… ..
… .. Eski ve yeni ilmî teorilerin hepsini doğru veya yanlış olarak değerlendirmez. Ona göre Kur’an tefsirini bir zamanda geçerli olan ilmî ve felsefî görüşlerin sınırlarına çekerek vicdanlarını daraltmamak gerekir. Akli bir zaruret olmadıkça âyetlerin anlamlarını tercih eder. Bu da dönemin yaygın kabulü olan pozitivizmin etkisinde kalmadığını gösterir. Örneğin Fil suresinde bahsi geçen kuşların attığı taşlarla bir ordunun helak edilmesi
nin, mikropla yayılan bir hastalık olarak yorumlanmasını Kur’an’ı tahrif eden zorlama bir yorum olarak değerlendirir.
… ..
… .. Ona göre insanı beşerî, cismani özelliklerinden sıyrılıp sırf ruhani bir varlık gibi yaşatma eğilimi makbul değildir. Zühd ve takvanın manası nefse eziyet etmek değil, onu itidal çizgisine çekmektir. Üç-dört yıl aralıksız felsefe ile meşgul olan Elmalılı bu alanda tercümeler yapmış, alanın temel meselelerine eleştiriler getirmiş ve ulaştığı bilgileri inanç konularını desteklemek için kullanmıştır. … ..
… ..
… .. Ona göre dinle çatışan filozoflar gerçeğe ulaştıklarından değil, gerçeği kavrayamadıklarından bu tavır içine girmişlerdir. …
… ..
İman, Teslimiyet ve Dua
… ..
… ..
Demek ki ne zaman içimizden, “Yapamayacağım ya Rabbi! diye geçecek olsa hemen toparlanıp… .. “Rabbimiz böyle buyuruyorsa böyledir.” diyeceğiz tabii ki eksiklerimiz, hatalarımız olur. Zorlandığımız
yerde Allah’ın affını talep ederek, O’na bel bağlayarak “bağışlamanı dileriz” diyeceğiz. Başka kapımız yok zira.Her birimiz dinin farklı emirlerinde zorlanıyoruz. Kimine namaz zor gelir, kimine tesettür, kimine oruç, kimine cihat… Birebir ilişkilerde emri bi’l maruf nehyi ani’l münker zor gelebilir. Kolay mı? Çocuğumuzun hatasını bile onu kendimizden uzaklaştırmadan, incitmeden düzeltmeye çalıştığımız anlarımızı düşünelim. Hepimize zor gelen emirler yok mu? Niçin zor gelir? Sebebi o işin zorluğu değil , bizim o konudaki zayıflığımızdır.
Hepimizin zayıf noktası vardır, o yüzden Allah’ın bazı emirlerine uymakta zorlanırız. Allah zorluk emretmez: … .. “Biz bu Kur’an’ı sana meşakkat olsun diye indirmedik.” (Tâhâ, 2) buyuruyor Rabbimiz. Bireysel farklılıklarımızın ind-i ilâhide dikkate alınacağın inanıyorum. Kimseye “Niye yapamıyorsun? Ne var canım bunda, yap bakalım!” demeyelim. Yapamıyor… Orada takılmış, kilitlenmiş, onun geçmişi var, sebepleri var. Nasıl hukukta hafifletici sebepler varsa, Allahu a’lem, Allah katında da hafifletici sebepler olacak. Biz onu bilemeyiz. Hatta çoğu zaman kişinin kendisi bile bilemez. Unutmuşsunuz öyle bir olay yaşadığınızı. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın affına sığınıyoruz, … .. “İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz Rabbimiz, dönüş sanadır.” diyoruz.
… ..
Dua En Önemli Telkindir.
Çaresizliklerin karşısında, “Aman ta Rabbi, itaat ettik. Senin affını ve yardımını istiyoruz.” dedikçe zihinlerdeki “yapamam” düşüncesi terbiye olur. Dua, en önemli telkindir ve anlayarak yapılan dua daha makbuldür. Dua ederken okuduğu sözlerin manasını anlamayanların Türkçe dua etmesi daha faziletlidir. Toplum olarak dualarımızda ne söylediğimizi pek anladığımızı düşünmüyorum. Ettiğimiz duaların anlamını da öğrenmeye gayret edelim.
… ..
Sorumluluğun Kişiselliği
… ..
Bu ikisinin hesabı aynı olur mu? Bedenin şükrü ibadettir, malın şükrü sadakadır, zekâttır. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. … ..
… ..
Allah’ın Emirleri Karşısında Tavrımız
… ..
… ..
Orada bir imtihandan geçtiler. “Bizim buna gücümüz yetmez” dediler, Peygamber (sas) dedi ki: … .. “İşittik ve isyan ettik” mi diyeceksiniz? Yani gücümüz yetmez diye yapmayız mı diyeceksiniz? “Siz … .. deyin” dedi. Böyle emronulunca derhal itaat edip bunu söylemeye başladılar. Buna devam ede ede hem kalpleri yumuşadı hem de akıllarındaki endişeler gitti. Teslimiyet noktasına geldiklerinde de Cenab-ı Hakk, yeni bir âyetle onları ferahlattı.
Buradan biz ne anlıyoruz? Gücümüzün yetmeyeceğini düşündüğümüz her konuda Allah'a sığınacağız. Bir günah mı işledik ki “Beni bağışla ya Rabbi!” diyoruz. Ortada bir günah yok ama günah işleme ihtimali var. Yani tövbe edip Allah’ın affını istememiz için illa o anda bir günah işliyor olmamız gerekmez. Yeni bir emirle muhatap olduğumuzda, “Ya Rabbi senin affına sığınıyorum, senin yardımın olmadan bunları ben nasıl yapabilirim?” diyerek affını, yardımını talep ediyoruz.
… ..
Mü’minlerin İmanı
… ..
… ..
Okuduğumuz âyet bize, Allah’tan gelen bir emir karşısında “Şunu yapamam, bunu yapamam.” diyerek itiraz etmek yerine; Hakk’tan gelene kulak vererek rızayla, seve seve, “İşittik ve itaat ettik, senden geldiğimiz gibi dönüp dolaşıp yine sana geleceğiz.” dememizi öğütlüyor. Bu bilinç ne kadar canlı ve güçlü olursa, gereğini yapma hususunda o kadar başarılı oluruz.
… ..
… ..
Allah’a İtaat İçin Allah’tan yardım İstemek
Mükellef Olmadığımız Hayırlarla Yükselmek
… ..
… .. Efendimiz’in bildirdiği üzere nafileler Allah’a yakınlık vesileleridir. Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah (cc) şöyle buyurdu: ‘Kim benim bir velî kuluma (dostuma) düşmanlık ederse, ben de ona harp ilan ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa onu korur kollarım.”
… ..
… ..
Yüce Allah Nasıl Sorumlu Tutar?
… ..
… .. Evden abdestli çıkmayı alışkanlık hâline getirelim çünkü abdestin mümin için manevi bir zırh olduğunu haber veriyor Efendimiz (sas).
… ..
… ..
Kesb Meselesi
… ..
… ..
Cenab-ı Hakk âyette diyorki: “Lehinize ve aleyhinize olan her ne varsa onları siz kazandınız.” Yaşadığınız her olumsuzluğu hemen imtihanla yorumlayabilir miyiz? Başımıza olumsuz bir hadise geldiğinde birinci şık, biz bir hata yapmışızdır, bu hata sebebiyle bunu yaşıyoruzdur. O hatayı bulmaya çalışacağız. Bulursak düzelteceğiz ve tevbe edeceğiz. Bulamazsak yine tevbe edeceğiz. Belki de hatamızı göremedik. O yüzden yaşadığınız olumsuz durumlarda dilinize hemen tövbe istiğfar gelsin. Ayağınızı masanın kenarına çarpmak bile tevbe sebebidir. Acaba ne yaptın? Kimin kalbini kırdın? Kediye pist, tavuğa kışt mı dedin? Kime karşı, nerede bir eksikliğin oldu? Namaza mı kalkmadın? Besmelesiz yemek mi yedin? Eğer zihninizde bir devrim yapabilirseniz, çevirebilirsiniz zihninizi, diliniz de artık buna alışır, kalbiniz de alışır. İkinci ihtimalin genellikle bizim dışımızda cereyan eden büyük hadiseler için geçerli olduğunu düşünüyorum. Mesela savaşlar, kıtlıklar, tabii afetler tek bir ferdin hatası yüzünden olmaz. Bunlar bizim imtihanımızdır. Yani göçler, yaşadığınız dönemdeki
salgın hastalıklar gibi afetler… Tabii onlar da insanların hataları yüzündendir ama bir kişinin değil, orada toplumun hatası söz konusudur. Hatta bazen kendi dahlimiz olmayan bir hatanın sonuçlarına da maruz kalmış olabiliriz. Dolayısıyla yine tevbe istiğfara devam etmek gerekir. Çünkü musibet zamanları toplu istiğfar vakitleridir.
Yaşadıklarımız tercihlerimizin ve yaptıklarımızın sonucudur. Lehimize ne varsa, aleyhimize ne varsa hepsi kendi kazandıklarımızdır. Bu perspektiften bakınca insan kendi hatalarını daha net bir şekilde görür. Tam bu noktada marazi bir şekilde kendini suçlayıp durmakla öz eleştiriyi birbirinden hassas bir ölçüyle ayırmak gerektiğini de hatırlayalım. Şimdi kendimize soruyoruz: “Bu durumda ne yapacağız?” Cevap Tevbe istiğfar. Düzeltilebilecek bir durumsa düzelteceğiz; düzeltilemeyecek bir durumsa, geçmişe ah vah ederek bugünü ziyan etmemeyi seçeceğiz. Mümin, ibnü’l vakttir. İbnü’l vakt, vaktin çocuğu demektir. Geleceği hayal ederek ve geçmişi devamlı tekrarlayarak şu ânı ziyan etmez. Bunu yaşamamız gerekiyormuş demek ki bundan ders alırız, oradaki hatamıza tövbe istiğfar ederiz. Değiştirebileceğimiz bir şey varsa değiştiririz. Bunların başında yanlış alışkanlıklarımız gelir; zor olsa da bunları değiştirebiliriz, insanın eline cüz’i irade verilmiştir. Değiştiririz ve yolumuza devam ederiz.
… ..
Kesb İktisab Farkı (Cüz’i İrade Meselesi)
… ..
…..
Kesb nedir? İnsanın faydalanacağı veya haz alacağı bir şeyin peşinden gitmek, bir şeyi aramak, çabalamak, ona ulaşmak için gayret etmektir. Ulaşamasanız bile o çabaya “kesb” deniyor. … ..
… ..
Bana ilaç gibi gelen bir mottodur: “Biz süreçten sorumluyuz, sonuçtan değil.” Çocuk eğitiminde, aile ilişkilerinde, ilim tahsilinde… Her ne olursa olsun bir gereken çabayı gösterip gösteremediğimizden sorumluyuz. Sonucu yaratacak olan Allah’tır, biz sonuçtan sorumlu değiliz. Böyle olduğunu bilmek insanı müthiş rahatlatır. Ben gereken gayreti gösterdim mi? Bu sorunun cevabını iç dünyamızda biliriz. Bir de kendi kendini kandıranlar var ki onlara söylenecek laf yoktur.
… ..
… .. Nedir büyük günahlar? Bu konuda ihtilaf vardır. Bu konuda ihtilaf vardır. Çünkü ne bir âyette ne bir hadiste tek tek büyük günahlar sayılmıştır. Nisa suresi 31. ayette, “Günahların büyüklerinden kaçınırsanız Allah küçüklerini affeder.” buyurur Allah teâlâ ama tek tek büyük günahları saymaz. Aynen Kadir Gecesi’nin ne zaman olduğunu bildirmemesi gibi. Büyük günahların zikredilmemesi, bizim bütün günahlardan kaçınmamıza yardım etmek içindir. Bununla birlikte ulema bazı kriterler üzerinden âyet ve hadisleri tetkik ederek büyük günahları tespit etmeye çalışmıştır. Nedir o kriterler? Mesela âyet ve hadislerde bir günah hakkında lanet, ebedi azap gibi şedid ifadeler veya had cezası varsa onları büyük günahlardan saymışlar. Kumar oynamak, içki içmek, adam öldürmek, zina yapmak, iftira etmek, savaştan kaçmak, ana babayı terk etmek büyük günahlardandır, demişler.
Şeytan bu günahları da yaptıramıyorsa, hedefini bir derece daha küçültür haramlara, mekruhlara sevk eder. Bu noktada Peygamber Efendimiz’in bir müjdesi vardır. Diyor ki: “ Beş vakit namaz, iki vakit arasında işlenen küçük günahlara kefarettir.(Müslim, Tahâret,16)
Mümin günah işlemiyor, gıybet dedikodu yapmıyor, yaparsa hemen tövbe ediyor, hemen düzeltiyorsa şeytan onu sevk edemiyorsa o zaman şeytan sevap işlemesin diye onu mübahlarla oyalar. Dindar kadınların en çok özendiği yer burasıdır. … ..
… ..
… ..
Nimet Varsa Hesap da Vardır
… ..
… .. Sizi bu nimetler verildiyse bilin ki sizden ekstra bir şeyler isteniyor. Sağlıklı bir insanın hesabı hastadan, zenginin hesabı fakirden, akıllının hesabı ortalama bir insandan, alimin hesabı cahilden farklı olacak. Rabbimizin bize verdiği her nimet, şunu iyi bilelim ki kıyamet gününde ekstra hesap olarak önümüze gelecek.
… ..
… ..
Buradan kendimiz için şu sonucu çıkarabiliriz. Yakın çevremizden başlayarak beklentilerimizi insanların kapasitelerine göre ayarlamalıyız ki zulmetmiş olmayalım. İnsanın biyolojik, sosyal, ekonomik konularda aşamayacağı sınırlarıyla barışık olmasına tasavvufta “rıza mertebesi” denir. Sufiler derler ki bir insan huzura ulaşmak istiyorsa Allah’ın indirdiği din ve hayatta başına gelenler konusunda Allah’tan razı olacak. İrademiz dışında Allahu Teâlâ bizim için ne tekdir ettiyse onunla barışık olmak huzurlu bir hayatın en önemli şartıdır.
… ..
… ..
Nafilelerdeki Hikmet
… ..
… ..
Allah Teâlâ sorumluluğu herkese eşit şekilde vermemiş. Anne babanın sorumluluğu başka, çocuğun sorumluluğu başkadır. Herkes statüsüne göre sorumluluk verilmiş. Büyük bir evde oturuyorsan, sana misafir ağırlama vazifesi verilmiş demektir. Evin şükrü misafir ağırlamaktır, paranın şükrü zekât vermektir, ilmin şükrü öğretmek, öğrenci yetiştirmek, yazmak, anlatmaktır.
i yeri, oturup kalkmayı, insanlarla ilişkilerinde idare etmeyi, kontrol etmeyi bilmiyorsa o insan cahildir. O yüzden Furkan suresinde … .. “Rahmân’ın has kulları yeryüzünde vakarla yürüyen, cahiller onlara laf attığı zaman, ‘selâm’ deyip geçen kullarıdır. (*Furkan, 63) buyrulur. Cahiller onlara sataştığında, takva sahibi müminler “selam” der geçerler.
… ..
… ..
Özellikle çocuk eğitiminde, öğretmenlik mesleğinde, anne-babalıkta, hemen hemen her konuda önemli olmakla birlikte kendi tekâmülümüz için de çok önemli bir hususa işaret etmek isterim. Mesela günde ortalama bir saat değil, iki saat kitap okumak isteyen biri, bunu bugüne kadar defalarca denemiş ama yapamamışsa, aynı şartlar altında tekrar denemesinin bir anlamı var mıdır? Niçin istediğini anlaması, hatasını fark etmesi gerekmez mi? Kazanın dibindeki deliği tamir etmeden kazana yukarıdan devamlı bir şeyler doldurmanın bir anlamı var mı? Sonuç belli; o kazan dolmayacak, hedefimize ulaşamayacağız. Neticeye ulaşabilmek, bana bakan yönüyle şu anda içinde bulunduğum durum değiştirecek sebeplere riayet etmemle mümkün. Oysa biz ne yapıyoruz? İçinde bulunduğumuz ve memnun olmadığımız durumu ortaya çıkaran sebepler içinde bizimle alakalı olmayanları asıl faktör olarak görüp çözümü dışarıda arıyoruz. Nasrettin Hoca’nın içeride kaybettiği yüzüğünü dışarıda arayıp, niye böyle yaptığını soranlara, “aydınlıkta arıyorum demesi gibi. Bu öylesine söylenmiş bir söz değil çoğumuzun durumunu anlatıyor.
… ..
… ..
Ben-Biz Dengesi
… ..
Senin cebine koyduğun da senin, verdiğin de. Cebine koyduğun senin çünkü sen de kaldı, kullanacaksın onu: Bununla birlikte verdiğin de senin, çünkü sen bu toplumda yaşıyorsun, bu davranışın toplumsal barışa katkısı var. Komşunuzla paylaşmanız, sizin evinize gelen giden, sizin zenginliğinizi, gücünüzü, konforunuzu gören kişilerle b unları paylaşmanız, talebe okutmanız, hayır kapıları açmanız toplumsal barışa katkı sağlıyor; … ..
İyilik bumerang gibidir. Başkası için yaptığınızı zannedersiniz ama en büyük fayda sizedir. Bugün psikolojide “Verme Terapisi”nden bahsediliyor. İnsanları iyileştirmek için onları karşılıksız yardımlar yapacakları birtakım gruplara, çalışmalara dahil ediyorlar. Vermek bir terapidir. Fakir fukarayla, göçmenlerle, yetimlerle, şehit aileleriyle ilgilenmek bir yoldur. Toplumdaki mağdur kesimle bir şekilde bağ kurduğunuz zaman, ancak o zaman kendi sorunlarınızın gözünüzde ne kadar küçüldüğünü görebilirsiniz. Herkesin kendi imkânları dahilinde yapabileceği bir iyilik mutlaka vardır.
… ..
… ..
Kur’an’ın Bizimle Konuşması
… ..
… .. “İşittik , itaat ettik ya Rabbi. Başım gözüm üstüne, eksiğim olabilir, senin affını dilerim ya Rabbi. Tam yapamayabilirim, senin affını diliyorum, sana sığınıyorum, bunu yapabilmem için sen bana yardım et.” diyeceğiz.
Kur’an sadece Allah’ın Peygamberi (sas) ile konuşması değil insanlarla konuşmasıdır. Bir topluluktaki gençlere sordum: “İnsan Rabbi ile konuşmak istediğinde ne yapar?” “Dua eder.” dediler. Dedim ki “Dua bir monologdur, diyalog değil.” Dua ederken sen Allah'a isteklerini söylüyorsun. Peki, Allah sana ne cevap veriyor? Bu noktada “Sizden biri Rabbi ile konuşmayı sevdiği (arzu ettiği) zaman Kur’an okusun” (*Hindi, Kenzü’l-Ummal,1.510) hadis-i şerifi geliyor aklımıza. Kur’an okumak, kişinin Rabbi ile konuşmasıdır. Hatta o kadar ki Peygamberimiz (sas) rahmet âyetini okuduğunda Allah’tan rahmet ister; azap âyetini okuduğunda Allah’ın azabından o’na sığınırdı; tenzîh âyetlerine geldiğinde ise Allah’ı tesbîh ederdi. (*İbn Mâce, İkâmetü’ssalât,176) Allah’ın kitabını okurken azabın anlatıldığı yerlerde rahmetini dilemek, o anda Rabbimizle konuştuğumuz bilincinde olarak okumak demektir.
… ..
… ..
… .. Yüce Allah kendi kitabında” kuluna” söz hakkı veriyor. Bu sebeple Kur’an tek taraflı bir konuşma metni değildir; Allah yeri geldiğinde âdeta kuluna neler söylemesi, nasıl dua etmesi gerektiğini öğretir.
Tabir caizse selde boğulmak üzereyken bizi kurtarmak üzere helikopterden uzatılan iptir Kur’an. Bu ipe nasıl yapışırız? Hayat denizinde yol almaya çalışırken bize sıkı sıkı yapışmamız gereken bir ip uzatılıyor. Onun için Efendimiz (sas) Veda Haccı’nda diyor ki size iki şey bırakıyorum. O ikisine sımsıkı yapıştığınız zaman asla sapıtmazsınız. Bunlar Allah'ın kitabı ve Resul’ün sünnetidir.” (*Müslim, Hac, 147)
… ..
… .. Araştırmalara göre kadınlardaki takdir beklentisi erkeklere nazaran çok daha yaptıklarımızı görsünler, kıymetimiz bilinsin, en azından bir teşekkür edilsin istiyoruz yüksek düzeyde. Bizi fark etsinler. Hatta şimdi öyle bir imaj devrinde yaşıyoruz ki yapıyor görünüp takdirleri toplamak moda. Bu takdir beklentileri ihlası zedeliyor. Onun için kul olarak bizim bu konuda daha çok çaba sarf etmemiz gerekiyor. Takdir edilirseniz ne âlâ, takdir edilmezseniz hiç dert etmemek esas olan. Çünkü ihlas böyle tarif ediliyor.
… ..
… .. Bazen Allah Teâlaâ dünyada vermez. Verir de senin istediğin gibi vermez. Belki de vermemesi seni korumak istemesindendir. O’na tam bir hüsnü zanla bağlananlar, yaptıkları ibadet ve iyilikler için dünyalık bir karşılık beklemezler.
… ..
… ..
Rabbimize iltica
… .. Onun için Kur’an en büyük duadır. O yüzden sevabı nispeten az olan işlerle meşgul olmayı bırakıp Kur’an’a yönelmemiz şart. Bir insan Allah’a en veciz ve kuşatıcı bir şekilde ancak Kur’an okurken sığınabilir. Peygamberlerin lisanından olsun, ondan bağımsız şekilde olsun Kur’an’da bize söyletilen dualar, Allah’tan isteyebileceklerimizin en değerlileridir. …. …. “Eğer unutur ya da yanlışlıkla bir hata yaparsak bizi ondan dolayı cezalandırma.” duası, hayatımızdaki bütün hata ve eksiklikleri kuşatan muazzam bir duadır. Bu nedenle olsa gerek Hz. Ömer’in “Bizden aklı başında hiç kimse Bakara Suresinin son iki âyetini okumadan uyumazdı.” dediği rivayet edilir.
Surenin bu son iki âyetinin fazileti hakkında birçok sahihi hadis rivayet edilmiştir. “Bakara suresinin sonunda iki âyet vardır ki bir gecede okuyana onlar yeter.” mealindeki hadis bunlardandır.
… ..
… ..
Amenerresulü'nün Hikâyesi
… ..
… ..
Amenerresulü çok kapsamlı, muazzam bir duadır. Namazlardan sonra bazen Amenerrasulü'yü okumadan, tesbih bile çekmeden seccadeden kalkıyoruz. O zaman bilelim ki çok büyük bir manevi ziyafeti kaçırıyoruz. Namazdan sonra yapılan duaların reddolunmayacağına dair Efendimiz’in müjdesi vardır. Orada çok yüksek bir makamın huzurunda, Rabbimizin karşısında, arınmış bir hâldeyiz. O makama bağlılığımızı , saygımızı ifade ettikten sonra makamın sahibi olan zat bize, “Var mı bir arzunuz?” diye soruyor. Biz de “Haydi bana eyvallah.” deyip bir şey söylemeden kalkıp gidiyoruz.Namazın sonundaki dua ve zikri ihmal etmek tam olarak böyle bir hâl. Hele hele Amenerresulü’de dünya ve ahiretimizi kuşatacak dualar varken, okumaktan sarfınazar etmek tam olarak bizim nasipsizliğimizdir. Rabbimiz bu âyetlerde biz diyor ki: Siz madem benden gelene teslim oldunuz, “İşittik ve itaat ettik.” dediniz, isteyin şimdi!m Rabbimizin rahmetinin büyüklüğüne dayanarak o isteme makamında “ne söylerse” bizim hakkımızda hayırlın olacağı da öğretiliyor bize. Yoksa bize kalsa ev isteyeceğiz. Âlemlerin Rabbi her ihtiyacımızı içine alan duaları öğretiyor bize.
Kimin, Neye, Ne Kadar Gücü Var?
… ..
… ..
İnsanın bir işe gücünün yetip yetmeyeceğini sadece kendisi bilir. Allah zaten biliyor.Bazı insanlar yalan söyleyebilir, hastalıklarını abartabilir, çok yakınır. Biz kimsenin içinden geçenleri bilemeyiz. O yüzden ibadetlerle ilgili kimseye “Senin gücün buna yeter/yetmez .” diyemeyiz. Seçenek sunar, nihai kararı kendisine bırakırız. Böyle olmasına rağmen anne baba olarak çocuklarımızın gücünün neye yetip yetmediğini bildiğimizi zannederiz. “Nasıl vakti yokmuş, ne demek zor!” deriz, kızarız zaman zaman. Öyle yapmayalım. Herkes bir değil.Peki ama o bizi istismar etmez mi? Edebilir.Onu da Allah’a bırakacağız. Biz insanların bizi istismar etmesine engel olacağız diye insanların iç dünyaları ve kapasiteleri konusunda ahkâm yürütme hakkına sahip değiliz.Zulme uğramayalım derken zulmetme hatasına düşmüş oluruz. İslam’da zâhir esastır. Bir insan kendisini nasıl açıklıyor ise öyle kabul edilir. Hiç kimsenin kalbi ve niyetleri hakkında kanaat yürütemeyiz. “Sen aslında şöyle düşünüyorsun.” diyemeyiz. Ancak muhatabımızı ikaz ederiz. Yapabilecek imkânı olduğu hâlde yapmadıklarından sorumlu olduğunu hatırlatırız.
Hepimizin kapasitesi belli; yaşımız belli, yapabileceklerimiz sınırlı. Maksadımız, yapabileceklerimizin en iyisini yapmak olmalı. Cennete bir tek bizim değerli bulduğumuz işleri yapanlar mı gidecek? Elbette hayır. Cennete işportacılar, çöpçüler de gidecek, belki de daha yüksek derecelerde. İyi insan olmaya, iyi işler yapmaya, kendimizi iyi hissetmeye odaklanalım. Halil İnalcık Hoca diyor ki: ”70’ten fazla kitap yazdım, çoğunu da 80 yaşından sonra yazdım. Hiçbirimiz Halil İnalcık değiliz. Yapabildiklerinizle mutlu olun. “Ben bu kadarını yapabiliyorum.” deyin. Bu çağın kariyerist ve doyumsuz taleplerinin sizi sürekli yetersiz ve mutsuz hissettirmesine izin vermeyin. Kanaat tam olarak bu demektir. Kanaat, kişinin kendisinin, eşinin, çoluk çocuğunun kapasitesiyle barışık olması, bunlardan razı olmasıdır.
Yüce Allah, “Gücünüzün yetmeyeceği şeyi size yüklemeyeceğim diyor. İstese yüklerdi ama yüklerdi ama yüklememiş. Evet Allah gücünüzün yetmeyeceği şeyi yüklemeyecek ama bilin ki çuvalınız kendi gayretinizle dolduracaksınız. Nimetler külfetlere göre olacak. Kim, hangi işin altına elini koyarsa sonuç da ona göre olacak. Anlaşılıyor ki asgarinin üzerindeki işler gönüllülük esasına göre olur, dereceler de buna göre belirlenir. Rabbimizin bizi zorunlu kıldığı asgari yükümlülüklerden kalan gücümüzü kendi irademizle hayra sarf etmemiz için teşvik ediyor dinimiz. Burada söz konusu olan psikolojik, fizyolojik, maddi ve sosyal her türlü gücümüzdür.
Allah’a Yaklaştıran Ameller
… ..
… ..
Rabbimizin bizden kesinlikle istediği emir ve nehiylere uyduktan sonra artan tâkatimizle fazladan iyiliklere yöneldiğimizde, kudsi hadiste Peygamber Efendimiz’in; “Kulum bana nafilelerle o kadar yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı olurum. (*Buhhâri, Rikâk, 38) buyurmasıyla itaat arzumuz ve günahtan korkumuz artar.
Hadis-i Kudsiye göre bizi Allah’a yaklaştıran şey farzları yaptıktan sonra ifa edeceğimiz nafile ibadetlerdir. Rabbimiz olmazsa olanları farz kılmıştır. Farzlardan sonra kişinin tercihine kalır. İman eden bir kul görevlerinden arta kalan güç ve zamanı, dilese kişisel hazlarına ayırabilecekken Allah’ın sevdiği işlere harcayarak O’na yaklaşmış olur. İnsanlar arası ilişkilerde de öyle değil midir? Bize karşın zorunlu olduğu görevler dışında parmağını oynatmayan mı kendimize daha yakın buluruz; yoksa mecbur olmadığı hâlde arayıp hâl soranı mı?
Yaratılışın Anlamı
Anlamı Yaşamak
… ..
… ..
Burada akla iki soru geliyor: Birincisi: ”İşlerin ahiretteki sonuçlarını şimdiden bilebilir miyiz? …..
… ..
İkinci soru ise: “İşlere, ahiretteki sonuçlarını dikkate alarak ve o niyetle giriştiğimizde dünyada başarılı olur muyuz? Her zaman böyle bir garanti yoktur. Nice peygamberler var ki onlara kimse iman etmemiş, bu onlar görevlerini -haşa- düzgün yapmadıklarından değil elbette. Mümin, işini Rabbimizin istediği şekilde yaptığında, dünyadaki netice ne olursa olsun kazanır. Mümine düşen süreci doğru götürmek, nihai hedeften sapmamaktır. İşlerin dünyada nasıl sonuçlanacağını biz bilemeyiz, buna biz karar veremeyiz, bu bizim elimizde değildir. Sadece dünya başarısına odaklanmak, süreçte sapmalara ve âyette söylendiği gibi kesbin, sa’yin boşa gitmesine neden olur
… ..
… .. Yokluktan varlık sahasına çıkarandan. İlmi-kudreti, gücü-bilgisi, rahmeti-kahrı, lütfu-ikramı, vermesi vermemesi hepsi yerli yerinde olan, her şeye kadir, bütün vasıflarıyla bizim tahayyüllerimizin çok üstünde, her şey O’nun elinde olan bir yaratıcı. Onun için tekrar bize hatırlatıyor Allah(cc): “Gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındakileri sadece ve sadece ‘hak’ ile yarattık.” (Hicr, 85)
Bu hakkaniyetli, adaletli yaratılışta hiç kimseye haksızlık edilmiş olması mümkün değil. Madem öyle, o hâlde benim kadın, onun erkek olması; benim çocuğumun olması, başkasının olmaması vs. gibi evrende cereyan eden hiçbir hadisede haksızlık olmadığını söyleyebiliriz. … ..
… ..
… .. Buradaki “hak” hem hakikat, gerçek anlamında, hem de adalet, hakkaniyet anlamındadır. … ..
… .. Biz zulmü, hak edene hakkını vermemek olarak anlıyoruz. Aslında birine hakkından fazlasını vermek de zulümdür.
Hakkaniyetin Gereği: Adalet
… ..
Özellikle insanların fiziksel özellikleriyle alay etmek kadar büyük zulüm olmadığını düşünüyorum. Bu noktada çocuklar birbirlerine karşı zalim olabiliyorlar. Şişmanla ayrı, zayıfla ayrı, uzun boyluyla ayrı, kısa boyluyla ayrı alay ediyorlar. Bir yaratılmışın fiziksel özellikleri sebebiyle onunla alay etmek haşa Yaratan’la alay etmektir…. ..
… ..
… … Mesela ticarette aldatmak, sahtekarlık, yalan söylemek, şirk, hak hukuk tanımamak, zulmetmek, eziyet etmek ve büyük zulüm olan inkâr böyledir. İnkâr ve şirk yaratıcımıza karşı olduğu için en büyük zulümdür. Hâkbuki genel olarak zihinlerimizde Allah hakkın çok büyük bir mesele değil gibi görünüyor. Herkes için bunu söylemek doğru olmaz ama genelimiz için böyle. Mesela şöyle bir cümle kurabiliyoruz: “Adam imansız ama çok iyi biri.” İmansız, yaratıcısını yok sayan demektir. Bu en büyük zulüm, en büyük saygısızlık ve en büyük haksızlıktır. Adab-ı muaşeret ile ahlakı ayırt edemediğimiz için, imansız birinin çok ahlaklı olabileceğini zannediyor. İmansızlığıyla pervasızca övünüyor, insanları doğrudan yoldan çevirmeye çalışıyor, hak ile batılı birbirine karıştıracak şekilde fesat üretiyor, affa mazhar olacak bir yola da girmiyorsa, bunların helaki ve azap görmeleri, kâinatın düzenini bozmanın kaçınılmaz sonucudur. Batıl yolda sarf edilen çabaların sonucunun heder olması da şaşılacak bir durum değildir.
… ..
Ahirete İnanan Nasıl Davranır?
… ..
… .. Kimseye takılma, kimseyle kavga etme, her zaman yeni bir sayfa açarak ilerle, önüne bak anlamlarını da içermesi hasebiyle son derece etkin bir aldırışsızlıktır. Çok mu ileri gidiyor? İleri geri mi konuşuyor? Seni eleştiriyor, yalanlıyor mu? Seninle mücadele mi ediyor? Merak etme, saat işliyor. Allah bu yeri-göğü hak ile yarattı. Kimsenin hakkını kimsede bırakmayacak. Bu dünya hak ile kâimdir. Senin hakkında onlarda kalmayacak, şimdilik güzellikle oradan uzaklaş. En güzel, en zarif şekilde uzaklaş. Onlarla bir olma. Onların ayarına inme. Burada hak aramamak değil, doğru zamana kadar efendice sabretmek hak ararken çirkinleşme, hilm ahlakından uzaklaşmamak tavsiye edilmektedir. Az önce söylediğimiz gibi bu son derece etkin bir aldırışsızlıktır. Asla pasif bir boyun eğme değil. Çok iyi planlanmış bir zamanlamaya riayet için ağırbaşlıca uzaklaşmaktır.
… ..
Rabbimizin Hallâk ve Âlîm olması pek çok açıdan bizlere güven ve ümit verir. İçinde bukunduğumuz hali O’nun bildiğini ve bizi oradan çekip çıkarmaya, yeni bir yol yaratmaya gücünün yettiğini bilmek insanı ümitsizliğin dipsiz kuyusundan çeker çıkarır. Hatta imtihanımız bitmese daki O’nun bildiğini bilmek,”Olanda hayır vardır.” demeyi kolaylaştırır. Bu bakış açısı da sorunları daha kolay aşmamıza yardım eder. Böyle düşünmek insanı eylemsizliğe itmez, aksine ümitsizlikten kurtararak harekete geçmek için motive eder.
Peygamber Efendimiz’in (sas) gece yatağına yattığında çok okuduğu bir dua vardır. Diyor ki:
…. ….
“Allah'ım kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. İşimi sana ısmarladım. Sırtımı sana yasladım. Ümit bağladığım Sen, korktuğum yine sensin. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberine iman ettim.”
“Dün gece hiç uyuyamadım. Sabah kadar doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı.” diyoruz zaman zaman. “Böyle yapma!” diyor bu dua bize. Allah’ım kendimi sana teslim ettim. Bütün işlerimiz Sana dayadım. Sana ilticâ ettim. Sana sığındım. Sırtımı sana, hem korkarak hem de ümid ederek dayandım. “Zaten Senden başka sığınak, Senden başka dayanak yoktur. “ diyerek bir rahmet denizine dalar gibi git uykuya, diyor.
Bu dedi bana kim verdi? Bu hastalığı kim verdi? Bu çocuğu kim verdi? Bu ana babayı kim verdi? Benim aklım bu kadar, gücüm bu kadar. Gücüm yetmez, elim ermez. Kime sığınacağım? Sana sığınacağım. Senden gelen hususlarda senden başkasına sığınamam. İndirdiğin kitaba iman ettim. Gönderdiğin peygambere iman ettim.
…. ….
En Büyük İkram: Kur’an-ı Az’îmüşşan
…. ..
… ..
Burada çok önemli bir bilgiyi paylaşmak isterim: İslam’da mistik, gizemli bilgiler yoktur. Mistik ve gizemli bilgiler olmadığı gibi ruhban sınıfı da yoktur. Yani gizemli bilgilerielinde tutan, dolayısıyla ona şu kadar para verirsen, şu kadar yardım edersen veya şöyle yaparsan seninle o bilgileri paylaşır, gibi iddiaların hakikati yoktur. En tesirli, emin muazzam dua Fatiha’dır. Her şeye okunur: Geçimsizliğe, hastalığa, imtihana… Bazen bana gelip “Ne okuyayım? diye soruyorlar. ” Fatiha okuyun.” deyince “Bu Hoca pek galiba…” diye bakıyorlar, bunu anlayabiliyorum. Gizemli, kimsenin bilmediği dua beklerken “Fatiha” deyince hayal kırıklığına uğruyorlar. Neden? Fatiha’yı herkes okuyor, o zaman Allah’ın kapısındaki milyarlarcasından biri olacağım, diye düşünüyorlar. İnsanlar sıradan olmayı kabul etmiyor. Kendisine özel bir dua olsun, yalnız o dua ile kendisi huzurda olsun. istiyorlar.
Fatiha böyledir. Salavat değildir. En muhteşem salavat, namazlarda okuduklarımızdır. Daha iyi bir salavat olsaydı Peygamberimiz namazda onun okunmasını isterdi. Yalnız burada okunan dua kadar önemli bir husus da duayı okuyan ağızdır. Kalpten önce ağıdır.
Peki kimin okuduğu Fatiha şifa olur? O ağza hiç haram girmemiş olacak, o ağızdan haram bir söz, küfür, hakaret, gıybet, yalan, taciz çıkmamış olacak. Ya hayır söylemiş yahut susmuş bir ağızdan çıkan Fatiha şifa olur. Bu zamanda böyle ağız bulunur mu diye merak edenler için Peygamberimiz’in müminin mümin kardeşi için ettiği duaların makbuliyetini haber verdiği hadisini hatırlatmış olalım. (Müslim, Zikir, 87, 88)
Büyük İkramı Bırakıp Gözünü küçük Şeylere Dikme
… ..
… ..
… ..
Korku ve titreme isimli kitabında Kierkegaard da Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme emrine teslimiyetini anlatırken ilâhi buyruğa itaat etmenin, yani vahye teslimiyetin ne demek olduğunu derinlemesine tahlil ediyor: “İbrahim, Tanrı’nın kelamı söz konusu olduğunda zaman hiçbir fedakârlığın fazla olmayacağını anladı ve bıçağı çekti.
Hz. İbrahim kendisine yıllar sonra verilen ve çok özel bir ahlakla büyüyen oğlunu bizim yerine getiremediğimiz emirleri, neleri feda edemediğimizi düşündürüyor. Orada anlatılan teslimiyet, rıza ve barış (teslimiyetle selametin aynı kökten geldiğini tekrar hatırlayalım) ne müthiş bir huzur. Allah Teâlâ bize, kelamı karşısında böyle bir teslimiyet nasip etsin. Başımızı örtemiyoruz, bırakın evladımızı kurban etmeyi. Doğru dürüst beş vakit namaz kılamıyoruz. Gece namazı kılamıyoruz. Aslında yapabildiklerimize bakarak onlardan aldığımız güvenle, yapmak istediklerimize odaklanmak gerekir. Allah’ın kelamına karşı böyle bir teslimiyet, böyle aşkla sarılmak nasip olsun cümlemize.
İkramın da İkramı: Tekrarlanan Yedi
…. ..
…. ..
…. .. Sonra …. …. (*11 “Allahü, kendi içinde uyumlu gerçekleri tekrar tekrar dile getiren bir kitap olarak sözlerin en güzelini indirdi. Rablerinden korkanların onun etkisiyle tüyleri ürperir, sonra yine Allah’ı anmaya yönelerek bedenleri ve kalpleri huzura kavuşur. İşte bu kitap, Allah’ın bir rehberi olup dilediği kimseyi onunla doğruya yönlendirir. ama Allah kimi şaşırtırsa artık ona doğru yolu gösterecek yoktur.” (Zümer, 23) ) buyrulduğu üzere Kur’an’a da “mesâni” ıtlak edilmiştir. … …
… ..
Bu arada belirtelim ki İslam’da insanların çeşit çeşit ihtiyaç ve talepleri için sadece belli bir kesimin veya birkaç kişinin bildiği ve öğrenebilmek için onları razı etmemiz gereken dualar yoktur. Size birisi böyle bir dua ya da bir takım güçleri harekete geçirecek sırlı kelimeler bildiğini söylüyorsa bunun bir iddiadan başka bir şey olmadığına emin olabilirsiniz. Bu iddiaların o insanlara ne büyük çıkarlar sağladığını düşünün. Böyle bir bilgi uydurulduğunda bunun maddi veya manevi bir güce nasıl tahvil edilebileceğini hayal edin. Düşünün bir dua var, bir tek ben biliyorum ve siz o duaya muhtaçsınız. Bunu da sizin üzerinizde bir karizma oluşturarak ihsas ettiriyorum. İnsanlar böyle mesnetsiz iddialara inanır mı?” diyeceksiniz. Unutmayalım ki insanlar her şeye inanır. Nice iyi eğitimli, üniversiteli, çok akıllı, çok zeki insanlar medyumlara, büyücüler, falcılara inanıyor ve onlara iddia ettiği imkanlara kavuşmak için servetler akıtıyor.
…. ..
…. ..
Hamd Nedir?
Şükür nimetler karşısında yapılır. Hamd ise her durumda. Bana verse de vermese de bütün güzellikleri, iyilikleri yarattığı ve bu nedenle esasında bütün övgüler O’na mahsus olduğu için O’na hamd ederim. Benim kalbimde en üstün yer O’nundur. O’ndan daha değerli bir şey yoktur. Bu açıdan bakıldığında hamd, her durumda kulun Rabbinden razı olduğunu gösteren bir mertebedir. … ..
… ..
Aslında nimetlerin eksikliğini düşünmemizin temelinde, alıştığımız nimetlerin gözümüzde önemsizleşmesi vardır.Mesela yürüyebiliyoruz.” Ne var bunda, yürüdüğümüz için mi şükredeceğiz?” diyoruz. … ..
… …
… .. Rabbimizin özel olarak birilerini imtihan etmek için verdiği ekstra nimetlere değil de yaygın olarak herkesin istifadesine sunduğu nimetlere odaklanırsak, O’na şükretmek de istisnai bir durum olmaktan çıkar. Bu meyanda Fatiha suresi, bir nimet-i uzmâ olarak en büyük şükür vesilesidir. En büyük nimet Fatiha’dır. “Fatihamız var bizim” diyeceğiz, şükredeceğiz.
… ..
… ..
Değerliyle Değersizi Ayırt Edebilmek
… ..
… ..
“Zira (Kur’an) … … (*Kendilerine nimet verilenlerin yolu(dur), gazaba uğrayanların ve sapkınların değil” (Fatiha,7) Bunlar ise… ..
… ..
…. ..
Bazen inkârda, israfta, gösterişte yarışanları incelemek, konuşmak, ayıplamak bizi o kadar meşgul eder ki kendi yapmamız gereken kulluğu unutur; kötülüğü kötülediğimiz için yeterince iyilik yaptığımızı zannederiz. BU da bir gaflettir. Kötülüğün yaygınlığına ve gücüne üzülmek, bizde iyilik yapacak istek ve enerji bırakmıyorsa burada düştüğümüz tuzağı görmek lazım.
Başkalarını hatalarına üzülmekle geçirilecek zamanı iyiliği ikame etmek için sarf etmeye davet ediyor bizi Rabbimiz.
Biz süreçten sorumluyuz, neticeden değil. Benim vazifem güzeli anlatmak, hakkı söylemek, mesajımı en doğru şekilde iletmektir. Sonuç ne olur ben bilemem, ondan sorumlu değilim. Peygamberimizin sahabesinden olup sonra irtidat eden Müslüman olmayan var. Peygamberimiz’le yirmi yıl beraber olup da Müslüman olmayan var. Ebu Cehil’i düşünelim; Arap dilini, belagatini nihai noktasına kadar bilkiyor, âyetleri anlıyor. Hepsini biliyor da iman etmiyor. Biz insanların inkârlarından ve bilinçli bie seçimle girdikleri yollardan sorumlu değiliz. O yüzden … … , Buna uzülme, iman etmedikleri için gam yeme
… … müminlere kanatlarını indir. Kemal-i tevâzu ve şefkat ile maiyetine al.” Sen kendi yapacaklarına odaklan, onlarla ilgilen, deniyor.
Bize ihsan edilen Kur’an ve İslam nimetini azımsayıp inkâr edenlere verilen mala mülke, şatafata, mevkilere, içine daldıkları hazlara gözümüzü dikersek ne olur? Bu noktada aklımıza Huneyn Savaşı sonrası ganimetlerin dağıtılma sahnesi geliyor.
… ..
… ..
Üzüntü şeytandandır. Hele kronik üzüntüler. Mümkünse böyle bir psikolojiye girmemek, girmişsek hemen oradan çıkmak lazım.
Efendimiz’in(sas) … .. dediğini unutmayalım. “Allah’ım geçmiş günahlarım için üzülmekten, gelecek için kaygılanmaktan Sana sığınıyorum.” (Ebu Davut, Vitir, 32)
… ..
… ..
Apaçık Uyarıcı
… ..
“Ve de ki haberiniz olsun; ben o nezîr-i mûbîn’nim ben” (Hicr Suresi, 89)
“Ve de ki: … .. Ben apaçık bir nezîr-i mübînim. Allah’ın azabından korkutmaya memur, hak ve hakikati beyan eder, o fasih ve beliğ, maruf münzirim.”
Nezîr, korkutan demektir.Ama nasıl bir korkutmadır bu? Biraz da olsa açıklamaya çalışalım: “Beşîran ve Nezîra” müjdeleyen ve korkutan demektir. Bu iki sıfat bütün peygamberlerin özelliği olarak Kur’an-ı Kerim’de zikredilir. Müjdelemeyi anlıyoruz. İman edersen, Allah yolunda gidersen, Allah’ın senden istediklerine riayet edersen, sana Cenab-ı Hakk’ın mağfireti var, cennetleri var.
Nezîr’i “korkutan” diye çevirdiğimizde bu sıfatı taşıyan kimseler olarak zihnimizde canlanan peygamberi çok da yakın hissedemeyebiliyoruz. Oysa nezîr, insana tehlikeyi anlatarak girdiği yolun sonunda onu bekleyen akıbeti önceden haber vererek bizi uyaran demektir. Zihnimizde uyandırılan fantastik, gerçekliği olmayan ve travma oluşturacak bir korkutmadan bahsetmiyoruz burada. Doktorların korkutması buna güzel bir örnektir: “Sigarayı bırakmazsan kangren olacaksın. “... ..
… ..
Uyarılmak bu çağın insanının pek hoşuna gitmiyor. Hiç kimse korkutulmak istemiyor. “Bize dini sevdirerek anlatın.” diyorlar. Oysa Kur’an-ı Kerim’de müjdelerde varü, ikazlar da. Hiç kimse kendisiyle ilgili kötü bir şey duymak istemiyor. Çok karamsar bir çağdayız, nezîr ayetlerini duymaya mecalimiz yo. Biraz rahatlamak, hayata biraz iyimser bakmak istiyoruz.
Peki yolun sonunda bizi bekleyen olumsuzlukları haber veren âyetleri ne yapacağız? Efendimiz’i(sas) düşünelim, ne yapacak? … ..
…..
Temsilde hata olmasın. Kur’an-ı Kerim’de âdeta bir ahiret seyahat acentesinin seyahat öncesinde nereye gittiğimize dair elimize tutuşturduğu bir broşür gelir gibidir. Biz de zorunlu yolcularız Bu gemide bulunmuşuz, orası tartışılmıyor. “Niçin bu gemideyim? Beni yaratırken bana mı sordu? gibi itirazlar ayrı bir konu. Biz gemideyiz ve bu gemi ahirete gidiyor. Geminin içindeki yer sana verilmiş. Ya kamarada kalacaksın, mevkiler, koltuklar kürsüler verilecek veya güvertede, yerde yatacaksın yahut kazan dairesinde çalışacaksın, belki de kazana girip yanacaksın. Bütün bunlar senin imtihanın olacak. Bu geminin kendisi dünya, hedefi ise ise ahiret. Geminin içindeki davranışların varılacak yerdeki mevkiini belirleyecek. Peki, bu davranışlar neye göre ölçülecek? Allah onları bildirmek üzere kitap gönderiyor. Diyor ki: Bu dünya gemisi ahirete doğru gidiyor. Orada sizi şöyle bir şey bekliyor; ne ile karşılaşacağınız tamamen sizin elinizde. Seçmekte özgürsünüz. Ve cennetteki yüksek mevkilerin zekâyla, statüyle, kartvizitle ilgisi yok. Yani parayla, zenginlikle, cinsiyetle hiçbir ilgisi yok.Neyle ilgisi var peki? İç dünyanı tertemiz tutup Allah’a teslim olmakla ilgisi var ki, teslimiyetimizin görünür olduğu yer davranışlardır. Allah Teâlâ o niyetleri, kalbi biliyor ama biz kalbe bakamayacağımız için, “Bak şunu yapman gerekiyor, böyle bir görevin var.” diyoruz.
… ..
… ..
Hesaptan Kaçış yok
… ..
“Ki Rabbin hakkı için, biz onların hepsine mutlak ve muhakkak soracağız.” (Hicr suresi, 92-93)
… ..
… ..
İnzar / Tebliğ / İkaz Nasıl yapılacak
… ..
… ..
“Sana her ne ile emrolunuyorsan” cümlesi çok önemlidir. Çok söylersek bıktırırız korkumuz var bizim. Hele hele çocuklarımızı bıktırmaktan korkuyoruz. Ölçü nedir, ne yapmak lazım?
… ..
İlişkide bulunduğumuz insanlarla istesek de istemesek de bir alışveriş içindeyiz. Ya etkileniyoruz. Veya ikisi de aynı anda cereyan ediyor. Bir ilişkide etki eden değilseniz, büyük ihtimalle etkilenen konumundasınız demektir. Ne yapacağız? Bu çatlatırcasına anlatmak nasıl olacak? Hem bıktırmayacağız hem de kafaları çatlatırcasına anlatacağız.
… ..
… ..
… .. Bir konuyu devamlı anlatmanız gerekiyor; Mesela namaz…Kaç kere söylemeniz gerekiyor? O zaman onu her seferinde olmasa da 2-3 ayda bir yeni bir dille söylemek lazım. Reklamları bile yeniliyorlar. Çikolata reklamını düşünün. 30 yıldır çikolata aynı çikolata ama reklamlar sürekli değişiyor. “Aaa bu sefer de böyle bir reklam yapmışlar, ne kadar ilginç! diyoruz, tekrar bakıyoruz. İnsanların malını satmak için harcadığı mesai ve parayı, namazı anlatmak için harcamazsanız olmaz. Geri kalan her şey teferruattır.
… ..
… ..
… .. Doktorların büyüme çağındaki çocuklar için verdiği tavsiye her türlü gıdayı yemeleridir. Çocuklarınızı sadece patates kızartması ile büyütemezsiniz. Dinî konular da öyledir. Onu her türlü besinle beslemeniz gerekir; arkadaşıyla beslemeye çalışacaksınız, sosyal çevrenizle, evdeki muhabbetle, okuduğunuz kitaplarla… Bir tek siz anlatırsanız, o da ömür boyu patates kızartması yedirmeye benziyor, ne kadar güzel olursa olsun. Sadece bir kişi anlatıyor ve hep aynı şekilde anlatıyor. Hep kızarak, hep küçük düşünerek veya hep kötü hissettirerek… Bir soruna sebep olan yöntemi değiştirmediğiniz sürece o sorun değişmeyecektir. Her türlü yöntemi değiştirmediğiniz sürece o sorun değişmeyecektir. Her türlü ilişkimiz için geçerlidir bu. Kürsülere çıkıp anlatanların her meseleyi çözdüklerini zannetmeyin. Çünkü bir konuyu teorik olarak anlatmak çok kolaydır. Teori bellidir, uygulamak zordur. Asla vazgeçmeyin, sevilen bir kişi olmaya çalışın. Ama tekrar edelim ve unutmayalım ki: Sevilen kişi olmak paspas olmak, emir eri olmak demek değildir. Çocuğun oturduğu yerden rahatlıkla “Anne su ver!!” diye seslenebildiği kişi “namaz kılın” dediğinde ona pek itibar edilmez. Hem sevilen hem saygı duyulan bir insan olmak gerekiyor.
Bir başka mesele de şudur: Kur’an’dan anladığım şu ki namaz kıldırtmak birinci dereceden annelerin görevi değil, babaların görevidir. Evde otoriteyle ilgili görevler babalar aittir. Annelerin görevi bakım ve şefkattir. Çocuğun bakımıyla ilgilenen, şefkat gösteren, çocuğunuzun yakın ilişki kurduğu, ruhunu açacağı bir anne olmalısınız. Bu görevlerle birlikte otoriteyi aynı kişiye verirseniz orada çatışma doğuyor. … ..
… ..
… .. Babalar ne diyor? Ben hem sizin bütün ihtiyaçlarınızı karşılamak için gece gündüz uğraşacağım hem de bunlarla mı uğraşacağım? Rabbimiz onların öyle diyeceklerini bildiği için , “Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et. Senden rızık istemiyoruz. Sana da biz rızık veriyoruz. Güzel sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” diyor. (Taha, 132) Burada dolaylı yoldan bizim de kabahatimiz var. Artık ihtiyaç dairesi, yaşam standartları ve bütçe o kadar genişledi ki beylerin gece gündüz çalışması gerekiyor.
Ne yaparsak yapalım sonuç alamayabiliriz. Sonucu Allah yaratır. Biz süreçten sorumluyuz, sonuçtan değil. Eğer süreci iyi niyet, doğru yöntem ve samimi gayretle yönetebilmişsek, Kur’an’da onlarca yerde bildirildiği üzere çoluk çocuğun bir ödül değil imtihan olduğu şuuru içinde, sonuucu gönül rahatlığı ile Rabbimize havale ederiz.
… ..
… ..
Safın Belli Olsun
… ..
… ..
Sakın sen o alay edenlerin alaylarına aldırma, söyle geç.. Efendimiz’in sünnetinde tartışmak, laf yarıştırmak yok. Baktı ki karşısındaki tartışmaya başlıyor, Efendimiz “haydi selametle” diyor ve oradan uzaklaşıyor. Çünkü siz sözünüzü söylediniz, onu düşünecek. İlla hemen o anda “evet” dedirtmeye uğraşmayın. Çocuklarınıza da öyle. Özellikle ergen çocuklarınıza. Çünkü onlar sınırlarını korumak için savaş veriyorlar. Biz onların sınırlarını çok ihlal ediyoruz. “Ben varım burada ve benim sınırlarım var.” demeye çalışıyorlar. Hemen “evet” demelerini beklemeyin.
Gençlerle konuşurken bir konu hakkında çok ısrar ederseniz, o konunun kabul edilme şansı azalır. Sözü uzatmayıp ikna edici ve temeli olan birkaç cümle söylerseniz, aradan bir hafta on günü geçince muhtemelen onu kendi fikri gibi söylediğini görürsünüz. … ..
… .. Tohumu ekip bırakmak gerekiyor. Güneşi getireceği, sulayacağım diye üstüne üstüne giderseniz o zaman tohum çürüyor. Tohumu ekeceksiniz, gereken bakımı aşırıya kaçmadan yapacaksınız. … ..
… ..
Yaratan da O(cc) ; Yöneten de…
(Enbiya suresi, 30-41.âyetler)
Hayat, Ölüm, İman, İnkâr
Enbiya, “nebiler” demektir. Enbiya suresi de adı üstünde peygamberlerden bahseden bir sure. … ..
Enbiya suresinin 30-41. âyetleri kısaca, yaratılıştaki sünnetullah, Cenab-ı Hakk’ın bu kâinatı nasıl yarattığı, dünyayı bizim yaşayacağımız şekle nasıl soktuğu anlatıldıktan sonra Peygamberimiz’i inkâr edenlerin Allah’ın varlığını , gücünü, kudretini gösteren bu delillerden nasıl olup da istifade edemedikleri sorgulanıyor. Arkasından insanın yaratılışı ve kıyamette nasıl diriltileceğini anlatan âyetler geliyor.
… ..
… .. Bilgi teraküm yani birikim yoluyla ilerler, önceki toplumların bilgi ve tecrübeleri üst üste eklenmek suretiyle sonraki kuşaklara aktarılır. Özellikle kimya, jeoloji gibi müspet bilimlerde en son söz, en kıymetli sözdür. Bu, eskilerin bilgilerinin yanlış olduğu manasına gelmiyor elbette. Her nesil bilimde gelinen son noktayı almış, yaptıkları çalışmaların üzerine yeni bilgiler ekleyerek sonraki nesillere aktarmıştır.
Tam bu noktada camiamızın bir kesiminin bilime şüphe ile yaklaştıklarını, bilimsel çalışmaları komplo teorileri olarak gördüğünü dile getirmemiz gerekiyor. Bilimsel çalışmaları siyasetin ve özellikle de sermayenin manipüle etmesi, yönlendirmesi ve kullanmasın konusunda hepimizin endişeleri var. Bir ilaçla ilgili bir üniversite veya endüstriye yaptırılan bir çalışmanın hangi şirket tarafından finanse edildiğini, amacının ne olduğunu bilmek o çalışmaya bakışımızı değiştiriyor. Bütün bunların farkındalığıyla olayları dikkatli bir nazarla değerlendirirken bilimin insanlığın hayrına vesile olacak yeni yollar açmak için kullanacağımız bir alet olabileceğini; eğer iyi kullanırsak, iyi ellerde olursa, hayatımızı ileri götürmek için ona muhtaç olduğumuzu kabul etmek durumundayız.
Kur’an’da müspet bilimlerin varlığı bilimsel neticelere işaret eden âyetleri gördüğümüz zaman heyecana kapılıp, “Sizin bu söyledikleriniz Kur’an-ı Kerim’de var. “tarzında bir yaklaşım sergiliyoruz. Hatta bu çaba ile yazılan bilimsel tefsirler var. Yıllarca bu minvalde pek çok dergi yayımlandı, makale yazıldı. Son zamanlarda biraz daha temkinliyiz bu konularda. İlim adamlarımız, müfesssirlerimiz şu konuya dikkatimizi çekiyorlar. Kur’an-ı Kerim’de bilhassa yaratılış, kâinatın düzeni ve işleyişi hakkında detaylı bir bilgi vermediği halde, her çağda yapılan bilimsel çalışmaların sonuçlarının yorumlanarak içine sığdırabileceği kapsamlı âyetler var. Mesela siz 900 yıl önce yazılmış bir tefsire bakarsanız …. … (Ğaşiye,20) “Yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” âyetini müfessirlerin “Dünyanın düz olduğunu delalet eder.” şeklinde yorumladıklarını görürsünüz. Niçin? Çünkü müfessirler o günün dünyasında kabul edilen görüş ne ise onu almış ve konuyla ilgili âyetleri, “Bu âyet buna işaret eder” diye yorumlamışlar. Bilimsel gelişmelere bakarak , Kur’an-ı Kerim’deki falan âyet, kesinlikle buna işaret ediyor. “şeklinde yapılan yorumların son derece sakıncalı ve insanların Kur’an’a olan güveninin sarsılmasına sebep olabilecek tehlikeler içerdiğini bilelim.
Kur’an-ı Kerim’in tamamı tercüme edilmiş. Elimizde sayısız meal var. Fakat Kur’an’ın tercüme edilmiş olması onu tam manasıyla anlayabileceğimiz anlamına gelmiyor.
Kur’an’ı Kerim’de müteşabih denilen yani kesin olarak ”Bu âyet şu anlama gelir.” diyemeyeceğimiz âyetler var. Bu âyetlerde her yeni bilgiyle beraber yeni bir kapı açılır. Bu Kur’an’ın mucizesidir. Tabir caizse Kur’an-ı Kerim sonsuz kere ziplenmiş bir dosya gibidir. Dolayısıyla her yeni tıklamayla birlikte alt dosyalar açılır ve bu ilâ ahir böyle devam eder gider. …. .. (Rahman,29) “O her an yaratma hâlindedir.” Her an yeni bir oluş, her gün yeni bir yaratılış var âlemde. Hiç aklınıza geliyor mu sonsuz hayat bizi sıkacak mı, cennette de can sıkıntısı yaşayacak mıyız? Yani cennette sadece bağlar, bahçeler, ziyafetler, köşkler, saraylar, altın takılar, ipek elbiseler vb. olsaydı bir süre sonra sıkılmamız muhtemeldi. Belki cennette bütün bunlar her gün yeni bir şekil alacak, bilmiyoruz. … ..
… ..
….
… .. Bu nedenle bilimsel tefsir konusunda çok dikkatli olmakta yarar var. Her zaman mutedil alimlerimizin söylediği gibi biz de bunu böyle anlıyoruz ama ‘Allahu âlem bimuradihi,” Allah kendi muradını, bu âyetten ne kastettiğini en iyi bilendir veya ‘Âllahu a’lem bissavab’ Allah doğruyu en iyi bilendir.” demek konusunda hassasiyet göstermeliyiz.
… ..
……
… .. Bu nedenle Kur’an’ın meallerini aslının yerini kesinlikle tutumaz ve o değeri taşıyamaz. … ..
… ..
Bilim Bize Neyi Açıklar?
… ..
… .. Şu var ki bilim bize âlemde “nasıl” sorusunun cevabını açıklar fakat süreçteki anlam ve amacı açıklayamaz.Onu bize din/vahiy açıklar. Mesela bir kavmin niçin helak edildiğini din açıklarken helak sürecinin nasıl işlediğini bilim açıklar.Bilimin, süreci anlatırken sebebi açıklamadığını çocuk yaşlarda idrak etmiş olmalıyım ki tamnamen inançsız bir bakışla çıkarılan bilim dergileri benim inancımı artırmama, yaratıcıya duyduğum hayranlık ve saygıyı büyütmemebsebep olmuştu.
… ..
… ..
Kur’an’da sıklıkla geçen “Bakmazlar mı? Görmezler mi?” ifadelerindeki “bakmak” nasıl bir bakmaktır? Bütün gün balkona çıkıp otursak , Semâya baksak, bütün gece sabaha kadar yıldızları seyretsek, bu âyetlerin istediği “bakışı” yakalayabilir miyiz? Hayır. Âyetteki ”bakmak” tan kasıt onu incelemek, konu üzerinde çalışmak, anlamaya çalışmak, kısacası şifrelerini çözmek demektir.
… ..
... ..
Peygamberler Ölümsüz Değildir.
… ..
… ..
*Elmalılı Hamdi Yazır ile Kur’an Sohbetleri Vaizenin Penceresi & Fatma Bayram
Timaş Yayınları
İstanbul 2024
*Zühd, hem çileciliğin İslamî kavramını hem de daha özellikle feragât kavramını kapsamaktadır. Zühd sadece haram olanı değil helal olanı da bırakmayı gerektirmektedir.
Çilecilik, bazı rahatlıklardan ve lükslerden yoksun bir hayat içermektedir. Önceki zahidler yoksullukları ile vasıflandırılırdı.[1] Feragât, dünya maddelerine karşı tarafsızlık ve bir ilgisizlik içermektedir…
... ..
*Toplamak, aramak, kazanmak anlamlarını dile getirir. Kelam ilminde, insan iradesinin fiili üzerindeki etkisiyle sorumluluğa neden olan yönelişine verilen isimdir.
Kesb kelimesi Kur`an`da üç anlamda kullanılır. "Allah sizi yeminlerinizdeki yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz. Sizi kalblerinizin kesbettiklerinden (kazandıklarından) sorumlu tutar..." (el-Bakara, 2/225) âyetinde kesb, kalbin akdi ve azmi anlamına gelmektedir. "Ey iman edenler, kesbettiklerinizin (kazandıklarınızın) ve sizin için yerden çıkardıklarımızın helal ve iyisinden harcayın..." (el-Bakara, 2/267) âyetindeki kesb, ticaretle elde edilen kazancı dile getirir. "Kendi kesbinizin (yaptığınızın) cezası olan azabı tadın" (el-Bakara, 2/286) âyetinde ise kesb, çalışma ve amel anlamında kullanılmaktadır. Kelime buradaki anlamlarından yola çıkılarak Kelam`da kişinin iradesinin kendisine sorumluluk kazandıracak yönelişini dile getirmek üzere kullanılmıştır.
*https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/292/285-286-ayet-tefsiri
*"Nehâ" fıilinin mastarı; "ilâ" edatı ile ulaşma, varma; "an" edatı ile menetme, yasaklama; fiilden el çekme ve fiili terketme isteğine delalet eden sözcük anlamında bir fıkıh usulü terimi.
*Huneyn Muharebesi (Arapça: غزوة حُنين); Hicretin sekizinci yılı olan Miladi 630 yılında, Mekke’nin fethinden hemen sonra Huneyn Vadisi'nde meydana gelmiştir.[1] Savaş İslam Peygamberi Muhammed'in komutasındaki İslam ordusu ile Taif bölgesinde bulunan Hevazin ve Sakif kabileleri arasında gerçekleşmiştir.[2] Paganların baskınları ve yeni Müslüman olan Mekkelilerin de katılımı nedeniyle Huneyn Muharebesi'nin başlarında
İslam ordusu sarsılmış ve hatta İslam peygamberi Muhammed'in canı tehlikeye girmiştir. Fakat neticede
Müslümanlar galip gelerek çok fazla ganimet elde etmiştir.
Muharebe ile ilgili rivayetlerin bir kısmı kıssacılık geleneğinin yansımalarından oluşmaktadır.[3] Bu geleneğin özelliği ürettikleri rivayetlere senetler ekleme gibi her kılığa girerek halkı rahatsız eden yalın
gerçekleri değil; anlatımları sonrasında topladıkları bahşişleri artıran, onların duygularını okşayan, kabartan, bazen
de ağlatan, ayrıntılı dramatik hikâyeleri coşkulu bir dille vermesidir. Kıssacılar en çok peygamberlik delilleri
(Delail En Nübüvve) gibi alanlarda üretim yapmışlardır.[3] Örneğin Muharebe sırasında Muhammed'in attığı bir avuç çakıl taşı kafirlerin tümünün gözlerine ayrı ayrı girer.[3]
Huneyn Muharebesi'nin Nedenleri:
Huneyn Muharebesi'nin nedeni, Havazin ve Sakif kabilesi eşraflarının İslam Peygamberi Muhammed'in
Mekke'yi fethinden sonra artık sıranın kendilerine geldiğini düşündüklerinden, o sırada topluca Mekke'de bulunan
Müslümanlara saldırı yapılmasına karar vermelerinden kaynaklandığı rivayet edilmiştir.[2] Başka bir rivayete göre de bu savaş, Muhammed'in Mekke'yi fethetmek için Medine'den hareket ettiği zaman
Havazin ve Sakif kabilelerinin İslam ordusunun kendileriyle savaşmak üzere harekete geçtiğini zannederek bir
araya toplanmaları ve Huneyn Bölgesinde karargâh kurmalarından ötürü meydana gelmiştir.[4]
Huneyn Muharabesi Olayları:
Savaşın Başlaması:
Muhammed, ordunun düzenini düzenledikten sonra sabahın alaca karanlığında askerleri ile birlikte Huneyn
Vadisine indi.[5] Huneyn vadisinin çevresinde gizlenerek pusu kuran Havazin ve Sakif kabileleri aniden Müslümanlara saldırdılar.
Önce Süleymoğulları kabilesinin atlı birlikleri ve ardından da Mekkeliler ve diğerleri geri çekilmeye başladılar.[6] Muhammed askerlerine "Bana doğru gelin, ben Allah’ın resulü Muhammed b. Abdullah’ım" dedi ancak askerlerin çoğu dağıldı.[7]
Muhammed'i savunanlar ve geri çekilenler:
Muhammed'in yanında sabit kalanların sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Bazı nakillerde sadece dört kişiden söz edilmiştir: Ali, Abbas bin Abdülmuttalib, Ebu Süfyan bin Haris bin Abdulmuttalib (Ben-i Haşim'den) ve İbn-i Mes’ud.[8] Başka bir rivayette de Ali, Abbas b. Abdulmuttalib, Ebu Süfyan b. Haris b. Abdulmuttalib gibi Haşimoğullarından dokuz veya on kişinin bulunduğu ve Haşimoğulları dışında da Eymen bin Ümmü Eymen'in Muhammed'in yanında kaldığı belirtilmiştir.[9] Ayrıca Tevbe suresinin 25 ve 26. ayetleri de savaştan geri çekilenlerden ve Allah'ın savaş sırasında Müslümanlara yardım
ettiğinden bahsetmektedir.[10]
Savaştan kaçanların sayısını ise 100 ila 300 kişi olarak yazılmıştır.[11]
Muhammed'in Savaştan Geri Çekilenleri Geri Çağırması:
Muhammed, askerlerin bir kısmının geri çekilmesi üzerine, Abbas bin Abdulmuttalib'e “Ey Ensar! Ey
Semure (Semure ağacı altında biat eden sahabeler) Ashabı! Ey Bakara Suresi Ashabı!” diye bağırmasını
buyurdu. Abbas'ın bu nidası işitilir işitilmez geri çekilenler Muhammed'in yanına dönmeye başladılar,[12] yüz kişi Muhammed'in yanında hemen geri döndü. Daha sonra Muhammed onlarla birlikte
putperestlere karşı savaştı.[13] Diğerleri de "lebbeyk" nidalarıyla dört bir taraftan hızla geri döndüler.[14]
Öldürülenler ve Esir Alınanlar:
Paganlar geri çekilmeye başlayınca Sakif kabilesinin Malikoğulları taifesinden 70 kişi öldürüldü.[15] Bazı rivayetlerde Havazin Muharebesi'nde öldürülenlerle Bedir Muharebesinde öldürülen müşriklerin
sayısının aynı olduğu -yani yetmiş kişi olduğu- belirtilmiştir.[16] Ancak Mes'udi bu sayının yaklaşık 150 kişi olduğunu yazmıştır.[17] Müslümanlar, Huneyn Muharebesi'nde kadın ve çocuklar dahil altı bin paganı esir aldılar. Bunun yanı
sıra 24000 deve, 40 binden fazla koyun ve dört bin ukiyye (eski bir ağırlık ölçüsü birimi) gümüş ganimet aldılar.[18]

https://www.fikriyat.com/yazarlar/fatma-bayram/2020/11/17/iyilik-birlikte-mumkun
YanıtlaSilRahmetine dilenci olmaya geldim Allah’ım. Yine yüreğim dara düştü. Bir kuşun son çırpınışlarını yaşarken ten kafesinde, seccademin serinliklerinde bir nefes almak için sana geldim. Kıyamın ruhuna teslim edip bedenimi, Fatiha'nın anlamında kaybolmaya geldim. Biliyorum bu ilk gelişim değil sana gözü yaşlı. Ve sen bırakmazsan sana kul olmayı beceremeyen bu acizi, son gelişim de olmayacak Allah'ım. .. Kimsenin bilmediğini bilen Rabbim yüreğimin derinliklerini rükûunun bükümünde saba sunmaya geldim. Sırrımı sırrına sırdaş eylemeye, acizliğimi bilip kudretinin karşısında, rahmetine dilenci olmaya geldim. Ellerim… duaya açılası ellerim çamurlara bulanmış, ruhum kara esiri olmuş çok zaman, pişmanlıklarımı toplayıp tüm köşelerden, hüznüme katıp sunuyorum af makamına, tökezleyip düştüğüm yollardan kalkıp geldim huzuruna. Benliğimi secdelerde sana kurban etmeye geldi. Sen ki yüreklerden geçeni de, dile gelmeyeni de duyansın Rabbim. Sen ki kuluna merhamet edip, hemen cezalandırmayansın Rabbim. Sen ki kulum beni nasıl bilirse, öyle davranırım diyensin Rabbim. Cümleleri toplayıp dile dökemediğim tövbelerim var. Bana bu günün fırsatı olan nefesle sana yalvarıyorum Rabbim. Ben seni affedici bildim ya Rab. Af etmeyi seven bildim. Düştüğüm yerde beni bırakmayan, kapısına geleni boş çevirmeyen Rabbim… Tarhiyatın mucizesinde rahmetinle yıkanmaya geldim… Daralan yüreğimi sevginle takas etmeye geldim. Ben sen de hiç olmaya geldim Allah'ım. Beni bana bırakma, saba uzanan ellerimi boş bırakma, akan her damla gözyaşım şahit oldun ki seni çok seviyorum Allah'ım.
YanıtlaSil*iri memeler ve geniş kalçalar - ekşi sözlük
YanıtlaSil