23 Mart 2025 Pazar

Evlilik ve Aile Terapisi*


 … ..

Ailede Karı-Koca

Yasal ve törel bağlarla ortaya çıkan ailede, insan ilişkileri en yakın ve yoğun olan asıl öge eşler veya karı ve kocadır. “Karı” ve ”koca” aile ortamına bütün özgeçmişleri kişisel davranış ve alışkanlıkları ve bireysel nitelikleri ve davranış kalıpları ile birlikte bir araya gelmektedirler. Her ikisi de kendine özgü benzer ve farklı kişisel geçmişleri ve şimdiki kişilik yapıları ile birbirine sürekli uyum sağlamak durumundadırlar. Birbirlerini sevme ve sayma yanında, “”birbirlerine” ve “kendilerine” saygı ve güven duyan birer varlık olarak gelişip yaşamak zorundadırlar. Bu süreç içinde birbirlerinin psiko-sosyal ihtiyaçlarını da karşılamak ve birbirlerinin kişilik ce bireyselliğini de kabul etmeleri ya da uzlaştırıcı bir yol bulmaları gerekmektedir. İşte evlilikteki sürekli uyumun karmaşık oluşu buradan gelmektedir.

Karı-koca, bu sürekli uyum süreci içinde, bazen üstesinden gelemedikleri problemlerle karşılaşabilirler. Bu problemin tarafların hayat boyu mutsuzluklarına ve yuvanın yıkılmasına neden olmadan, bu konuda uzman olan birinin yardımı gerekebilir. İşte, aile içindeki üyelerin daha iti uyum sağlayabilmeleri, uyumsuz denen kişinin de dahil olduğu tüm aile üyelerinin ilişkilerini tekrar düzene koyma işlevi aile terapisine düşmektedir.


Evliliğin Bireysel ve Sosyal İşlevi

Evliliğin gereği ve nedenleri düşünüldüğünde, evlilik yaşamının, iki kişinin biyolojik, sosyal ve psikolojik gereksinim ve güdülerini doyurmayı amaçladığı görülmektedir. Farklı cinsten kadın ve erkek beraberliğinin temelinde bu gereksinimlerin karşılanması ve doyurulması yatmaktadır.

Perakende Yazılar*


 

Baba Evi

Annemin karnı ağrıyormuş, kalkmadı yataktan. Babam işe gitmedi. “Dükkânı açsın diye haber gönderdi Osman abiye. Kardeşim durmadan ağlıyor. Babama dedim, “Annemi doktora götürsene.” Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı, “Götürdük ya kızım.” dedi. Doktor diyesiymiş ki “Annem eve gitsin.” Öyle doktor mu olur? “Başka doktora götür sen de .” dedim babama. Yengemler geldi. Kimse konuşmuyor, gülmüyor, çay, kahve içmiyor, kardeşim durmadan ağlıyor, babam annemi doktora götürmüyor. Sonra dayım geldi. Kardeşimle beni götürmeye gelmiş. Bizi giydirdiler, kocaman bir çantaya eşyalarımızı koydular. Annemin yanına uğradık önce. Seslendiler. Gözlerini açtı. Ne kadar uzaktı annemin gözleri. Kuyunun dibi gibi. Bembeyaz dudaklarıyla öptü, oklava gibi kollarıyla sarıldı bize. Her hareketinde şıkır şıkır sesler çıkaran bilezikleri yoktu kollarında. Saçlarımızı kokladı. Gözlerini kapatıp başını öteye çevirdi. Dayım ikimizin elinden tutup evden çıkardı bizi. Köy arabasına binmek için garaja kadar yürüdük. Kardeşim sızlanınca onu kucağına aldı dayım. Babam neden arabasıyla götürmedi bizi köye? Dayıma sordum, “Babanın biraz işi var.” dedi. “İşe gitmedi ki, Osman abiye haber saldı dükkânı açsın diye.” dedim. Dayım bir şeyler dedi ama hiç anlamadım ne dediğini.


Dayımgillerin köydeki evi kocaman. İki katlı. Dayımın oğlu benden biraz daha büyük. Kardeşi yok. Sofrada  babasının yanına oturuyor, misafir gelince erkeklerle beraber çıkmalı odaya bir tek o girebiliyor, köyün içinde bir yerden bir yere gideceğimiz vakit biz arkadan o dayımla önden yürüyor. Kasım kasım kasılıyor. Hatta evin içinde annesine emirler bile veriyor. Bizim kardeşimiz yok. Babam misafirlerle yalnız

Meyyâle*


 

Pertevniyal Valide Sultan

1857 yılında İstanbul’da bir sonbahar sabahı. Yılın ilk yağmurları yağdıktan sonra havalar serinlemiş. Gökyüzü parça parça bulutlu. Boğaz kıyılarında tatlı bir rügâr esiyor. Ağaçların yaprakları kızarmış. Korular pas rengine bürünmüş. Karadeniz'de balıkçı tekneleri dönüyor. Kayıkçılar Üsküdar’dan Beşiktaş'a oradan da Sirkeci’ye yolcu taşıyorlar. Rumeli hisarı, Bebek, Ortaköy ve Beşiktaş kıyılarında yalılar ve sahilhaneler denizle iç içe girmiş, Boğaz’a hüzünlü bir görünüm veriyorlar. Abdülmecit Han’ın yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı Fransa, Avusturya ve İtalya’daki krallık saraylarını kıskandıracak çapta görkemli bir zenginlikle Boğaz’a yeni bir siluet kazandırmış.

Abdülmecit harem halkıyla birlikte Dolmabahçe Sarayı’nda yaşıyor ama öteki kardeşler ve damatla başka saraylara dağılmışlar, ancak bayramlarda bir araya geliyorlar.

Abdülmecit’in kardeşi Abdülaziz Efendi de annesi Pertevniyal Sultan ve eşi Dürrinev’le birlikte Beşiktaş’ta eski sahilsarayın veliaht dairesinde yaşıyor. Aziz Efendi o yıl yirmi sekiz yaşında, aslan yapılı kumral, ela gözlü, hafifi top sakallı, yakışıklı bir delikanlı. Zaman zaman kispet giyip en ünlü güreşçilerle güreş tutuyor. İştahı yerinde, bir oturuşta bir kuzu yediği anlatılıyor. Okumaya, yazmaya pek meraklı değil. Babası II. Mahmut’un sağlığında, Saray’da hocalardan ders alarak Arapça ve Farsça öğrenmiş, güzel sanatlara büyük yeteneği var, kurşun kalemle peyzaj resimleri çiziyor. Müziğe meraklı, ney üflüyor. Zaman zaman Belgrad Ormanları’nda ava çıkıyor.

Kadınlara ve kızlara aşırı düşkünlüğü yok. Dürrinev adında bir cariyeyi sevmiş, gözü başkalarını görmüyor. Babası II. Mahmut'un ve ağabeyi Abdülmecit’in bol kadınlı harem yaşantılarından biraz

Kösem Sultan*


 

2 Eylül 1651 Topkapı Sarayı

… ..

Uzun Süleyman Ağa bu yargıyı başını hafifçe eğerek kabul etti. Davudi sesiyle:

“Ne yazık ki daha fazlasına vâkıfım Sultanım” dedi. Hatice Turhan Sultan, hemen yanında tahtta oturan oğluna baktı: 

Arslanım… Ne acıdır ki bugün seni benden, bizden ayırmaya yeltenmekteler. Damarlarında dolaşan asil kanı hiçe saymaktalar… Bunları unutna arslanım. Tüm bu acılar sana ati için merhale olsun Acı elbet en büyük mürşitlerdendir. Dinle arslanım. Senin için savaşanlarla sana karşı savaşanları ayırt et…” dedi. Daha sonra tekrar Uzun Süleyman Ağa’ya yöneldi.Ağır ağır konuşuyordu.

“Huzurunuza çağrılınca ağalardan mevzu hakkında malumat aldım. Saray içindeki bazı adamlarım: duymaktansa ölmeyi yeğ tutacağım bazı havadisleri fısıldadılar kulağıma. Sultanım Mehmed Han hazretlerine bugün zehirli şerbet içirilecekti. Bu ilk amellerine muvaffak olamamaları durumunda, hainler ikinci bir yolu da hazır etmişlerdi. Şerbetle gerçekleştirilecek suikast sekteye uğrarsa ocak ağalarının vazifelendirdiği yeniçeriler saraya girerek padişah efendimizin canına tasallut edeceklerdi. Ve sultanım… İlk emellerinde muvaffak olamadılar….”

“Pekâlâ, şimdi ne yapmak gerek Süleyman Ağa? Arslanımı, bu gözleri dönmüş canilere teslim mi edeceğiz? Hem bu da ne demek? Yeniçerilerin Harem-i Hümayun’a girdikleri dahası baskın verdikleri görülmüş şey mi? Devlet-i Aliyye’ye tazim bu kadar mı ayaklar altına alındı? En çok canımı acıtan da Kösem Sultan'ın bu hainlere paye veriyor olması…”

Tefekkür Yaşamı*


 

… ..

Eylemsizliğin kendi mantığı, kendi dili, kendi zamansallığı, kendi mimarisi, kendi görkemi, hatta kendi büyüsü vardır. Bu bir zayıflık, bir eksiklik değil, aktif ve meritokratik toplumumuzda ne tanınan ne de kabul gören bir yoğunlukturEylemsizliğin âlemine ve zenginliğine erişimimiz yoktur. Eylemsizlik insan varoluşunun bir görkemidir. Günümüzde boş bir etkinlik biçimine dönüşmüştür.


Kapitalist üretim ilişkilerinde, eylemsizlik dışarıda kapalı bir alan geri döner. Biz buna “boş zaman” diyoruz. Emekten kurtulmaya hizmet ettiği için, onun mantığına bağlı kalır. Emeğin bir türevi olarak, üretim içinde işlevsel bir unsur oluşturur. Emek ve üretim düzeninin bir parçası olmayan serbest zaman böylece ortadan kaybolur. Artık “yaşamın yoğunluğu ile tefekkürü birleştiren, hatta yaşamın yoğunluğu taşkınlığa yükseldiğinde bile onları birleştirmeye devam edebilen” o kutsal, şenlikli sükûneti bilmiyoruz. “Boş zaman” hem hayatın yoğunluğundan hem de tefekkürden yoksundur. Can sıkıntısından kaçınmak için öldürdüğümüz bir zamandır. Özgür, canlı bir zaman değil, ölü bir zamandır. Günümüzde yoğun yaşam öncelikle daha fazla performans ya da daha fazla tüketim anlamına gelmektedir. Yoğun ve göz alıcı bir yaşam biçimini temsil edenin tam da hiçbir şey üretmeyen eylemsizlik olduğunun unuttuk. Çalışma ve performans  gösterme zorunluluğu, gerçekten boş zaman üretebilen bir eylemsizlik politikası ile karşılanmalıdır.


Eylemsizlik bizi insan yapan şeydir. Eylemsizliğin eylemdeki payı onu gerçekten insan yapar. Bir an bile

15 Mart 2025 Cumartesi

Genç Bir Köy Hekimi*


 

Din Kadın Adalet*


 

Kadının Yaratılışı

Çocukların Evlendirilmesi

Kadının Çalışması

Emzikli ve Hamile Kadınlar Orucu

Kadınların Şahitliği

İslam’da Recm Cezası Var mı?

Kuran’a Göre Müslüman Kadının Örtünmesi

Kadının Dövülmesi

Namazda Örtünme

Adetli Kadının Namazı

Kuran Meallerinde Yanlış Kadın Algısı

Çokeşlilik







Nevbahar*


 

Osmanlı döneminin ünlü devlet adamlarından Hasan Hilmi Paşa, 1897 yılında Sivas valiliğine atanmıştır.Paşa oraya giderken yirmi baş yıllık eşi saraylı Meyyâle Hanım ve kızlarından hiçbirini yanına almadı. Zaten Meyyale Hanım taşralarda dolaşmaktan usanmış ve Nişantaşı’nda kalmak istemişti.

Hasan Hilmi Paşa’nın Sivas’ta göreve başladıktan bir süre genç bir kızla evlendiği duyuldu. Meyyâle Hanım, bunu duyduğu zaman sonsuz kedere boğuldu. Yaşı elliye gelmiş olan yirmi beş yıllık eşi nasıl olur da genç bir kız alırdı! Meyyâle Hanım’ın dört kızı vardı, dördü de Paşa’nın yeni eşinden büyüktü.

Meyyâle Hanım onunla birlikte Sivas’a gitmemekle acaba kötü mü etmişti? Ondan önce İçel’de, Yozgat’ta, Canik’te, Kütahya’da, Elazığ’da Konya’da ve Hicaz’da onun mutasarrıflık ve valilik yaptığı dönemlerinde hep yanında olmuştu. Ama artık bıkmıştı bu taşralardaki görevlerden… Yaşı da öyle genç sayılmazdı. Bu yüzden Sivas’a gitmek istememişti. Nişantaşı'nda biraz başını dinleyecekti ama ne mümkün?... Paşa’nın gizlice evlendiğini duyunca çılgına dönmüştü.

Hasan Hilmi Paşa İstanbul’da Şûrayıdevlet üyesiyken Sivas’a atanmıştı. Meyyâle Hanım oraya gelmek istemeyince Paşa hiç dayatmamıştı. Ancak kısa sürede Sivas’ta sıkılmaya başladı.

Bir zamanlar Mabeyn’de birlikte çalıştığı Raif Bey de Rodos Mutasarrıflığına atanmıştı. Paşa’yı, tatil günlerini geçirmek için oraya davet ediyordu. Valilik görevi sürgün gibiydi. Valiler saraydan izin almadan İstanbul’a gelemezlerdi. Ama yurt içi dolaşmalarına pek engel yoktu. 

Paşa bu kez kararını verdi. Bir süreliğine Rodos’a gidecekti. Ama oraya gitmesi de kolay değildi. Hasan Hilmi Paşa’nın İzmir’e kadar gitmesi söz konusu olmayacağına göre başka bir yol bulması

Altı Dakika*


 

Fatma her şeyden önce Peygamber’in kızıdır. Babası tarafından “babasının annesi” diye nitelenmiş. Yeri geldiğinde ana babasına ve tüm ailesine annelik yapan kız çocukları, onun meşrebinden olsa gerek. Her yerde babasının yanında, girişken, cesur, sevgi dolu, ilkeli… Küçük bir çocukken de öyleydi, yetişkin bir kadınken de. Öleceği haber verildiğinde sevinçle karşıladı. Ölümün bir başlangıç olduğunu bildiğinden.

Tanıdığım bütün Fatmalar aşağı yukarı böyleler. Farklı karakterler taşısalar, farklı şartlar altında yaşasalar da hepsi kendine göre gözü pek, cesur ve girişken. Geçende yeni doğacak çocuğu için isim soran birine, başka birkaç isim söyledikten sonra “Fatma olabilir”, dedim. “Hocam, Fatmalar çok çilekeş oluyormuş,” dedi. Bir düşündüm, evet, olabilir. Hz. Fatıma da çilekeşti; tanıdığım ilk Fatma olan, ismini taşıdığım babaannem, çocuklarımın babaannesi-ve tanıdığım diğer Fatmalar- bir nebze olsa da çile ile yoğrulmuşlar.

Ama değmez mi? Cesur, korkusuz, dimdik ve toplumsal alanda kendine yer bulabilen biri olmak istiyorsan elbette bunun da bir bedeli olmalı. Çilekeş olmak, anılası bir ömür yaşamanın bedeli olacaksa ,böyle olmak zorundaysa- değmez mi?


Baba

Babasına koşar insan değil mi, korktuğunda, başı sıkıştığında, sığınmak istediğinde. Ben koşmazdım. Aksine olabildiğince uzak dururdum. Sert (aslında prensipliymiş), hep kızgın  (aslında üzgünmüş) ve bizim için ürkütücüydü. Şimdi olduğu gibi, küçük bir çocukken de olan biten nedeniyle “bundan böyle hiç yaklaşmayacağım” dediğimde bile bir süre sonra gevşer, bir başlangıç yapmak ümidiyle bir şaka yapar,

Evlilikte Cinsellik*


 

… ..

Kişi “insan olduğunu” ne kadar rahatlıkla itiraf ederse, evlilikte cinselliğin bir bütünün parçası, kıl payı dengelenmiş, çok yönlü , duyarlıklı bir parçası olduğunu da o kadar daha iyi kavrar. İnsan olduğu için byu kişinin günümüzün gergin dünyasında elbette bir takım cinsel kaygıları olacaktır. İnsan olduğu için cinselliğin, yaşam boyu süren geçerli ve canlı bir faaliyet olarak görmek isteyecektir.

Yakın sayılabilecek bir geçmişte, evlilikte doyurucu bir seks yaşantısına kavuşabilmek için bedensel gerçekleri bilmek ve cinsel teknikleri öğrenmek gerekli sayılıyordu. Oysa artık biliyoruz ki evlilikte zaman ilerledikçe eşler arasında sağlam köprüler kurmak için zorunlu olan duygusal ihtiyaçları karşılayamıyorsak bu tür bilgiler pek işe yaramamaktadır.

Cinsel uyum sağlamak yalnızca cinsel bir sorun değildir. Cinsellikte uyum, birçok bakımdan, iki insanın, birbiri için ne anlam taşıdığını gösterir. Onların evliliğe, çocukluklarından ve gençliklerinden taşıyıp getirdikleri birçok duygu kalıntılarını kapsar; cinsellik konusunda kökü geçmişe dayanan birikimleri içerir. Ayrıca, günlük yaşantılarından beraberlerinde yatağa getirdikleri, çileden çıkartan çekişmeler, karşılıksız kalan özlemler, ilgiler ve ilgisizlikler, geleceğe güven ya da güvensizlik gibi gündelik yaşam kırpıntılarını da içerir.

… ..

… .. 

Niçin Evleniriz

10 Mart 2025 Pazartesi

İmparatorluğun Batış Yılları*


 

“Biz Osmanlı İmparatorluğu’nun son çocuklarıyız. Biraz büyüyüp kendimize geldiğimiz zaman memleket sınırlarının bir ucu Adriyatik, bir ucu Fars Körfezi kıyılarındaydı. Rüştiye Mektebi’nde okuduğumuz coğrafya kitabına göre ülkemiz daha da büyüktü. Mısır ve Sudan, BUlgristan Prensliğ, Bosna ve Hersek sınırlarımız içindeydi. Henüz Tuna’lar, Nil’ler ve Fırat’lar Türkiye’siydik. Şimdiki Doğu petrollerinin bütün kaynakları topraklarımızdaydı.”


“Bu sayfalarda çocukluğumun ve ilk gençliğimin ve ilk gençliğimin havasını teneffüs ettirmek üzere sizleri gerilere görütrmek istiyorum. 1918’e kadar geçmişin hatıralarını, durmadan ve son dakikaya kadar uslanmadan ve ayılmadan ödeyen bir nesil olduk. Hiçbirini kendi işlemediğimiz günahların acı ve ağır azaplarını biz çektik. Bugün ve yarın için faydalı dersle verebilecek ölüm kalım imtihanlarından geçtik.

Maksadım, bugünün ve yarının gençlerine Osmanlı’nın batış ve dağılış yıllarının hikâyelerini anlatmak ve onları Türkiye’nin geleceği üzerine daha uyanık tutmaktan ibaret.”


Hasan Ağa

Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk “kaba ve yabani” demekti. İslam ümmetinden ve “Osmanlı” idik. İlmihallerde baş dersimiz din ile milliyetin bir olduğunu öğrenmekti.

Vatan sözü yasaktı.Onu ben büyüyüp mde Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum. Padişah kullarıydık. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer,

Kuzeye Giden İnce Yol*


 

Japon şair Matsuo Başo tarafından yazılan Kuzeye Giden İnce Yol (Oku no Hosomiçi) Japon edebiyatının en önemli metinlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Bir seyahat günlüğü olan, Başo’nun 17.yüzyılın sonlarında yürüyerek, Edo Dönemi’nde destansı ve tehlikeli bir yolculuğa atılması üzerine kaleme alındı. Metin başlı başın çığır açıcı bir eserken, şairin metin içindeki seyahatleri de yaımlandığı günden beri bişr çok insana onun izinden gitmeleri ve yolculuğunun ayak izlerini tak

ip etmeleri için ilham verdi.

Kuzeye Giden İnce Yol, Başo’nun 1689 baharının sonlarında gerçekleştirdiği bir yolculuğun sonucu. Başo ve yol arkadaşı Kavai Sora, Edo’dan (günümüzdeki Tokyo) ayrılıp Oku olarak bilinen kuzey bölgesine gitmek için yola çıktı. Bu yolculuğa çıkmalarının arkasındaki en büyük motivasyon ise “kendi sanatlarını yenilemek” adına eski şairlerin eserlerini kaleme aldıkları yerleri görme arzusuydu. … ..

… ..

… ..

ŞİOGAMA

Noda’daki Tama Nehri ve Oki No İşi’yi (Göldeki Büyük Taş) ziyaret ettikten sonra Sue No Matsuyama (Ebedi Çamlık) denilen yerde bulunan Maşşozan Tapınağı’nı ziyaret ettim. Tpınağın yakınındaki çam ormanında, ağaçların arasında, sağa sola dağılmış mezarlar gördüm. Mezarları seyredince düşündüm: Kimler çekip gitmemişti ki bu dünyadan? Yan yana uçan kuş çiftleri gibi, dalları iç içe geçmiş ağaçlar gibi birbirine sonsuza dek aşk sözü vermiş olan erkek ve kadınlar bile günü geldiğinde birbirinden bu şekilde

1 Mart 2025 Cumartesi

Bilim Tarihi Sohbetleri*


 

Fuat Sezgin adını ilk kez 1985 yılında duydum. Hâlâ içimde hayatını bilime adamış böylesi değerli bir ilim adamını bu kadar geç tanımanın eksikliğini hissederim. Kahire’de düzenlenen geleneksel Kitap Fuarı yine açılmıştı. Her yıl ocak veya şubat ayında açılan bu fuar dünyanın en büyük kitap fuarlarından biri olarak bilinirdi. Fuar açıldığı zaman her gün standları dolaşmaktan büyük bir zevk alırdım. Özellikle eski olarak tarif edebileceğim kitapları şöyle bir karıştırmak, piyasada fazlaca bulunmayan ender kitapları bulmak müthiş keyif verirdi.


Mısır Kitap Kurumu’nun reyonunda iki cilt yan yana duran bir kitap dikkatimi çekti. Tarih-ü Turâs, yani “Arap Kültür Tarihi. Daha öncesinde hakkında bilgi sahibi değildim. Önce kitabın içeriğine göz attım.Kelimenin tam anlamıyla kaynak kitap mahiyetindeydi. Kur’an ilminde kim ne yazmış gibi bilgiler ve kısa biyografiler müthiş bir emeğin ürünü olduğunu gösteriyordu. O kadar isim hakkında bilgi toplamak kolay bir iş değildi.Anında karar verdim: Kesinlikle kütüphanede bulunması gereken bir eser. Yazarı sonradan dikkatimi çekti. Arap harfleriyle yazılan “Fuat Sezgin” adını okuduğumda bir Türk olacağını düşündüm ama fazla da ihtimal vermedim. Çünkü bu kitap daha önce Türkçe’de yayınlanmış olabilirdi elbette bir şekilde haberimiz olurdu. Ancak önsözünde “ünlü Türk tarihçisi Fuat Sezgin’in bu eseri” diye başlayan  ve devam  cümle beni iyice şaşırttı. Müellif, adında anlaşılacağı üzere Türktü.

Yayıncı kitabın sadece iki cildinin çıktığını diğer ciltlerinin tamamlanacağını söyledi. Ondan sonraki yıllarda kitabın diğer ciltlerine ulaşamadım. Fuat Sezgin'in Almanya’nın Frankfurt kentinde yaşadığını ve eserlerini Almanca yazdığını, başka dillere Almanca’dan çevrildiğini sonradan öğrendim. (Ne yazık ki o

Hüzün*

 


Hayat ve Hüzün’de yazdıklarım babamın var olduğu dünyada geçirdiğim kırk yılı dürbünüme çarpan resimleridir; özelimde ve ülkemde 1941’den bu yana yaşadıklarımdan, gördüklerimden seçimlerimdir. … ..


1983’ten sonraki yıllarımın serüveni belki bir başka kitaba konu olur ama bu kitaplar, … ..

Veda ve Umut’ta ailesinin yaşadıklarından yola çıkarak Osmanlı’nın son günlerinden cumhuriyetin ortalarına kadar Türkiye’nin öyküsünü anlatan Ayşe Kulin, bu kez Hayat ve Hüzün’de kendi anılarını ve o anıların geri planını oluşturan dünyayı anlatıyor. … ..


Ankara’ya ilk  gelişimde bebektim, sonra çocuk, öğrenci, genç kız, nişanlı olarak defalarca geldim büyüdüğüm kente. Her seferinde mutlu ve şen geldim, bu kez iki çocuklu ama kocasız bir genç kadın olarak geliyordum; tuhaf bir statüyle, evli desem değil, bekâr desem hiç değil, mutlu değil, şen değil. Başaramamış insanların mahcubiyeti içinde.

Annem, kayınvalidemin sandığının aksine, bana kocama dönmem için baskı yapmadı. İstasyonda onu telaşla vagonların önünde koşturup bizi ararken görünce şimdi bana sarılıp ağlayacak, demiştim. Ağlamadı da. Ama yüzü makyajına rağmen, inanılmaz solgundu, gözlerinin altı morarmıştı, belli ki o hiç uyumamıştı o gece.

“Biliyorsun, eski evimizde değiliz,” dedi taksiye bindiğimiz zaman.