27 Mayıs 2025 Salı

Kadından Kentler*


 

Kordonboyu’nda Ömer Çavuş Kahvesi


Adana Sıcağında Erguvanlar


Trabzon Burması

… .. Sevgiden sonra başka çocukları olmamıştı; kusuru birbirlerinin üzerine atarak geçirdikleri yıllar boyunca hem bir erkek çocukğundan, hem bir kız çocuğundan beklenenlerin hepsini Sevgi’den umdular. Dönüp kendi izlerine basa basa geçmişine doğru ilerlemeye çalışırken, karşısına çıkanları şimdiki aklıyla tarttığında kendi hayatı inadırıcılığını yitiriyordu…

… ..

Hep okuldan alıp işe koşmak istediler, her yıl birincilikle getirdiği, “pekiyi” ile dolu yaldızlı karneler getirdi. Öğrenim yaşamı boyunca yoksul çocuklara verilen her çeşit yardımdan, iaşeden, burstan yararlandı; yüksünmedi, eksiklenmedi.Yoksulluklarından zamanla marazi bir kibir edinenlere, hayata diklenenlere de benzemedi. Daha ilkokuldayken, kendi çocuklarının tembelliğinden yakınan hali vakti yerinde ailelerin, hep Sevgi’yi ve onun yoksulluk içinde yaşadığı kötü koşulları örnek göstererek çocuklarını azarladıklarını biliyordu. Onlarla yarışamazdı. Ne kadar çalışırsa çalışsın, hep kenarda durmayı , verilenle yetinmeyi bildi. Yoksulluk duygusu bir rutubet gibi içine işlemişti, hiçbir zaman bunun ezikliğinden kurtulmadı. Bunca yıl sonra bile hâlâ bazı geceler uykusundan fırlayıp salona çıkar, kendini inandırmaya çalışan gözlerle tek tek eşyalarına-koltuk takımına, yemek masasına, büfesine, televizyonuna, müzik setine, önünde kocaman pufu olan okuma koltuğuna- “Bu benim, bu benim!” diye bakar. Kendi gerçekliğine inanıp sakinleşene kadar bir süre gecenin sessizliğinde öylece oturur, tek tek onları seyreder, sonra ayaklarını sürüyerek yatağına döner.

Ailesinden, atalarından kalan laz inanından aldığı güçle, okuyacağını, okuyabileceğini kanıtlamak

25 Mayıs 2025 Pazar

İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı?*


 

… ..

… .. Türk olarak İran’ı anlama konusunda işin elbette Avrupalı’ya göre çok daha kolay. Kullanılan terimler, espriler birbirine çok benziyor.

En benzeyen taraf nedir diye sorarsanız, “-miş gibi yapma” ülkesidir İran. İran demek taroof (*Farsçadan aldığımız özel adları Latinize ederken kimi sorguları göz ardı etmeden ama daha çok yazarın tercihlerine sadık kalarak yazdık) demektir. Taroof toplumsal bir bir davranış paternidir, kibarlık göstergesidir. Diyelim ki bakkaldan alışveriş edersiniz, kasada ne kadar diye sorarsınız, bakkal cevaben, önemli değil, bir şey ödemenize gerek yok der. Eh peki o zaman madem sağ ol, deyip gitmeye kalksanız peşinizden koşar parayı ödemediniz diye.  Kural şudur, üç kere soracaksınız ne kadar diye, bakkal da iki kere gerek yok diyecek, sonunda fiyatı alacak. Ya da yemeye oturdunuz, yine aynı kural. Pilav ister misin diye sorduğu zaman ev sahibi, ilk sefer evet deyip tabağınızı uzatırsanız bu müthiş bir kabalıktır, yine aynı şekilde iki kere teşekkür edip geri çevirmeniz, üçüncüde tabağınızı uzatmanız gerekir. Bu eski gelenek hâlâ İran’da ilk günkü kadar etkilidir. Sağcısı, solcusu, seküleri,  mollası, herkes bu yazısız kurala uyar. Başka şeyler söyleyip bambaşka şeyle yapma ülkesidir İran. Biri bir şeyler söyleyip bambaşka şeyler yapma ülkesidir İran. Biri bir şey derken aslında dediği şeyi kastetmiyor, bambaşka bir şey ima ediyor olabilir.Biri bir şey derken aslında dediği şeyi kastetmiyor, bambaşka bir şey ima ediyor olabilir. O kültürün içinde büyümeyen bir için anlaması zordur. İnsanların sürekli yalan söylediğini düşünebilirsin. Başka bir yaşam tarzıdır bu. İki kişiliği var gibi sanki herkesin: Bir dediği, bir yaptığı.

Hafız üzerine saatlerce konuşabiliriz öte yandan. Şeceryan için müzik dehası diyebiliriz, Makhmalbaf’i yere göğe sığdıramayabiliriz. Hepsi de Pers topraklarının çocuklarıdır ve alanlarında dâhice işler yapmışlardır kuşkusuz. Ve fakat bir övgüler dizisi okumayacaksınız bu kitapta. Zira ne kadar Hafız’dır artık, bu ülkenin ne kadarı Makhmalbaf, tartışırım bunu. İran bugün saç örtüsü geri kaydı diye kadınların sopayla dürtüldüğü bir ülkedir. Sorgusuz sualsiz, soruşturmasız, gerekçesiz

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Körlük*


 

Sarı ışık yandı. Öndeki arabalardan ikisi yayalar için kırmızı ışık yanmadan hızlanıp geçtiler. Yaya geçidindeki ışıkta küçük yeşil adam figürü belirdi. Beklemekte olan yayalar, siyah asfaltın üzerine çekilmiş beyaz şeritlere basarak karşıya geçmeye başladılar, zebraya bundan daha az benzeyen bir şey olmazdı ama bu şeritlere ‘zebralı geçit’ diyorlardı. Ayakları debriyajda bekleyen sabırsız sürücüler gerginlik içimde, kırbacın havada şaklayacağını hisseden atlar gibi bir ileri bir geri gidiyorlardı. Yayalar karşıya geçmişti, ancak yolun arabalara serbest olduğunu belirten sinyalin yanmasına birkaç saniye daha vardı, görünürde bunca önemsiz bu gecikmenin, şehirde mevcut binlerce trafik lambasının sayısıyla çarpıldığında bu lambaların her birindeki üç ayrı renkteki art arda değişimi hesaba katıldığında, trafikteki sıkışıklığın ya da yaygın deyimle trafik tıkanıklığının en önemli biri olduğunu iddia edenler vardı.

Yeşil ışık sonunda yandı, arabalar aniden fırladı ama hepsinin aynı hızda öne atılmadıkları anlaşıldı. Orta şeridin en önündeki araba yerinde duruyordu, mekanik bir arıza olmalıydı, gaz pedalı yerinden çıkmış, vites kolu sıkışmış ya da hidrolik sistemde bir arıza meydana gelmiş, frenler bloke olmuş, elektrik devresi kesilmiş olabilirdi. Yaya kaldırımında yeniden birikmeye başlayan yayalar, durmakta olan aracın içindeki sürücünün, arkadaki araçlar çılgınca kora çalarken, ön camın ardında elini kolunu salladığını gördüler. Hemen arabalarından çıkan ve aracı trafiği aksatmayacak bir yere kadar itmeye hazır birkaç sürücü, arabanın kapalı camlarına öfkeyle vurdu, içerideki adam başını onlara doğru çevirdi, önce bir yana, sonra öteki yana bağırarak bir şeyler söylediği görülüyordu, ağız hareketlerinden bağırarak bir kelimeyi durmadan yinelediği anlaşılıyordu, hayır, bir değil iki kelimeyi, evet gerçekten iki, adamlardan biri nihayet arabanın kapılarından birini açmayı başardığında anlayacaklardı, Kör oldum.

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Nazar*


 … ..

“Nasıl öldü?”

Uzun süre sordum bu soruyu. Aylar sonra bir adam bulup getirdiler, o biliyormuş nasıl öldüğünü, ayyaşın tekiydi.

“Türkleri sebze doğrar gibi doğruyordu Marco,” dedi.Sonra Türklerin dördü beşi uzun kargılarla kuşattılar onu. Deldiler, kan fışkırdı. Yine deldiler. Yine kan fışkırdı. Yine…”

… .. Şimdi zihnimde Marco bu artı. En aşağılık halini hatırlamaya çalışıyorum.

… ..

… .. Ben Novi di Modena’dan, otuz beş yaşındaki çocuksuz dul Margarita Pedronelli. Bu soy adı bana ait değil. Marco’nundu.  O da nereden bulduysa. Ciddi, önemli bir hava veriyor değil mi, insanın bir soyadı olması. Size bunları İsa’nın 1532. yılında anlatayım diyorum. Ne önemi varsa!

… .. 

Gündüzleri cesurca dalar, otlarımı toplardım. Uzun zamandır, çocukluğumdan beri yaptığım bir şeydi bu. Banotu, adamotu, dulavratotu, güzelavratotu, güzelhatun çiçeği, alıç, bütün bunların nerede bulunduğunu, ne zaman yetiştiğini, toplanma zamanını, nasıl karıştıklarını, neyin nerede kullanılacağını, nereden ve nasıl öğrendiğimi hatırlamıyorum. yetiştiğini, toplanma zamanını, nasıl nereden öğrendiğimi hatırlamıyorum.

… ..

…. .. Sarsarak uyandırdılar. Uzun süre sarsmalarına rağmen tepki vermemiştim. Bunları önemsememişler. Aynın kilise gitmememi önemsemedikleri gibi. Kaskatı kesilmiş bir çocuk varmış. Dük’ün en yakın hizmetkârlarından birinin çocuğu. Yetişemezsem ölecekmiş. Ancak ben iyileştirebilirmişim. Öyleydi. Çok da kolay oldu. Önce en keskin yağımı koklattım. Hepsi başıma toplanmış, merak ve kuşkuyla beni izliyordu. Çocuk birden derin bir iç çekti.  Üç-dört yaşlarında güzel

18 Mayıs 2025 Pazar

Cariyem*

 


Boşansam mı, Boşanmasam mı?

… ..

Her secdeye kapandığında, Sezai Karakoç’un dizeleri çınlıyordu kulaklarında. “... Ey sevgili, en sevgili…” Ellerini duaya kaldırdığındaysa, “Af dilemeye geldim, affa layık olmasam da” dizeleri yankılanıyordu.

Namazdan önceki Cevriye ile, namazdan sonraki aynı değildi. Yeniden yaratılmıştı adeta “O (c.c.), her an yeni bir yaratmadadır” (Rahman/29) ayetini hatırladı. Biyokimyasının değiştiğini hissediyordu. Namaz, her zamanki namazdı. Peki bugün  ne değişmişti? … ..

… ..

Gerçekte on beş dakika süren yol, Cevriye’ye göre bitmek bilmedi. Aklına İbn-i Haldun’un zamanla ilgili sözü geldi: 


“Bekleyince, yavaşlar. Gecikince, hızlanır. Üzülünce can yakar. Mutlu olunca, kısalır. Acı çekince, bitmek bilmez. Sıkılınca, uzar.”


Akıllı ve kültürlü bir kadındı. Okumadan, gün geçirmezdi. Son günlerde canı fazlasıyla sıkkındı. Buna rağmen üç-beş sayfa da olsa, okumadan uyumazdı.  Eğer uyursa, o uykuyu hak etmeyeceğini düşünürdü.

… ..

Mahmut, banyoya girdi. Duşun altında, öylece bıraktı kendini. Bir süre hareketsizce, hissettiği rahatlığı dinledi. En azından bedenen… Ya ruhu, beyni , kalbi..? Onları şimdilik duymak istemiyordu. Daha sonra saçını şampuanlayıp iyice duruladığından emin olamadan çıktı.

Cevriye, takipteydi. Mahmut, banyoda neden bu kadar uzun kalmıştı? Haftalardır onun bir tek

15 Mayıs 2025 Perşembe

Batı'dan Önce*


 Bu kitabı yazarken iki amacım vardı. Birincisi, Doğulu bir bakış açısıyla anlaşıldığı şekliyle, uluslararası tarihin ve dünya siyasetinin Avrupa merkezli olmayan bir versiyonunu yaratmak istedim… İkinci(si)... Asya’nın siyasi ve ekonomik dirilişi ve Asta tarihyazınının yakın gelecekte sapabileceği çok sayıda tehlikeli yol ortadayken, Asya tarihinin hiçbir ‘ulus’a, ‘medeniyet’e, ‘ırk’a ya da ‘din’e ait olmayan bir anlatısını sunmak istedim…

Batı’dan önce 13.yüzyılda Cengiz Han’ın İmparatorluğu’yla başlıyor ve o zamandan 17. yüzyıla kadarki uluslararası ilişkiler tarihini (ve bunun 19. yüzyıldan günümüze gelen modern uluslararası düzendeki yansımalarını) anlatıyor. Bu dönemde dünyanın merkezi Batı değil, Avrupa değil, Dünyanın düzeni Asya merkezli: Siyaset orada, ticaret orada, rekabet orada, refah orada. Batı, kitaptaki hikâyeye sonundan katılıyor. Çünkü en azından 16. yüzyıla kadar Avrupalılar hikâyenin önemli aktörleri hele başrol oyuncusu kesinlikle değiller; o zamanki uluslararası sistemin kıyısında bulunuyorlar…


Modern uluslararası düzenimizin 19. yüzyılda çıkmasını mümkün kılan ‘Batı’nın Yükselişi’ydi ve bu düzenin merkezindeki imtiyazlı koltukta son iki yüz yıldır Avrupa/Batı oturuyor. Bu olgu güncel siyasetimizi sürekli olarak şekillendirmekle kalmadı, siyasi dünya tarihi anlayışımızı, dolayısıyla da uluslararası politika kuramlarımızı çarpıttı. Birçokları değişmez bir biçimde, hikâyenin sonunu bu tarihten geriye doğru okudu…


Kitapta anlatılan tarihin günümüzdeki izdüşümüne gelirsek… Hiçbir düzen, zamanında ne kadar kalıcı gözükürse gözüksün, sonsuza kadar devam etmiyor.”


Doğu Nedir?

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Elmalılı Hamdi Yazır ile Kur'an Sohbetleri*


 

Gora*


 

Bir Vaizenin Penceresi*

 


Saklı Bahçeler Haritası*


 

Bir Yayınevinde genel yayın yönetmeni olan Rıdvan, elli üç yıl önce yazılmış esrarengiz mektuplar almaya başlar. Bir yandan mektupların bunca zaman sonra niçin kendisine gönderildiğini bulmaya, öbür yandan da okuduklarının kurmaca mı, yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalışırken, anlatılan hikâyenin içine çekilecek, geçmişten günümüze uzanan karanlık bir sırrın peşine düşecektir. 


Rıdvan okuduklarından hiçbir şey anlamamıştı. Neydi şimdi bunlar? Ayrılmış iki sevgilinin yıllar sonra yazılmış mektupları mı? Kaleme alınmalarıyla postadan çıkmaları arasında geçen  elli iki sene düşünülünce, posta hizmetlerine sağlam bir reform gerektiği aşikârdı. Bir zamanlar geleceğe mektup gönderme âdeti olduğunu hatırladı. Acaba elindekilerle de o tür bir mavranın meyvesi olabilir miydi? Öyle bile olsa, kim, ne diye kendisine yollamıştı ki?


Behiye 1960 / İstanbul Suad

Suad 1960 / Berin Behiye


Okumayı bitirdiğinde Rıdvan’ın aklı büsbütün karımıştı. Belli ki Suad ile Behiye sevgili filan değildi, iki kız kardeşi. Aynı Alman’a âşık olmuşlardı ama adan sadece birini

 seçmişti. Yani önündeki sararmış sayfalar, yıllar önce kopmuş iki kadının uzun bir aradan sonraki ilk yazışmalarıydı. Buraya kadar iyi hoştu da, neden bu masadalardı? Bütün bunların nedeni kendisiyle ne ilgisi vardı? İlk aklına gelen, bu işin kitabını bastırmaya çalışan hevesli bir yazarın marifeti olabileceğiydi: Yayınevine sık sık böyle dosyalar gelirdi. İsimli ve bazen de isimsiz. Rıdvan çoğunun

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm*


 

12 Mart rüzgârlarının Stockholm’e savurduğu bir mülteci olan Sami Baran, yattığı hastanede Türkiye’den bir hasta ile karşılaşır. Bu adam, başına gelenlerin sorumlusu olarak gördüğü eski bir bakandır. Ondan intikam almak amacıyla Şili, Uruguay, İran gibi farklı ülkelerden gelmiş mülteci arkadaşlarıyla birlikte bir plan yapar. Ancak, bu plan gerçekleştirmek o kadar kolay olmayacaktır: Sami Baran, anadilin yeri geldiğinde düşmanla da anlaşma aracı olabileceğini hesaba katmamıştır. Ve bu, planın önündeki engellerden sadece biridir… ..

… .. işte bu romanı yazan zavallı arkadaşımın inemediği derinliklerden biri de bu. O beni, politik geçmişi olan ve Kuzey sürgününe savrulmuş, sıradan insanlardan biri sanıyor. Başımdan geçenleri, benden daha ilginç buluyor. İçimdeki derin ve köklü karanlığın farkında değil. Çünkü insanları konuşarak tanıyamazsınız. Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeşeri tekrarlıyor. Bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil. 

Elden düşme aldığı ve bazı harfleri doğru dürüst basmayan, Türkçede çok kullanılan k harfini satırdan yukarı fırlatan hurdalık. Facit makinede yazılmış üçüncü hamur kâğıt tomarını okuduğumda bazen kızdım, bazen de güldüm… Hem kendime hem de arkadaşıma.

Birçok şey doğruydu, beni utandıracak bir şey de yoktu doğrusu. … ..

… ..   

Sonra bir gece aklıma ilginç bir şey geldi. Neden onun yazdıklarıyla benim yazdıklarımı bir arada yayınlamıyorduk ki? Çok daha zengin ve derin olurdu kitap böylece. Hem dıştan hem içten bakış

4 Mayıs 2025 Pazar

kitap & sıradakiler*




Kızımla Ekonomi Sohbetleri*


 

… .

Kitabı yazmak keyifliydi. Hiçbir dipnot, referans kullanmadan ya da akademik ve siyasi kitaplara atıfta bulunmadan yazdığım tek metin bu oldu. Yine o “ciddi” kitaplardan farklı olarak anadilimde yazdım. Hatta Aegina adasındaki evimde oturarak Saranikos Körfezi ve Peloponez dağlarını izlerken kitabın adeta kendiliğinden yazılmasına izin verdim diyebilirim. Önümde ne plan ne de bir içindekiler taslağı vardı; yalnızca yüzme, tekne gezisi ve bana saçma denecek derecede destek veren hoşgörülü hayat arkadaşım Danae ile akşam gezmeleri için ara verilen yazım süreci sadece dokuz günümü aldı. 

Kitabım Yunanca yayımlanmasından bir yıl sonra herşey değişti. Yunan ve Avrupa ekonomilerinin çöküşü sonucu küresel oligarşi ile beni seçen insanlar arasındaki büyük çatışmanın tam ortasında bir bakanlık koltuğuna çıkan bir tavşan deliğine doğru itildim. Diğer taraftan, yeni görevim sayesinde bu küçük kitap pek çok dile çevrildi, içindeki fikirler İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya ve diğer ülkelerde geniş bir okur kitlesine ulaştı.

Bu kitabın İngilizce baskısı için üzerinde yeniden çalışmak, çökmüş ve batmakta olan bir ekonominin girdaplarına yakalanmış birisinin mücadele ve sıkıntılarından bir kaçıştı. Elinizdeki kitap, bir zamanlar huzur ve sessizlik içinde yazan, uzun zamandır kaybettiğim eski halime dönmeme, basının sürekli saldırısı olmadan her zaman yapmayı sevdiğimi yapmama izin verdi: Sürekli kendimle çatışmanın yollarını aramak yoluyla derinlerde yatan düşüncelerimi keşfetmek.

Gündemdeki diğer konular üzerinde yaptığımız fikir alışverişlerindeki temel sorun, tartışmalarımızı odanın bir köşesinde öylece duran kapitalizm adlı fili bütünüyle göz ardı ederek yürütmeye çalışmamızdı. Temmuz 2017’de, yine Aegina’da aynı denize ve dağlara tepeden bakarak bu baskı üzerinde çalışırken Brexit, Grexit, Trump, Yunanistan, Avrupa ekonomik krizi hakkında yazmak yerine fikir jimnastiği olarak da olsa kızımla kapitalizm hakkında konuşmayı sevdim. Sonuçta, hayatımıza egemen olan bu canavar ile yüzleşmediğimiz sürece, pek çok şey anlam ifade etmeyecek.