5 Mayıs 2025 Pazartesi

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm*


 

12 Mart rüzgârlarının Stockholm’e savurduğu bir mülteci olan Sami Baran, yattığı hastanede Türkiye’den bir hasta ile karşılaşır. Bu adam, başına gelenlerin sorumlusu olarak gördüğü eski bir bakandır. Ondan intikam almak amacıyla Şili, Uruguay, İran gibi farklı ülkelerden gelmiş mülteci arkadaşlarıyla birlikte bir plan yapar. Ancak, bu plan gerçekleştirmek o kadar kolay olmayacaktır: Sami Baran, anadilin yeri geldiğinde düşmanla da anlaşma aracı olabileceğini hesaba katmamıştır. Ve bu, planın önündeki engellerden sadece biridir… ..

… .. işte bu romanı yazan zavallı arkadaşımın inemediği derinliklerden biri de bu. O beni, politik geçmişi olan ve Kuzey sürgününe savrulmuş, sıradan insanlardan biri sanıyor. Başımdan geçenleri, benden daha ilginç buluyor. İçimdeki derin ve köklü karanlığın farkında değil. Çünkü insanları konuşarak tanıyamazsınız. Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeşeri tekrarlıyor. Bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil. 

Elden düşme aldığı ve bazı harfleri doğru dürüst basmayan, Türkçede çok kullanılan k harfini satırdan yukarı fırlatan hurdalık. Facit makinede yazılmış üçüncü hamur kâğıt tomarını okuduğumda bazen kızdım, bazen de güldüm… Hem kendime hem de arkadaşıma.

Birçok şey doğruydu, beni utandıracak bir şey de yoktu doğrusu. … ..

… ..   

Sonra bir gece aklıma ilginç bir şey geldi. Neden onun yazdıklarıyla benim yazdıklarımı bir arada yayınlamıyorduk ki? Çok daha zengin ve derin olurdu kitap böylece. Hem dıştan hem içten bakış

kurmuş olurduk. Gerçi onun cümleleri daha edebi, benimkiler daha daha yalındı ve üslup farklıydı ama bu bir avantaj bile olabilirdi. Eğer itiraz ederse bunun biçimsel bir yenilik olduğunu söyleyerek onu ikna etmeyi düşündüm. Bir ikna yöntemim daha vardı: Suç ve Ceza’nın satırları arasında Raskolnikov’un da notlarını okusaydık ve bu kasketli öğrenci koca Dostoyevski’nin yazdıklarını eleştirseydi fena mı olurdu? Aslında ne ben Raskolnikov kadar cesur bir kişiydim ne de o Dostoyevski kadar yetenekli bir yazardı; bana sorarsanız onun tırnağı bile etmezdi ama olsun, biz de kendi dar ve soğuk mülteci dünyamızda bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Hem biçimsel yenilik yapmak için uydurmamıştık ki bu sistemi? Kendiliğinden doğmuştu. Daha doğrusu bir gereklilikti.

Kendisine bu fikri açtığım zaman, tahmin ettiğim gibi yüzünü ekşitti. Suratında, dayak yemiş bir köpek ifadesi belirdi ama birkaç gün sonra kabul etmek zorunda kaldı. Zaten, dediğim gibi, başka bir şansı da yoktu.

Köpek der demez, kitaptaki temel eksiklik aklıma geldi.

Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamamıştım ama artık kesin kararım, bir kediye dönüşmekti. Kedi olacaktım. İşte yazarın bilmediği en temel konulardan biri buydu. Artık hayatımda bir köpek olarak yaltaklanmalara, bağlanmalara, başkalarını kendime bağlanma çabalarına, başımı okşatmaya, sevgi ve sıcaklık ihtiyacı içinde insanların bacaklarına sürünmeye, kuyruğumla birlikte tüylü kıçımı da sallayarak sevimli görünme gayretine hiç yer yoktu. Uzun zaman önce bırakmıştım bunları. Köpek olduğum yıllarda hepsini yapmıştım, hem de fazla fazla; ama bu beni felakete götürmüştü. Ölümün kıyısına gelmiştim. Ölümün kıyısı, ölümün kendisinden daha feci bir şeydir, bunu yaşayarak öğrendim. Bağlanmalar yüzünden aklımı kaçırmanın kıyısında dolaşmıştım uzun süre. … ..

… ..

Bütün bunlar bir köpek gibi bağlanmam, sevgi ve merhamet dilenmem yüzünden başıma gelmişti. İnsan denilen yaratıklara ilişkin düşüncelerim yüzünden. Dünyayı aydınlık ve sıcak, merhametli bir yer gibi düşünmem yüzünden. Bütün köpekler saftır zaten.

… ..

… ..




*Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm &  Zülfü Livaneli

1-19.baskı/ Remzi Kitabevi, 2001-2009

Doğan Kitapta 1. baskı / Mart 2012

2. baskı / Mart 2014



*Zülfü Livaneli - Vikipedi

*Ömer Zülfü Livaneli[1] (d. 11 Eylül 1946, Konya), Türk müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve film yönetmenidir.


Ailesi:

Kariyeri:

… ..

… .. 

Türkiye'den ansızın ayrılarak İsveç'e sürgün yıllarında muhtelif işlerde çalıştı. … ..

… ..

Siyasi kariyeri:

Kişisel hayatı:




*Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm - Vikipedi

*Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm, Zülfü Livaneli'in 2001 yılında yayımlanan romanıdır. Eser, İsveç'te yaşayan, yurtlarından çeşitli siyasal nedenlerle sürülmüş insanların ortak kaderini, uyumsuzluğunu,

bunalımlarını anlatır.

Kitap, Türkiye dışında Yunanistan (2002), Sırbistan (2002), İran (2004), İsviçre’de (2005) yayımlandı.[1] Ayrıca İngilizce, Almanca ve Fransızca’ya “Yalnızlık Mevsimi” adıyla çevrildi.

Yazarı, bu eseri ile 55. Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazanmıştır.[2]

Konusu:

Romanın kahramanı Sami Baran, 12 Mart döneminde başından geçen trajik bir olay sonucu İsveç'e gider ve bu ülkeden siyasi mültecilik hakkı talep eder. Kendisi gibi mülteci olan bir arkadaşı Sami'nin hikayesini

roman haline getirir. Sami, buna roman basılmadan önce okumak şartıyla izin vermiştir. Kitabı okuyunca bazı

eksiklikleri tamamlamak üzere her bölümün sonuna notlar ekler. Kitap, bir bölüm yazarın anlattığı geri kalanı

Sami'nin ekledikleri olmak üzere iki anlatıcılı olarak basılır. Siyasete ilgisiz, kendi halinde bir adam olan Sami

Baran'ın başından geçen trajik olay, nişanlısı Filiz'in öldürülmesidir. Nişanlısı ile evlerine perde almak ile ilgili

konuşurken "dur" ihtarını duymadıkları için üstlerine açılan ateşle Filiz hayatını yitirir. Olayın ardından yapılan sorgularda işkence gören ve sevgilisinin bir militan olduğunu söylemeye zorlanan Sami, sonunda ülkesini terk edip siyasi mülteci olarak Stockholm'e yerleşir. Türkiye'den ve farklı coğrafyadan mülteciler arasında yaşar. Romanda tüm kahramanların politik

geçmişleri ayrı ayrı anlatılır. Bir ülkede yabancıları bir türlü kabul edemeyişleri gösterilir; sürgünlüğün psikolojisi

yansıtılır.

Takıntılı, hastalık hastası bir insana dönüşen ve sanrılar gören Sami, tedavi için bir hastaneye yattığında, geçmişte

ona işkence yapan adamın aynı hastanede kalmakta olduğunu öğrenir. Nefret ettiği bu adam, şimdi güçten düşmüş

ve gözden çıkarılmış bir eski bakandır; ölümcül bir hastalığı vardır. Sami, mülteci arkadaşları ile onu öldürmek

için plan yapar. Latin Amerikalı Clara, ona destek vermekte en istekli kişidir. Bu arada Sami'nin hastanede kendisine tercümanlık

yapması nedeniyle yaşlı adam ona minnet duyar ve kendisinden nefret eden Sami'yi tutunduğu tek dal olarak

görür. Sami ve Clara yaşlı adamı hastaneden çıkarırlar. Sami, yaşlı adama nasıl davranacağına karar vermekte çelişkiler içinde kalır. Kitaptaki ikili anlatımdan birisine göre Sami ve Clara, eski bakanın hayatını sonlandırmasına yardım ederler; diğerine göre Sami ile adam hesaplaşırlar fakat Sami adamı öldürmek yerine adam intihara teşebbüste bulunmasına rağmen

adamın hayatını kurtarır.




*İsveç - Vikipedi

*İsveç (İsveççe: Sverige), resmî adıyla İsveç Krallığı (Konungariket Sverige), Kuzey Avrupa'daki İskandinavya yarımadasında yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşuları batı ve kuzeyden Norveç, doğudan ise Finlandiya'dır. İsveç bunun dışında güneyinde yer alan Öresund Köprüsü ile Danimarka'ya bağlıdır.

Yaklaşık 450.295 km² olan yüzölçümüyle İsveç, Avrupa Birliği ülkeleri arasında en büyük üçüncü ülkedir. Ülkenin toplam nüfusu 10,4 milyondur ve kilometrekare başına 25 kişi ile nüfus yoğunluğu düşüktür. Ancak nüfus yoğunluğu güneye doğru gidildikçe ivmeli şekilde artar. Ülkedeki halkın %85'i kentlerde yaşar.[5] İsveç'in başkenti aynı zamanda ülkedeki en büyük kent olan Stokholm'dür. Başkentte 1,6 milyonu merkezde olmak üzere 2,4 milyon insan yaşar.[6] Ülkenin diğer büyük kentleri sırasıyla Göteborg ve Malmö'dür.



*12 Mart Muhtırası - Vikipedi

*12 Mart Muhtırası, 12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri Komuta Kademesinin; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek 32. Türkiye Hükûmetini istifaya zorladığı askerî müdahaledir.


Muhtıra öncesi:

Millî Demokratik Devrim:

Ana madde: Millî Demokratik Devrim:

Türkiye'de 1970'li yıllarda askerî bir müdahale ile sosyalist devrimin gerçekleşmesi gerektiğini savunan düşüncedir. Doğan Avcıoğlu'nun başı çektiği Yön ve Devrim dergileri Millî Demokratik Devrim'in savunucusuydu ve 12 Mart Süreci'nde önemli bir yere sahipti. Doğan Avcıoğlu'nun yazıları ve kitapları ordu içerisindeki bazı genç subaylar tarafından benimseniyordu. Çeşitli cunta planları yapılıyor ve lider olarak Muhsin Batur ve Faruk Gürler görülüyordu. Ancak Faruk Gürler ve Muhsin Batur bu planlara yaklaşmamıştı ve Millî Demokratik Devrim taraftarı sol görüşlü subayları 12 Mart Muhtırası sonrası tasfiye etmişlerdi.[1]

Kanlı Pazar:

Ana madde: Kanlı Pazar (1969):

Kanlı Pazar, 16 Şubat 1969 tarihinde İstanbul Beyazıt Meydanı'nda ABD'nin 6. Filo'sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada meydana gelen olaylardır.[2]

Gösteri için Valilikten izin alınmıştır. Gösteri yapılmadan önceki günlerde Komünizmle Mücadele Derneği uyarılarda bulunarak halkı tepkiye çağırdı. O gün, diğer bir grup da Beyazıt Meydanı'nda taşlı sopalı beklemeye koyuldu. İki grup meydanda karşılaştı. Olaylar sırasında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı gençler bıçaklanarak öldürüldü.



20 Mayıs 1969:

Ana madde: 20 Mayıs 1969 darbe teşebbüsü:

1966'da Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in hastalığı yüzünden TBMM tarafından görevinden alınmasından sonra cumhurbaşkanlığına Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay seçildi. Sunay'dan boşalan genelkurmay başkanlığı görevini 16 Mart 1966'da Cemal Tural devraldı. Tural'ın 3 yıllık genelkurmay başkanlığı görevinden sonra 16 Mart 1969'da yerine Memduh Tağmaç getirildi.

Mayıs ayında Meclise 218 imzalı bir anayasa değişikliği teklifi verildi ve siyasi hakların iadesi öngörüldü. 14 Mayıs 1969 tarihinde, uzun yıllardır kavgalı olan iki lider, İsmet İnönü ve Celâl Bayar buluştular ve barıştılar. DP'lilere haklarının iadesini zaten CHP de öngörüyor hatta İnönü bu fikre öncülük ediyordu.[3] Aynı günlerde Ankara'daki genelkurmay karargahındaysa çok farklı hazırlıklar yapılıyor ve ordu, Bayar ve arkadaşlarına siyasi haklarının iade edilmemesi için darbe yapmayı düşünüyordu.

Amerikan Dışişleri Bakanlığının belgelerine göre, 19 Mayıs 1969 akşamı Ankara'daki Merkezî İstihbarat Teşkilatındaki bir CIA görevlisinin Washington'a gönderdiği mesajda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin müdahaleye 16 Mayıs günü karar verdiği söyleniyordu. Aynı gün Cumhurbaşkanı Sunay, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarıyla bir hayli uzun bir görüşme yapmıştı. Bu görüşme sonrası ordunun anayasa değişikliğini istemediği saklanamaz bir gerçek hâlini almış, gazetelere de yansımıştı.[4]

20 Mayıs'ta İnönü, Cumhurbaşkanı Sunay'a bir mektup yazdı. Mektupta,

Sayın Cumhurbaşkanı, CHP Genel Başkanı olarak ben ve partimin yetkili organları, siyasi hakların iadesi için Millet Meclisine verilmiş bulunan 218 imzalı bir anayasa değişikliği teklifini destekleme kararı aldığımızdan beri, gerek Zatı Devletlerinin, gerek bazı yüksek komutanların uyarı ve ısrarlarına muhatap olmaktayız...

deniyordu. İnönü, darbe tehdidine karşı duruyordu.

Süleyman Demirel de aynı gün partisinin grup toplantısında bir konuşma yaptı ve, "Asker muhtıra vermedi." dedi, sonra ekledi:

Seçimlere gidelim. Hem Meclisin verdiği oylar boşa gitmez hem de Senatomuz zedelenmez... Ordu, Hükûmete bir muhtıra vermemiştir. Biz bazı sıkıntılar içindeyiz...

onuç olarak birkaç gün sonra anayasa değişikliği teklifi Komisyona geri çekildi, sonra genel seçime gidildi. Süleyman Demirel önderliğinde Adalet Partisi, 1969 Türkiye genel seçimlerinde büyük başarı kazanarak yeniden tek başına iktidar oldu. Bayar ve arkadaşlarının 27 Mayıs Darbesi'yle kaybettikleri siyasi hakları 1970'lerin ortalarına kadar da iade edilmedi.


12 Ekim 1969 genel seçimleri:

Ana madde: 1969 Türkiye genel seçimleri:

Bu genel seçim ile TBMM 14. dönem milletvekilleri seçilmiştir. Bu seçime göre Adalet Partisi aldığı %46,55'lik oyla Meclise 256 milletvekili gönderip iktidar partisi, Süleyman Demirel ise başbakan olmuştur.[5] Cumhuriyet Halk Partisi ise Meclise gönderdiği 143 milletvekiliyle ana muhalefet partisi olmuştur.


15-16 Haziran Olayları:

Ana madde: 15-16 Haziran Olayları:

1970'te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisinin iş birliğiyle önce Millet Meclisi, ardından Senatodan geçirildi. Yapılan değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta, sendika değiştirmeyi güçleştirmekteydi. Yasa taslağı 11 Haziran 1970'te Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi.

Kanunlaşan tasarı esas olarak TÜRK-İŞ'ten DİSK'e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdiler. Türkiye İşçi Partisi ise söz konusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesine götüreceğini açıkladı ve iptal davası açtı.

DİSK'li sendikacıların ve yöneticilerin tepkileri, 15 Haziran 1970 sabahı İstanbul'un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmeleriyle yeni bir evreye girdi. Gösterilere pek çok fabrikadan 75.000 dolaylarında işçi katıldı.[6] Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği hâlde yürüyüşlere çok sayıda TÜRK-İŞ işçisi de toplu hâlde katıldı.[7] Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandılar ve yargılandılar. Kadıköy'de meydana gelen olaylarda 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf öldü.[8] 16 Haziran'da Ankara, Adana, Bursa ve İzmir'de de küçük çaplı olaylar yaşandı.


Öğrenci olayları:

Siyasi krizler ve işçi sendikaları tarafından gerçekleştirilen eylemlerin yanı sıra hükûmetin üstesinden gelmesi gereken bir başka durum da üniversitelerdeki öğrenci olaylarıydı. Solun bir nevi yükselişe geçtiği yıllardı. Üniversiteliler, hükûmeti politikaları nedeniyle ağır bir şekilde eleştiriyorlar ve "Türkiye’yi Amerikan bağımlılığından kurtaracaklarını" iddia ediyorlardı. Fakat bu durum üniversiteleri bir nevi çatışma merkezi hâline getiriyordu çünkü karşıt görüşlü gruplar pek çok zaman karşı karşıya geliyorlar ve olaylar çıkıyordu. İngiliz Büyükelçiliği de bu duruma dikkat çekmiş ve üniversitelerin içinde bulunduğu bu durumun askerlerin ülkeye müdahalesine zemin hazırladığı yönünde bir değerlendirmede bulunmuştu. Dört Amerikan askerinin kaçırılması da durumun ciddiyetini ortaya koyması açısından belirtilmiştir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından kaçırılan bu dört asker daha sonra serbest bırakılmışlarsa da önceki günlerde askerlerin ve onları kaçıranların bulunması için ODTÜ'ye girmek isteyen güvenlik güçleriyle öğrenciler arasında çıkan çatışma sonucu komando eri Mevlüt Meriç'in[9] öldürülmesi Türk Silahlı Kuvvetlerinde büyük tepki yaratmıştır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, "Orta Doğu Teknik Üniversitesinde, Türk askerine, Türk oldukları iddiasında bulunanların ateş etmeleri Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde nefret uyandırmıştır." demiştir. 12 Mart Muhtırası'ndan kısa süre önce meydana gelen bu olay ülke gündemini oldukça meşgul etmiştir.[10]


9 Mart 1971 darbe teşebbüsü

Ana madde: 9 Mart 1971 darbe teşebbüsü

1970'te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisinin iş birliğiyle önce Millet Meclisi, ardından Senatodan geçirildi. Yapılan değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta, sendika değiştirmeyi güçleştirmekteydi. Yasa taslağı 11 Haziran 1970'te Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi.

Kanunlaşan tasarı esas olarak TÜRK-İŞ'ten DİSK'e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdiler. Türkiye İşçi Partisi ise söz konusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesine götüreceğini açıkladı ve iptal davası açtı.

DİSK'li sendikacıların ve yöneticilerin tepkileri, 15 Haziran 1970 sabahı İstanbul'un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmeleriyle yeni bir evreye girdi. Gösterilere pek çok fabrikadan 75.000 dolaylarında işçi katıldı.[6] Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği hâlde yürüyüşlere çok sayıda TÜRK-İŞ işçisi de toplu hâlde katıldı.[7] Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandılar ve yargılandılar. Kadıköy'de meydana gelen olaylarda 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf öldü.[8] 16 Haziran'da Ankara, Adana, Bursa ve İzmir'de de küçük çaplı olaylar yaşandı.


Öğrenci olayları:

Siyasi krizler ve işçi sendikaları tarafından gerçekleştirilen eylemlerin yanı sıra hükûmetin üstesinden gelmesi gereken bir başka durum da üniversitelerdeki öğrenci olaylarıydı. Solun bir nevi yükselişe geçtiği yıllardı. Üniversiteliler, hükûmeti politikaları nedeniyle ağır bir şekilde eleştiriyorlar ve "Türkiye’yi Amerikan bağımlılığından kurtaracaklarını" iddia ediyorlardı. Fakat bu durum üniversiteleri bir nevi çatışma merkezi hâline getiriyordu çünkü karşıt görüşlü gruplar pek çok zaman karşı karşıya geliyorlar ve olaylar çıkıyordu. İngiliz Büyükelçiliği de bu duruma dikkat çekmiş ve üniversitelerin içinde bulunduğu bu durumun askerlerin ülkeye müdahalesine zemin hazırladığı yönünde bir değerlendirmede bulunmuştu. Dört Amerikan askerinin kaçırılması da durumun ciddiyetini ortaya koyması açısından belirtilmiştir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından kaçırılan bu dört asker daha sonra serbest bırakılmışlarsa da önceki günlerde askerlerin ve onları kaçıranların bulunması için ODTÜ'ye girmek isteyen güvenlik güçleriyle öğrenciler arasında çıkan çatışma sonucu komando eri Mevlüt Meriç'in[9] öldürülmesi Türk Silahlı Kuvvetlerinde büyük tepki yaratmıştır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, "Orta Doğu Teknik Üniversitesinde, Türk askerine, Türk oldukları iddiasında bulunanların ateş etmeleri Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde nefret uyandırmıştır." demiştir. 12 Mart Muhtırası'ndan kısa süre önce meydana gelen bu olay ülke gündemini oldukça meşgul etmiştir.[10]


9 Mart 1971 darbe teşebbüsü

Ana madde: 9 Mart 1971 darbe teşebbüsü

Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından emir komuta zinciri içerisinde 12 Mart Muhtırası verilmemiş olsaydı TSK içinde kurulmuş olan ve içlerinde emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun da bulunduğu askerî cunta harekete geçebilirdi.[11] Cunta içine sızmış ve önemli görevler üstlenmiş olan Mahir Kaynak vasıtası ile darbe planları önceden haber alınmış ve darbeye adı karışan ve orgeneral rütbesinden

daha kıdemsiz olanlar resen emekliye sevk edilmişlerdir.[12]

12 Mart 1971 Darbesi'ne giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı Devrim gazetesi etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesi'ni yapan Millî Birlik Komitesinin gerçek lideri [13] emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun[14] da bulunduğu "Millî Demokratik Devrimciler", o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek "ulusçu-devrimci yöntem" olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefeti savunuyorlardı. Devrim gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, çok sonraları anılarını anlattığı Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim adlı kitabında, o zamanki maksatlarının, "ulusalcı subayları ikna ederek onlarla birlikte bir 'Millî Demokratik Devrim' darbesi yapmak" olduğunu yazdı.[15]

9 Mart 1971 tarihinde planlanan darbe, içlerinde Mahir Kaynak[16] ve Mehmet Eymür'ün de bulunduğu Millî İstihbarat Teşkilatı mensuplarının durumu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün'e haber vermesiyle akamete uğratıldı.[17]



Muhtıra:

Muhtıra, 12 Mart 1971 günü saat 13.00'te TRT radyolarından okunan bildiri ile ilan edilmiştir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu'nun imzasını taşıyan muhtıra şöyleydi:

1. Parlamento ve Hükûmet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, ATATÜRK'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa'nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa'nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir Hükûmetin demokratik kurallar içinde teşkili zarurî görülmektedir.

3. Bu husus sür'atle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almağa kararlıdır.

Bilgilerinize.


Muhtıra sonrası:

Muhtıra metninde geçen "Atatürk'ün bize verdiği hedef" gibi ifadeler nedeniyle Doğu Perinçek, Mihri Belli gibi isimlerin olduğu Millî Demokratik Devrimciler ve Mahir Çayan'ın etkisindeki DEV-GENÇ, TÖS, DİSK ve Hikmet Kıvılcımlı gibi sol görüşlü çevreler tarafından muhtıra sosyalist görüş lehine müdahale edildiği zannıyla ilk günlerinde desteklendi. TİP'in büyük çoğunluğu desteklemese de, milletvekili sıfatıyla Mehmet Ali Aybar da muhtıra sonrası kurulan I. Erim Hükûmetini destekledi.[18][19]


Reform Hükûmeti:

Ana madde: 33. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti:

Ordu, 12 Mart 1971'de bir muhtıra verdi. Parlamento feshedilmedi, partiler kapatılmadı, Anayasa askıya alınmadı. Ama koşullar çok değişmişti. Askerler bir teknokrat hükûmeti istiyorlardı. Eğer böyle bir tarafsız başbakan Meclis içinden çıkar da güvenoyu alırsa sorun kalmazdı. Bunun için tarafsız bir milletvekili aranmaya başlandı. CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim ismi üzerinde anlaşıldı. Erim CHP'den istifa etti. 26 Mart 1971'de hükûmeti kurdu. Böylece artık bağımsız başbakan olan Erim, "partiler üstü reform hükûmeti"ni kurdu.[20] Erim, başbakan olduktan sonra CHP genel başkanı İsmet İnönü, Erim hükûmetine destek vereceğini açıklamıştır.[21]


Anayasa değişiklikleri:

1961 Anayasası gerek kendinden önceki 1924 Anayasası'ndan gerek günümüz 1982 Anayasası'ndan başta hak arama özgürlüğü grev hakkı ve sendikalar ile ilgili haklar olmak üzere temel hak ve hürriyetleri daha güçlü şekilde garanti eden hukuk profesörleri tarafından hazırlanmış bir anayasaydı. 1971 muhtırası döneminde 1421 Sayılı Kanun ve 1488 Sayılı Kanun ile 1961 Anayasası'nda birtakım değişiklikler yapılmıştır bu değişikliklerden en çok göze çarpanı temel hak ve özgürlükleri garanti eden hükümde değişiklik yapılmasıdır. Bu kapsamda, anayasanın 11. maddesi değiştirilerek bütün hak ve özgürlüklere ilişkin genel bir sınırlama prensibi getirilmiştir. Bu değişiklikle hak ve hürriyetlerin, cumhuriyet rejimine zarar verecek şekilde kullanılamayacağı ve kamu düzeni için özgürlüklerin sınırlanabileceği vurgulanmıştır. Aynı kanun ile hak arama özgürlüğüne dair bir yasama kısıntısı getirilmiş. Hakimler Kurulunun ve Savcılar Kurulunun kararlarına karşı yargı yolu kapatılmıştır. Bu yasama kısıntısı daha sonra anayasa mahkemesi tarafından hukuk devleti ilkesine aykırı bulunarak iptal edilmiştir.[22]


Orduda tasfiye:

Muhtırayı veren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, orgeneral rütbesindekiler hariç 9 Mart 1971 darbe teşebbüsüne adı karışan başta Tümgeneral Celil Gürkan olmak üzere tüm subayları resen emekliye sevk etti. 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün de bu teşebbüse adı karışan Devrim yazarlarını Ziverbey Köşkü'nde Millî İstihbarat Teşkilatı vasıtasıyla sorguya çekti. Bu sorgularda, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur'un da 9 Mart hareketine önce destek verdikleri fakat sonra istihbarat bilgileri Genelkurmay Başkanı Tağmaç'a ulaşınca desteklerini geri çektikleri ortaya çıktı.[23]


Balyoz Harekâtı:

Ana madde: Balyoz Harekâtı

İsrail Başkonsolosu'nun Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi militanları tarafından kaçırılıp öldürülmesinden sonra İstanbul'da sol görüşlü yasak yayınların toplanması için ilan edilen sokağa çıkma yasağı ve tutuklamalar zinciridir. Sonucunda TİP ve DİSK kapatılmıştır.[4]


14 Ekim 1973 genel seçimleri:

Ana madde: 1973 Türkiye genel seçimleri

14 Ekim 1973 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde TBMM 15. dönem milletvekilleri seçilmiştir. Bunun sonucunda 185 milletvekiliyle CHP iktidar, Bülent Ecevit de başbakan olmuştur.[24]





16 yorum:

  1. Sami Baran, roman kahramanı: … .. Rumelili geçmişi olan, aile içinde Üsküp hatıraları konuşulan evlad-ı fatihan üyesi; ama yıllar geçtiğinde, 12 Mart askeri muhtırasının ortaya çıkardığı gergin durum üzerine mülteci olarak İsveç’e sürüklediği yeni hayatını kedisi Sirikit’le birlikte yaşayan bir kişilik…

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sami’nin kendi ifadesiyle; önceki hayatında insanlarla yakın, sadakat ve uyum gösteren yumuşak huylu bir köpek gibi; güç karşında yaltaklanan bir yaşam tarzını terk etmek ve gerektiğinde, kuvvetli çene yapısıyla ve kuvvetli çenesiyle bir tavşanı rahatça öldürebilecek kedisi Sirikit gibi olmaya karar vermesi ile başlıyor roman.

      Sil
    2. Bir diğer ifadeyle kurban olan değil, kurbanlarını yiyen kedi gibi…

      Sil
    3. Roman, Osmanlı döneminde on iki yıl ülkemizde kalan Demirbaş Şarl’a bizde uzun süre kalması nedeniyle “Kral XII. Şarl” adını verdiğimizi, iki ülke arasındaki kültür farklılığını ve ortak yanlarımızı da hatırlatıyor.

      Sil
    4. Romanın ilerleyen bölümlerinde de 70’li yılların Türkiye’sindeki sosyal yapı, ülkeyi gerilim içine sokan, neredeyse günde 30-40 kişinin ölümü sonuçlanan sağ-sol çatışmalarını yaşandığı “iç savaş” günleri gözler önüne seriliyor.

      Sil
    5. Geriye baktığımızda, yurdum insanını sağ-sol diye ikiye bölen “kuklacı başının” aynı olduğunun farkına varmamız bir işe yaramamış olmalı ki; günümüzde de ismi değişen bölünmüşlüğün yeni versiyonları sergilenmekte…. Oyuna çabuk geliyor gibiyiz.

      Sil
    6. Kitabın henüz başlarındayken; roman kahramanı Sami Baran’ın hastane psikiyatri servisinde yatmasını gerektiren rahatsızlığının gerekçesi gibi anlatılan, ama aynı zamanda üzerinde de fazla durulmayan hastalığının nedeni (hipokondriyak, General Anxiety Syndrom) ilerleyen sayfalarda ortaya çıkınca; kendinizi derin bir düşünceye dalmış gibi buluyorsunuz….

      Sil
    7. Askeri darbelerin öncesinde yaşanan travmalar ve demokrasiye tekrar açılan yolda ilerlendiğinde bile ortaya çıkan kasıtlı ya da kaza olarak ortaya çıkan travmaların bıraktığı izler her dönem kalıcı izler bırakabiliyor… “Hayat böyle bir şey, ” demek insanı rahatlatır mı?

      Sil
    8. Ya da, insanın dayanma gücünün sonuna geldiği için günlük gerginlik nedenlerine kafayı takmayıp, anlamazdan mı gelinmeli?

      Sil
    9. Psikolojinin bozulmasını göze alamayanlar gibi; ki çevremizde hâli vakti yerinde olan ama yoksul aile ziyaretine gidip yerinde onların hayatlarını kısa süreliğine bile olsa paylaşıp, güçleri oranında yardımlaşmak yerine; “Ay ben gidip görmeyeyim, dayanamıyorum” diyerek “Şu parayı alın, siz verin…” ya da “ şu malzemeleri benim adıma siz götürüp verebilir misiniz?” sözlerini anlayışla karşılamak gerekebilir.

      Sil
    10. Bunları yazarken bile derin nefes alma ihtiyacı duyuyorum. Olan bitenler için haklı gerekçe yokken; durumu kabullenmenin mümkün olmadığı durumda; yaşanan acının yıkımını anlatacak kelimenin yokluğunu hissediyorsunuz….

      Sil
    11. İnsan evladının, sebep ne olursa olsun; kendi evladına yapamayacağı kötülüğü başka birinin evladına yapmaya hakkı ve yetkisi olmadığını inancım tam! Ancak hem tarih okumalarımız hem de içinde yaşadığımız yakın geçmiş olarak ifade edilebilecek dönemde açık kaynaklardan edindiğimiz ya da duyduklarımız romanda yaşanan kötülüklerin gerçeklere ayna tutuyor olabileceğini de düşündürüyor, maalesef…

      Sil
    12. Romanın bu bölümlerini okurken özellikle başımda ama genel olarak da vücudumda uyuşmalar hissetmeye ve derin derin nefes alma ihtiyacı, yanında hastaymış gibi halsizlik duymaya başladım. Okumaya ara vermek zorunda kaldım…

      Sil
    13. Çok kitap okuyan biri olarak, ilk defa yaşadığım bir tükenmişlik hali bu...

      Sil
    14. Göçmen hastalığı; Gıdaların, iklimin ve koşulların aşırı değişikliği ve bulunduğu çevreye uyamama sonucunda, gerçekten fizyolojik bozukluklara da varabilecek bir sarsılmaların ortaya çıkması…. doğal ortamından alınarak hayvanat bahçesinde küçük bir kafeste tutulan hayvanları akla getiriyor… kuşları kafese koyma, balıkları akvaryumda tutmak gibi bir şey. Her canlı kendi doğal ortamında mutlu olabilir.

      Sil
    15. Zülfü Livaneli’nin olayları ve duyguların derinliğini anlatmaktaki ustalığı okuuya güç veriyor…. Psikolojik sorunu olanlar ya da kötülükler karşısındaki duyarlılığı yüksek olanların okuması sorun çıkarabilir. Değilse, ders ve öğretici yanı ile okunası bir eser.

      Sil