Yaşlı adam kırık-dökük bir arabaya binmiş geliyordu. Arabayı çeken taypalma yorga (*Yorga atlar biçimlerine göre “yol yorga”, “kiytin yorga”, “şaldır yorga”, “sapkın yorga” , “su yorga” ve taypal yorga”... gibi adlar alırlar. “Su yorga” ve ”taypalma yorga” dünyanın en değerli binek ve yarış atlarıdır. “Taypalma yorga” “Su yorga” dörtnala koşmasını bilmeyen ama dörtnala giden yarış atlarını geçen , güzel yürüyüşlü, hızlı, binicisini hiç sarsmayan, su gibi akıp giden, uzun mesafe koşusunda eşsiz bir at cinsidir(ç.n.) Gülsarı da çok yaşlı ve bitkindi. Bir deri bir kemik kalmıştı.
Önlerindeki yokuş, açılmış ince bir bağırsak gibi, tâ belin oraya kadar uzanıyordu. İşte bu engin, çıplak ve ıssız bozkırda, kış günleri bora, kasırga eksik olmaz, yaz günlerinde ise cehennem sıcağı yakar kavururdu.
Bu dik yokuşu ağır ağır çıkmak, Tananbay’ın pek gücüne giderdi. Hiç sevmezdi yavaş yürümeyi. Yavaş yürümek bir işkence idi onun için. Gençliğinde, ilçe parti komitesi toplantılarına katıldığı günlerin dönüşünde, bu yokuşa geldiğiğ zaman kamçıyı basar, atını dörtnala sürerdi. Ama bir öküz arabasına binmiş ise, yoldaşlarını arabada bırakıp yere atlar, şekpenini (*İnce yün kumaştan, elle dikilmiş, uzun, bol bedenli
üst giyimi.) omzuna atar, başlardı koşarcasına yukarı tırmanmaya. Sanki düşmana saldırıyormuş gibi öfkeyle ileri atılır, yokuşun beline varıncaya kadar hiç durmazdı. Sonunda nefes nefese yokuşun beline, artık inişin başlayacağı tepeye varınca, “oh be!” derdi kendi kendine. Ciğerleri körük gibi şişip inerek, yüreği kafesinden çıkacakmış gibi çarparak, orada oturup biraz dinlenir, tâ aşağıda ağır ağır gelen arabaya bakardı. O bir türlü ilerlemek bilmeyen arabada oturmaktansa, böylesi çok daha iyiydi onun için.
Rahmetli Çora, o zamanlar, arkadaşının bu sabırsızlığına, tezcanlılığına güler:
-Senin işlerin neden uz gitmiyor biliyor musun Tananbay? derdi. Çok tezcanlı , çok sabırsız oluşundan. Vallahi ondan! Aynı anda ‘hem havadakini kapmak, hem yerdekini yalayıp yutmak istiyorsun. Dünya çapındaki bir devrimin hemen gerçekleşmesini diliyorsun. Öyle bir çırpıda olmaz bu işler. Dünya devrimi şöyle dursun , sen bizim şu eski Aleksandrovka yokuşunu bile araba ile ve araba yolundan tırmanmaya
tahammül edemiyorsun. … ..… ..
Bir an yine başı döndü ve sonra donup kaldı. Her yanı kayışlarla sarılmış, sırtına bir ağırlık çökmüştü. Yan gözle geriye bakınca, sırtında bir adamın oturduğunu gördü. O adamı silkinip atmak istedi sırtından. Ama o zıpladıkça ağızlık ağzını yırtacak kadar sıkılıyor, üzerine oturmuş adamın topukları karnına batıyordu. Çaresizdi. Yine de kişneyerek şaha kalktı, yana sıçradı. Sonra başını öne eğip arka ayaklarını havaya kaldırdı, yana sıçradı, silkindi. Ama başka bir atın üzerinde olan başka bir adam yularının uzun ipini çekiyor, kaçıp gitmesini engelliyordu. O zaman adamın çevresinde daire çizmeye başladı. O çember yolun bir noktada açılacağını ve oradan son hızla uzaklaşacağını umuyor, dönüyor, dönüyor ve oradan son hızla uzaklaşacağını umuyor, dönüyor, dönüyor, ama çember açılmıyor, çözülmüyordu. Döndü, yine döndü, durmadan döndü. Adamların isteği de buydu zaten. Sahibi kamçısını şaklatıyordu. Yorga, onu sırtından iki kez atmayı başardı, ama iki defasında da adam kalkıp yine bindi üstüne..
Bu zorlu, eziyetli koşu sürüp gitti. Gülsarı’nın gözleri kararıyor, başı dönüyor, keçe çadırlar dönüyor, gökteki bulutlar, her şey dönüyordu. Yorga yoruldu, yavaşladı, yürümeye başladı. Ter içinde kalmış, çok da susamıştı.
Adamlar ona su içirmediler. Akşam olunca eyerini de almadılar üzerinden. Yalnız kolonlarını gevşeterek bir ağaca bağlayıp bıraktılar Gemin dizgini iki tarafından gerilip eyerin başına bağlandığı için başını dik tutmak zorunda kalıyor, sağa sola çeviremiyor ve uzanıp yaramıyordu. Üzengiler toplanıp eyerin kaltağına bağlanmıştı.
Gülsarı bütün gece öyle durdu. Başına neden böyle bir felâket geldi anlayamıyordu. Yenik, yılgın, üzüntülüydü. başını hafif oynatacak olsa gem ağzını yırtarcasına acıtıyordu. Ağzındaki o demirin tadı da pek kötüydü. Ağzının kenarları yara bere içinde kalmıştı. Kolanların vücudunu sıktığı yerler ve eyerin vurduğu sırtı acıyor, sızım sızım sızlıyordu. Susuzluktan da ölecekti nerdeyse. Derenin öbür yakasında, yılkı, her zaman olduğu gibi yayılmış , otluyordu. Onların kişnemelerini, toynaklarından çıkan sesleri, atlara gece bekçiliği yapan yılkıcıların bağırışlarını da duyuyordu Gülsarı. Keçe çadırların yanında ateşi, ateş başında oturup sohbet eden adamları, çocukların köpek gibi ses çıkararak onları havlattıklarını… her şeyi duyuyordu. Kendisi, öylece duruyordu orada. Onunla kimse ilgilenmiyordu. Sanki herkes unutmuştu onu. … ..
… ..
*Elveda Gülsarı & Cengiz Aytmatov
Çeviren: Refik Özdek
Ötüken Neşriyat
1.Basım: 1993

*https://eksisozluk.com/elveda-gulsari--116677
YanıtlaSil*kahramanımız tam bir "bir zamanlar fırtınalar estirirdim" diyen bir yarış atıdır, gün gelir devran döner ve tabi ki kaçınılmaz son "sütçü beygiri" olur. bu hani zaten çok hüzünlüdür, zordur, kabullenilmez ya; yazarın anlatımıyla iyice bir dağılırsınız. yaa yaa gerçekten "neydik ne olduk" diye. yok be kardeşim, bu gerçekten kaçınılmaz son. yaşlanacağız ve yolumuza yürüyemeyeceğiz. altımızdan alacaklar. rezil bi şekilde, … ..
Cengiz Aytmatov, kahramanının bir yarış atı olan Gülsarı ile birlikte Sovyetler dönemindeki sosyal yaşamı, özellikle kırsal bölgelerdeki boyutu ile anlatırken at ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliğini ve köy yaşamının şartlarını okuyucusunu da gelişmelerin içinde yaşatırcasına eserinde paylaşıyor ….
YanıtlaSilGenelde kırsal yaşamda, özel olarak ise at ve koyun yetiştiriciliğinin olağanüstü zorluklarını; konuya aşina olmayanların bile duygusal olarak etkilemeyi başarması; Cengiz Aytmatov’un edebiyat dünyasındaki yerini hak ettiğine bir kez daha şahitlik ediyoruz. Roman okunmayı hak ediyor.
YanıtlaSil