27 Ekim 2025 Pazartesi

Önceki Günün Adası*


 

Gene de aşağılanmamdan gurur duyuyorum ve böyle bir ayrıcalığa makkûm edildiğim için, korkunç bir kurtuluşun tadını çıkarıyorum neredeyse: Sanırım, soyumuUn, insanoğlunun belleğinde, ıssız bir gemide deniz kazasına uğrayan yeâne varlığım.


Böyle yazıyor Robero de la Grive, yola gelmez bir kavram kargaşası içinde, tahminen 1643 yılının Temmuz ile Ağustos ayları arasında.

Bir tahta parçasına bağlı, güneş gözlerini kör etmesin diye gündüz vakti yüzünü güneşten öte çevirmiş, su yutmamak için boyunu doğal olmayan biçimde gerilmiş, teni tuzlu suyla kavrulmuş, hiç kuşkusuz ateş içinde, kaç gündür dalgalar üzerinde dolaşıyordu? Mektuplar bunu belirtmiyor ve sanki en çok iki günlük bir süre söz konusu olmalı, aksi takdirde -kendi betimlemesine göre, onun gibi son derece hastalıklı, doğal bir kusuru nedeniyle ancak gececil bir hayvan olarak- Phobios’un yayı altında hayatta kalamazdı (zengin hayal gücüyle yakındığı gibi.)

Zamanı hesaplayacak durumda değildi, ama sanırım onu Amarilli’nin bordasından fırlatıp atan fırtınadan hemen sonra deniz durulmuş ve denizcinin ona tam yerinde bir uyarısıyla şekil verdigi o bir tür sal, akıntılar onu koya yanaştırıncaya kadar, ekvatorun güneyinde son derece ılıman bir kışın hüküm sürdüğü bir mevsimde, sakin bir deniz üzerinde alizelerin itmesiyle, çok fazla mil yol gitmesine gerek kalmaksızın, onu sürüklemişti.

Geceydi, uyuyakalmıştı ve ta ki sal bir sarsıntıyla Dahne’nin pruvasına çarpıncaya dek, gemiye yaklaşmakta olduğunu fark etmemişti. 

Ve -dolunay ışığında- bir cıvadranın altında, çıpa zincirinden uzak olmayan bir noktasından bir ip merdivenin sallandığı (*Peder Caspar, “Yakub'un Merdiveni” (.Yakub, düşünde yeryüzünde bir merdiven dikildiğini ve başının göklere eriştiğini görür. Bu merdiven de Yakub’un Merdiveni olarak geçer. Kutsal Kitap, Eski Ahit, ‘Yaratılış’ 28:12, adını verekti ona!) bir baş

Geceleyin Kütüphane*


 

“Bir serseri mizah anlayışına (pek başarılı olmasa d) ilk kez sahibim ve her gördüğü kuşla havlayıp avını bırakan bir çiftlik köpeği misali ben de elimde tutmam gerekenleri biriktirmiş bulunuyorum. , ama sağlam bir yöntem arayışıyla boşuna çok kitap okuduğum için şikâyetim haklı ve doğru (çünkü her yerde olan hiçbir yerde değildir); pek faydasını görmesem de sanat, düzen, hafıza, muhakeme uğruna Kütüphanelerimizde kafamı allak bullak eden çeşitli yazarlara takıldım. 

Robert Burton (1577-1640 İngiliz bilim adamı ve papaz. Oxford Üniversitesi’nde rektördü. En bilinen eseri Melankolinin Anatomisi’dir) 


Başlangıç noktası bir soru.

Teoloji ve fantastik edebiyat dışında, evrenimizin belli başlı özelliğinin anlam eksikliği ve gözle görülür amaç yoksunu olmasından kuşku duyan birkaç kişi ancak çıkar. Yine de şaşırtıcı bir iyimserlikle yazı tomarlarından, bilgisayar yongalarından, ister istemez somut olsun ister sanal ya da başka türlü ,dünyaya akıl ve düzen kazandırmak gibi acınası bir çabayla kütüphane raflarından sonra kitaplıklardan toplayabildiğimiz kadar kırpık bilgileri bir araya getirmeyi sürdürürüz, aksine inanmak istesek de uğraşlarımızın başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûm olduğunu bile bile.

Peki bunu niye yaparız? En başından beri sorunun olasılıkla yanıtsız kalacağını bilmeme rağmen onun izinden gitmeye değer. Bu kitap o arayışın öyküsüdür. 

Sonu gelmeyen biriktirme çabaları kadar tarihlerin ve isimlerin sıralamasına titizlenmeyen biri olarak yola çıkalı birkaç yıl oldu, amacım ne kütüphanelerin bir tarihini daha derlemekti ne de

24 Ekim 2025 Cuma

Ali Dede*


 

Sessizliğin içinde konuşan, görünmeyenin izini süren kalpleri derin bir huzura eriştiren bir Allah dostuydu Kavaklılı Hacı Ali Dede…

Kimi zaman  bir duada saklıydı sesi, kimi zaman bir yetimin başını okşayan ellerinde. Onu gören, başka bir âlemden gelen o derin vakarı hissederdi. Konuşmazdı fazla ama söyledikleri yollara bedel olurdu.

Seydişehir Kavak köyünün mütevazı sokaklarında yürüyen bu ulu zat, sadece bir köy büyüğü değil; ricâlü’l-gayb olarak bilinen gizli erenler halkasının bir üyesiydi O, görünmeyen orduların duasıydı, manevi âlemlerin nöbetçisiydi.

Geceleri sabırla kıyamda geçen, gündüzleri halkın içinde Hakk’a işaret eden bir hayat yaşadı. Dünyayla işleri yoktu; o Allah’a adanmış bir ömür sürdü.

Yoldan  bakışıyla toparlandı, umutsuzlar onunla yeniden dirildi.

Kimseye yük olmadı, yük taşıdı. Kimseye görünmeden, nice gönle sultan oldu…

Kavaklılı Hacı Dede, bugün hâlâ dualarda anılan, gönüllerde yaşayan bir gizli veli…

Ve onun hikâyesi, hakikati arayan her kalbin içinde yankılanmaya devam ediyor.


Kırklar Meclisi ve Hacı Ali Dedemin Sırrı

Derler ki bu dünya görünen perdelerden ibaret değildir.

Bazen taşların sessizliği bir zikri saklar, bazen bir kuşun kanadında bin yıllık sırlar taşınır.

Her ne varsa görünürde, onun ötesinde  bir mana âlemi gizlidir.

Ve işte o mananın merkezinde , kimsenin göremediği fakat varlığıyla bütün âlemi ayakta tutan bir meclis vardır: Kırklar Meclisi…

Kırklar, bir topluluk değil, bir sır kapısıdır.

Onlar, ne vakit dünyaya baksalar, baktıkları yerde zamanı mühürlerler.

23 Ekim 2025 Perşembe

Elimden Ne Gelir*


 

İçinden geçtiğimiz bu dünya imtihanında; kalbi ölmemiş, aklı sömürgeleşmemiş, vicdan sahibi herkes, aklına güvendiği kişilere samimiyetle “Ben ne yapabilirim?” ya da “Ne yapmalıyım?” diye soruyor. Bu soru, zulümleri, depremleri, yangınlarıyla; yaşanması zor karakterleriyle, kimi zaman küçük kimi zaman büyük sınanma anlarıyla, en yüksek karar verici mevkilerden en sıradan insana kadar hayat karşısında herkes için gittikçe daha varoluşsal bir soru haline geliyor.


Öncelikle, “Elimden ne gelir?” sorusunun bir yandan kişinin kendini bugüne kadar hangi noktaya getirdiğiyle, yani kişinin kendini hangi konuda, ne kadar geliştirdiğiyle ilgili olduğu açıktır. Zira insanın ne yapacağını bilmez hâlde ortada kalıvermesi biraz da o güne kadarki hayatını boşuna harcamış olmasından kaynaklanır. Çevremizdeki pek çok genç, yaşadığımız günlerin ağır sorumluluğu altında ”ne yapsak” diye döne döne aranırken dile getirmekten çekinilen asıl soru şu: Kendimizi böyle günler için nasıl hazırladık?


İşi bilen insanın yaklaşık yirmi yaşına kadar geçen ömrünü nasıl geçirdiyse ondan sonrasının da o minvalde geçeceğini söyler. Ahlâken, zihnen, beceri ve donanım açısından yeterince kalifiye olmayan, ilk gençlik yıllarını laylaylomla  geçirmiş insanların tepemize inen bir yumruk karşısında “Elimden ne gelir?” demesinin, defalarca yaşadığımız deprem felaketlerinin gösterdiği gibi, zamanında gerekeni yapmayanların yıkıntılar karşısında gözyaşı dökmesinden farkı yoktur.


Büyük imtihanlardan çıkmak için iman gücünün -dünyevi açıdan- işe yaraması, üzerinde duracağı temel niteliklerin zamanında sağlam inşa edilip edilmediğiyle alakalıdır. Bununla beraber Rabbimizin kuşatıcı rahmetinin bir neticesi olarak o sağlam temeli oluşturmanın imkânı son nefese kadar açıktır. İnsanın niteliklerini artırmasının, ahlâkını ve inancını sağlamlaştırmasının bu bakımdan yaşı yoktur. “Şu yaşa gelmişsen yapacak bir şey yok, artık ilerleyemezsin” demek bizi, hayırlı sonuçlara götürmez. İnsan ömrünün bu

Şansölye Merkel*


 

İşte bu kadar. Angela Merkel gidiyor. Açık mavi gözleri ve iki sert çizgiden ibaret olan bu tanıdık yüzü artık ekranlarda görmeyeceğiz. Artık bir devlet başkanını selamlamak üzere yürürken attığı kararlı adımlarını, uzun sürmeyen kibar bir tebessüm ve çok kısa bir baş hareketinin eşlik ettiği, tamamen kendine özgü tokalaşma yöntemini görmeyeceğiz.Twitter veya Instagram’d, hiçbir zaman cazip jestlerle, ikna edici hlelerle veya bir iletişim danışmanının hazırladığı sloganlarla canlanmayan monoton sesinin kesitleri dolaşmayacak. Gösteriş çabaları ona göre değildi, aynı şekilde Mannschaft tarafından atılan bir gole eşlik etmedikçe, çoğu zaman gereksiz, dolayısıyla uygunsuz olduğunu düşündüğü coşkulu duygusal tepkiler de ona göre değildi. Artık tüm fırtınalara karşı dirençli ruh hâlinin tek belirgin varyasyonu olan ceketinin, o günkü rengini merak etmeyeceğiz. Onu bir daha görmeyeceğiz çünkü Angela Merkel Şansolyelik’ten  ayrıldığında resmi siyaseti tamamen bırakacağından neredeyse eminim. Uluslararası ilişkilerde kurumsal bir göreve atandığını duymayacağız. Arkasından gelenleri politikası hakkında yorum yapmayacak. Kendini ahlaki bir vicdan olarak yüceltmeyecek ve rol model üstlenebileceği kimliği kesinlikle reddedilecektir. Biriken talepleri sistematik bir şekilde reddetmekten yorulduğu bir gün ya da demokrasinin veya çok taraflılığın yeniden kötü bir döneme girdiği bir zaman ya da gerçekten gerekli gördüğü bir noktada kuşkusuz yeniden bir konuşmayla ortaya çıkacaktır. Ama yeni bir sorumluluk pozisyonunu kabul etmeyecek, sadece sosyal eylemlerde bulunacak, gelişmekte olan ülkeler ve çocukluğundan beri kendisini şekillendiren, hırsını kamçılayan değerleriyle ilgili diğer tüm amaçlar için çeşitli projeleri destekleyecektir.

    Belki seyahat edecek. Rusya, Amerika ve açık havanın hayalini kuruyordur. Tolstoy'u ve Pasternak'ı, Volga'yı ve Trans-Sibirya Demiryolu'nu düşünüyordur. Rocky Dağları'nı Kaliforniya'nın kaktüslerini, dikenli teller ve gözetleme kulelerinden başka ufkun olmadığı zamanlarda geçirdiği Doğu Almanya'da yaşlandığında ziyaret etmeyi hedeflediği o özgür dünyayı hayal ediyordur. ... ..

Sultan Abdülhamid*


 

Bizde oldum olası, tarihi şahsiyetlerle ilgili olarak ifrat veya tefrit uçlarında dolaşan bir yaklaşım vardır. İçinde bulunduğumuz camiaların peşin kabullerine dayalı olarak sevdiklerimize toz kondurmazken sevmediklerimizi ise yerin dibine geçiririz.

Aslında söz konusu yaklaşım, eğitilme tarzımızla da doğrudan ilgilidir. Bizler lineer bir yaklaşımla yetiştiriliyoruz. Buna, düz mantık da denebilir. Bize göre bir şey ya iyidir ya kötüdür; ya siyahtır ya beyaz; ya güzeldir, ya çirkindir. Bu yaklaşım asla ara ton tanımaz. Halbuki hayatın ve eşyanın tabiatı bu yaklaşıma tamamen zıttır.

Lineer mantık, bizde süblimasyon, yani gereksiz derecede yüceltme, adeta tanrılaştırma denen bir hastalığın yerleşmesine yol açmıştır. Fatih’i, Yavuz’u veya Kanuni’yi mi seviyoruz, onların da insan olduğunu, etten kemikten yaratıldıklarını, aşklarının, sevgilerinin, nefretlerinin, korkularının, endişelerinin, ve zaaflarının olduğu gerçeğini unutuyoruz. Sultan Abdülhamid’i mi seviyoruz, onun etrafında efsaneler üretiyor ve onu adeta kutsuyoruz. Atatürk’ü mü seviyoruz, işi adeta tapınma derecesine vardırıyoruz. Tam tersine eğer bu tarihi şahsiyetleri sevmiyorsak, işi nefret derecesine vardırıp sabah akşam onlara hakaret ediyor, iftira ediyor, hatta küfrediyoruz. 

Bir milletin milli hatıraları olan tarihe ve tarihi şahsiyetlere bu şekilde yaklaşmak aynı zamanda patolojik bir durumdur. Çünkü aşk kusur göstermez; kin ve nefret de iyilik ve sevap göstermez. Hele ki, aşklarımızı ve nefretlerimizi ideolojik saplantılarımız belirliyorsa takım tutar gibi padişah, devlet adamı, şair ve yazar tutmaya başlarız. En iyi şairi, dünya görüşümüze, ideolojik tercihlerimize uymuyor diye yok sayarız. Halbuki, bir sanatkârı sadece ideolojik kriterlere göre değerlendirmek bülbülü eti için öldürmek gibidir.

İdeolojik muhalif ve muarızlarımızın, genel olarak Osmanlı padişahlarından nefret mi ediyor, o zaman biz onlara adeta “ismet sıfatı”nı layık görüyoruz. Halbuki ismet sıfatı, yani günahsızlık peygamberlere hastır. Peygamberler dışındaki şahıslar halife de olsalar onlara bu sıfatı veremeyiz.

18 Ekim 2025 Cumartesi

İri Memeler Geniş Kalçalar*


 

Nobel ödüllü Mo Yan, Çin toplumunun tüm değerlerini altüst eden Kültür Devrimi sırasında yaşananları, dokuz çocuklu bir ailenin başından geçenleri yansıtıyor.Çocuklar doğdukları andan büyüyünceye kadar o süreçteki olaylardan her birinin dolaylı ya da dolaysız öznesi veya tanığı oluyorlar. Romanın en önemli kişilerinden biri de o çocukların annesi.

Mo Yan, kitabı nasıl yazdığını ve o anne karakterini nasıl oluşturduğunu aktarıyor:


“Romanı yazarken hiç çekinmeden annemin kişisel deneyimlerinden yararlandım; ama kitaptaki annenin duygusal deneyimleri kurgusaldır ve Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’ndaki pek çok anne nin deneyimlerine dayanır. Kitabın girişinde, bu kitabı annemin ruhuna adıyorum, diyorum; ama bu kitabı aslında dünya üzerindeki bütün annelere ithaf ediyorum; tıpkı benim şu kibirli ve vahşi hırsımla o küçücük Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’nı Çin'in ve dünyanın mikrokozmosu olarak gördüğüm gibi.”


Papaz Malory, kang’ın (*Tuğla veya pişmiş topraktan yağılan iki metre uzunluğunda, altında ısınmak için bir ocak bulunan geleneksel Çin yatağı) üstünde sessizce uzanırken Meryem Ana’nın pembe memelerine ve kucağındaki kıçı çıplak Bebek İsa’nın tombik yüzüne vuran parlak kırmızı bir ışık gördü. Geçen yaz tavandan damlayan sular bu yağlıboya resmin üzerinde kahverengi su lekeleri bıraktığından Kutsal bakire ve Oğlu’nun yüzünde boş bir ifade vardı. Gümüş grisi ve ipek inceliğinde bir ağdan sarkan uzun bacaklı bir örümcek hafifi bir esintiyle bir o yana bir bu yana sallanıyordu. “Sabah örümcekleri mutluluğa, akşam örümcekleri zenginliğe alamettir,” demişti bir keresinde o solgun yüzlü ama güzel kadın örümceği görünce. Beni nasıl bir mutluluk bekliyor ki? Aklına birden rüyasında gördüğü o göksel  memelerle tuhaf kalçalar düşüverdi, dışarıdan gelen çekçek gıcırtısı, uzaktaki bataklıktan gelen turna ssleri ve süt keçisinin kızgın melemelerine kulak kesildi. Serçeler pencerenin kâğıt kaplamasına çarpıp duruyordu. Mutluluk kulu da denilen saksağanlar avlunun dışındaki kavak ağaçlarında cıvıldıyordu. Görünüşe göre bugün gerçekten