24 Şubat 2025 Pazartesi

Koku*


 

On sekizinci yüzyılda Fransa’da, dâhi ve iğrenç kişiler yönünden hiç de yoksul olmayan bu dönemin en dâhi en iğrenç kişilerinden biri sayılması gereken bir adam yaşadı. Burada onun hikâyesi anlatılacak. Adı Jean Baptiste Grenouille (*kurbağa); eğer bu ad Sade, Saint-Just, Fouche Bonaparte vb. mendebur dâhiadlarının tersine bugün unutulmuşsa, bu kesinlikle  Grenouille, kendini beğenmişlik , insan saymazlık,ahlaksızlık, kısacası allahsızlık bakımından ünlü ve karanlık adamlarla boy ölçüşemeyeceğinden değil, dehası ve tek hırsı, tarihte iz bırakmamış bir alanla kısıtlı kaldığı içindir:o, varla yok arası kokular dünyası.

Sözünü ettiğimiz dönmede kentlerde, biz çağdaş insanlar için tasarlanması bile güç, pis bir koku hüküm sürmekteydi. Caddeler gübre kokardı, avlular sidik, merdivenler çürümüş tahta ve sıçan yağı, havalandırılmayan odalar küflü toz, yatak odaları yağlı çarşaf ve nemli kuştüyü yorgan kokar, lazımlıkların o keskin tatlı rayihasıyla dolardı. Bacalardan kükürt, tabakhanelerden yakıcı soda, mezbahalardan pıhtılaşmış kan kokusu gelirdi. İnsanlar ter ve yıkanmamış elbise kokardı. Ağızları çürük diş, mideleri soğan suyu, gövdeleri , artık pek genç de değillerse, bayat peynir, ekşi süt, urlu hastalık kokuları yayardı. Irmaklar kokar, meydanlar kokar, kiliseler kokar, köprü altları ve saray içleri kokardı. Çiftçi de, rahip de, zanaatçı kalfası da, ustanın karısı da kokar, bütün soylu tabaka, hatta kral bile yırtıcı bir hayvan gibi kokar, yaz olsun kış olsun . Çünkü bakterilerin çürütücü etkinliğine daha dur diyen olmamıştı on sekizinci yüzyılda; bu yüzden gerek serpilmekte gerek sönmekte olan hayatta, pis kokuların eşlik etmediği bir görünüm, yapıcı veya yıkıcı bir insan eylemi yoktu.

Ve tabii Paris’teydi en büyük koku, çünkü Paris, Fransa’nın en büyük kentiydi. Paris içindeyse,

Bir Vaizenin Günlüğü*


 

Hepimiz biliriz ki sadece önemli insanların hayat hikâyeleri yazılır. Çoğu zaman da vefatlarından sonra. Bu nedenle biyografi için, “Bir yazarın mezar taşı gibidir.” denir. 

Ben  ise bir vaizim sadece. Küçük insanların yaşadıkların(ve yaşayamadıkları); biyografilerin değil, romanların, hikâyelerin konusu olabilir ancak. Üstelik bizim kültürümüzde insanın yaşadıklarını önemsemesi, kendinden ve yaptıklarından bahsetmesi hoş karşılanmaz. Hatta başkaları, sizin yaptığınız güzel işleri yanınızda anlatsa, bu övgüleri alçak gönüllülükle reddetmeniz ve kendinizi inkâr etmeniz beklenir.

Biz de böyle yetiştirildik. Dolayısıyla bu yazılanlar kendimizi değil, bize yüce gönüllülükle, kelimenin tam anlamıyla karşılıksız hizmet edenleri, şöyle veya böyle bizi yetiştirenleri, yetişmemizde bilinçli veya bilinçsiz katkısı olanları, şükranı nimet kabilenden anlamak ve vaizliğin bir meslek olarak neredeyse yarım yüzyıldır (öncesinde yüzyıllardır) bu memlekette icra edildiğini bilmeyenlere,  “Biz buradayız” diyebilmek içindir.

Küçük insanların küçük çevrelerinde, sınırlı imkânlarla, toplumun çoğunluğunun psikolojik bir savaş yürüterek sürekli üzerlerine boca ettiği önemsizleştirme telkinlerine karşın, sadece yaptığı işin büyüklüğüne inanarak nasıl var olmayı sürdürdüğünün belgesidir bu yazılanlar.

İnsan kendisini ve geçmişlini anlatırken elbette bazı şeyleri anlatmayı, bazılarını da anlatmamayı seçer.

Ben de hem yapılan hem de benim yaptığım hoş olmayan davranışların anılarını, iki sebepten ötürü anlatmamayı seçtim. Öncelikle kötülüğün anlatılmak suretiyle yayılması normalleştirilmesine neden

İyiler Yalnız Değildir*


 Bu kitap iyilik kavramının kapsamını ele almaktadır. Giderek daha çok gözlemlediğimiz üzere iyiliğin temelleri ve pratik yansımalarıyla ilgili kanılar -Müslümanlar arasında dahi- giderek sekülerleşmekte ve ilahi tanımlar göz ardı edilmektedir. Neredeyse herkes iyiliğin kutsal ile bağını kesmeye ve bunun yansımalarından biri olarak mesela “imansız ama çok iyi biri” demeyi normal bulmaya başladı. Bir yandan bu gidişatı izler diğer yandan da dinin temel kaynaklarıyla temasımızı sürdürürken Allah’ı, peygamberi ve diriliş inancını bırakan, günlük hayattaki iyiliklerin bu esaslarla bağını koparmış birine “kibar”, “nazik”, “görgülü, “güzel huylu vs. desek bile, ilahi ölçüye göre “iyi” diyemeyeceğimizi çok net şekilde ifade eden bir ayet bu kitabın ana fikrini oluşturdu. Bakara Suresi 177. 


Bu ayeti çeşitli açılardan anlamaya çalışırken elbette insan mizacının merhamet ve nezaket gibi güzel huylara yatkınlığını önemsizleştirmiyorduk, ama Yüce Rabbimizin kimleri “iyi”lerden saydığını da açıkça görüyorduk. Ayete göre iyiliğin üç boyutu vardı. İman, ibadet ve ahlâk/karakter. Detaylarını kitabımızın içeriğine gireceğimiz bu üç boyut birbirini besleyerek iyiliği sadece dünyevi ilişkilerdeki görgü ve nezaket olmaktan çıkarıyor, iki dünyamızı da içine alan kapsamlı bir varoluşa yükseltiyordu. Bu düzeyden bakınca günümüzde neredeyse iyiliğin tek kriteri haline gelen ahlâkın aslında onun üç boyutundan biri olduğu açıktı.

… ..

… ..

İnsan sadece kalpten oluşmadığı gibi sadece akıl ya da davranışlardan da ibaret değildir. Yaratıcımızın bizi değerlendirirken amellerimiz kadar niyetlerimize de bakması bütünlük açısından çok kıymetlidir. Hayat

15 Şubat 2025 Cumartesi

Alaycı Kuş*


 Elitler ne ister? Uyuyan halklar! Neden?

Halkın ürettiklerine ve halka ait doğal zenginliklere rahatça konmak için. Halkın güdülmesinde  en etkili araç nedir? Medya… Yöneticiler, TV Programcıları, gazeteciler, sanatçılar, yazarçizerler halkı şekillendirirler.

O zaman onlar denetimde tutulmalıdır.

“Alaycı kuş duyduğu her sesi taklit yeteneğine sahip bir kuştur. Amerikan istihbaratı bu nedenle olmalı ki Soğuk Savaş döneminde, “Alaycı Kuş” adını verdiği operasyon (Mockking bird Operation)” ile gazetecileri kullanmıştı. Ve bu operasyon devam ediyor…

Elitler, bu, “Alaycı Kuş”larla halkı ikna etmeye çalışırlar İkna edemediklerini de oluşturdukları “sahte muhalifler”e havale ederler. Özetle bunlar, halkı bekleyen çok katmanlı operasyonlardır. 


Elitler ve Propaganda


Broadway Beyaz Saray’da

Yer Beyaz Saray, davetliler Broadway'in en ünlü isimleri.

Tarih 17 Ekim 1924. Düşünün dönemin ünlü şovmeni Al Johnson ve 40 Broadway sanatçıları kahvaltıya geliyor.

Edward Bernays, o toplantıyı şöyle anlatıyor: “Amacım, Başkan Coolidge’nin ‘soğuk ve somurtuk’ imajını silmekti. Bir grup tanınmış oyuncuyu, kahvaltıya, Beyaz Saray’a götürmeyi planladım. 1924’te bu fikir herkesi şaşırttı çünkü aktörler ve aktrisler aşağı görülüyor, devlet erkânıyla bir araya gelmelerine iyi

10 Şubat 2025 Pazartesi

Beyaz Leke*


 

Ülkede artık yasalar değil. Krallık’ın koyduğu yasalar geçerlidir ve o kurallar kişilik haklarını zedelemekte, kendi taraflarında olmayanları suçlu saymakta. Kadınlarla çocukları ikinci plana atmakta, suçlu saymakta, halkın sessizleştirilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Başarılı Avukat Eftalya Atalar, yasaklı bir kitabı okuma suçundan idam cezasına çarptırılan milletvekili babası Adnan Atalar’ı kurtarmak için çaba gösterirken hayatının dönüm noktasını yaşar. Krallık’a başkaldıran BL Örgüt Lideri ve Kurucusu Mahkûm Tugay Demir Çevikel’le hapishanede tanışması kendi içinde yaşattığı başkaldırı fitilini ateşler Bir yandan da herkesin korktuğu Örgüt Lideri aslında senelerdir bağlı olduğu Eftalya Atalar’a iç savaşın ortasında aşkı bahşeder ve zaman ilerledikçe ikisinin zekâsı ve gücü, Krallık’ı devirmek adına işler; Ölüm Timi ise geçmişten gelen sırlarıyla oradadır.

Tek istedikleri özgürlük, kaçtıkları ise ölümdür. Aşk ise bu savaşın ortasında bir mahkûmun güneşi görmesi kadar imkânsızdır.


Özgürlük, kendi kalbini bir başkasının ellerine verdiğinde mahkûmiyete dönüşürdü ve gerçek ölüm zaman gerçekleşirdi çünkü insan, bileklerindeki kelepçelerle nefes almaya devam edebilirdi ama kalbi başkasının elindeyken sadece o kişi için nefes almak isterdi.

Acı bir başkasına güvenip verdiğim kalp parçalanmaya başladığında hissedilirdi ve gerçek ölüm o zaman gerçekleşirdi çünkü insan, bileklerindeki kelepçelerden kurtulmak için ellerini kesebilirdi ama acıyı susturmak için kan akması yetmezdi.

Nefret, kalbini o bir başkasının elinden alamadığında ortaya çıkardı ve gerçek ölüm o zaman

Yılkı Atı*


 

Çiftin tutağına olanca gücüyle çöktü:

“-Doovaah, diye bağırdı. Doovaah domuzun öküzleri…  Arabaya vereceğim anladınız da keyfinizden asılırsınız asılırsınız boyunduruğa…

Elindeki övendereyi torağa sapladı. Öküzlerin önüne geçti. Öküzler, boyundurukla köye doğru yürüdüler.

Üssünoğlu, gökyüzüne kırpık gözlerle baktı. Sonra boşluğa doğru bağırmaya başladı:

-Duyduk rüzgâr vefendi duyduk. Kış geliyor diyorsun. Hoş geldi sefalar getirdi. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi? Sen öyle deliçoş esip durma. İşleme fakirin ciğerlerine… Harmanda isteriz, nazlı geline dönersin. Duyduk işte kış geliyor Sen söylemeden ağaçlar söyledi onu. Baksana dere boyundaki kavaklara, bir uçlarında kaldı yaprak. Sen bilir misin ne der o yapraklar? Kış geliyor der Hem de zor lusundan… Allah teala bilir gayrik karın kalkmasını. Mart mı dr, Nisan mı der? Sen icik yavaş gel insanın üstüne…Üşüdük işte, donduk işte. Hal kalmadı çift demirini sökmeye…

Sonra, çiftin ucundaki burun demirine doğru yürüdü. Sesi daha duyulur bir hâl aldı:

-Ulan gâvur bu millet, dinsiz bu millet! Yiğit isen el kadar çift demirini bırak şu yazıda. İn mi söyler, cin mi söyler ırız kırıklar? Gelirler, söküp alıp giderler.İster bir sen, bir Allah ol, köm toprağın yedi kat altına. Bokböceği kesilirler, dfelerler, deşerler, bulurlar. Gâvur bu millet,dinsiz, imansız bu millet… Hani Gâvurluklarına göre onsalar bari… Ne gezer… Hepsi sürünüyor. Hepsinin bir ipliğini çeksen, kırk yaması birden düşer. İlâyık bu millet zuluma. İlâyık her bir kötülüğe, her bir muhanete… BUrak sürünsünler. Bir çift demirine dirlik veremeyenlere hayır dua mı edeceğim…

Çift demirini söktü, haybeye attı ve öküzlere yetişti.

3 Şubat 2025 Pazartesi

Dedemin Bakkalı*


 

Bu kitapta anlatılan olayların tamamı gerçektir.

Ama belki de değildir

Belki de biraz gerçek, birazı değildir. 

Kahramanların tamamı hayal ürünüdür,

 ama belki de değildir.

Yani bir kısmı gerçek olabilir, birazını uydurmuş olabilirim. Yani belki de gerçek kahramanların gerçekleri okuyup kızmasından korkuyor olabilirim.

O yüzden gerçek değillerdir diyorum.

Yani işte anlarsın, şimdi bir dünya laf edecekler, yok beni niye öyle anlattın, yok ben sana öyle mi yaptım, yok ben sana öyle dememiştim, falan…

En iyisi hiçbirisi gerçek değildir diyelim.

Hıı hııı hepsini ben uydurdum, onlarla hiç alakası yok…


Gerçekten yok

Hepsi

 kurgu.

Ciddiyim bak.

Hem böyle bakkal çırağı mı olur?

Değil mi?

HİÇ!

Babaannem Geri Döndü*


 

PÖFFFFFF!

Size günlerim harika geçiyor, demek isterdim. ama öyle bir şey yok. Günlerim aşırı derecede sıkıcı geçiyor. Bu evde annem ve babamla birlikte yaşıyorum. Sabah kalkıyoruz, hızlıca kahvaltı ediyoruz ve gün başlıyor. Annemle babam işe gidiyorlar. Ben oluk varsa okula gidiyorum ve okulda sıkılıyorum. Okul yoksa evde kalıp sıkılıyorum. 


Ne vede ne okulda can sıkıntım bitiyor. Okulda sıkıldığım zamanlarda yaptığım bazı şeyler var. Öğretmenim bunlara sinir oluyor ve sürekli beni uyarmak zorunda kalıyor.


O uyarınca ben daha çok sıkılıyorum. Sonra yapmamam gerekenleri tekrar yapıyorum. Böylece sorun her ders daha da büyüyor.


Sıkıntının okula yaptırdığı şeyler şunlar:


Kitabımın kenarlarını karalamak.

Sıramın üzerine resim yapmak.

Pantolonumun üzerini çizmek.

Tırnaklarımı kemirmek.

Kazağımın kollarını ısırmak.

Kovun Beni Bu Okuldan*


 

Pazar Konser var. O konsere gitmem lazım. Eğer o konsere gidemezsem etüt sınıfına KEDİ SALARIM. Tuvaletlerin deliklerine TOP tıkarım. 

Yemekhaneye gizlice sızıp öğlen için yapılan yemeği ENERJİ İÇECEĞİNE boğarım. Üffff!

Hiçbirini yapamam, biliyorum ama o konsere gitmem L-A-Z-I-M! 

Hem beni hiç de küçümsemeseler iyi olur. Daha yeni bir yatakhane dolusu insanı karın ağrısından hastanelik ettiğimi kimse unutmuş değil. Hoş unutsalar iyi olur ama bir türlü UNUTMUYORLAR. Bu hikâyeyi size bir ara anlatırım, şimdi havamda değilim. 

Sevilay’la Neşe’deki neşeye bak! Tabii onlar daimi yatılı. Aileleri yurtdışında olduğu için hafta sonu kendi kendilerine izinleri var. Bizim Sermet Durgun’un (babam olur) ASLA izin verebileceği bir şey değil)

Bir keresinde babamdan izin almayı denedim. Neşeler’le  birlikte ben de pazar günü gezmeye çıkabilir miyim dedim. Üstelik de gayet NAZİK bir dille sordum. Aldığım cevap şu oldu:

Sorumlular olmadan hiçbir yere çıkamazsın!

PEH!


Yurt sorumlularımız beni konsere kadar götürüp getirirler mi acaba? Bütün artılarımı vermeye, hafta sonu hediyelerimden vazgeçmeye ve televizyon hakkımı sildirmeye bile razıyım.

Sevilay geldi.


“Asiye, biz KONSERE gideceğiz Neşe’yle. Dönüşte sana anlatırız.”


Sevilay’ı dövebilirim. Evet bunu yapabilirim. Geçen sene boşu boşuna judo çalışmadım herhalde. Gerçi Sevilay’ın kilosuna baktığımızda ona daha şefkatli yaklaşmam gerektiğini hissediyorum. Sonuçta 70 KİLOLUK Sevilay'ı 45 kiloluk ben kolayca dövemem öyle değil mi?

Dedemin Bakkalı - Çırak*


 

Bir gün bakkal Elif geldi. Canı sıkılmış. Kimden dduyduysa artık ”Dokunsan ağlarım.” dedi. “Dokunmam” dedim. “Sakın ağlama. Ağlayacağına anlat da dinleyeyim…” Annesi kardeşine çikolata almış, ama Elif’e almamış. Surat asınca da annesi para verip “İyi, git al kendine madem.” demiş. Bu yani! Olay bu.

Babaannem hep beterin beteri var derdi. O beter bendim. Anlattım. Abartarak anlatırsam daha kolay ikna olur, diye abarttım.


“Bak Elif, sen yine iyisi. Bir de BENİ DÜŞÜN. Sabah altıda kalkıp açıyorum bakkalı. Evde herkes PÖFÜR PÖFÜR uyuyor. Azıcık ekmek koparıyorum, biraz peynir kesiyorum da onları yiyorum. Çay bile yok. Akşama kadar çalışıyorum. Bunca çikolata içinde bir tane bile yeme hakkım yok. Bakkaldan alışveriş yapan çocuklar çikolata alıp bana ikram ederlerse ne âlâ; etmezlerse beğenmeyip çöpe attıkları çikolataları yiyorum Elif.” derken Elif ağlamaya başladı. Bana sarılıp “Çok üzüldüm, çok üzüldüm” diye hıçkırdı. Omuzlarından tutup “Üzülme”. dedim. “Alıştım ben…”

Dedem bunları duysa beni bakkaldan kesin KOVAR. Çünkü bakkala saat dokuzda geliyorum ve bütün gün bakkalda tıkınıp duruyorum. Dedemin hiçbirine gıkı çıkmıyordu. Ama Elif’i ikna etmek için biraz abartmam gerekiyordu. Sonuçta edebiyatta da mübalağa diye bir sanat var.

Şimdi sıra sende. Elif sana geldi. Annesi kardeşini lunaparka götürmüş ama onu götürmemiş, yine dokunsan ağlarım vaziyetinde.

1 Şubat 2025 Cumartesi

Şimdinin Gücü*

 

Siz evrenin ilahi amacının

gerçekleşmesini sağlamak için buradasınız.

Siz işte bu kadar önemlisiniz!

Eckhart Tolle

Kitabın ilk sayfasından itibaren, Eckhart Tolle’nin çağdaş bir üstad olduğunu anlıyorsunuz. O herhangi bir dine ya da guru’ya bağlı değil; onun öğretisi -Hristiyanlık, Hinduizm, Budizm, Müslümanlık, yerli halkaların inançları gibi- tüm diğer geleneklerin özünü kucaklıyor ve onlarla çelişmiyor. O tüm büyük üstadların yapmış oldukları şeyi yapabiliyor: sade ve berrak bir dille yolun, gerçeğin ve ışığın içimizde olduğunu gösteriyor.

Eckhart Tolle önce bize kendi öyküsünü kısaca anlatıyor; bu, depresyon ve umutsuzluğun yazar yirmi dokuz yaşına girdikten kısa bir süre sonra bir gece muazzam bir uyanış deneyimiyle sonuçlanmasının öyküsüdür. Geçmiş yirmi yıl boyunca, o bu deneyim üzerine düşünmüş, meditasyon yağmış ve anlayışını derinleştirmiştir. 

Son on yılda, o dünya çapında bir öğretmen, büyük bir mesaj veren büyük bir ruh haline gelmiştir; bu İsa’nın, Buda’nın ve diğer büyük üstadların vermiş oldukları mesajdır: Aydınlanma haline şimdi ve burada erişebilirsiniz. Istırapsız, endişesiz ve nevrozsuz yaşamak mümkündür. Bunu yapabilmek için, acımızın yaratıcısı olduğumuzu anlamamız gerekir; sorunlarımızı yaratan  diğer insanlar ya da “dış dünya” değil, kendi zihnimizdir. Bu, neredeyse kesintisiz bir düşünce akışına sahip olan, sürekli geçmişi düşünüp gelecek hakkında endişelenen zihnimizdir. Biz büyük bir hata yapıp zihnimizle özdeşleşir, onun biz olduğumuzu düşünürüz, oysa gerçekte bir çok daha büyük bir varlığızdır. 

… ..

… ..

“Var’lık, doğuma ve ölüme tâbi sayısız yaşam formunun ötesindeki sonsuz ve daima-var olan Bir (Tek) Yaşam’dır. Bununla birlikte, Var’lık sadece her formun ötesinde değil, aynı zamanda her formun