç tümen asker daha gönderilmesi kararlaştırıldı.
Anılan dönemde, hükûmetin oluşturulması için ordu ve donanmadan da kabinede üye bulunması, anayasal bir zorunluluktu. Askerler kolaylıkla hükûmet üstünde hakimiyet oluşturabilmekteydi. Askerlerin desteği olmadan, hükûmetin ayakta kalması imkânsızdı.
Çin'den kopuş:
Liaoning Bölgesel Hükûmeti, Mukden'den kaçtıktan sonra yerine, Liaoning eyaletinin Çin Cumhuriyeti'nden ayrılacağını ilan eden bir "Halkların Korunması Komitesi" getirildi. Diğer ayrılıkçı hareketler, Japon işgali altındaki Kirin'de "Yeni Kirin Ordusu Generali Xi Qia, Harbin'de ise ve General Zhang Jinghui tarafından örgütlendi. Ekim ayının başında, Liaoning'in kuzeyindeki Taonan kentinde General Jang Haypeng, Japon Ordusu'nun yüklü miktarda askeri yardımı karşılığında, Çin'den ayrıldığını ilan etti.
13 Ekim'de General Jang Haypeng, General Xu Jinglong komutasındaki Hsingan Islah Ordusu'nun üç alayına, kuzeye doğru giderek, Heilongjiang eyaletinin başkenti Qiqihar'ı ele geçirmesi emri verdi. Kentteki bazı unsurlar kenti barış içinde teslim etmeyi önerdi. General Jang, bu teklifi kabul etmek üzere şehre doğru ihtiyatla ilerledi. İlerleyen birlikler, General Dou Lianfang'ın direnişiyle karşılaştı. Çıkan şiddetli çatışma sonucunda, kuzey kıyısını koruyan birlikler ağır kayıplar vererek kaçtı. Bu savaş sırasında Nenjiang demiryolu köprüsü, General Ma Janşan'a sadık birlikler tarafından dinamitlenerek, kullanım dışı bırakıldı.
Japon işgaline direniş:
Ana maddeler: Nenjiang Köprüsü Müdafaası ve Jiangqiao Savaşı
Nen Nehri'ndeki köprünün tamirini bahane olarak kullanan Japonlar, Kasım ayı başlarında Japon birliklerinin himayesinde bir onarım ekibi sevk etti. Kuomintang hükûmetinin, Japon istilasına karşı direniş gösterilmemesi yönündeki emirlerine karşı çıkan, Heilongjiang Bölge valisi, Müslüman General Ma Janşan'la, isyancı Japon askerler arasında çatışma başladı.
Nenjiang Köprüsü'nü tutmayı başaramasa da, gösterdiği direniş, yurt içi ve yurt dışı basında büyük yankı uyandırdı ve ulusal kahraman haline geldi. Olayın bu derecede duyulması Japon Karşıtı Gönüllüler Ordusu'na katılımı da artırdı.
Tamir edilen köprü, Japon kuvvetlerinin ve zırhlı trenlerinin ilerlemesine imkân sağladı. Çoğunluğunu Japon İmparatorluk Kara Kuvvetleri'nin 8. Tümen'ine bağlı, 4. Karma Tugay askerlerinin oluşturduğu destek kuvvetleri, Kasım ayında bölgeye gönderildi.
5 Kasım tarihinden itibaren, 400 askeri ölen, 300 askeri de yaralanan General Janşan, bu kayıplarına rağmen, 15 Kasım 1931 tarihinde Japonların teslim ol çağrısını kabul etmedi ve Qiqihar şehrini teslime yanaşmadı. 17 Kasım tarihinde dondurucu bir havada, General Jirō Tamon 3,500 askerle bir saldırı başlattı ve 19 Kasım tarihinde General Janşan'ı Qiqihar'dan söküp attı.
Mançurya'nın güneyindeki askeri faaliyet:
Ana madde: Chinchow Operation
1931 yılının Aralık ayının sonlarına doğru, General Şigeru Honjo, 10,000 askerini bombardıman birlikleri refakatinde, zırhlı trenler içinde, Mukden'den Chinchow'a sevk etti. Birlikler Chinchow'a 30 kilometre (19 mi) yaklaşmışken, Japon Savaş Bakanı General Jirō Minami tarafından operasyon iptal edilerek, birliklere geri çekilme emri verdi. Zira Milletler Cemiyeti'nin, Asıl Çin (China Proper) ile Mançurya arasında, tarafsız bir tampon bölgesi oluşturulması önerisi, küçük değişikliklerle Japon Başbakan Wakatsuki Reijiro'nun sivil hükûmetince kabul edilmişti. Anlaşmazlığın çözümü için Tokyo'da bir Çin-Japon barış görüşmesi de planlanmaktaydı.
Görüşmelerde, taraflar bir uzlaşma sağlayamadı, kısa bir süre sonra da Wakatsuki hükûmeti iktidarını kaybetti. Yeni hükûmet Inukai Tsuyoshi başbakanlığında kuruldu. Kuomintang hükûmetiyle yapılan görüşmelerde bir uzlaşma sağlanmadı. Bunun üzerine yeni kurulan hükûmet, Mançurya'daki askeri yığınağını ve tahkimatını arttırma yoluna gitti. Aralık ayında 20. Piyade Tümeni'nin kalanı ile 38. Karma Tugay Kore'den, 8. Karma Tugay da Japonya'dan, Mançurya'ya sevk edildi. Yeni birliklerin katılımıyla, Kuantung Ordusu'nun gücü 60,450 kişiye ulaştı. Japon Ordusu 21 Aralık'ta, Mançurya'da Liaoning ve Kirin bölgelerindeki, gittikçe şiddetlenmekte olan yerel Çin direniş hareketini bertaraf etmek için geniş çapta işgal hareketi başlatacağını ("eşkiyayı tasfiye") ilan etti.
28 Aralıkta, Nanjing hükûmetinin tüm üyeleri istifa ettikten sonra Çin'de yeni bir hükûmet kuruldu. İstifanın ardından askeri komuta kademesi de bir karmaşa içine düştü. Ordu mem kendisinin hem de ülkesinin uluslararası itibarını zedeleyecek bir karar alarak, Çin Seddi'nin güneyindeki Hebei eyaletine geri çekildi.[2] 3 Ocak 1932 tarihinde, Japon birlikler, Çinlilerin boşalttığı Chinchow kentini, tek bir el ateş etmeden ve en ufak bir direnişle karşılaşmadan ele geçirdi. Bir gün sonra da Shanhaiguan Bölgesi ele geçirildi ve böylelikle Japonya'nın güney Mançurya'daki askerî harekâtı tamamlanmış oluyordu.
Kuzey Mançurya'nın işgali:
Ana madde: Harbin savunması:
Güney bölgelerin güvence altına alınmasıyla, işgali tamamlamak üzere, Japonlar bakışlarını kuzeye yönlendirdi. Japonlar Ma Janşan ve Ting Çao'nun taraf değiştirmesi için görüşmeler yapmaktaydı. Bu görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, Ocak ayı başlarında, Albay Kenji Doihara, iş birlikçi General Qia Xi'den, birliklerini hareket ettirerek Harbin'i ele geçirmek için izin istedi.
Kuzey Mançurya'da bulunan son düzenli Çin birlikleri, General Ting Çao tarafından sevk ve idare edilmekteydi. General Çao, General Xi'ye karşı Harbin'i başarıyla savunmaktaydı. Ancak Japonya'dan destek olarak gönderilen, General Jiro Tamon komutasındaki 2. Tümen'in devreye girmesiyle durum değişti. Japonlar, 4 Şubat 1937'de Harbin'i ele geçirdi.
Şubat ayı sonuna kadar alternatifleri değerlendiren Ma, yeni kurulan Mançukuo hükûmetine katılarak, Heilongjiang bölge valisi ve Savaş Bakanı olarak dahil oldu.
27 Şubat 1932 tarihinde, Ting Chao Çin direnişini ve düşmanlığına son verecek ateşkes önerisinde bulundu. Ancak Mançurya'daki Japon işgaline karşı gerilla savaşı yıllarca devam edecekti.
Japonya'daki atmosfer:
Doğal kaynaklar açısından son derece zengin bir arazi olan Mançurya'nın fethi, Japonya'yı Büyük Buhran'ın etkilerinden kurtaran ve halkın desteğini pekiştiren bir "can simidi" olarak görülüyordu.[3] Amerikalı tarihçi Louise Young, savaş çılgınlığına tutulan Japonya'da, 1931'den 1933'e kadar devam eden bu savaşa, halkın büyük bir desteği bulunduğunu söylüyordu.[4] "Can simidi" metaforu, Mançurya'nın Japon ekonomisinin işleyebilmesi için son derece elzem olması yüzünden kullanılmıştır. Bu sebeple de buranın ele geçirilmesi halk arasında coşkuyla karşılanmıştır. Bölgenin elden çıkma olasılığı karşısında da, halk son derece sert tepki vermiştir.[5] Bu dönemde Japon basını üzerinde, sonraki dönemlerde olduğu kadar büyük bir baskı olmadığını ifade eden Young, isteseler editörlerin savaş karşıtı duygu yaratan atmosfer oluşturmak için yazılar yayınlayabileceklerini, ancak bunun tam tersini tercih ettiklerini belirtmektedir.[6] Japon liberal dergisi Kaizō'da gazeteci Gotō Shinobu, Kuantong Ordusu'nu hem Japon, hem de Çin hükûmetlerine karşı darbe yapmak suçu işlediğini yazmıştı.[6] Ana akım medyada Kaizō benzeri yayınlar azınlıktaydı. Asahi gibi gazeteler, savaş karşıtlığının satışları azalttığını fark etmişler ve militarist bir çizgi takip etmişlerdi.[6] 1904'te Rus-Japon Savaşı öncesi yazdığı savaş karşıtı, savaşın anlamsızlığını anlatan ve Japon Ordusu'nda savaşan kardeşi için yazdığı "Kardeşim yaşamdan vazgeçmeyin" adlı şiiri ile tanınan, Japonya'nın en meşhur pasifist şairi Akiko Yosano bile, topluma hakim olan savaş çılgınlığının etkisi altında kalmış;[7] Kuantung Ordusu'nu, uzlaşmacı, korkak tavırları bir kenara bırakarak, buşidoya davet ediyor ve İmparator uğruna savaşta hayatını feda etmenin, bir Japon erkeği için en onurlu davranış olacağını söylüyordu.[7]
Dış etkiler:
Batı medyası, sivillerin bombalanması, bombardımandan sağ kurtulanların üzerine ateş açılması gibi, vahşet haberleri yapıyorlardı.[8] Bu tip haberler, Batı'da, II. Dünya Savaşı sonuna kadar devam edecek bir Japon karşıtlığı oluşmasında etkili olmuştu.[8]
Lytton Komisyonu tarafından, işgalle ilgili olarak hazırlanan raporda, Çin'in Japonya'yı bir ölçüde provoke ettiği ve Çin'in Mançurya üzerindeki egemenliği konusunda şüpheler olduğu belirtilmiş olmasına rağmen, raporun kabul edilemez olduğunu duyuran Japonya, gittikçe etkisi daha da azalmakta olan Milletler Cemiyeti'nden çekildiğini açıkladı. Bu karar Japonya'yı uluslararası platformda izolasyona itecekti.[9]
Mançurya krizi karşısında Milletler Cemiyeti'nin başarısızlığı, bu kurumun gücünü iyice azaltarak, işlevinin sorgulanmasına da yol açtı. Japonya gibi güçlü bir ulus, diğer ülkelere karşı agresif bir politika izlemeye karar verdiyse, Milletler cemiyeti'nin buna karşı yapacak bir şeyi olmadığı ortaya çıkmıştı. Bu durumdan haberdar olan Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi liderler, çok geçmeden komşularına saldırarak, aynı yöntemi uygulayacaklardı.[10]
*Dört Mevsim (Vivaldi) - Vikipedi
*Vivaldi - Dört Mevsim (Full versiyon) - Four Seasons
*Relaxing classical music: Beethoven | Mozart | Chopin | Bach | Tchaikovsky | Rossini | Vivaldi🎶🎶 #67
*Dört Mevsim (İtalyanca: Le Quattro Stagioni), İtalyan besteci Antonio (Lucio) Vivaldi'nin en meşhur ve en sık seslendirilen eseridir. 1720'li yılların başlarında Il cimento dell'Armonia e dell'Inventione (Uyum ve Buluş Arasındaki Çekişme) başlığı ve Op. 8 eser sayısıyla yazılmış olan on iki konçertonun ilk dördünden oluşur. İlk kez 1725 yılında Amsterdam'da Fransız-Hollandalı yayımcı Michel-Charles Le Cène tarafından yayımlanmış ve kendi zamanında da en bilinen eserlerden biri olmuştur. Ayrıca Vivaldi konçertolara eşlik eden soneler yazarak o döneme göre müzikal devrim yapmış, programlı müzik türünün en eski ve en detaylı örneklerinden birini yaratmıştır.
Vivaldi'nin Venedik'te Ospedale della Pieta adlı manastırda görevli olduğu yıllarda bestelenmiş olan eser, Vivaldi'nin en ünlü yapıtı olmakla beraber aynı zamanda tüm sanat tarihinin de en ünlü müzik eserlerinden biridir. Konçertoların üçü tamamen orijinal olsa da, ilki ilkbahar, Vivaldi'nin yine kendi operası olan Il Giustino'nun ilk perdesinde bir sinfoni'den motifler içerir. Özgün içeriğe sahip konçertoların her biri, adını aldığı mevsimin özelliklerini yansıtır. Örneğin ''İlkbahar''da kuşların şarkıları solo kemanların kuş seslerini taklit eden fazla süslemeli soloları, "Kış" bölümünde yağmur damlalarını taklit eden kemanların telleri çekerek düşen yağmur damlaları efekti yaratması gibi müzikal etkiler kullanılmıştır.
Eser bir solo keman, yaylılar ve sürekli bas için bestelenmiş dört konçertodan oluşur ve mevsimlerden her biri kendi içinde Hızlı - Yavaş - Hızlı modeliyle üçer bölüm içermektedir. Vivaldi ve diğer çağdaşı bestecilerin temelini attığı Barok konçerto biçiminin en standart örneklerindendir. Barok konçerto geleneğine göre bu konçertolarla da solo kısımlarda bir solo viyolonsel ve sürekli bas çalgıları (klavsen ve lute) kemana eşlik eder.
Eserin ilginç yanlarından biri de kendi içinde kurulmuş olan düzendir. İlkbahar ve Sonbahar konçertoları daha çok doğa olayları ile ilgilenirken, Yaz ve Kış konçertoları, doğa olaylarının insanda yarattığı çaresizlik, endişe gibi duygularla bağlantı kurar. İlkbahar'da ılık rüzgarların sakin bir dere üzerindeki süzülüşü gibi müzikal bir hava yaratılırken Kış bölümünde insanların dişlerini soğuktan titretecek kadar sert bir kış mevsiminin betimlenmesi gibi.
… ..
Her konçertonun ortalama süresi ise aşağıdaki gibidir;
İlkbahar: 10 dakika
Yaz: 11 dakika
Sonbahar: 11 dakika
Kış: 9 dakika
*Haim Nahum Efendi veya Hayim Nahum (İbranice: חיים נחום; Arapça: حاييم ناحوم) (1872, Manisa – 1960, Kahire, Mısır), Osmanlı İmparatorluğu'nun son hahambaşısı ve siyasetçidir.[1]
1872 yılında Manisa'da doğmuştur.[2] Sefarad bir ailenin çocuğudur.[3] Babası Manisa Belediyesi'nde memur olan Behor Josef Nahum, annesi ise Kaden Grasya Nahum'dur.[4][5] Nahum liseyi İzmir'de, dini eğitimini ise Paris'te tamamlayarak haham olmuştur.[6][7] Türkçe dışında İbranice, Fransızca, Arapça, Ladino (Yahudi İspanyolcası) ve Aramice dillerini biliyordu. 1960 yılında Kahire'de ölmüştür.[8] Lozan Barış Konferansı'na katılan Türk delegasyonu içinde bir azınlığı temsilen danışman olarak görev almıştır.[9] Sanılanın aksine Bernar Nahum ile bir akrabalığı yoktur
*“Sona eren bir imparatorluğun son Hahambaşısı, Yahudilerin ayrıcalıklı arabulucusu, diplomat ve politikacı, ne gerçekten ‘saray Yahudisi’, ne gerçekten ‘devlet Yahudisi’. Bütünleşme çabalarıyla Batı’nın çağrısı arasında sallanan ve bir geçiş dönemi yaşayan Yahudiliğin simgesi: Hayim Nahum Efendi veya diplomatların en Hahambaşısı ve hahamların en diplomatı”.
Ester Benbassa ‘Son Osmanlı Hahambaşı’sının mektupları: Alyans’tan Lozan’a’ adlı kitabında Hayim Nahum Efendi’yi böyle özetliyor.
Hayim Nahum, Manisa Belediyesi’nde görevli Bohor Josef Nahum ve Kaden Grasya’nın oğulları olarak 1873 Kasım ayında Manisa’da doğdu.
İlk eğitimini Manisa’da tamamladı. Dindar bir kişi olan büyükbabası laik eğitim ile birlikte dini eğitimin de gerekli olduğunu vurgulayarak torununu Kutsal Topraklar’a götürmeye karar verdi. Filistin’de Tiberya kentinde iki yıl geçiren Hayim Nahum din eğitimi yanında mükemmel Arapça ve İbranice öğrendi. Dönemin en önemli hahamlarından din eğitimi aldı. Manisa’ya geri döndüğünde ailesinin de desteğiyle eğitimine devam etmek istedi. Ancak ne Manisa’da ciddi bir okul, ne de Nahum ailesinin Hayim’i başka bir kentte okutacak maddi imkânları vardı. Manisalı bir Paşa’nın katkılarıyla Hayim Nahum İzmir’de Türkçe ve Fransızca eğitim veren Osmanlı İdadi Okulu’na gönderildi. 1891 yılında bu okuldan iyi bir dereceyle mezun oldu. Hukuk ve diplomasi eğitimi almak üzere başkent İstanbul’a gitti. Ancak İstanbul Yahudi Cemaati’nin sağladığı maddi destek bile eğitimini devam ettirmesi için yeterli olamadı.
Alyans desteği ile Paris’e
19 yy. ortalarında Doğu ve Avrupa Yahudileri çeşitli saldırılara hedef olmakta ve zor günler geçirmekteydiler. 1860 yılında Fransa’da devrimci düşüncelerle beslenmiş liberaller tarafından kurulan Alyans (Alliance Israelite Universelle), görev alanını, ezilen Yahudilerin haklarını savunmak ve onların özgürlüğü için çalışmak olarak belirledi. Bu kurumlarda Fransız okullarındaki müfredat uygulanmakta, ilaveten Yahudilik eğitimi sağlanmaktaydı.
Hayim Nahum bu kurumun kendisine sağlayabileceği olanakları öngörerek 4 Ocak 1892’de kaleme aldığı bir mektupla Alyans desteği ve aracılığıyla eğitim alma talebinde bulundu. Alyans, Hayim Nahum’un talebini kabul ederek 1893-1897 yılları arasında Paris Haham Okulu’nda eğitim almasını sağladı. Bu okul ilerici, Yahudi radikalizmine karşı duran bir okul olarak biliniyordu. Okulun amacı, toplumun ve medeniyetin ilerlemesine açık hahamlar yaratmak için hem dini hem de laik bir eğitim vermekti.
Alyans, Nahum’u bu dönem içinde maddi olarak destekledi. Karşılığında, ülkesine geri döndüğünde, doğduğu toplumda hahamlık yapması istendi. Ana amaç zaman içinde tutucu hahamlar yerine ilerici hahamlar yetiştirmekti.
Hayim Nahum haham okulunu bitirmeden önce, 1895 ‘te Doğu Dilleri Okulu Farsça ve Arapça Bölümü ve Uygulamalı Yüksek Araştırmalar Okulu Din Bölümü’nü bitirdi. Haham okulundan mezun olup Rav unvanını aldıktan sonra Doğu bilimleri konusunda tez hazırlamak üzere College de France’da dersleri takip etmeye başladı. Bu dönemde, Paris’te sürgünde bulunan ‘Jön Türk’lerle tanıştı ve dostluklar kurdu.
Ancak kısa bir süre sonra eğitimine son vererek İstanbul’a döndü. İstanbul’da Alyans’a bağlı İstanbul Haham Okulu Müdür Yardımcılığına atandı. Aynı zamanda okulda ders vermeye başladı. İdari görevlerle yetinmeyen Rav Hayim Nahum okul için destek ve tanıtım çalışmalarını başlattı, Yahudi cemaat yetkilileri ile bu konuda işbirliği yapmaya başladı. Bu halkla ilişkiler çalışmaları esnasında, Yahudi cemaati içinde tanınmaya, sevilmeye, takdir edilmeye ve popüler olamaya başladı.
1899 yılında, çalıştığı okulun müdürü olan Avraam Danon’un kızı Sultana ile evlendi. Danon ailesi Edirne kökenli ilerici bir aile idi ve bu konuda her zaman damatlarına destek oldular. Bu evlilikten Rav Hayim Nahum’un iki çocuğu oldu.
1899 yılı sonlarına doğru, Rav Nahum Hahambaşılık hiyerarşisinin içine girdi, dönemin Hahambaşı Vekili Moşe Halevi sayesinde Osmanlı sarayı ile ilişkiler kurdu. Artık saygın bir konuma gelmiş ve kendisine Hayim Nahum Efendi olarak hitap edilmeye başlanmıştı. Bu konumu sayesinde Alyans içinde de saygınlığı artmıştı. Alyans’ın genel sekreteri olan Jacques Bigart’ın da desteğiyle Osmanlı Hahambaşılığı’na atlama taşı olabilecek Bulgaristan Hahambaşılığına aday oldu ancak seçilemedi. Yılmayan Rav Hayim Nahum 1902 yılında Roma Hahambaşılığı’na aday olduysa da İstanbul Hahambaşılığı’nın olumsuz referansı nedeniyle bunda da başarılı olamadı; İstanbul Hahambaşılığı bünyesinde artık Rav Nahum bir tehlike olarak görülmeye başlanmıştı.
Peşpeşe gelen başarısızlıkların ardından, Osmanlı yetkilileri tarafından Osmanlı subaylarının yetiştirildiği İstihkâm ve Topçu Okulu’nda Fransızca öğretmeni olarak atandı. Yahudi Cemaati’nde kaybettiği prestiji saray içinde yükselmeye başlamıştı.
Herkesle iyi geçinme meziyetine ve ölçülü davranışlarına rağmen ilerici Alyans ile özdeşlesmesi nedeniyle tutucu kesim tarafından dışlanmaya, tepki almaya devam etti.
Hahambaşılığa doğru
Bu arada, İstanbul’da 23-24 Temmuz 1908’de Jön Türkler bir darbeyle Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdiler ve Meşrutiyet’i ilan ettiler. Hemen akabinde, Osmanlı Yahudi Cemaati, geleneksel olarak her yönetimle uyum sağladığından bu yeni yönetimle de iyi ilşkiler kurdu.
Alyans da yeni yönetimle ilişkilerini geliştirmek için gayret göstermeye başladı. Ancak Osmanlı Yahudi Cemaati çalkantılı bir dönem geçirmekteydi. 1901 yılında Alman kökenli Osmanlı Yahudileri Hilfsverein (Hilfsverein des Deutschen Juden- Alman Yahudileri Yardım Birliği) adlı bir dernek kurmuşlardı. Amaçları Alman dili ve kültürünü yayarak Alman etkinliğini geliştirmekti. Diğer taraftan Siyonizm sempatizanları da Yahudi cemaati içinde etkin olmaya çalışıyorlardı. Bu üç grup Yahudi cemaati yönetiminde söz sahibi olmak için birbirleriyle kıyasıya yarışıyorlardı. Bu yarışta da her türlü olanak, politika kullanılıyordu. Zaman içinde bir taraftan Hilfsverein, Siyonistler ve muhafazakârlar diğer taraftan Alyans yandaşları ve ilericiler iki ayrı ittifak oluşturdular.
Bu atışmalar esnasında, uzun süreden beri hahambaşı vekili görevini yürütmekte olan ve tenkit edilmeye başlanan Rav Moşe Halevi’nin görevden alınması ve yerine başkasının atanması gündeme geldi. Kısa bir süre sonra da Rav Halevi’nin istifa etmesi sağlandı.
İşte bu ortamda, yakın çevresinin kendisini hahambaşı adaylığı için ikna etmesi üzerine Hayim Nahum Efendi İstanbul’a döndü.
Ancak Alyans yandaşları diğer gruplarla bağları tam anlamıyla kopartmamak için yine Nahum Efendi’yi geri plana çekti ve kayınpederi Avram Danon Hahambaşı adayı oldu. Nahum Efendi de hahambaşı vekilliğine seçildi.
Ancak Nahum Efendi’nin bekleyişi çok uzun sürmedi ve 24 Ocak 1909’da Hahambaşı olarak seçildi. Böylece Rav Hayim Nahum Efendi, 1865 yılında yürürlüğe giren Hahamhane Nizamnamesi’nde öngörülen kurallara uygun bir şekilde seçilmiş tek ve sonuncu hahambaşı olmuştur. Osmanlı yetkilileri tarafından verilen ‘Tayin Berat’ı ile Hahambaşı, Osmanlı sınırları içinde yaşayan tüm Yahudilerin tek temsilcisi ve en üst din adamı yetkileriyle donatılmıştı. Yine bu beratta Osmanlı sınırları içinde yaşayan Yahudilerin can ve mal emniyetlerinin sağlanması, okul vakıf gibi taşınmazların haklarına müdahele edilmemesi emredilmişti. Anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti Rav Nahum Efendi’nin şahsında Hahambaşılık makamını her açıdan güçlendirmişti.
Rav Nahum’a karşı muhalefet
Rav Nahum Efendi’nin hahambaşılık vekilliği ve sonradan hahambaşılığa seçilmesi Osmanlı Cemaati bünyesindeki tutucuları ve muhalefeti harekete geçirdi. Aslında Alyans’a karşı yapılan muhalefet, koyu bir Alyansçı, ilerici olarak bilinen Rav Nahum’u hedef olarak seçti. Bir süre sonra, cemaat içi muhalefete, dışarıdan, İttihat ve Terraki mensubu, Siyonizm-Yahudi karşıtı Arap milletvekileri de katıldı. Gruplar arasındaki mücadeleye İstanbul’daki yabancı hükümet temsilcileri de zaman zaman katılmaya başladı. Aslında bu ilginin ana nedeni yürürlükteki kanunlara göre Hahambaşı yetkilerinin İstanbul’dan Yemen’e kadar geçerli olması idi.
Rav Nahum, Cemaat hiyerarşisi içinde kalan son tutucu kalelerden kurtulmak için 1910 yılı sonunda bir ara seçim tertipledi. Ancak bu seçim sonucunda bünye içindeki tutucu kesim daha da kuvvetlendi.
Bu gelişme üzerine, Rav Nahum bazı muhalif gruplarla işbirliği yapmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti’nin 1882’deki Yahudi göçüne ve 1892’de Filistin’de Yahudilerin toprak almasına getirilen kısıtlamaların kaldırılması için yetkililerle pazarlıklar yaptı ancak başarılı olamadı. Filistin’e yerleşen Yahudi göçmenlerin Osmanlı vatandaşlığına alınması için başarısızlıkla sonuçlanacak çalışmalar yaptı.
Cemaat içindeki etkinliğini arttırmaya çalışan Rav Nahum, 1910 yılında, 4 ay sürecek Edirne, Selanik, İskenderiye, Kahire, Şam, Beyrut ve İzmir gezisine çıktı. Buradaki Yahudi Cemaatlerin sorunlarıyla ilgilendi, yerel Osmanlı yönetimiyle bizzat görüşüp bazı sorunların hemen düzeltilmesini sağladı.
1911-12 yılları arasındaki Balkan Savaşı esnasında bölgedeki yerel Yahudi kurumlarını birleştirme çalışmaları yaptı. Alyans’ın Yahudi Cemaati için yaptığı maddi desteğin yetersiz kalması üzerine diğer Avrupa Yahudi kuruluşlarıyla temasa geçip maddi destek olanaklarını geliştirdi. Bunların arasından American Jewish Joint Distribution Committee‘nin yardımlarından Osmanlı Yahudilerinin de faydalanmasını sağladı.
*Son Osmanli Haham basisinin Mektuplari. Alyans'tan Lozan'a
*"Yer, bizdeki tarih el kitaplarının o bitmez tükenmez Doğu sorununa ayrılmış bölümlerinde adı 'hasta adam' -ama o yalnızca 'hasta adam' değildi- olarak geçen bir imparatorluğun merkezi; İstanbul. "Ve"...1914 öncesinde, Avrupa'da siyasal bir denge kurmaya çalışan altı imparatorluk arasında, geniş bir toprak bütünlüğü üstünde kurulmuş ve bir ölçüde hırgürsüz bir örgülenmeye sahip altı, yedi yüzyıllık bir Avrasya modeli"sergileyen Osmanlı İmparatorluğu. "Zaman, Fransızların, halkların hak ilkesine dayalı ulusdevlet modelinin Avrupa'daki büyük imparatorlukların başını ağrıttığı XX. yy'ın başları."Kişi; "Sona eren bir imparatorluğun son hahambaşısı; Türklerin ve Yahudilerin ayrıcalıklı arabulucusu, diplomat ve politikacı, levanten ştadlan; ne gerçekten saray Yahudisi, ne gerçekten devlet Yahudisi. Bütünleşme çabalarıyla Batı'nın çağrısı arasında sallanan ve bir geçiş dönemi yaşayan Yahudiliğin simgesi... Hayim Nahum veya diplomatların en hahamı ve hahamların en diplomatı. … ..
Ayşe Kulin, eserinde sadece kendi yaşamını değil, aynı zamanda II. Dünya Harbi yılları ve sonrasındaki dönemdeki yurdum insanını Cumhuriyetimizin o yıllardaki gelişimini sosyolojik boyutuyla anlatıyor.
YanıtlaSilTek parti dönemi ve arkasından çok partili demokrasi deneyiminin arka plan gelişmelerini; yazarın bakışıyla anlamaya çalışırken, gerçek bir hayatı, roman tadında ve sürükleyici bir dille okumanın keyfini yaşamış oluyorsunuz
YanıtlaSilOrta okul sonrasını, yatılı olarak okumanın, hem de bir genç kız olmanın psikolojisi açık bir dille ifade ediliyor ….
YanıtlaSilAyşe Kulin, eserinde kendi hayatını anlatırken; sürükleyici bir öyküyü satırlar üzerinde ifade etme yeteneğini bizlerle paylaşıyor.
YanıtlaSilSatırlar arasında hem kendi hayatlarımızdan hem de şahit olduğumuz başka hayatlardan bölümler bulmanın tadını ve de ders alınacak ayrıntıları sunuyor.
Hayata gözlerini ilk açtığı 1941, bir diğer ifadeyle hem Cumhuriyetimizin ilk yıllarını, hem de II. Dünya Savaşı’nın ülkemizde ortaya çıkardığı genel sosyoloji okuyucuyla paylaşılıyor.
Yazar, yurdum insanının her dönmede maruz kaldığı; gücü elinde bulunduranların zamanla topluma yukarıdan bakma, kul hakkına neden olan davranışların gittikçe artan ve zamanla ortaya dökülen kötülük haline bile aldırmaksızın kendini seçkin/üstün görme eğilimlerinin; nasıl hastalıklı ruh hallerine sebep olunduğunu anlatıyor.
Yazılanlar, yıkılan Osmanlının üzerine inşa edilen Cumhuriyetimizin ilk yılları sayılabilecek o dönemde tek parti yönetimi ile başlayan ve sonrasında çok partili sistemine geçiş ile ortaya çıkan yeni seçkinlerin ve de günümüzde de tekrarlandığına şahit olduğumuz güncel yaşanmışlıkların (ders almasını beceremeyenler için) Mehmet Akif’in sözlerini bize hatırlatıyor sanki…
Endişelenmemek mümkün değil….
Ne demişti Mehmet Akif;
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Diğer taraftan, teselliyi:
Hem Mehmet Akif’in : “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” duasında …
Hem de Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ndeki “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!” sözlerinde buluyoruz.