30 Nisan 2025 Çarşamba

İvan İlyiç'in Ölümü*


 

… ..

Evlilik yaşamının Praskovya Fyodorovna’nın gebeliğine kadar olan ilk dönemi, karı koca oynaşmaları, yeni mobilyalar, yeni mutfak gereçleri, yeni çamaşırlar arasında bayağı güzel geçti; o kadar ki, İvan İlyiç evliliğin tasasız, hafif, hoş, neşeli, eşlerin biribirine karşı hep kibar davrandığı, hem toplumca onaylanan, hem de İvan İlyiç’in kendine tümüyle uygun bulduğu bir yaşamı altüst etmek şurada dursun, onu daha da derinleştirdiğini, güçlendirdiğini düşünmeye başladı. Ne var ki karısının gebeliğinin ilk atylarından başlayarak hayatlarına yeni ve beklenmedik bir tatsızlık girdi; bu ağır ve kaba durumdan kurtulmak da mümkün değildi.

İvan İlyiç’e göre karısı olur olmaz nedenlerle, , -kendi ifadesiyle “de gaite de coer” (*kaprisinden)- tatsızlıklar çıkarmaya, güzel, inceliklerle dolu yaşamlarının tadını kaçırmaya başladı. Ortada hiçbir neden yokken İvan İlyiç’i kıskanıyor, ondan aşırı ilgi, okşayış bekliyor, olur olmaz şeylerden sorun çıkarıp, kaba, tatsız sahneler yaratıyordu.

İvan İlyiç bu tatsız durumdan kurtulmak için ilkin -daha önce de yararını gördüğü- durumu ciddiye almama yolunu denedi: Karısının bu gergin ruh hâliyle dalga geçiyor, eskiden olduğu gibi tasasız, neşeli bir havayla arkadaşlarını eve çağırıp iskambil partileri düzenliyor, kendisi de zaman zaman arkadaşlarının evlerine ya da kulübe gidiyordu. Ama karısının buna tepkisi çok sert oldu, hatta bir gün onu çok kaba sözlerle azarladı ve kocası bu davranışını her yineleyişinde aynı sert tepkiyi gösterdi; kocasına tümüyle boyun eğdirene dek, yani onun da tıpkı kendisi gibi sert tepki göstermeyi kafasına koyduğu anlaşılıyordu. Karısının bu kararlılığı İvan İlyiç’i dehşete düşürdü. Evliliğin -en azından kendisininkinin- hayatın hoşluklarıyla, incelikleriyle uyum sağlamak şurada dursun çoğu kez bunlara engel olduğunu, bu yüzden de

Ukiyo & Japonya'da Anı Yaşamak


 

Ukiyo dilimizde tam karşılığı olmayan, anlamı ile bizi büyüleyen Japonca bir kelimedir. Kelime kökeni Japonca olup tüm sıkıntı ve dertlerden uzaklaşarak anı yaşamak, anın keyfini çıkarmaktır. Şu an ve şimdinin keyfini çıkarmaya, ana odaklanmaya Japonlar “Ukiyo” adını vermişlerdir. Yüzen , kısacık, geçici dünyada, kentsel yaşam tarzının getirdiği, halkın ekonomik ve sosyal hırslarını unutarak, özellikle Edo Dönemi Japonya’sında (1600-1867) hayattan zevk almaya çalışmak bu kelime ile ifade edilmiştir. Hayat yaşadığımız andır, dün geçti, gitti, bitti, gelecek meçhul belki hiç gelmeyecek ama şu yaşadığımız an mevcut ve elimizdeki tek servetimiz. Kıymetini bilelim, bu anı geçmişin üzüntüleri, geleceğin kaygıları ile boşa geçirmeyelim. Doya doya yaşayalım. 


1) JAPONYA’YA GENEL BAKIŞ

Japonya’yı oluşturan takımadaları, Asya kıtasının doğusunda Pasifik Okyanusu üzerinde yer alır. Yukarıdan aşağıya doğru uzanan yay görünümünde olup, 3800 kilometre uzunluğundadır. Binlerce irili ufaklı adanın oluşturduğu bir ülkedir Japonya. Toplam yüzölçümü 377.815 km2’dir İngiltere’den biraz büyük, yaklaşık Çin’in 26’da, USA’nın 25’te, Hindistan’ın 9’da, Türkiye'nin 2’de !’i kadar bir alanın olup , dünya karalarının binde 3’ünden daha az bir büyüklüğe sahiptir. Takımadalar içinde dört büyük ada vardır. Bunlar büyükten küçüğe sırayla Honşu, Hokkaido, Kyuşu ve Şikoku adalar zinciridir. Honşu’nun alanı toplam yüzde 60’ndan fazladır. Bunun yanı sıra yaklaşık 4000’e yakın küçük ada, bu 4 büyük adayı tamamlar. Japon adaları aslında Güneydoğu Asya’dan Alaska’ya kadar uzanand ağ sıralarının bir bölümünü oluşturur. Doğusunda Pasifik Okyanusu, batısında Japon Denizi vardır. Adalarının hemen hemen hepsinin kıyıları çok fala girintili çıkıntılıdır, üzerlerindeki nehirlerin boyları kısa olup, dağların arasında oldukça eğimli bir şekilde akarlar. Bu da ülkeye bambaşka bir güzellik katar. Japonya’nın şaşılacak  derecede uzun bir kıyı şeridi mevcuttur, 27.500 kilometreden fazla. Japonya’nın toplam yüzölçümünün yüzde 71’i dağlıktır. Dağların araları berrak göller, nehirler ve sayısız vadilerle doludur.

29 Nisan 2025 Salı

Huzursuzluk*


 

Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: ‘Develere  çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikenini koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. ‘Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi tadından sarhoş olur.


Kızıl yele karışan

… ..

Meleknaz Hüseyin’in karısı mıydı diye soruyorum Aysel’e.

Evlenme hazırlığı içindelerdi diyor, o kız Suriyeli bir mülteci olduğu için bir takım zorluklar vardı, onunla uğraşıyorlardı.

Meleknaz mı? Suriyeli mi o kız? diye soruyorum pekiştirmek isteyerek. Evet diyor Aysel, zaten sığınmacı kampında tanımış onu, hayatına mal olacağını bilmeden de ona deli gibi…

Küçük bir hıçkırık sesini titrettiği için susuyor Aysel. Âşık olmuş diye tamamlıyorum cümlesini. Hayır diyor içinden yükselen bir isyan duygusuyla, iblise âşık olunur mu hiç, o kız onun aklını başından aldı, kim bilir hangi büyülerle  onu kandırdı, eski nişanlısını terk edecek, ailesini karşısına alacak hale getirdi.

Off be Aysel diyorum, her söylediğinde aklım daha çok karışıyor, şı işi bana baştan anlatamaz mısın? Hayır diyor, bunu şimdi yapamam, abimin cenazesi geliyor yarın, onu toprağa vereceğiz, hem

28 Nisan 2025 Pazartesi

1890'larda istanbul*


 

Saltanat Şehri

İslam’ın Peygamberi, “Kostantiniye’yi fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” demişti. Vaat edilmiş bu ilahi lütuf uğruna çok zorlu savaşlar verilmiş ve yiğitçe muharebeler yapılmış, Hz. Muhammed’in cesur silah arkadaşı Eyüp, Doğu’nun bu başkentine sahip olmak için Arapların 669’da düzenlediği ilk kuşatmada hayatını kaybetmişti.

Haçlılar 1204’te şehre girdiklerinde pek hayır duası almamış ve bir hafta içinde yaklaşık on iki yüzyıl boyunca yapılan bütün istilalardan çok daha fazla tahrip etmişlerdi Konstantiniyye'yi. Ve sonunda Peygamber’in ardından aynı adı taşıyan Mehmet -Fatih Mehmet- geldi. Türkler onu hâlâ Fatih sıfatıyla birlikte anarlar. Birinci Konstantin’in o devasa imparatorluğu, adaşı olan son imparatorun (*Konstantinos XI Paleologos, 1449-1453) döneminde giderek küçülmüş ve şehrin surlarıyla sınırlı dar bişr alana sıkışmıştı. Buna rağmen Rumeli Hisarı ile Ayasofya arasındaki birkaç kilometrelik alanı kat etmek II. Mehmet’e birkaç yıl süren zorlu bir savaşa mal olmuştu. Bunun için zapt edilemez kaleler inşa edilmesi, uçsuz bucaksız istihkâmlar kazılması , bir de fatih donanmasının denizden çıkarılıp Boğaz kıyılarına çekilmesi ve tekerlekler üstünde karadan taşınarak Haliç sularına indirilmesi gerekmişti. Son saldırı sert ve acımasızdı. Bizans imparatorlarının sonuncusu kendi başkentinin kapılarında çaresizce çarpışırken can vermişti. “Ve kuşatmanın fatihi atının üstünde Ayasofya’nın güney koridoruna ceset yığınlarının üstünden geçerek, en yakınındaki sütuna kor gibi tüten elini basmış ve bugün bile zaferinin işareti olarak kabul edilen kanlı izini bırakmıştı.” En azından eski halk hikâyeleri olayları böyle anlatıyor. Kilisede katliam yapıldığı günümüzde asla kabul edilmediği gibi , orada, toplanan Hristiyanların kan dökülmeden esir alındığı

Elmalılı Hamdi Yazır İle Kur'an Sohbetleri*


 

Sevdalı Bulut*

 

Bence edebiyat bütün çeşitleriyle masalla başlar, masalla biter. Ama gene de masal şiire yakındır en çok. Ritmiyle, tekrarlarıyla, lakonikliğiyle* hayaliyle, hasretiyle, dramıyla, trajedisiyle, eşyası ve insanı, işleyişiyle, tabiatta ve cemiyette eşine rastlanmayan , ama umutlarımızı, korkularımızı, sevinçlerimizi  bütün derinlikleri, bütün genişlikleriyle taşıyan yeni eşyalar, yeni insanlar yeni hayvanlar yaratışıyla masal elbette ki en çok şiire yakındır.

Dillerim üstünde bir dil olan musiki bile bütün milletlerin, bütün eşyaların, bütün kültür seviyelerinin ortak malı değildir daha. Asya müziğini Avrupalı kulak hemen ilk dinleyişte anlamaz. Beethoven bütün kültür seviyeleri için hemen anlaşılacak bir besteci değildir. Ama masal bütün milletlerin, bütün yaşların ve kültür seviyelerinindir. En koyu Arap sanılan bir masalı, Japon, yahut İngiliz hemen anlar ve hemen sever. Rus ister işçi, ister kolhozcu, ister atom bilgini olsun, en koyu Türk masalının tadına hemen varır. Hintli çocukla babası aynı masalı dinleyebilir. Masallar insanlığı kaynaştırır. Eninde sonunda bütün milletler aşağı yukarı aynı sosyal gelişme yollarını, biraz daha ağır, biraz daha hızlı, biraz daha kestirme, biraz daha dolambaçlı geçtiklerinden  ve bir büyük kaynaktan  gelip büyük denize doğru yöneldiklerinden, yerli özellikleri, gelişmedeki çeşitli manzaraların ayrılıklarını aksettirmelerine bakmaksızın, masallar eninde sonunda birbirine benzer. Bilginler bu benzerliğin nedenleri etrafında tartışıyor, çeşitli görüşler ileri sürüyorlar. Beni ilgilendiren, tekrar ediyorum, benzerliklerin halkları birbirlerine yaklaştırması. Bence nasyonalizmin sökmeyeceği kültür alanlarından biri de masallar dünyasıdır. 

Bu kitapçıkta, büyük Türk folklorcusu Boratav’ın öğrencilerinin halkın ağzından dinleyip topladıkları bazı masalları kendime göre işledim. Neden diyeceksiniz? O masalları bugünün bazı sorunlarına karşılık vermeye yöneltmek için, masal tekniğini taklit ederek değil, kendim de bazı

25 Nisan 2025 Cuma

momo*


 

İnsanların çok farklı dillerde konuştukları çok çok eski zamanlarda, sıcak ülkelerde, kocaman ve görkemli kentler vardı. Bu kentlerde krallara, imparatorlara ait muhteşem saraylar bulunur; geniş caddelerin yanı sıra daracık, dolambaçlı yollar dikkati çekerken bir yandan da yaldızlı heykellerle süslü tapınaklar göz kamaştırırdı. Farklı ülkelere ait eşyaların satıldığı rengârenk pazaryerleri kurulur,  insanlar günün önemli olaylarını konuşup tartışmak ve anlatılanları dinlemek için geniş alanlarda bir araya gelirlerdi. Hepsinden önemlisi, oralarda büyük tiyatrolar vardı.

Bu tiyatrolar tıpkı günümüzdeki sirklere benziyordu; tek farkları bunların taştan yapılmasıydı. Seyirciler için olan oturma yerleri dev bir huni gibi basamak basamak yükselirdi. Yukarıdan bakıldığında bazıları daire gibi yuvarlak, bazıları yumurta biçiminde, bazıları da yarım daire görünümündeydiler. Bu tiyatrolara amfiteatr denilirdi.

Bir futbol stadyumu kadar büyük olanları da vardı, yalnızca birkaç yüz seyirciyi alacak kadar küçük olanları da. Bazıları heykeller ve sütunlarla süslenmişken bazıları da sade ve süssüzdü. Üstlerinde çatı bulunmadığı için gösterile açık havada yapılırdı. Bu yüzden büyük tiyatrolarda insanları ani bir sağanağa veya güneşin kavurucu sıcağına karşı korumak için sıraların üstlerine simlerle işlenmiş halılar tente gibi gerilirdi. Basit tiyatrolarda aynı işi saz ve samandan örülmüş hasırlar görürdü. Sözün kısası tiyatrolar insanların maddi gücüne göre çeşit çeşitti. Zengin veya yoksul, herkesin istediği şey aynıydı: Tiyatro izlemek; çünkü hepsi tutkulu birer izleyici ve dinleyiciydi.

İzleyiciler, ister heyecanlı ister komik, sahnede oynananları kendi günlük hayatlarından daha gerçekmiş gibi görüyor ve başka bir gerçeği izlemeyi seviyorlardı.

n

O günlerin üzerinden binlerce yıl geçti. O çağların büyük kentleri göçüp gitti, o görkemli saraylar ve tapınaklar da yıkılıp çöktüler. Bir yandan şiddetli yağmur ve rüzgârlar, bir yandan da aşırı sıcak ve soğuk havalar taşları oyup aşındırdıkça, o kocaman tiyatrolardan geriye sadece birer harabe kaldı. Artık o kırık

16 Nisan 2025 Çarşamba

Zamane*


 

… .. 

Bu anlattıklarım, 1940’lı yılların ilk yarısının çocuklarını ve büyüklerini dile getiriyor. Hayatın daha kendiliğinden ve yavaş aktığı günleri. Kaygılar o zamanda yaşanıyordu, ama bugün baktığımda, üretilmiş kaygıdan çok, somut nedenlerle ilintililermiş gibi görünüyor. Trajedi yaşandığında acısı da içten paylaşılırdı. Kadercilikten farklıydı bu, hayatı geldiği gibi kabuldü. İnsanlar bulundukları konumu da kabul etmiş gibiydiler. Daha iyi yaşayanlara özenip onlara benzemeye çalışılmazdı, açgözlülük ve sınıf atlama çabaları yoktu, zaten kimse aniden zengin olmazdı. “Psikolojik sorun“ diye bir kavram yoktu, sadece bazı insanlar biraz ayrıksıydılar. Bunların, toplum yapısı dediğimiz şeyin bugünkü eşdeğeri sayılabilecek dünyalara baktığımızda gördüklerimizden farklı olduğunu biliyorum. Tabii ki anlattıklarım o günlerde bugünden bir bakışı yansıtıyor, abartılımı bakıyorum sorusuyla birlikte , ama o dönemi başka nasıl anlatacağımı da bilmiyorum. Ancak, geçmişi özlemle ananlardan da değilim, bugünü olduğu haliyle yaşıyorum, olmakta olanlar sürecin şimdiki aşaması olarak bakarak. 

… ..

… ..

Süreçler

… ..   insanlık tarihi ya da kişilerin tarihi, bence fark etmiyor. Bana göre insanlık tarihi, vaktiyle bize öğrettikleri gibi, birbirini izleyen bağımsız olaylar dizisinden ve dönemlerden oluşmuyor. Münferit bir olayın, tarihin yönünü belirleyici bir unsur olarak değerlendirilebileceğini de düşünmüyorum. Çünkü her bir olay sürecin akışı doğrultusunda ortaya çıkıyor. İnsanın yaşam öyküsü gibi insanlık tarihi de kesintisiz

13 Nisan 2025 Pazar

İmkânsızdan Mümküne*


 

Önsöz

Her hikâye bir diyarda başlar.

Benim hikâyem de dik yamaçlarda kurulmuş bir köyde başlıyor.

Orada o andan bugüne kadar, geçip giden seksen küsur sene…

1943'te Trabzon Maçka’nın Soldoy (Sevinç) köyünde başlayan hayat yolculuğum film şerdi gibi gözlerimin önünden geçtiğinde, içinde anlatılmaya, paylaşılmaya değer çok şey olduğunu fark etmişimdir hep. 

Mesela, köyün kısıtlı ve zor hayat şartlarına bakıp, burada benim için bir gelecek olmadığını hayli erken yaşta fark edişim…

1958’de, henüz on beş yaşındayken annemin elime tutuşturduğu yirmi lira ve tahta bir bavulla İstanbul’a yolculuğum…

İstanbul’da kısa ömürlü iki ayrı iş denemesi, sonra Hazaros Usta’nın yanında çıraklık ve kalfalık yapıp pirinç ve bronz işinde ustalaşarak, askerlik sonrası kendi işimi kurmam…

Yaptığım işin perde ve mefruşat sektörüyle yakından ilişkisi olması sebebiyle, adım adım perde ve mefruşata yöneliş…

İki ayrı kolda iş yürüttüğüm yıllar, farklı ortaklıklar, yürümeyen işler, yürüyen işler…

Rızapaşa yokuşu ve Sultanhamam’ın birer “okul” olarak bana kazandırdıkları, genişleyen iş çevrem, sosyal ağlar ve mesleki tecrübeler…

Derken yeni ortaklarla yeni bir şirketin kuruluşu, ardından tekstilde toptancılıktan imalata,

11 Nisan 2025 Cuma

15 Dakika*


 

Takdim

… ..

Kitap, bazen bir alıntı sözden bazen bir olaydan bazen de bir kavramdan yola çıkılarak on beş dakikada kaleme alınan yazı parçalarından oluşuyor. Hırpalamadan silkeleyen, arındıran, tefekküre yönelten cümleler. Belirli bi zaman aralığında böyle derinlikli metinler ortaya çıkaran hocama bu süreçte gıpta ile eşlik ettim.

… …   Malkoç Behiye

… … 

Sandığınız Kişi Değilim

Düşündüğünüz kadar iyi bir insan değilim ben. Kalbim o kadar temiz, niyetlerim o kadar duru değil. Bir parça bulanığım. Bak yine “estağfirullah” diyorlar. Düşündüğünüz gibi bir olmak çok yorucu.

Türkü seviyorum mesela ben. Bazen elbise seviyorum. Bir yandan gözleme yiyor, ayran içiyorum bir yandan da Borges (*Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo (d. 24 Ağustos 1899, Buenos Aires - ö. 14 Haziran 1986, Cenevre), Arjantinli öykü, deneme yazarı, şair ve çevirmen. ) okuyorum. Namaz kılıyor, ezber yapıyorum. Yolda izde TRT3 dinliyor, boş vakit bulursam Kore dizileri izliyorum. Hiçbirinizin şablonlarına bu yüzden tam uyamıyor ama çocuklarınızla da bu yüzden iyi anlaşıyorum.

Pazara gidip gerekli gereksiz şeyler almayı, elime geçen üç kuruşu anlamlı anlamsız harcamayı seviyorum. Dedim ya düşündüğünüz gibi kusursuz biri değilim ben. Hafiften müsrif, hafiften deli doluyum.

İtiraf etmek gerekirse zannettiğiniz kadar çok okumuyorum mesela. (İsterdim öyle olmayı.) Biraz

8 Nisan 2025 Salı

Yüksek Topuklar*


 

İçimdeki bir his

Bundan birkaç yıl önce yazmaya karar vermiştim bu öyküyü.

Güzel ve uzun  bir öykü olsun istemiştim. Her zamanki gibi onca iş, onca uğraş girdi araya; gündeliğin hayhuyunda başka öyküler, başka öykücükler; yalnızca yazılan, yazılmayı bekleyenler değil, yaşananlar da geçit vermedi. Sonunda, “Bir gün yazarım, nasıl olsa,” diye beklettiklerimden biri olup çıktı bu da… Kimi zaman , yazdığımda, kim bilir nasıl müthiş bir kitap olacağını düşleyip, heyecanlandıklarımdan biri olarak geliyordu aklıma; kimi zaman da yazamadıklarımın yüreğimi daraltan ağır çeki taşlarından biri olarak… Bu tür “muhasebeler” içinde bulunduğum ruh haline göre değişiyordu; belki yazacağı onca şeyi üst üste yığıp yıllar boyu onlarla birlikte gezen bütün yazarlarda böyle oluyordur. Artık onları bilemem. Ama her zaman söylerim, yazıp da, düşlediklerinizin ne kadarını yazabildiğinizi görmektense, “bir gün yazdığımda nasıl müthiş bir şey olacak kim bilir!” diyerek kendinizi geleceğe ertelemeniz daha heyecan vericidir.

Bilirsiniz, insanları heyecanları yaşatır.

Buraya kadar söylediklerimden benim bir yazar olduğumu düşünmüş olmalısınız; hayır değilim, ama öyle zannedilmek hoşuma gidiyor. Aslında yazıya gönül vermiş olduğumu, boş zamanlarımda, nasıl derler, “kendi çapımda” öyküler , öykücükler , çeşitli denemeler yazdığımı, ne yazık ki, ancak birkaç yakınım biliyor. Onların da pek ciddiye aldığını sanmıyorum. Başarılı bir grafikerim, işime çok asılmamakla birlikte fena para kazanmıyorum; bunların bana yettiğini düşünüyor olmalılar. Yazdıklarımdan, yazmaya çalıştıklarımdan kimselere pek söz etmem; hem kendimi sahiden bir yazar olarak görmeyişimden kaynaklanıyor bu insan kendini bir yazar gibi hissetmezse, başkaları için nasıl ikna edici olabilir?-; hem de heyecanlarıma kapılıp birkaç kez anlatacak gibi olduğumda, karşılaştığım genel bir kayıtsızlık, umursamaz ya da anlattıklarımın başkaları tarafından inançsız gözlerle dinlenmesi, beni bu konuda iyice ürkek yaptı. Ben de bu arzumu kendime saklamaya karar verdim. Eğer günün

Dört Köşeli Üçgen*


 

Silindir- Şapka İçindeki Sinek

Uzun zaman odamın neden dört köşe olduğu üzerinde kafa yordum.

İnsanlar oturdukları yerleri hep dörtgen biçiminde yapıyorlardı. da neden üçgen, beşgen, ongen, yirmigen içine oturtmayı istemiyorlardı.

Bunu şairlerin, kendi aklını beğenmişlerin, kadınların ve zenginlerin de düşünmediğini kabul etmek doğru olmasa gerek.

Kimi zaman, şurada burada rastlanan yusyuvarlak bir kule, bir burç, bir kümbet insanların bu düşüncelere pek yabancı olmadıklarını ortaya koymaya yetebilir.

Nedir, bu işin garip bir yanı da var.

Kişioğlu savaşmak, dövüşmek, düşmanlarının kalbine dumdum kurşunu yollayıp kendi derilerini kurtarabilmek için yusyuvarlak yapılar yükseltiyorlardı da oturmak, uyumak, sevişmek için hep dört köşe odalar, sofalar, salonlar yapıyorlardı.

Demek ölmek, savaşmak için bir kasnak, bir çember içine girmek, konuşmak, radyo dinlemek için ille de dört köşeli odalarda bulunmak gerekiyordu.

Hani, balonsu bir odada, insanın düşünceye dalması, konuşmasını derleyip toparlayabilmesi, şiir düzmesi d oldukça güç bir iştir. 

Balonsu bir odanın ne sağı, ne de solu bellidir.

Sağı solu belli olmayan bir yerde de kimseden ortaya bir şeyler koyması beklenmemelidir.

Böylesine bir odada bir sineğin uçması bile düşünülemez.

Uçmak için bir yolun kendi üzerine dönüşmemesi, yolun bir başı ve sonu olması gerekir. Oysa, bir kasnak, bir kümbet gibi, bir külhan, bir silindir - şapka içinde hiçbir yere, çıkış noktası adı kondurulamaz.

Hadi, böyle bir şey oldu diyelim, bir kümbeti, bir silindir - şapkanın herhangi bir noktasından