6 Aralık 2021 Pazartesi

Muhteşem Gatsby*

… ..Söz konusu 1920s.’ler olduğunda ilk akla gelen isimlerden İrlanda asıllı Amerikan yazar Francis Scott Key Fitzgerald, 24 Eylül 1986’da Minnesota, St. Paul’da doğdu…. ..

.. .. Myrtle’ın kız kardeşi Catherine otuz yaşlarında, bembeyaz pudralı tenli, kızıl küt saçlı, zayıf yapılı, zevkine düşkün, görmüş geçirmiş bir kadındı. Yolduğu kaşlarının yerine çok daha havalı bir çift kaş çizmişti, ama eski kaşları doğal olarak yeniden çıkmak istediği için şimdi yüzüne donuk bir ifade ketıyordu. … ..

… ..

Vedalaşmak için yanına gittiğimde, Gatsby’nin yüzünde sabahki şaşkın ifadeyi yeniden gördüm. Sanki o anlık mutluluğundan küçük bir şüphe duymaya başlamıştı. Neredeyse beş yıl demek! O g,n, hayallerinde ki ile gerçek Daisy’nin arasındaki farkı görmüş olmalı. Bu elbette Daisy’nin hatası değildi.Gatsby yıllar boyunca onu kafasında büyütmüş, olmayacak hayaller peşinde koşmuştu.Şimdi bu hayallerin ne kadar ileriye gitmiş olduğunu keşfediyordu. Yıllar geçtikçe daha da şiddetli bir tutkuyla hayaller kurmuş, önüne çıkan her kuştüyünü bir araya getirip zihninde bir yuva inşa etmişti…   Yalnız bir adamın kalbindeki ateşi hiçbir su söndüremez. ... .. 

… ..

Bu mavi körfeze ulaşabilmek için çok yol kat etmişti.  Yıllardır hayalini kurduğu şey, elini uzatsa kavrayabileceği kadar yakındı. Başarısız olmasına imkân yoktu artık. Ancak bilmediği şey, hayalinin çoktan gerilerde bir yerde, şehrin o anlaşılmaz ışıklarının ardında, gizemli gökyüzünün altında uyuyan ülkenin karanlık bölgelerinden birinde kalmış olduğuydu. … ..

… .. İşte Böyle, akıntıya karşı seyreden tekneler misali durmaksızın ilerlemeye çabalarken bir anda kendimizi başladığımız noktada buluveriyoruz.


Sahaf Mendel*

 … .. Yahudi asıllı Galiçyalı bir sahafın sade, bir o kadar da iç burkan hikâyesinde Zweig eşsiz anlatımıyla sıradan bir öyküyü devleştirir. Sadece kitaplardan oluşan dünyasında kendi halinde yaşayan, inanılmaz bir hafızaya sahip Jacop Mendel yalnızca bir sahaf değil, bir kitap antikacısıdır. Kütüphanelerde , arşivlerde, sahaflarda aradığını bulamayan herkes “kitap sihirbazı ve simsarı” , tüm kitapların miraculum mundi’si* olarak bilinen Mendel’de aradığını bulur.Eşsiz hafızası, müşterileri arasında çok önemli kişilerin bulunması Mendel’e ün sağladığı gibi onu kitapseverler ve kollleksiyonerler  için de vazgeçilmez yapar. Yazar hatırlamak, ölümden sonra hatırlanmak  ve unutulmamak gibi temaları ele alırken, savaşın yıkıcılığını, antisemitizmi ve buna direnişi son derece duygusal bir tonda gözler önüne serer. Tümüğyle bir savaş karşıtı olan Zweig bu öyküsünü yazarken birkaç yıl sonra patlak verecek Yahudi düşmanlığının nasıl korkunç boyutlara varacağını tahmin etmemiştir kuşkusuz. ... ..
... .. İlk kez 1927'de basılan Görülmeyen Koleksiyon'da Berlin'li ünlü bir sanat koleksiyonerle karşılaşmasının hüzünlü öyküsünü anlatılır. Birinci Dünya Savaşı'nın üzerinden on yıl geçmiştir. Dünyada ekonomik bunalımın patlak verdiği yıllardır. Hiperenflasyonun Almanya'yı esir aldığı, küçük bir ekmeğin yüzlerce milyon marka satın alınabildiği yıllar.
Savaşın ve beraberinde getirdiği enflasyonun neden olduğu yoksulluğu son derece dokunaklı bir şekilde gözler önüne seren Zweig, insanlığın Birinci Dünya Savaşı'yla başlayan olumsuz dönüşümüne ışık tutarken unutulan değerleri hüzünle hatırlıyor, hatırlatıyor. Bir yanda altmış yıl boyunca hiçbir şahsi harcama yapmayan, artırdığı her kuruşla koleksiyonuna değerli bir parça katmak için uğraşan sanat âşığı bir koleksiyoner, diğer yanda "Venedik'teki muhteşem ilk özgün baskıların bilmem kaç dolarlık bir tabakaya, Guercino'nun ben-anlatıcının "tuhaf insanlar" dediği yeni zenginler. ... ..

5 Aralık 2021 Pazar

Okçu'nun Yolu*

 

    Oğlan şaşkınlıkla yabancıya baktı. "Kentteki kimse Tetsuya'nın elinde yay görmemiştir, " diye karşılık verdi. "Buradaki herkes onu marangoz olarak bilir."

    "Belki de vazgeçmiştir, çekinmiştir, orası beni ilgilendirmez," diye üsteledi yabancı. "Ama sanatını kenara bıraktıysa, artık ülkenin en iyi okçusu kabul edilemez. Ben onca gündür bunun için yollardayım: Ona meydan okumak ve artık hak etmediği şana nokta koymak için." 

    Oğlan tartışmanın fayda etmeyeceğini anladı: En doğrusu, yabancı yanıldığını kendi gözleriyle görebilsin diye onu marangoza götürmek olacaktı.

    Tetsuya evinin arka tarafında bulunan atölyede çalışıyordu. Gelenin kim olduğunu görmek için arkasına döndüğünde dudaklarındaki tebessüm dondu kaldı. Gözlerini yabancının taşıdığı uzun bohçaya dikti.

    "Aynen düşündüğünüz gibi," dedi yeni gelen adam. "Buraya geliş amacım efsaneleşen şahsınızı küçük düşürmek ya da kışkırtmak değil. Tek isteğim, yıllarca yaptığım talimlerin sonucunda artık kusursuzluğa ulaştığımı ortaya koymak."

Tetsuya önündeki işe dönmeye yeltendi; bir masanın bacaklarını takıyordu.

    "Koca bir nesle örnek teşkil etmiş bir adamın sizin yaptığınız gibi ortadan kaybolması yakışık almaz," diye konuşmayı sürdürdü yabancı. "Öğretilerinize uydum, okçunun yolundan şaşmamak için itina gösterdim, beni ok atarken izlemenizi hak ediyorum. Ricamı yerine getirirseniz sizi rahat bırakacağım ve ustaların ustasının yerini kimselere söylemeyeceğim."

30 Kasım 2021 Salı

İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı*


… ..  Özellikle 18. yüzyıl Osmanlı dünyasının Avrupa’yı ve Rusya’yı bazen nahif, bazen ustaca gözlemlediği bir dönemdi. Dahası bu gözlem ve mukayese artık yazıya ve tanıtıma konu olmuştu. Doğulular savaş meydanlarında, sonra ticarette yüz yüze geldikleri Avrupa’yı daha yoğun bir biçimde izlemeye başlamışlardı. 18. yüzyıl Osmanlı sefaretnameleri bugün Avrupa tarihçilerinin kendi toplumlarının o dönemdeki tarihi kesitini anlamak için kullandıkları kaynaklar arasında yer alıyor. 18. yüzyılın Osmanlısı Avrupa ve Rusya’ya çalkantılı bir fikir iklimi içinde bakmıştır.  Ana bu bakış ve bilincin bile Osmanlı dünyasında önemli değişimlerin var olduğunu gösterir. .. ..

… .. Tanzimat iktisadi, toplumsal, kültürel yönlerden araştırıldıkça ve değerlendirmeler Türkiye ve dünya tarihinin koşulları içinde yapıldıkça daha soğukkanlı yorumların ortaya konacağına kuşku yoktur. Her şeye rağmen Tanzimat hareketi Türkiye tarihinde toplumu ileri götüren ve çığır açan bir rol oynamıştır. Tanzimat devri tarihi ne dramatik, ne grotesk, ne de mutantan bir tarihtir, kelimenin tam anlamıyla bir trajedidir. Trajik bir çözülmezliğin içten içe, ağır ağır kaynamasıyla tarihin ilerlediği bir zamandır. Bir toplumun kurumlarıyla, gelenekleriyle, devlet adamlarıyla kaçınılmaz bir yazgıya doğru ilerlediği, karanlığın ve gafletin yanında fazilet ve aydınlığın ortaya çıktığı, çöküşle ilerleyişin boğuştuğu, Osmanlı tarihinin en uzun asrıdır.

Tanzimat devrinin modern Türkiye’nin oluşumundaki payı büyüktür. Bir toplumu sadece ekonomik gelişim çizgisiyle değerlendiremeyiz. Bazı Ortadoğu ülkeleri 19. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti ile aynı yerden yola çıktıkları halde, sosyal, siyasal, kültürel yönden bugün Türkiye ile aynı tarihsel dönemeçte değilseler, siyasal ve

28 Kasım 2021 Pazar

Mukayeseli Dinler Tarihi*

… .. XIX. yüzyılda ilmin ilerlemesiyle insanların maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarının karşılanacağını ileri süren pozitivist filozofların gayretleri bu konuda neticeyi değiştirmemiştir. İlim ve teknolojinin yeni boyutları da insanoğlunun dinden uzak kalmasına engel teşkil etmemiş, bilakis dine dönüşü süratlendirmiştir.  Zira ilim ancak sahasına sokabileceği hadiseleri çözebilir. Hatta bunların bazılarının da metafizik mesele olarak kabule mecbur bırakır. Bu duruma göre ilmin, dinin yerine geçmesine hiçbir şekilde imkân yoktur. Bu ifadeden ilme karşı olduğu sanılmamalıdır. Çünkü ilâhi din ilme karşı değildir. O, akla dayanır, akıl ve ilim vasıtasıyla gerçeği ispat imkânını bulur, ayrıca ilmi teşvik eder.


İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903) ilmin ilerlemesiyle din ihtiyacının daha iyi anlaşılacağını söyleyerek şöyle der. “İlmin ilerlemesi açık olarak gösteriyor ki hakikatini açıklayamadığımız ve anlayamadığımız mutlak bir kudret vardır. Buy kudret her yerde tecelli ediyor.”


Dhasksley’e göre dinle fen öyle ikiz kardeştirler ki birinin yok olması diğerinin de ölümü demektir. Çünkü fen dindar olduğu vakit yükselir. Din de temelinin fennen derin olması nisbetinde büyür. Filozofların büyük eserleri zekâlarının değil, çok dindar ve ruhlarının mahsulüdür. Buna göre pozitivizm bugün artık kuru bir iddiadan ibarettir.

Rene Descartes der ki: “İlmin kendine mahsus mâlikânesi vardır. Onun konusu laboratuvara girebilen olaylardır. Dinin konusu ise insandır, her ikisi de kendi sahalarında söz sahibidirler. Birbirlerine asla müdahale etmezler.”

Amerikalı pragmatist William James de bu hususta,  “... İlim ile din kâinatın hazinelerini açmak için kullandığımız iki değerli anahtardır.” demiştir.

21. Yüzyılda Kutsalın Dönüşü*

Sosyolojinin bugün en fazla ilgi çeken konularından biri şüphesiz “din ve modernite” ilişkisidir. Yıllardır tartışılan bu ilişki üzerine ortaya konan en baskın teori ise “sekülerleşme tezi”dir. Aydınlanma decrine kadar götürülebikecek olan sekülerleşme tezi modernleşmeyle birlikte gerek toplumsal gerekse bireysel bilinç düzeyinde dinin gerileyeceğinive zamanla yerküreden tamamen silineceğini öngörmüştü. “Ne kadar modernleşme, o kadar sekülerleşme “ diye özetlenebilecek bu tezin savunucusu olan Batılı sosyal bilimcilerin çoğu, bu öngörüyü sadece objektif- bilimsel verilerden hareketle veya dünyanın gidişatını gözlemleyerek değil, ideolojik bir bakış açısıyla gerçekleştirmişlerdi. Yani tezin ardında ”böyle olmalıdır!” iması vardı…. ..

.. ..

Aslında sekülerleşmeyi toplumsal, bireysel bağlamları açısından ayrı ayrı tanımlamakta yarar var. Çünkü kurumsal alanda meydana gelen sekülerleşme, toplumsal ve bireysel sekülerleşmenin mutlaka gerçekleşmesi anlamını taşımıyor. Conrad Ostwalt’ın “Seküler Çan Kuleleri” başlıklı makalesi bu noktada fevkalade aydınlatıcı. … .. Ona göre din, kültürel alanda varlığını farklı formlarda devam ettiren, ama aynı zamanda “modern”den etkilenen bir olgu; yani günümüzde kutsal ve seküler alanlar arasındaki sınırlar giderek belirsizleşiyor. “Sekülerleşme Teorileri Bağlamında Türkiye’de Din ve Türkiye’de Din ve Modernleşme” başlığını taşıyan şahsıma ait makalede Ostwalt!ın “etkileşim tezi”ne katkıda bulunuyor. … ..

… ..


Sekülerleşme kavramı din ile devletin birbirlerinden ayrılması, yahut insanların hayatlarını istedikleri gibi yaşayıp, istedikleri dini geçebilmeleri anlamında da kullanılmaktadır.Ama bu kullanım sosyoloji literatüründe herhangi bir tartışmaya neden olmamıştır. Sekülerleşme tezine karşı çıkanlar “Sekülerleşmeden maksat bu olsaydı zaten ortada bir tartışma olmazdı!” demektedirler. Onlara göre sekülerleşme teorisinin temel iddiası, din-devlet ayrımı veya dini otorite gibi konularda çok daha öte bir

İslâmofobi İmparatorluğun Siyaseti*

… .. “Karanlık Çağlar” olarak bilinen Ortaçağ’da Avrupa tam bir kültürel duraklama devrini yaşarken, Endülüs olarak anılmaya başlayan İslâm yönetimindeki İber yarımadası, kültürel açıdan büyük bir gelişme ve zenginleşmeye tanıklık etti. Müslüman yönetimler tarafından sadece Endülüs’te değil, Abbasi Hanedanı yönetimindeki Bağdat’ta açılan sayısız kütüphanede Grek, Farsî vb. birçok eser Arapçaya çevrilirken, muhteşem bir irfan yuvası haline gelen Cordoba’da felsefe, tıp, astronomi,mimari, hatta imar ve şehircilik alanlarında muazzam bir ilerleme kaydedildi. … ..

… .. Düşünecek olursak, Avrupa Yakın Doğu’daki bilim adamlarına minnettar olmalıdır. İslâm İmparatorlukları, çeşitli kültürlerin şahaserlerinin tercüme edildiği koca bir dönemi yönetmiş, Müslüman bilim adamları bilimsel nitelikli Pers ve Grek kavramlarının üzerine bina ettikleri çalışmalarla modern bilimin gelişmesine ve Rönesansa önayak olmuştur.

Avrupa, on ikinci yüzyılın başlarında karanlık çağlardan yavaş yavaş çıkmaya başlarken, Avrupalı aydınlar kaybettikleri zamanı telafi etmek için İslâm imparatorlukları tarafından açılan kütüphanelere doluştu. Bu dönem insanlık tarihinin en büyük eserlerinin, bu kez de Arapça’dan Avrupa dillerine tercüme edilmesine tanıklık ederken, Avrupalı aydınlar Yakın Doğulu düşünürlerin söz konusu sürece engin katkılarını messetmeye başladı. Zachary Lockman, bu dönem için şöyle konuşur:


Tıp, matematik astronomi ve diğer bilim dallarında Arapça’dan çevrilen yazmalar/belgeler, Ortaçağ Avrupası’nda asırlar boyunca ders kitabı olarak okutulurken, İbn Sina (980-1037), İbn Rüşd (1135-1204) gibi Arapça yazan Yahudi filozofların eserleri hevesle okunupo tartışılarak Ortaçağ’ın Hıristiyan filozofları ile ilahiyatçılarını kuşaklar boyunca etkisi altına almıştır.


İbn Sina’nın eserleri her ne kadar Latin Kilisesi tarafından reddedilmiş olsa da böylesi