Bugün, gördürene, bu yaşa erdirene hamd olsun. Küfran-ı nimet mizacım değil, devlet ü ikballe geçen bu ömrü verenin, kaderi yazanın, kazayı gerçekleştirenin şanı gönüllerde daim olsun. Ama içimden bir Mihrican fırtınasıdır kopuyor, ben emekli oluyorum.
3 Mayıs benim doğum günüm, demek ki 4 Mayıs 2024’te olacak her şey. Elimde bir parça kağıt, “İlişik Kesme Belgesi”, ben artık bu yerli değilim. Adım sistemden çıkacak, posta adresim kapanacak, kimlik kartım geçersiz kılınacak, eşyam envanterden, adım kütükten düşecek. Odamın anahtarını iade edeceğim ve her şey tamamına erecek.
Hayatımın tamamı zannettiğim şey bir bölümünden ibaret mi, biliyordum, bir daha öğreneceğim. Tuna üzerinde seyreden bir gemide avlanmak bunu anlatmaya yetmez. Dönüşü var bu yolculuğun Kimse bana, “Daha çok yazarsın, daha rahat yazarsın,” demesin. Ben zaten böyle yazıyorum, bu su daha ne kadar akar bilmiyorum.
Demek ben bu rampayı bir daha tırmanmayacağım, Yolum düşerse de misafir kapısından gireceğim otuz sekiz yıllık kampüsüme. Danışma noktasından geçerken, dönüşte geri almak üzere sivil kimliğimi uzatacağım. Bakın, hatırladınız mı, bu benim! Kapı üstünden ismim çoktan düşmüş olacak, odam orada durmazken ben çay odasında bekleyeceğim.
Demek ben her sabah, okula gidiyorum, diye aynanın karşısına geçmeyeceğim. Ders günlerimde daha özenli hazırlanmayacağım. Sol elimin ayasındaki mühür, en güzel elbisem. Evimin kapısını her günkü gibi kapatmayacak, fakültedeki odamı her günkü gibi açmayacağım. Bir fincan kahve, sağ yanımda Karadeniz. Bilgisayarımın kapağını kaldırmayacağım. Akşamı nasıl bulduğumu bilmeden çalışmayacağım. Kırmızı Kantin’in bahçesinden geçerken, suya eğilmiş erik fidanıyla konuşmayacağım: Daha dün çiçekle doluydun, ne zaman yaprak verdin, ne zaman meyveye durdun?
Demek ben gidiyorum. Çıkmak için nefes isteyen merdiven, kullanmak için kılavuz bekleyen asansör. Çimen üzerinde kaynayan semaver, kenarında dolandığım yeşillik, suladığım çiçek, başını okşadığım
köpek. Örttüğüm pencere, kapattığım musluk, indirdiğim elektrik düğmesi. Akılla tahtada kalan dosyalarım, kullandığım kalem silgi. Yığdığım kelime, bozduğum cümle. Parmağımdan sıyrılan yüzük, kulağımdan düşen küpe, saçımdan çözülen bağ. Hepsinin farkındayım. Hepsini ardımda bırakıp gidiyorum.
Başımı kaldırıp benimle hiç ilgisi olmayan bir sahneye bakar gibi bakıyorum olup bitene. Odam toplanıyor, Otuz sekiz yıllık yığın ayıklanıyor. Bağ bozumu. Ekim de değil ki? Kitaplarım kutulara doluyor. Dolaplar bomboş. Oysa şunda Yeni Türk Edebiyatı kitaplarım vardı, bunda teori kitaplarım. Şunda Rus edebiyatı, bunda Roma tarihi, onu yanında felsefe, Ortaçağ. Şu İstanbul kitaplığım bu Trabzon külliyatım. Şu Şair Nigâr Hanım arşivim, bu da ancak bir tarihe kadar tutabildiğim, sonrasını bütünüyle boşverdiğim kişisel arşivim. Koridora çıkıyorum. Omuzumun üzerinden dönüp geri bakıyorum. Hasta çocuk gibi dışında kaldığım ama özlemle seyrettiğim oyun. Parmak izimin kulptan silinmesi vakit almaz ama bu odada gölgem kalacak.
Demek ben mevsimlerin nasıl değiştiğini, sonbaharın günbegün geldiğini dağ tarafındaki sınıfın pencerelerinden bir daha seyretmeyeceğim. Kış akşamı usulca inerken, Dr. Faust’u, Lady Macbeth’i vesile ederek kader hakkında birşeyler gevelemeyeceğim ağzımda, bin dereden su getirmeyeceğim. Bir öğrencim, “Hocam, o kader,” deyip suskunluğa boğmayacak beni. Denize bakan sınıfta ben tahtanın üzerine vak’a şemaları, ezeli aşk üçgenleri çizerken, karşımdaki pencereden Karadeniz’in aniden kaynadığını görmeyeceğim. Öğrencilerime
“Bakın, deniz kuzuladı,” demeyeceğim. … ..
… ..
Demek en ağır derdimi sınıfta unutmayacağım, hâlden anlamayan öğrencilerimin bakışlarında avunmayacağım. Öğretirken öğrenme faslı bitti. Şiirini şarkısını, türküsünü sevdasını kapıp kapımı aralayan genç bir üniversiteli kalmadı.
… ..
… .. Son imzalar, son anılar, son nasihatler. “Size nasıl davranılmasını istiyorsanız, siz de öyle davranın,” diyorum insaniyetin en basit ama en zorlu ilkesiyle. Kurdu kuşu, bulutu yağmuru uyarıyorum.
… ..
… ..
Nazan’ın N’si
… ..
Eski bir defterde bir sayfa açtı. Ben de öyle tahmin etmiştim. Gençlik aşklarının ateşi değil, ana kucağı; “Rüyalarımda Vâlidem.” Onun mısralarını ben mırıldandım:
Çünkü bir kerrecik ölür insân
Ömre bir def’a gelir pâyân
Çünkü bir def’ada biter ümmîd
Çünkü bir def’ada o şûle söner
Sense ey vâalidem hâzin bîtâb
Âh kaç kerreler ölüp gittin
Gamlı rüyâlarımda kaç kerre
Beni giryân ü derdnâk ettin
Bendi, “Yüreğim parçalandı şimdi sen geç bir de” diye o tamamladı. … ..
Batum Günlüğü
… ..
Güneş iyice alçalmış. Dönüş vakti yakın çok yorgunuz. “Girelim mi girmeyelim mi, göreceğiz bir şey kalmadı.” derken ben birkaç basamağı tırmanarak bir zamanlar kapı olması gereken boşluktan geçiyorum ve içeriye adımımı atıyorum. Karşımda Karadeniz, hiç haberim yoktu, aniden. Tren yolu uzayıp gidiyor ve o zaman bir istasyon binasında olduğumuzu fark ediyorum.
Öyleyse vakti zamanında, meselâ yüz yıl önce, Batum'dan Tiflis'e giden Batum’a dönen bir trenin uğradığı ara istasyonlardan biri bu. Settarhan. Bir an oluyor. Bir şey oluyor. Bütün bunları bir ben mi görüyorum?
… ..
… ..
"Müzeshop"ta Kulplu Emaye Bardak
... ..
... .. Belki bu yüzden iki ay içinde Gelibolu'ya kaçıncı gelişim bu. Belki bu yüzden saymayı bıraktım. Ziyaret etmediğim abide ,şehitlik, siper, mevzi, koy, sırt, tepe kalmadı; ama bazı yerlere gitmekten hiç uslanılmıyor.
Rüzgârına nefesimi katsam da bu yerde toprağa basarken onu incitmekten korkuyorum. O toprağım üzerinde ne olduğunu, kimin yattığını biliyorum. Halkıyla aydınıyla bir kuşağın gömüldüğü yer burası.
Burada büyük tarihî olaylar yaşandı, milletlerin kaderi değişti, amenna. Ama şu gündelik eşya var ya, bence destanı bunca haşmetli kılan o dokunaklı ufak tefeğin hikâyesi. Bu yüzden müzelerde her defasında ayrıntılara dikkat kesiliyorum. Bu, mermi delikleriyle eleğe dönmüş emaye bir yemek tabağı. Oysa ortasında sarı çiçeği, kenarında kırmızı dalgalı, zarif bir bordürü var. Şu da mavi ve beyaz bulutumsu deseniyle yine delik deşik, yine emaye bir bardak. Kim senin kulpundan tuttu?
Tabancalar, kılıçlar, sancaklar, bayraklar, flamalar; sahibinin kanı ve hastane sevk pusulası hâlâ üzerinde, kurşun deliği gül gibi açmış, rengi solmuş üniformalar, nişanlar, armalar; gösterili çizmeler, yoksul işi çarıklar, astragan kalpaklar, gözlükler, dürbünler, pusulalar, çakmaklar, fotoğraflar… Ve erkek işi bu kadar eşya arasında kadınlara özgü kolye uçları, incecik parmakları süslemiş yüzükler, narin kulakları bezemiş küpeler.
Savaşa giden bir erkek yanında kima ait bir ziyneti anmalık olarak götürür? Karısının, nişanlısının, sevgilisinin, kız kardeşinin, annesinin. Şimdi bunların hepsi bizim için, sırf bizim için- çoktan toprak olmuş olsa da, maddesi hâlâ hayatın varlığıyla dolu olan eşya karşısında hangimiz filozof kesilmedik ki? Hayat böylesine geçiciyken yaşanmışlık çok acı ve zalimce güzel.
Dışarı çıkıyorum. Hevesliler Hilâl-i Ahmer hemşiresi ya da Seyit Onbaşı içinde poz veriyorlar. Tövbe estağfurullah! “Müzeshop”lardan birinde bir zamanlar askere dağıtılan türden peksimetler şık ambalajlar içinde satılıyor. Aynı raflarda Osmanlı askerinin kullandığı kulplu bardaklar var. Bu “gibi”ler büyük ihtimalle tatilini bitirerek günlük hayatın dağdağasına dönen birilerinin masasında uzun süre kalacak. Ama hiçbiri şu siperde açmış ve az sonra solup gidecek eflatun dağ çiçeği ya da rüzgârda dökülen meşe palamudu kadar değerli değil. Hiçbirinde göz izi yok. Hiçbiri sahici değil.
Antikacı Dükkânı
… ..
Selâmlar Olsun, Ben Geldim
… ..
… .. bengisu (*) … ..
… .. lâl (*) kesildim.
Ben kim namâz kim Mecnûn’a uymuşum
terk eyleyip ikâmeti kanûna uymuşum
Şeyh Galib'in, ikameti terk ederek genel geçer kanunlara, hele de Mecnunluk tabiatına uyduğundan söz ettiği bu namaz aşk namazıdır. Dolayısıyla Mevlevi Şeyhi'nin ikameti terk ettiğinden söz etmesi abes gelmez bize. Çünkü o mazmununu kurmuş, sınırlarını belirlemiş, namazı gerçek anlamından kaydırarak aşkın erkanına uygun bir imgeye dönüştürmüştür. …..
… ..
Müslümanların Halifesi Kanuni (şair olarak Muhıbbi) bir beytinde, akşam namazında
Sûre-i Velleyl okurdum dün namâz-şâmda
Zülfün andım dilberin n’ettim ne kıldım bilmedim
(* muhibbi - #118270694 - ekşi sözlük
*dün akşam namazında leyl (gece) suresini okurken dilberin saçları geldi aklıma, ne kıldım, ne ettim bilmedim diyor.
*hürrem kızıl saçlı bilirdik biz. onca yıl sonra araya fitne sokmak istemem ama hürrem aksanıyla "sülüümann!" diye çemkirdim adeta okurken. )… ..
… ..
Fatih Mehmed,
Kâbe hakkı Avni baş eğmez namazâ yüz yumaz
Kaşların mihrâbına secde yeter kıblem bana
... ..
... ..
Nesimi de namazın kazası olduğu hâlde sevgiliden uzakta geçirilen zamanın telâfisi olmadığını terennüm eder:
Gel gel berî savm ü salâtin kazâsı var
Sensiz geçen zamân-i visâlin kazâsı yok
… ..
… ..
Fuzuli ise imanında açılan zülüf gediklerinden söz ederek perişanhâline kâfirlerin bile ağladığını dem vurur:
Küfr-i zülfün salalo rahneler imânımıza
Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza
(* Saçının kafirliği (ya: karalığı) imanımızda gedikler açtığından beri, kafir bile bizim perişan halimize acır oldu.)
… ..
… ..
Aynı şair namaz ve mihrap, aşka muhalif ya da en azından ona seçenek olan kıymetler midir, merak eder:
Sen de dün gördüm Fuzûlî meyl-i mihrâb-ı namâz
Terk-i ışk etmek mi istersin nedir niyyet sana
… ..
… ..
Hayal Üzerine
… ..
… ..
Eğer bütün romanlar, tiyatrolar, şiirler olmasa insanlar herhâlde oldukları yerde sayarlardı. Ne Ay’a ayak basılırdı ne atom parçalanırdı. Sophokles ile cep telefonu arasındaki mesafe zannettiğimizden daha kısadır. Yenilik, öncü zihinlerde belirir, nesilden nesile benzer zihinler üzerinden atlaya atlaya ilerler, gelişir. Bunlar hayal kurmayı bilen zihinlerdir.
… ..
… ..
Şu daracık, şu küçücük altı kapılı yurttan,
deniz gibi uçsuz bucaksız canı, daraldı, değil mi?
“Gölgem bu dünyada olsa da gam değil, o dünyadayım ben…”
(*MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR -5- - İsmail Hakkı Altuntaş
*Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI)
*Şu dünyada sonsuz acılar içinde kalan insan kendi küçük sandalının boğuştuğu sulara hayretle bakar:
Ne bilirdim ben ki bir sel, ansızın beni kapacak, sürüp götürecek,
bir gemi gibi uçsuz bucaksız bir kan denizinin ortasına atacak.
Dalgalar vuracak o gemiye de tahta tahta ayıracak,
O denizin çeşit çeşit dönüşleriyle o tahta, dİbe batıp gidecek.
Peki öyleyse ne olacak? Varlıktan geçmek, yok olmak Mevlâna’nın evvelemirde önerdiği şeydir:
Bütün korku varlıktan gelir; yürü, az titre, geç varlıktan;
bütün ürküntü, kırılma düşüncesinden gelir,
kırıl dökül de emniyet yurdunu seyret.
Onu öğüdü yanmaktır:
Ot gibi kupkuru bir hâle geldin mi güzelce yan; yan da yanışından ışıklar belirsin.
Yana yana küle döndün mü külün, kimya kesilir.
Yok olmak, insanın varlığın bütününü bilmesi, ona kavuşması ve karışmasıyla olur:
Katresin; gene denize var da on-a karşı miktarın ne? Bİr gör.
Demek ki dünya ahvaline Mevlâna gibi bakabilirsek,içinde göründüğümüz aynanın dışına çıkabilirsek, orada -biz dâhil- her şeyin bir yansıma olduğunu fark edebiliriz. Yğzğm üzü mağaranın dışına dönebilirsek bir gölgeden ibaret olduğumuzu anlayabiliriz. … ..
… ..
Oradan bakınca görürüz ki:
Dünya bir ırmaktır, biz dışarıdayız bu ırmaktan;
ırmağa düşen gölgemizdir ancak.
O zaman o kadar dertlendiğimiz şeyin aslında gelip geçici olduğunu kavrayabiliriz. … ..
… ..
… ..
“Gurebahane-i Laklakan”
Ömer Seyfettin’in “Gizli Mabet’i gibi, AhmetHaşim’in “Gurebahane-i Laklakan”ında da Şark medeniyetini yüzeyden seyretmek eleştirilir. … ..
… ..
… ..
“İkaros’un Düşüşü”
Grek mitolojisine göre İkaros ve babası dev bir labirente kapatılmıştır. Ne kadar deneseler de çıkışı bulamayınca baba farklı bir çare düşünür. Mademki görebildikleri tek yer gökyüzüdür, o halde kurtulmak için de göklere uçacaklardır. Etrafa düşmüş büyük kuş tüylerini toplayan baba iki çift kanat yapar ve bunlardan birini balmumuyla oğlunun omuzlarına yapıştırırken sıkı sıkı öğüt verir: Oğulcuğum, çok alçaktan uçma çünkü yerdeki toprağın rutubeti kanatlarını ağırlaştırır, düşersin; ama sakın ola ki güneşe de yaklaşma çünkü onun hararetinden balmumu erir, yine düşersin. Orta mesafeden uçmaya dikkat et.
Babasının bilgece tembihine rağmen, genç İkaros kanatlarını çırpıp havalanmaya başardığı andan itibaren yükselmenin zevkiyle sarhoşluğa kapılır. Doğaya karşı koyabiliyor olma duygusu, kendine olağanüstü bir kıymet atfetmesine sebebiyet verince kibirlenir. Diğer yandan güneşin cazibesine kapılır ve ona yaklaştıkça yaklaşır. … ..
… ..
Colosseum İrkiltisi
… ..
… ..
Aemilianus’un Gözyaşları
… ..
… ..
Karadeniz’den Mektuplar
… ..
… ..
Nero, Felâket ve Seneca
Aristo, Büyük İskender’in hocasıydı; Seneca, Nero’nun. … ..
… ..
… ..
Boethius’un Avuntusu
… ..
… .. Bir Dostoyevski kahramanının zihnini kemiren meşhur soru Geç Antikçağ’da Boethius tarafından da sorulmuştu: Masumlar da acı çeker, niye?
… ..
… ..
Söylemek istediğim,saf karşıtlık kitaplardadır, hayat ise gri akar. Ama yine de zamanın dolayından başımızı uzatabilsek, bir zindanın taş ağılında ölümü beklerken felsefe tarihinin en dokunaklı eserlerinden birini kaleme alan Boethius’un hayatında sarsıcı karşıtlıklar olduğunu görebiliriz.İkbalden idbara düşen; bir zamanlar mutlu olduğunu bilmenin en büyük felâket, düşmana dönüşmüş bir dostun en büyük belâ olduğunu farkeden Boethius vatan hainliği ile suçlanmıştı. ve kendisisuçlamayı reddetse de cezası Kral tarafından onaylanmıştı.
Ölümü bekleyen bu adam son günlerinde teselliyi kırılgan papirüs üzerine yazdığı kelimelerde aramış, hücresinde aniden beliren bir kadın suretinde kurguladığı Felsefe ile dertleşmesinin bir dökümü olarak Felsefenin Tesellisi’ni yazmıştı. Boethius yaslı olanlara avuntuyu, zulme uğrayanlara göksel mutluluğu vaat eden bir peygambere inanıyordu, Hristiyan’dı. Ancak Felsefe’nin verdiği tesellide terimlerle kavramlar İncil’den ziyade antik felsefenin dünyasından gelir ve Boethius sayfalar boyunca anlamlandırmaya çalışır: İyiler ve doğrular niye haksızlığa uğrar? İşte kendisi, hiçbir suç işlemediği hâlde hücresinde ölümü beklemektedir. Tanrı varsa, kötülük nereden kaynaklanmaktadır? Tanrı yoksa, iyilik nereden gelir? Kötülük niye cezasız kalır? Bu işin iç yüzünü bir anlasa, yazgısına katlanması da kolaylaşacaktır.
… ..
… ..
Mahşerin Dört Atlısı
İspanyol yazar Vicente Blasco Ibanez’in ünlü romanı … ..
… ..
“Mahşerin Dört Atlısı,” romanın mistik devrimci, anarşist ve hüzünlü bir şair olan Rus kahramanı tarafından
benimsenen bir sembol aslında. İncil’den gelen bu gizemli simgeye göre mahşer Ejderhası’nın öncüsü olan dört
atlı vardır: Açlık, Veba, Ecel, Savaş.
İbanez, bir ailenin üç kuşak boyunca süren öyküsünü kurgularken savaşın Mahşer olduğu kabulünden hareket eder ve onu bedenler gibi ruhlar üzerindeki tahribatına da dikkat çeker. İnsanının kötülüğü ve yıkıcılığın doğası gereğince, savaş esnasında bir kasabanın görünümü bile bir saatte değişirken kimsenin kendisi olarak kalması mümkün değildir. Böyle bir vahşetin içinde en saf duygular,aşklar, kalbin ibresi bile yön değiştirir. Bir kadın”yol açtığı acıları sevdikçe ağlayan bir ruhun içtenliğiyle,” dün terk ettiğini bugün bir kahraman olarak kucaklayabilir. Kefaret ödeyebilir, kendini kurban edebilir. Tarafsız kalmaya, savaş dışında yaşamaya kalkarsanız sizi toplum dışlar, kendi vicdanınızı rahat bırakmaz. Bu yüzden romandaki kahramanların hazcı ve bireyci kimliklerinden milliyetçi ve savaşçı bir kimliğe evrilmelerini adım adım izleriz. Bölümler boyunca gerçekçi fakat imgeli, teşbihli, yığmacı bir üslûpla uzun uzun kahır, cinnet ve vahşet manzaraları anlatılır. İsimsiz erlerden meşhur komutanlara kadar insanların, hayvanların, bitkilerin, hatta yapıların nasıl acı çektiği gösterilir.
Sunuştaki bilgilere göre Ibanez, Alman militarizmine karşı açıkça Fransa yanlısıydı. Romanının zemini teşkil eden Marne Savunması’nı Fransızların meşru müdafaa hakkı olarak görmüş, Alman tarafına ateş püskürtmüştü. Ona göre bir yanda Alman yayılmacılığı bir yanda “özgürlüklerin ve Victor Hugo’nun ülkesi” vardı. Bu yüzden roman sevildiği kadar tartışıldı.
Ibanez’in Fransa yanlısı olmasını anlamak mümkün belki. Çünkü o savaşı iyilikle kötülüğün, zalimle mazlumun, doğru ile yanlışın savaşı olarak seyretmiş, kendisini Fransız olarak hissetmişti. Yine Neyyire Gül Işık’ın ifadesiyle, “Unutulmamalı ki yazar ‘kendisininkiler’in ortasındaydı ve kendisininkiler saldırıya uğramıştı.” Kendisini, “soylu bir davayı üslenmiş bir misyon adamı olarak” görmüş, “soğukkanlı bir nesnellik yerine benimsediği davaya tutkuyla hizmet ederken bağımsız bir gözlemci” olmayı amaçlamıştı.
Romanın “Ecel Tarlaları” başlıklı son bölümü yaşlı babanın baharda uçuşan kelebeklere benzeyen mezar haçları arasında kendi oğlunun mezarını ararken zihninden geçenlerden ibarettir ve Ibanez savaşın her koşulda kötü olduğu ilkesi üzerinde düşünmeye nihayet başarabilmiş; masum Alman gençlerinin varlığını da hesaba katabilmiştir. Öyleyse savaş sadece en sevdiklerimizi yitirdiğimiz zaman kötülüğü anlaşılan bir şey midir? En samimi hislerle vatan müdafaasına koşan gençler bilmez ki kendi ülkelerinin tuzu kuru siyasilerinin de dünyayı paylaşmak için oturdukları masada ççıtır çıktığında bu savaş başlamıştır. Masumlar bambaşka taraflardadır. Netice de:
… ..
Burada Bunlar Olurken
Burada bunlar olurken orada neler oluyordu? Birkaç yıl önce Pera Müzesi’ndeki “Çarlık Rusyası’ndan Saahneler” sergisini gezerken rastladığım nbir tablo önünde bu meraka kapılmıştım. İlya Repin’in “Askere Uğurlama” isimli resimde 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı, yani, bizdeki adıyla 93 Harbi esnasında cepheye gitmek üzere ailesiyle vedalaşan gencecik bir çocuk resmedilmişti. Bebekler ve dedeler dâhil, yoksul köy evinin bütün sakinleri uyanmış, küçük avluda toplanmıştı. Evin köpeği bile olup biteni merakla izliyordu ve içinde herhâlde bir ekmek ile bir topak köy peyniri olan tanıdık asker torbalarından biri delikanlının omzundan sarkmıştı. … ..
… …
O zaman bu tablonun bie benzeri nin başka bir yerde de yaşanmış olması gerektiğini düşünmüştüm. Bu dlikanlı Moskova yakının bdaki köyünden Osmanlılarla savaşmak züere cepheye uğurlanırken, aynı sabah Anadolu köylerinden birinde de aynı yaşlarda bir delikanlı benzer bir asker torbasını omuzlayarak anasının babasının elini öpüyor; karısıyla, kızkardeşiyle vedalaşıyordu. Çizilmemiş bile olsa bir tablo da bu tarafta vardı. .,
… ..
… ..
Dr. Jivago’nun Resmi
Dr. Jivago, Boris Pastenak’a al/a/madığı bir Nobel Ödülü (1958) getiren bir romandır.
… ..
… ..
Biz de yarılanmış bir mumun tükenmesinden korkarken, romancılığın yanı sıra Rus Edebiyatı’nın ünlü bir şairi de olan Pasternak’ın yazmantan ne anladığını da anlar, nasıl yazdığını seyrederiz. İlhamcı bir şairle karşı karşıyayızdır. … ..
… ..
Sahalin Adası
… ..
… ..
“Suç ve Ceza”da Vicdan Hukuku
*Mihrican Fırtınası & Nazan Bekiroğlu
Timaş Yayınları
1. Baskı, Kasım 2024, İstanbul
*Mihrican (Farsça: مهرگان) veya Jashn-e Mehr (جشن مهر, anlamı: Mithra Festivali), Zerdüştlük ve İran kültürüne ait bir festivaldir.[1][2] Dostluk, sevgi ve bağlılıktan sorumlu olan yazata Mitra'yı (Farsça: Mehr) onurlandırmak amacıyla kutlanır.
İsmi:
Kökeni:
*mihrican fırtınası - Vikisözlük
*[1] (meteoroloji) 2 Eylül'de başlayan fırtına.
*Settar Han (Fars: ستارخان, Azeri: Səttar xan; 20 Ekim 1866, Tebriz - 17 Kasım 1914, Tahran), ona verilen sıfatıyla سردار ملی (Sardār- Melli Ulusal Kumandan) İran Anayasa Devrimi'nde kilit bir rol oynadığından İran'da önemli bir ulusal simgedir.[1]
İlk yaşamı hakkında bilgi yoktur, 1906 anayasal devriminde Tebriz halkını Muhammed Ali Şah'a karşı harekete geçirmiştir.[2] Azeri bölgesindeki aşiretleri (özellikle Gilan, İsfahan) Şah tarafından kaldırılan anayasaya karşı protestolara teşvik etti. Bunun üzerine anayasada reform yapıldı ve Muhammed Ali tahttan indirildi. Tebriz'e döndüğünde kahraman gibi karşılandı.
İran içindeki bu karışıklıktan istifade ile İngiltere ve Rusya 1907 Anlaşması ile İran’ı aralarında paylaşmışlardı. Kuzey ve Orta İran Rusya’nın, Güney İran ise İngiltere’nin nüfuz sahasıydı. II. Dünya Savaşı sonlarına kadar da bu paylaşım muhafaza edilecekti. Buna bağlı olarak da İran’ın dış politikası İngiltere ve Rusya’nın isteği ve menfaatleri doğrultusunda şekillenecekti. Settar Han ve Bağır Han, meşrutiyet taraftarlarıyla birlikte Tahran’a girerek 1908’de Temmuz ayında meşrutiyeti ilan etmişlerdi. Fakat devlet için tehlike olarak görülüyorlardı. Sonucunda Settar Han yanındakilerle teslime zorlandığında ağır yaralandığı için 16 Kasım 1914’e kadar yaşayabildi. Bağır Han da, İran’ın bilinmeyen bir bölgesine sürgün edilerek boğduruldu.[3]
*Nar Ağacı / Nazan Bekiroğlu’ndan Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-İstanbul hattında geçen muhteşem bir roman. Balkan Savaşı yıllarında başlayıp I. Dünya Savaşı’na uzanan bir öykü... Trabzon’da ve Tebriz’de doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce delice akan sonra durgunlaşan iki ırmak... Aslında çok ırmak... Tebriz’in en büyük, en asil halı tüccarının deli fişek oğlu Settarhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra...
İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhaceret, tehcir, mücadele, kader... Farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu’nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu. "Nar Ağacı" bir Doğu masalı kadar zengin, hayal kadar güzel, hayat kadar gerçek bir hikâye... İncelikle işlenmiş karakterleri, zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle yıllarca unutulmayacak bir kitap...
*Bengi su, âb-ı hayat, hayat suyu, dirilik suyu, aynü'l-hayat, nehrü'l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bazen de Hızır ve İskender'e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan, birçok söylencede adı geçen, içen kişiye ölümsüzlük kazandırdığına inanılan efsanevî su. Farklı Türk dillerinde bengüsub, mengüsuv olarak da söylenir. Bengü/Bengi/Mengü/Mengi sözcüklerinin tamamı Türkçede sonsuz (veya sonsuzluk) demektir. Âb-ı hayat, bütün dünya mitolojilerinde mevcut bir kavramdır. Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta İslam kitabı Kur'ân'da Musa ve Hızır kıssası anlatılırken (el-Kehf 18/60-82) dolaylı olarak temas edilmiştir.
Anlam ve içerik:
… ..
*Kırmızı renkli bir çeşit mürekkep.
(edebiyat, Türkçe) Özellikle Divan Edebiyatı'da çok kullanılan değerli bir taş.
(madencilik) Parlak kırmızı renkte, billurlaşmış, saydam bir alüminyum oksidi olan değerli bir taş.
(renkler) Kırmızı tonunda bir renk.
*Yevgeni Onegin (Rusça: Евгений Онегин), Aleksandr Sergeyeviç Puşkin tarafından yazılan, Rus edebiyatının en önemli klasik eserlerinden biri niteliğindeki manzum roman. Sonradan Rus edebiyatında bulunan roman kahramanlarına bir örnek olarak alınmıştır. 1825 ile 1832 arasında bir fasiküller serisi halinde ilk defa yayınlanmış ve birinci tüm basımı ise 1833'te hazırlanmıştır.
Karakterler:
Bu eserde 5 ana karakter bulunmaktadır:
Yevgeny Onegin;
Vladimir Lenski, Onegin'in arkadaşı. Onegin'le düello yapan ve onun tarafından öldürülen kişi;
Konuyu anlatan kişi;
Tatyana Larina (Tanya) ve Olga Larina: İki kızkardeş.
Konu özeti:
Onegin ile Puşkin'in kendi portresi
Yevgeni Onegin, başkent yüksek sosyete hayatından bıkkın genç bir Rus asilzadesidir. Amcasından taşrada bir kır konağı miras kalır ve Onegin başşehirden ayrılarak bu konağa göçer. Orada pek tanınmamış bir şair olan Vladamir Lenski ile hiç beklenmedik şekilde arkadaşlığa koyulur. Bir gün, Lenski Onegin'i sözlüsü olan Olga Larina'nin evinde bir akşam yemeğine götürür. Orada bulunan Olga'nın, biraz çok kitap okuyup kitap kahramanları gibi davranan, kızkardeşi Tatyana (Tatya) ile tanışır. Tatyana Onegin'e hemen aşık olur. O akşam Tatyana, Onegin'e aşkını açıklayan bir mektup yazıp gönderir. Bu Tatyana'nin sevip kendini benzetmek istediği Fransız sosyetesi üyeleri ve Fransız romantik romanlarında olağan bir şey ise de, Rusya'nın taşra kırsal kesiminde bir evli olmayan kızın genç bir erkeğe aşk mektubu göndermesi çok yadırganan ve sakınılan bir tutumdur. Tatyana'nin beklentilerine rağmen Onegin bu mektuba yanıt göndermez. Tatyana ve Onegin'in bir sonraki karşılaşmalarında ise Onegin Tatyana'nın girişimini nazik ama küçümseyici tonda bir konuşma ile geri çevirir.
Sonra, bundan hiç haberi olmazmış gibi, Lenski Onegin'i Tatyana'nin isim günü kutlama partisine çağırır ve bu partinin çok küçük olacağını, ancak Tatyana, kızkardeşi ve ailesini içereceğini söyler. Fakat Onegin partiye geldiği zaman, bu partinin başkentte bıkkınlık geçirdiği büyük balolara çok benzediğini görür. Onegin bundan hoşlanmaz ve vaadinde durmayan Lenski'den öç almak için onun sözlüsü Olga ile flört eder ve dans etmeye başlar. Lenski buna çok sinirlenip partiyi kızgınlık içinde terk eder.
Ertesi sabah Lenski kendini küçük düşüren Yevgeni Onegin'i bir düelloya davet eder. Bu düello sonucu Onegin Lenski'yi öldürür. Onegin bundan sonra hemen o bölgeden ayrılıp kaçar.
Tatyana, Onegin'in bırakıp gitmiş olduğu konağa gider ve kitaplarına bakar. Bu kitaplardan ve kitap sayfalarının kenarlarına Onegin'in yazdığı notlardan anlar ki bir "gerçek Onegin" bulunmamaktadır. Onegin birçok değişik edebiyat eseri kahramanının bir karmaşık taklididir.
Çok daha sonra, Tanya Moskova'ya gönderilip Moskova sosyetesine girer. Bu sosyete içinde Tanya gelişip olgunlaşır ve bir asilzade ile evlenir. Onegin onunla bir Sankt-Peterburg'ta bir yüksek sosyete toplantısında tekrar karşılaşınca bu olgun ve sofistike kadını tanıyamaz. Sonunda kim olduğunu öğrendiği zaman, onun evli olmasını bilmesine rağmen, hemen Tatyana'ya kur yapmaya ve onunla bir yakin ilişki kurmaya çalışır. Fakat Tatyana bunları hemen reddeder ve Onegin'in göndermiş olduğu birkaç mektubu da cevapsız bırakır.
Kitabın sonunda Onegin Tatyana'yi tekrar görmeyi başarır. Tatyana yine onu reddeder ve yıllar önce Onegin'in kendisine söylediklerine benzer bir konuşma yaparak onu hala eskisi gibi sevdiğini ama kocasına karşı mutlak vefası olduğunu bildirir. Böylece Tatyana, Onegin'den hem duygusal hem de şahsî ahlak ve etik bakımdan kat kat üstün olduğunu açıkça gösterir.
Ana tema[değiştir | kaynağı değiştir]
Yevgeni Onegin'in ana teması gerçek hayat ile edebiyat eserlerinde incelenen hayat arasındaki farktır. Kişiler okudukları edebiyat eserlerini ve edebiyat sanatını gerçek sanarak hayatlarında bunları uygulamaya çalışmaktadırlar. Romantik bir kız olan, Tatyana, Avrupa dillerinde yazılmış romantik eserleri okuyup hayatını bunlara uydurmaya çalışmaktadır. Annesi gerçek hayatın bu eserlere hiç uymadığını devamlı olarak ona söylemektedir. Fakat burada bir acayip paradoks ortaya çıkmaktadır; Puşkin'in eseri de bir edebiyat eseri olup gerçek değildir; O zaman bu gerçek olmayan eserin akışı nasıl olup da gerçeği açıklar? Eser Batı Avrupa edebiyatının klasik eserlerine devamlı birçok atıflarda bulunmaktadır.
Çeviriler ve uyarlamalar:
Çeviriler:
Yevgeni Onegin bir manzum eser olduğu için klasik Rusça şiir esaslarına uygun olarak kafiye ve vezinle yazılmıştır. Bu nedenle bu eserin çevirisi gayet zordur. Çeviren eserde bulunan anlamları vermekle kalmayıp eserin şiirsel yapısını da bir nebze olsun aksedirmek zorundadır. Bu çevirmenin çözmesi gereken bir ikilem olmaktadır. Buna rağmen Türkçe de dahil olmak üzere değişik dillerde çok sayıda çevirisi yapılmış; Esperanto dahil pek çok dünya diline çevrilmiştir. Örneğin asgari 8 tane Fransızca, asgari 11 tane Almanca çevirisi olduğu bilinmektedir.
,
Opera:
Ayrıntılar için bakınız:
Romanın konusundan yola çıkan Çaykovski de Yevgeni Onegin adlı bir opera yazmıştır.
*Kassandra, Troya Kralı Priamos ve Hekabe'nin en güzel olduğu rivayet edilen kızıdır. Kassandra aynı zamanda Yunan mitolojisinin bir kahramanıdır. Savaşı yaşamış ve savaşta ağabeyi Hektor'u ve sözlülerini kaybetmiştir. Troya atı'nın getireceği tehlikeden dolayı çevresini uyarmaya çalışmıştır, ancak dinleyeni olmamıştır.
Kassandra'nın en büyük arzusu geleceği bilmek ve rahibe olmaktı. Tanrı Apollon (diğer bilinen adıyla Phoibos) görür görmez bu güzel kızı arzuladı ve ona bir teklif sundu; Kassandra onunla birlikte olursa ona geleceği görme yeteneği verecekti.
Kassandra bu teklifi kabul etti. Apollon, Kasandra'nın ağzına tükürdü ve Kasandra geleceği görme yeteneğine sahip oldu. Ama Apollon ile birlikte olmadı. Bakire bir rahibe olma isteği Apollon'a verdiği sözden daha ağır basmıştı. Bir rivayete göre de aslında en başından beri Apollon ile birlikte olmaya niyeti yoktu, sadece geleceği görme yeteneği almak için Apollon'u kandırmıştı.
Apollon bu duruma çok sinirlendi ve Kassandra'yı lanetledi. Lanete göre; Kassandra geleceği görecek ama kimseyi buna inandıramayacaktı. Ve asıl ağır darbe; asla rahibe olamayacaktı. Tam tersine bir kadın olarak aşağılanacaktı.
Gerçekten de öyle oldu. Truva Savaşı'nı ve savaşın sonucunu görmesine rağmen kimseyi gördüğü şeylerin yaşanacağına inandıramadı. Çaresizlikle savaşın başlamasını ve olaylarını izlemek zorunda kaldı. Aias denilen bir Yunan askeri tarafından Truva Savaşı'ndan hemen sonra Athena'nın tapınağında kendisine tecavüz edildi. Daha sonra da Agamemnon'un savaş esiri olarak Sparta'ya gider. Ancak Agamemnon'un kıskanç karısı Clytemnestra tarafından öldürülür.
Psikolojide, geleceğe dair başkalarını uyarmasına ve doğruları söylemesine rağmen kimseyi kendine inandıramama durumuna Kassandra Kompleksi ismi verilmektedir.
*İkarus - Vikipedi
*Atinalı mimar ve mucit Daidalus (Daedalus) ve oğlu İkarus, Kral Minos'un emriyle bir kuleye kapatılır. Daidalus ve oğlu İkarus, Theseus'un Labyrinthos'da (labirent) yolunu nasıl bulabileceğini Ariadne'ye anlatarak Minotaurus'un öldürülmesine yardım ettikleri için kral tarafından cezalandırılmak istenmiştir. Daidalus kendisi ve oğlu için bu kulenin penceresinden kaçmaya yarayacak balmumu ve kuleye ziyaretlerine gelen kuşların tüyleriyle bir çift kanat yapar. Babası; Ikarus'a uçarken zevkten kaçınması gerektiği ve uçmanın coşkusuyla güneşe yaklaşmamasını aynı zamanda da denize yakın uçup kanatların nemlenmesini engellemesi gerektiğini söyler. İkarus uçabilme özgürlüğü ile babasını dinlemez ve güneşe fazla yaklaşınca balmumu erir ve Ege Denizi'ne düşerek hayatını kaybeder. Düştüğü söylenen deniz, İkaria Denizi ve oraya yakın olan adanın adı da İkaria Adası olarak kalmıştır.
*Nero Claudius Caesar Augustus Germanicus (15 Aralık 37 – 9 Haziran 68),[1] esas adı Lucius Domitius Ahenobarbus olan ve aynı zamanda Nero Claudius Caesar Drusus Germanicus olarak da bilinen, Julio-Claudian Hanedanı'nın beşinci ve son Roma imparatoru. Nero, büyük amcası Claudius tarafından tahtın vârisi olarak evlatlık edinilmiştir. Nero Claudius Caesar Drusus olarak, İmparator Claudius'un ölümünün ardından, 13 Ekim 54'te Roma tahtına oturmuştur.
54 - 68 yılları arasında İmparatorluğu yöneten Nero, saltanatı boyunca dikkatini daha çok diplomasi, ticaret ve imparatorluğun kültürel sermayesinin arttırılması üzerine yöneltmiştir. Tiyatrolar yapılmasını emretmiş ve atletizm yarışmaları düzenlemiştir. Saltanatı sırasında, Part İmparatorluğu ile başarılı bir savaş yapılmış ve ardından barış müzakereleri yürütülmüş (58–63), 60–61 arasındaki Britinya İsyanı bastırılmış ve Yunanistan'la diplomatik bağlar güçlendirilmiştir. 68 yılında bir askerî darbe ile devrilen Nero, Roma Senatosu'nun idam tehdidi altında, katibi Epaphroditos'un yardımıyla kendini öldürmek zorunda kalmıştır.
Popüler tarih Nero'yu çapkın ve zorba olarak hatırlar; imparator ve Hristiyanlara ilk zulmedenlerden biri olarak bilinir. Bu hikâyeler, bazı erken dönem Hristiyan yazarlarla birlikte tarihçiler Tacitus, Suetonius ve Cassius Dio'un anlattıklarına dayanır. Öte yandan bazı eski kaynaklara göre Nero, halkın gözünde hükümdarlığı sırasında ve sonrasında oldukça popülerdi. Nero, güzel sanatlar, müzik ve spor etkinliklerinin coşkulu bir hamisiydi. Kendisini eleştirenler bunun imparatorluğun zararına olduğunu iddia etmişlerdir. Nero'nun saltanatını gerçekle kurguyu birbirinden tamamen ayırarak ele almak mümkün değildir. Fakat Nero'nun Roma yanarken lir çaldığı bilgisi yanlıştır. Yangın sırasında Nero, yangından 56 kilometre uzakta deniz kenarındaki yazlık evindeydi. Nero, haberi aldığında hemen Roma'ya gitti ve yangın söndürme çalışmalarına başladı.
*Lucius Annaeus Seneca - Vikipedi
*Lucius Annaeus Seneca (d. Córdoba, İspanya MÖ 4 - ö. Roma, MS 65),[1] Romalı düşünür, devlet adamı, oyun yazarı. Roma Stoası (Yeni Stoa) döneminin kurucu filozofları arasındadır. Sokrates’in bilgi görüşü ve Kinikler’in doğaya uygun yaşama ideali Seneca'nın üzerinde oldukça büyük bir etki yaratmıştır. Ona göre felsefe, ruhu geliştirip aydınlatan, yaşama düzen veren, karşısına çıkan sorulara cevap vermekte aracı olacak başlıca disiplindir ve bunu elde etme amacı gören araç ise akıldır.
Seneca, Córdoba, Hispanya'da dünyaya geldi, Roma'da retorik ve felsefe eğitimi aldı. Babası Yaşlı Seneca, abisi Lucius Junius Gallio Annaeanus ve yeğeni şair Lucanus'tu. İmparator Claudius döneminde, MS 41'de Korsika Adasına sürgün edildi fakat çok geçmeden 49'da Nero'ya eğitim vermesi amacıyla dönmesine izin verildi.[2] Nero 54 yılında tahta geçtiğinde, Nero için Sextus Afranius Burrus ile birlikte danışmanlık yaptı ve ilk beş yıl üzerinde etkin bir rol oynadı. Seneca'nın Nero'ya karşı tesiri zamanla azalmaya başladı. Bunun ardından yüksek ihtimalle masum olmasına karşın, 65 yılında bir komploya karıştığı iddiasıyla kendi bileklerini keserek idam edilmesine karar verildi.[3] Bu kararı büyük bir metanet ve soğukkanlılıkla karşılayarak "intihar" etti. Bu ölümü ondan sonra birçok resme konu oldu.
Bir yazar olarak, felsefe üzerine yazdığı eserler ve birçoğu tragedya olan oyunlarıyla tanınmaktadır. Ahlaki konulara değinen 12 düzyazı ve 124 tane mektup kaleme almıştır. Bu eserler antik Stoacılık için büyük öneme sahiptir. Kaleme aldığı trajediler arasında Medea, Thyestes ve Phaedra en önemlileri kabul edilir. Kendinden sonraki nesiller için muazzam derecede etkiye sahip olmuştur; Rönesans çağında kendisinden: "Ahlakın ve Hıristiyanlığın rehberi olarak hayranlık ve saygı duyulası bir bilge; bir edebi dâhi, dramatik sanat için mükemmel bir örnek" olarak bahsedilmiştir.[
*Boris Leonidoviç Pasternak (d. 10 Şubat 1890 - ö. 30 Mayıs 1960), Rus şair, oyun yazarı, romancı, çevirmen.
Çağımızın en büyük şairlerinden biri sayılmaktadır. 1920'lerde Rus edebiyat çevrelerinde "şairlerin şairi" unvanını alan sanatçı, SSCB'nin kültür politikasını yönetenlerle ters düşmüş ve şiirleri 1936'dan itibaren ülkesinde yasaklanmıştır.
Goethe, Rilke, Shakespeare ve Paul Verlaine’in eserlerini Rusça’ya kazandırmış çok başarılı bir çevirmendir.
1957’de ilk defa İtalya’da yayımlanan Doktor Jivago adlı romanı ile tüm dünyada tanınan sanatçı 1958 Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüş fakat ödülü reddetmiştir.
Yaşamı:
Çocukluğu ve eğitimi :
nınan sanatçı 1958 Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüş fakat ödülü reddetmiştir.
Yaşamı:
Çocukluğu ve eğitimi:
Dersleriyle, öğrencileriyle, kitaplarıyla ve farkında olmadığımız diğer güzellikleriyle iz bırakan; bize göre ise okuyucuya ciddi konularda farkındalık kazandıran yazar Nazan Bekiroğlu; bu eserinde görev yaptığı üniversiteden emekli olduğu günlerdeki duygularını, o zamana kadar emek verdiği öğrencilerini, kitaplarında geçen yaşanmışlıkları zaman şeridinden alıntılar yaparak okuyucularına yeni pencereler açıyor… . bunu yaparken sanatını da konuşturuyor. Okuması çok keyifli bir eser …
YanıtlaSilNazan Bekiroğlu kendi okuduklarını analiz ederken bizlere de mesaj veriyor. Kitabının son sayfalarında “İkaros’un Düşüşü” başlığı altında Grek mitolojisini alıntılarken: “Babasının bilgece tembihine rağmen, genç İkaros kanatlarını çırpıp havalanmaya başardığı andan itibaren yükselmenin zevkiyle sarhoşluğa kapılır. Doğaya karşı koyabiliyor olma duygusu, kendine olağanüstü bir kıymet atfetmesine sebebiyet verince kibirlenir. … .. “ vurgusu çok şey anlatıyor….
YanıtlaSil