… ..
Bu anlattıklarım, 1940’lı yılların ilk yarısının çocuklarını ve büyüklerini dile getiriyor. Hayatın daha kendiliğinden ve yavaş aktığı günleri. Kaygılar o zamanda yaşanıyordu, ama bugün baktığımda, üretilmiş kaygıdan çok, somut nedenlerle ilintililermiş gibi görünüyor. Trajedi yaşandığında acısı da içten paylaşılırdı. Kadercilikten farklıydı bu, hayatı geldiği gibi kabuldü. İnsanlar bulundukları konumu da kabul etmiş gibiydiler. Daha iyi yaşayanlara özenip onlara benzemeye çalışılmazdı, açgözlülük ve sınıf atlama çabaları yoktu, zaten kimse aniden zengin olmazdı. “Psikolojik sorun“ diye bir kavram yoktu, sadece bazı insanlar biraz ayrıksıydılar. Bunların, toplum yapısı dediğimiz şeyin bugünkü eşdeğeri sayılabilecek dünyalara baktığımızda gördüklerimizden farklı olduğunu biliyorum. Tabii ki anlattıklarım o günlerde bugünden bir bakışı yansıtıyor, abartılımı bakıyorum sorusuyla birlikte , ama o dönemi başka nasıl anlatacağımı da bilmiyorum. Ancak, geçmişi özlemle ananlardan da değilim, bugünü olduğu haliyle yaşıyorum, olmakta olanlar sürecin şimdiki aşaması olarak bakarak.
… ..
… ..
Süreçler
… .. insanlık tarihi ya da kişilerin tarihi, bence fark etmiyor. Bana göre insanlık tarihi, vaktiyle bize öğrettikleri gibi, birbirini izleyen bağımsız olaylar dizisinden ve dönemlerden oluşmuyor. Münferit bir olayın, tarihin yönünü belirleyici bir unsur olarak değerlendirilebileceğini de düşünmüyorum. Çünkü her bir olay sürecin akışı doğrultusunda ortaya çıkıyor. İnsanın yaşam öyküsü gibi insanlık tarihi de kesintisiz
bir süreç, durağanlıkları ve sıçramalarıyla. Zaten tarihin akışı gereği ortaya çıkan bir olay tarihi nasıl değiştirmiş olabilir ki? O olay da tarihin kendiliğinden gelen bir parçası. Dolayısıyla, örneğin 11 Eylül öncesi ve sonrası diye bir ayırma katılmıyorum. Bana göre bu alay akmakta olan sürecin sıçramalı bir aşamasıydı. Çünkü süreçler zaman zaman sıçrama gösterirler, ama doruk yaratmazlar. Doruk, bir şeyin sonu anlamına gelir, ötesi yoktur, cinsel ilişkinin finalindeki gibi. Cumhuriyet ve İnkılâpları da akmakta olan sürecin bir aşamasıydı. Aydınların yüzünü Batı’ya çevirmesi ve ulus-devlet kavramının kıpırtıları on dokuzuncu yüzyılın sonlarında zaten belirmeye başlamıştı. Yok oluş tehdidi ve sıradışı bir liderin belirmesi, bu sürecin sıçramaya dönüşmesini sağladı. Ulus olarak bizler zaten tehdit altında güdülen varlıklarız. Dibe vurmaya az kala dayanışmaya geçip silkini veririz.Bazen de yapıcı ya da yıkıcı olan sıçramaların, sonradan görünürün karşıtı bazı etkileri ortaya çıkabilir. Bu nedenle sıçramaları yapıcı ya da yıkıcı olarak nitelendirmenin zaman içerisinde yapılmasının daha doğru olacağına inanıyorum. İlk günlerinde 12 Eylül darbesinin toplumu biraz rahatlatacağı düşünülmüştü, yıkıcı etkilerinden hâlâ arınamadık ya da ardından gelen siyasiler arındırılmamayı seçtiler. Kozmik dansın temel özelliklerinden biri, bir şeyler yok edilirken bir şeylerin var edilmesi. Atomaltı parçacıkların dışında da bu böyle. … .. Durağan dönemleri ise çoğu zaman çoğu zaman ileride olacakların kuluçka dönemleri. … ..
… ..
… ..
Çoğumuz kendi aleyhimize oynadığımız oyunlardan haberdar gibiyizdir, ama başka seçenekler yokmuşçasına bunları sürekli görmezden gelip alışageldiğimiz kısır döngülere tutunuruz. Bizi mutsuz etse de. Denenmemişin korkusundan ötürü, bizim için zararlı olduğunu bile bile, bilinene tutunmak. Bu nedenle, psikoterapide gereksiz savunma terapist tarafından köşeye sıkıştırdığında insanlar bazen yakalanmışlık duygusu yaşarlar. Ancak bu,insanın toplum normlarına değil, kendine karşı işlemiş olduğu suçun yakalanmışlığıdır. Yakalanmışlığın içeriğini oluşturan gerçek duygu, insanların kendilerine ulaşma umudunu ve hafiflemeyi içerir, hatta gülerek karşılandığı bile olur. Kendimize karşı işlediğimiz suçlara ”varoluş suçluluğu” denir ve vicdanımızdan kaynaklanan suçluluktan farklı bir olgudur.
Geçen yüzyılın ilk yarısında Alfred Adler, psikoterapiye gelen kişinin temel sorunu yüreksizliktir, demişti. Tabii ki bu ifade psikoterapiye gelenlerle sınırlanmıyor. Çeşitli oranlarda hepimiz, alıştırıldığımız şartlanmalar ve geliştirdiğimiz psikolojik savunma mekanizmaları dışındaki seçeneklere yönelme konusunda yüreksiziz. Psikoterapiye gelenler, bunun farkında olmakla yetinmeyip, üstesinden gelebilmek niyeli ya da kararlı olan kişilerdir. Gerçi ender de olsa, bu konuda niyetli olduğuna kendini inandırmış ama çaba gösteremeyen insanlarda var ve psikoterapi ortamını, monologlarını sürdürecekleri yer olark görmekten aasla vazgeçmezler. Genellikle bir psikiyatristten diğerine dolaşma eğiliminde olduklarından “profesyonel hasta” olarak nitelendirilirler. Çünkü psikiyatrik hasta olmak kimliklerinin önemli boyutlarından biri haline gelmiş, “terapi oyunu” “hayat oyunu”nun yerini almıştır.
… ..
…..
İkinci dünya Savaşı'nda Avrupa’da yaşananlardan sonra toplumların da hastalanabileceği fark edildiğinde, “normal” kavramının yeniden değerlendirilmesi gereği ortaya çıkmıştı. Aradan geçen zaman içinde, normalliğin durum değil süreç olduğu şeklinde görüşler oluştu, daha yakın zamanlarda ise normal sözcüğü kendiliğinden tedavülden çekildi. Artık hepimiz günün deyimiyle “arıza”yız. çeşitli şekillerde.
Varoluş Suçluluğu
Zamane & Engin Geçtan
Metis Yayınları
Altıncı Basım: Nisan 2018
1.Baskı / Mart 2025
*İsmail Engin Geçtan, (d. 12 Ocak 1932, İzmir - ö. 19 Şubat 2018, İstanbul)[1] Türk psikiyatri mütehassısı hekim, akademisyen ve yazar.
İlk ve ortaokulu, liseyi İzmir'de tamamladı. 1956'da İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. Uzmanlık eğitimi için Amerika Birleşik Devletleri'nin New York ve Columbia üniversitelerinde uzmanlık eğitimini tamamladı. Bu süreçte genel psikoloji, dinamik psikiyatri, çocuk psikolojisi ve nöroloji alanlarında çalışmalar yaptı.
1968'de doçent, 1974'te profesör oldu. ODTÜ, Ankara, Boğaziçi ve Marmara üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştı.
Psikiyatri hakkındaki kitaplarında genelde varoluşçu psikiyatri ve psikanalitik teoriye yer verir.[2] Ayrıca, psikiyatri yöntemlerini edebiyatta da kullanmayı denedi ve akademik çalışmalarının dışında, bir romancı olarak da tanınmıştır.
Âidiyet, çocukluk, birey ile toplum ilişkileri, hayat ve ölüm gibi temel beşerî mefhum ve sorunların yanı sıra uyku, psikodrama yöntemleri, yeme bozuklukları gibi özel konuları da ayrıntılı biçimde ele aldı. Hayatı seyredenler ve hayatı yaşayanlar şeklinde insanı iki sınıfa tasnif etti. Yaşamak için durup düşünmek ve sorun üretmek yerine hayata karışmayı salık verdi.[2][3] Sadece bireyin sorunlarıyla yetinmeyen Geçtan, toplumsal hastalıkları da sebep ve sonuçlarıyla irdelerken Türkiye özelinde toplumsal yapıdan örnekler verip bireysel sorunlara paralel toplumsal analizler yaptı.
Romanları:
Kırmızı Kitap, 1993
Dersaadet'te Dans, 1995
Bir Günlük Yerim Kaldı, İster misiniz?, 1997
Kızarmış Palamutun Kokusu, 2001
Tren, 2004
Seyyar, 2005
Kuru Su, 2008
Mesela Saat Onda, 2012
Denemeleri:
Kimbilir?, 1998
Rastgele Ben, 2014
Psikiyatri Kitapları:
Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, 1974
Psikanaliz ve Sonrası, 1980
İnsan Olmak, 1982
Varoluş ve Psikiyatri, 1987
Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar, 1988
Hayat, 2002
Zamane, 2010
Orada, Bir Arada, 2017
*Alfred Adler (d. 7 Şubat 1870, Viyana – ö. 28 Mayıs 1937, Aberdeen), bireysel psikoloji ekolünün kurucusu, Yahudi Avusturyalı psikiyatrist.[1][2] Derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan biridir. (diğerleri: Freud, Jung.) Adler, bireyin yeniden uyum sürecinde sosyal unsurun önemini vurgulayan ve psikiyatriyi topluma taşıyan ilk kişi olmuştur.[3] 2002'de yayınlanan A Review of General Psychology araştırması, Adler'i 20. yüzyılın en seçkin 67. psikoloğu olarak sıraladı.[4]
… ..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder