Anlamlı soru sorabilmek bilmeyi gerektirir. Bilmek için okumak gerekir. Okumak birikimi gerektirir. Okumak iyidir .... Bilinçli okuyan en sonunda yazmayı başarabilir ....
23 Ağustos 2025 Cumartesi
22 Ağustos 2025 Cuma
99 Esma Sonsuz Mana*
… ..
Allah’ın İsimleri Tevfikidir
Ulema , ilahi isimlerin, bizzat Yüce Allah tarafından güzellikle nitelendirilmesinin sebeplerini açıklarken , onları bilmek suretiyle insanda Rabb’ine karşı saygı ve hayranlık hislerinin ve bunun neticesi olarak bağlılık ve taatın arttığını söylerler. Bu isimleri bilmek, hayat olaylarını doğru yorumlamaya ve kalpteki endişe ve kaygıyı azaltarak ümit ve güven duygusunun yerleşmesine yardım eder. Ruh sağlığının temeli olan sükûnet hissini kuvvetlendirir. Â’raf suresinin 180. ayetinde açıkça bu isimlerle dua etmemiz emredildiği için zikir ve bu dualarla bu isimlere başvurmak sevabın artmasına ve duaların kabulüne vesile olur. … ..
… ..
2. Allah’ın adını anmak ve O’na ibadet etmek için esma-i hüsna
… ..
… ..
… .. Yaratıcı ile yaratılan arasındaki bu ontolojik fark nedeniyle besmelede “Allah il” değil; “Allah’ın adı ile ifadesi yer almıştır. Uluhiyetin hakikati insanın erişemeyeceği kadar yüce olduğundan insan ancak O’nun ismini tesbih edebilir. Yüce Allah’ın zikrinin emredildiği ayetlerde de “Rabb’ini tesbih et.” ifadesi yerine “Rabbi’nin ismini tesbih et.” denmesi de Allah’ın mutlak varlığının insanın sınırlı kapasitesiyle kavranmasının imkânsizlığını gösterir. İnsan Rabb’inin zatını değil ancak sıfatlarını-onu da bir sınır dâhilinde- kavrayabilir. Bu nedenle isimlerin var oluşu hem Hakk’ın nuruna perde olmak hem de bizim le zat-ı ilahi arasında bir köprü vazifesi görmek için elzemdir.
… ..
… ..
20 Ağustos 2025 Çarşamba
Zamanı Durdurmanın Yolları*
…. ..
Uzun süre hastalık gözüyle baktım ama hastalık doğru sözcük değil aslında. Hastalık, durumun kötüleşmesini ve eriyip bitmeyi çağrıştırıyor. Rahatsızlığım olduğunu söylemek daha doğru. Nadir ama eşsiz değil. Başınıza gelene kadar varlığını bile duymadığınız türden.
Resmi tıbbi yayınlarda geçmiyor. Resmi adı da yok Saygın bir doktor tarafından, ilk kez 1890’larda “Anageria” (“ancaceriya diye okunuyor) adı verildi ama sonradan anlayacağınız nedenler yüzünden, bu isim hiçbir zaman yaygınlaşmadı.
Ergenlikte başlıyor. Sonrasındaysa eh, pek bir şey olmuyor. “Mustaripleri” başlangıçta rahatsızlığı fark etmezler. Sonuçta insanlar sabah kalkıp aynaya baktıklarında, önceki gün gördükleri yüzün aynısını görürler. Günler, haftalar hatta aylar boyunca gözle görülür bir değişiklik olmaz.
Fakat zaman geçtikçe ve başka yıldönümlerinde yaşlanmadıklarını fark etmeye başlarlar.
Aslında yaşam durmaz. Devam eder. Sadece çok daha yavaştır. Anageria olanların yaşlanma hızı farklılık gösterebilmekle beraber genel oran on beşe birdir. Bazıları on üç ya da on dört yılda bir yıl yaşlanır ama ben de bu süre on beşe yakın.
Yani ölümsüz değiliz. Zihnimiz ve bedenimiz olduğu gibi kalmıyor. Yalnızca sürekli değişen bilimin geldiği son aşamadaki bilgilere göre, yaşlanma sürecinin farklı unsurları -moloküler bozulma, bir dokudaki hücreler arasındaki çapraz bağlanma, (en önemlisi çekirdek DNA’sındaki olmak üzere) hücresel ve moleküler mutasyonla bizde farklı bir zaman ölçeğine göre gerçekleşiyor.
Saçlarım ağaracak. Dökülebilirler de. Kireçlenme ve işitme kaybı da ihtimal dahilinde. Kireçlenme ve işitme kaybı bu da ihtimal dahilinde. Yaşlandıkça yakını görmemeye başlayabilirim. Sonunda benim de kas kütlem ve hareket kabiliyetim azalacak.
Anageria’nın bir tuhaflığı, bağışıklık sistemimizi güçlendirmesi ve sizi (Hepsinden olmasa da)
Dino Buzzati*
Stefano Roi on iki yaşını bitirdiği gün, armağan olarak, yelkenli bir teknesi olan kaptan babasıyla birlikte denize açılmak istedi.
“Ben de büyüyünce,” dedi, “senin gibi denizlerde dolaşacağım. Üstelik seninkinden daha büyük ve güzel gemiler yöneteceğim.
“Tanrı seni korusun oğlum,” dedi babası ve tekne o gün yola çıkacağından oğlunu yanına aldı.
Güneşin ışıl ışıl parladığı günlerden biriydi; deniz sakindi. Şimdiye kadar bir gemiye binmemiş olan Stefano neşeyle dolaşıyor, yelkenlerin karmaşık marifetlerini izliyordu. Denizciler hiç durmadan sorular soruyor, onlar da gülümseyerek çocuğu yanıtlıyordu.
Teknenin kıçına geldiğinde çocuk öylece kalakaldı; teknenin denizde bıraktığı izin içinden bata çıka yüzen bir şey, iki yüz üç yüz metre geriden onları izliyordu.
Teknenin güçlü bir rüzgârla uçarcasına ilerlemesine karşın o nesne , aradaki mesafeyi aynen koruyordu. Çocuk onun doğasını çözemese de bu nesne yoğun bir biçimde onu kendisine bağlamıştı.
Stefano’nun ortalıkta görünmeyen babası boş yere ona seslendikten sonra kaptan köprüsünden indi ve oğlunu aramaya başladı.
Oğlunun, teknenin kıçında öylece durduğunu ve gözlerini dalgalardan ayıramadığını görünce, “Stefano, ne dikiliyorsun orada öyle?” diye sordu.
“Baba , gel şuraya bak!”
Babası oğlunun gösterdiği yöne baktı ama bir şey görmeyi başaramadı.
“Teknenin yardığı sularda yüzen ve arada sırada su yüzüne çıkan kara bir nesne var,” dedi. “Bizi izliyor.”
“Kırk yaşına geldim,” dedi babası, “ama gözlerim iyi görür. Gene de denizde hiç bir şey seçemiyorum.
Oğlunun ayak diretmesi üzerine gidip dürbününü alan kaptan, denizin yüzeyini taradı. Stefano
14 Ağustos 2025 Perşembe
Birim*
Sağlık adına bildiğiniz kavramların büyük kısmının ilizyonlardan ve hatalı kodlardan ibaret olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye hazır mısınız? Cevabınız hayırsa zamanınızı boşa harcamayın, az önce televizyon reklamlarında bahsi geçen vitamin komplekslerinden biriyle ya da şehir merkezindeki dev reklam panosunda, gösterişli kıyafetleriyle poz vermiş bakımlı obezite cerrahı ile yolunuza devam edebilirsiniz. Cevabı evet olanlar, sizlerin yolculuğu bu kadar kısa ve bait değil. İyi ki de değil dediğinizi duyar gibi gibiyim, zaten insanı geliştiren hangi yol kolay ki?
Bu yol bilginin yolu. Hipnozu bozanların, hatalı kodlara meydan okuyanların, sıranın dışındakilerin, bugünün ötesine geçenlerin, cesareti olanların ve sorumluluk alanların yolu. Çünkü bu kitap sadece sağlıklı olmayı veya iyileşmeyi değil; kendini, özünü arayanların, ışığını yayacakların rehberi. Hazır olun! Çok şey öğrenecek, dönüşecek ve şunu asla unutmayacaksınız: Öğrenmenin sorumluluğunu öğretmek, güzel olani yaymak, farkındalığın rüghârına güç katmaktır. Bizi bu ışığın başına üşüştürüp bir araya getiren ortak bilincimiz, paylaştıkça büyüyecek ve “iyileşmek” isteyenlerin yolunu aydınlatacaktır.
Son altı yıldır, yani hastalıklara bütüncül bir pencereden bakmam gerektiğini anladığım ilk andan bu zaman kadar, yaklaşık yirmi bin insanın yolculuğuna eşlik ederken en sık duyduğum söz hep şu oldu: “Nasıl oluyor da yıllardır yaşadığım, hayatımı çileye dönüştüren v e iyileşmeyeceği söylenen bu hastalık kısa sürede bu kadar gerileyebiliyor? Bugüne kadar başvurduğum şu kadar sayıda, şu unvanlardaki doktorlar bunu göremedi mi?” Bu sorunun kısa bir cevabı olmadığını, tıp fakültesindeki öğrenciliğim ve akabinde psikiyatri asistanlığım süresince hayatımı ciddi düzeyde olumsuz etkileyen alerjik burun-geniz akıntılarımın mide bağırsak sorunlarımın, kronik yorgunluğumun dönem dönem yoğunlaşan kaygı ataklarımın, dikkatimi sürdürme güçlüklerimin, yanı başımdaki çok değerli hocalarım tarafından tedavi edilemediği gerçeğiyle yüzleştiğimde fark ettim. Burada kullandığım “çok değerli” sözcüğü kinaye değil, gerçekten şu anki hislerimin ifadesidir. Gece gündüz çalışarak, iyi niyetleriyle binbir emek vererek, modern tıbbi yöntemleri büyük ustalıkla ortaya koyan hocalarımın, tedavim konusunda aslında ne kadar çaresiz olduklarıyla da yüzleşmiş oldum. Ama bu şu demekti: Hocalarım bilgisiz, değersiz, yetersiz
11 Ağustos 2025 Pazartesi
Beyaz Köleler*
Beyaz Köleler: Son Sesler
… …
… .. 1864’te yaşadığı soykırım ve ardından gelen sürgünle, anayurttakinden katbekat yüksek sayıda bir nüfusu içeren ve başta Türkiye olmak üzere pek çok ülkeye dağılan Çerkes diasporası, ulus-devletler çağında Araf’ta kalan topluluklardan biri. Ne geçmişinin anıtsallığını ne de kadimliğini kendi yazı dilinde, bir örnek kültürel pazarında üretme ve çoğaltma şansına sahip. Mensuplarının büyük çoğunluğu dili anlamıyor ya da anlasa bile konuşamıyor. Çerkeslik bir büyü, bir tılsım ve belki bir lanet gibi bünyelerine sızıyor ama Türk, Arap, Rus kimliklerinin altında hep gizli kalmaya mahkûm oluyor.
Elbruz Aksoy böyle bir kimliğin geçmişine eleştirel tarihçiliğin bıçağını sağlıyor. Yanlış anlaşılmak istemem. Aksoy, sadece Çerkes topluluklarının anayurttan ve feodal sınıfsallıklarından kaynaklanan kölelik kurumu ve bunun tarihinden söz etmiyor. İşin bu hali de son derece çarpıcı olurdu. Ancak özellikle Çerkes topluluklarının kadim yapılarında var olan kölelik ilişkilerinin, savaş ve soykırıkm vesileleriyle ilişkiye girdikleri Çarlık Rusya’sı üzerinden Ruslukla ve Osmanlı İmparatorluğun üzerinden Müslüman Türk, Arap vb.kimlikler ve gayrimüslim etnik topluluklarla nasıl bir iletişim oluşturduğunu da bize gösteriyor. Kafkasya’dan ve 1864 sonrası imparatorluğun Çerkes köylerinden köle ticaret ağlarına dahil olan bireyler, neden ait oldukları Çerkes köleliğinden İslâmi kurallarla belirlenen köleliğe geçmekte bu kadar isteliydiler? Ya da neden köle tüccarları tarafından bir biçimde köle pazarına dahil edi
len Ukraynalı, Rus, Bulgar ve hatta Kürt köleler Çerkes köle olarak pazarlanmayı, satıldıkları hanelerde bu doğrultuda bilinmeyi tercih etmişlerdi? Köleyken Osmanlı'da üst düzey memur, subay ve hatta paşa olan eski köleler, köylerine gittiklerinde nasıl hâlâ köle muamelesi görüyorlardı? Dünyada ve Osmanlı’da köleliğin kaldırılmasına yönelik hareketler ve sahipleri arasındaki ilişkileri ne türden bir şiddet sarmalına taşımıştı? Ve tabii, bu kadar lanetli olduğunu bildiğimiz halde farklı coğrafyalarda ve değişik kisveler altında süregelen akla ve vicdana sığmaz kölelik kurumunun kültürel kalıntıları günümüz dünyasında hangi biçimlerde etkili olmaya devam ediyor?
8 Temmuz 2025 Salı
Ban This Book*
It all started the day my favorite book went missing from the library.
I didn’t know it was missing. Not yet. In my mind, it was still there all alone on the shelf like a kid in the cafeteria waiting for her one only friends to come and find her. Witing for me to find her. All I wanted to do was run to the library and check out my favorite book before homeroom, but Rabecca, my one and only real-life friend, was still talking about trademarking our names.
“Have you ever thought about registering AmyAnneOllinger.com?” Rebecca asked me.
“No, Rebecca, I have never thought about registering AmyAnneOllinger.com. I am nine years old. Why in the world would I bother to register a Web site with me nama on it when my parents won’t even let me use Facebook yet?
That’s what I thought about saying. What I said instead was, “No.”
“You should,” Rebecca told me. “You’ve got a unique name, but even so, somebody could register it, and then what would you do? Rebecca.com is already gone! I’m ten years old, and already my future intellectual property is being snapped up! Jay Z and Beyonce trademark their baby's nameless than a month after she was born. you’d think my parents would have known enough to do same.”
Rebecca’s parents were both lawyers and she wanted to be one too when she grew up. I couldn’t imagine a more boring job.
Instead I said, “Yeah.”
I was still itching to get to the library and check out my favorite book. I opened my locker to stuff my backpack inside and gave my mailbox a quick look. Nobody knows how it got started, but everybody at Shelbourne Elementary has these cardboard boxes taped tom the inside door of their locker, just below the little vents they input on there in case you get stuffed in your locker by a bully. If you want to leave a note for somebody you just slip the piece of paper in the slot and it falls right into the belittle cardboard box. It's such a tradition that Mr. Crutchfield, the custodian, just leaves the boxes in the lockers
4 Temmuz 2025 Cuma
Dışarıdakiler*
Sinemanın karanlığında gün ışığına çıktığımda kafamda sadece iki şey vardı: Paul Newman ve eve dönüş yolu. Keşke Paul Newman gibi bir tipim olsaydı diye düşünüyordum. -adam ser tabii, benim gibi değil-ama ben de fena görünmüyorum sanırım. Saçım kızıla yakın, açık kahverengi, gözlerimse yeşilimsi ger. Çoğu yeşil gözlü tipten nefret ettiğim için gözlerimin yeşil değil de gri olmasını isterdim ama yapacak bir şey yok, öyşle idare etmek zorundayım. Saçlarım diğer oğlanlarınkinden uzun; daha doğrusu ensem traşlı da önler ve yanlar uzun. Ama sonuçta ben de Yağılardanım. ve bizim mahallede saçık uzun olmuş, değilmiş dert etmezsin. Hem uzun saç bana daha çok yakışıyor.
Dönüş yolu az değildi, yanımda kimse yoktu ama genelde yalnız olurum zaten sebebi de şu, tek başıma film seyretmeyi seviyorum. Başka türlü filmin içine girip biriyle gittiğimde, biri omzumun üzerinden kitabımı okuyormuş gibi rahatsız oluyorum. Kitap demişken, o konuda da farklıyım. En büyüğün bir küçüğü, , on altı buçuktan on yedi yaşına varmak üzere olan ağabeyim Soda’nın bir kitabın kapağını açmışlığı yoktur. En büyük ağabeyim, bizim Darry dediğimiz Darrel’ınsa çok çalıştığı için kitap okumalara, resim çizmelere vakti kalmıyor. Onların dışında, bizim çetedekilerin de filme, kitaba merakı yok. Öyle ki, bir ara dünya üzerinde benden başka kitap okuyan yok sanıyordum. Anlaşılmamak ne zor.
Neyse ki Soda beni anlamaya çalışıyor, hiç değilse Darry’den daha çok. Soda herkesten farklı zaten; her şeyi anlıyor o. Darry gibi sürekli bağırıp çağırmıyor, bana on dört değil de altı yaşındaymışım gibi davranmıyor mesela. Soda’yı herkesten çok seviyorum, annemle babamdan bile çok. Hep tasasız ve gamsızdır. Darry ise daima sert ve aksidir, gülümsediğini nadiren görürsünüz. Ama Darry yirmi yıllık hayatında çok şey barşadı, fazla hızlı büyümek zorunda kaldı. Sodakop ise hiç büyümeyecek bence. Hangisi daha iyi sorarsanız, ben de bilmiyorum. Bir gün öğrenirim herhalde.
… ..
… ..
7 Haziran 2025 Cumartesi
The Outsiders*
When I stepped out into the sunlight from the darkness of the movie house, I had only two things on my mind: Paul Newman and a ride home. I was wishing I looked Paul Newman -he looks tough and I don’t- but I guess my own looks aren’t so bed. I have light-brown, almost-red hair and greenish-gray eyes. I wish they were more gray, because I hate most guys that have green eyes, but I have to be content with what I have. My hair is longer than a lot of boys wear theirs, squared off in back and long at the front and sides,but I am a greaser and most of my neighborhood rarely bothers to get a haircut. Besides, I look better with long hair.
I had a long walk home and no company, but I usually löone it anyway, for no reason except that I like to watch movies undisturbed so I can get into them and live them with the actors. When I see a movie with someone it’s kind of uncomfortable, like having someone read your book over your shoulder. I’m different that way. I mean, my second oldest brother, Soda, who is sixteen-going-on-seventeen, never cracks a book at all, and my oldest brother Darrel, who we call Darry, works too long and hard to be interested in a story or drawing a picture, so I’m not like them. And nobody in our gang digs movies and books the way I do. For a while there, I thought I was the only person in the world that did.. So Ioned it.
Soda tries to understand, at least, which is more than Darry does. But then, Soda is different from anybody; he understands everything, almost. Like he’s never hollering et me all the time the way Darry is, or treating me as if I was six instead of fourteen. I love Soda more than I’v ever loved anyone, even Mom and Dad. He’s always happy-go-lucky and grinning , while Darry’s hard and firm and rarely grins at all. But then, Darry’s gone through a lot in his twenty years, grown up too fastç Sodapop’ll never grow up out on of these days.
Anyway, I went on walking home, thinking about the movie, and then suddenly wishing I had
27 Mayıs 2025 Salı
Kadından Kentler*
Kordonboyu’nda Ömer Çavuş Kahvesi
Adana Sıcağında Erguvanlar
Trabzon Burması
… .. Sevgiden sonra başka çocukları olmamıştı; kusuru birbirlerinin üzerine atarak geçirdikleri yıllar boyunca hem bir erkek çocukğundan, hem bir kız çocuğundan beklenenlerin hepsini Sevgi’den umdular. Dönüp kendi izlerine basa basa geçmişine doğru ilerlemeye çalışırken, karşısına çıkanları şimdiki aklıyla tarttığında kendi hayatı inadırıcılığını yitiriyordu…
… ..
Hep okuldan alıp işe koşmak istediler, her yıl birincilikle getirdiği, “pekiyi” ile dolu yaldızlı karneler getirdi. Öğrenim yaşamı boyunca yoksul çocuklara verilen her çeşit yardımdan, iaşeden, burstan yararlandı; yüksünmedi, eksiklenmedi.Yoksulluklarından zamanla marazi bir kibir edinenlere, hayata diklenenlere de benzemedi. Daha ilkokuldayken, kendi çocuklarının tembelliğinden yakınan hali vakti yerinde ailelerin, hep Sevgi’yi ve onun yoksulluk içinde yaşadığı kötü koşulları örnek göstererek çocuklarını azarladıklarını biliyordu. Onlarla yarışamazdı. Ne kadar çalışırsa çalışsın, hep kenarda durmayı , verilenle yetinmeyi bildi. Yoksulluk duygusu bir rutubet gibi içine işlemişti, hiçbir zaman bunun ezikliğinden kurtulmadı. Bunca yıl sonra bile hâlâ bazı geceler uykusundan fırlayıp salona çıkar, kendini inandırmaya çalışan gözlerle tek tek eşyalarına-koltuk takımına, yemek masasına, büfesine, televizyonuna, müzik setine, önünde kocaman pufu olan okuma koltuğuna- “Bu benim, bu benim!” diye bakar. Kendi gerçekliğine inanıp sakinleşene kadar bir süre gecenin sessizliğinde öylece oturur, tek tek onları seyreder, sonra ayaklarını sürüyerek yatağına döner.
Ailesinden, atalarından kalan laz inanından aldığı güçle, okuyacağını, okuyabileceğini kanıtlamak
25 Mayıs 2025 Pazar
İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı?*
… ..
… .. Türk olarak İran’ı anlama konusunda işin elbette Avrupalı’ya göre çok daha kolay. Kullanılan terimler, espriler birbirine çok benziyor.
En benzeyen taraf nedir diye sorarsanız, “-miş gibi yapma” ülkesidir İran. İran demek taroof (*Farsçadan aldığımız özel adları Latinize ederken kimi sorguları göz ardı etmeden ama daha çok yazarın tercihlerine sadık kalarak yazdık) demektir. Taroof toplumsal bir bir davranış paternidir, kibarlık göstergesidir. Diyelim ki bakkaldan alışveriş edersiniz, kasada ne kadar diye sorarsınız, bakkal cevaben, önemli değil, bir şey ödemenize gerek yok der. Eh peki o zaman madem sağ ol, deyip gitmeye kalksanız peşinizden koşar parayı ödemediniz diye. Kural şudur, üç kere soracaksınız ne kadar diye, bakkal da iki kere gerek yok diyecek, sonunda fiyatı alacak. Ya da yemeye oturdunuz, yine aynı kural. Pilav ister misin diye sorduğu zaman ev sahibi, ilk sefer evet deyip tabağınızı uzatırsanız bu müthiş bir kabalıktır, yine aynı şekilde iki kere teşekkür edip geri çevirmeniz, üçüncüde tabağınızı uzatmanız gerekir. Bu eski gelenek hâlâ İran’da ilk günkü kadar etkilidir. Sağcısı, solcusu, seküleri, mollası, herkes bu yazısız kurala uyar. Başka şeyler söyleyip bambaşka şeyle yapma ülkesidir İran. Biri bir şeyler söyleyip bambaşka şeyler yapma ülkesidir İran. Biri bir şey derken aslında dediği şeyi kastetmiyor, bambaşka bir şey ima ediyor olabilir.Biri bir şey derken aslında dediği şeyi kastetmiyor, bambaşka bir şey ima ediyor olabilir. O kültürün içinde büyümeyen bir için anlaması zordur. İnsanların sürekli yalan söylediğini düşünebilirsin. Başka bir yaşam tarzıdır bu. İki kişiliği var gibi sanki herkesin: Bir dediği, bir yaptığı.
Hafız üzerine saatlerce konuşabiliriz öte yandan. Şeceryan için müzik dehası diyebiliriz, Makhmalbaf’i yere göğe sığdıramayabiliriz. Hepsi de Pers topraklarının çocuklarıdır ve alanlarında dâhice işler yapmışlardır kuşkusuz. Ve fakat bir övgüler dizisi okumayacaksınız bu kitapta. Zira ne kadar Hafız’dır artık, bu ülkenin ne kadarı Makhmalbaf, tartışırım bunu. İran bugün saç örtüsü geri kaydı diye kadınların sopayla dürtüldüğü bir ülkedir. Sorgusuz sualsiz, soruşturmasız, gerekçesiz
21 Mayıs 2025 Çarşamba
Körlük*
Sarı ışık yandı. Öndeki arabalardan ikisi yayalar için kırmızı ışık yanmadan hızlanıp geçtiler. Yaya geçidindeki ışıkta küçük yeşil adam figürü belirdi. Beklemekte olan yayalar, siyah asfaltın üzerine çekilmiş beyaz şeritlere basarak karşıya geçmeye başladılar, zebraya bundan daha az benzeyen bir şey olmazdı ama bu şeritlere ‘zebralı geçit’ diyorlardı. Ayakları debriyajda bekleyen sabırsız sürücüler gerginlik içimde, kırbacın havada şaklayacağını hisseden atlar gibi bir ileri bir geri gidiyorlardı. Yayalar karşıya geçmişti, ancak yolun arabalara serbest olduğunu belirten sinyalin yanmasına birkaç saniye daha vardı, görünürde bunca önemsiz bu gecikmenin, şehirde mevcut binlerce trafik lambasının sayısıyla çarpıldığında bu lambaların her birindeki üç ayrı renkteki art arda değişimi hesaba katıldığında, trafikteki sıkışıklığın ya da yaygın deyimle trafik tıkanıklığının en önemli biri olduğunu iddia edenler vardı.
Yeşil ışık sonunda yandı, arabalar aniden fırladı ama hepsinin aynı hızda öne atılmadıkları anlaşıldı. Orta şeridin en önündeki araba yerinde duruyordu, mekanik bir arıza olmalıydı, gaz pedalı yerinden çıkmış, vites kolu sıkışmış ya da hidrolik sistemde bir arıza meydana gelmiş, frenler bloke olmuş, elektrik devresi kesilmiş olabilirdi. Yaya kaldırımında yeniden birikmeye başlayan yayalar, durmakta olan aracın içindeki sürücünün, arkadaki araçlar çılgınca kora çalarken, ön camın ardında elini kolunu salladığını gördüler. Hemen arabalarından çıkan ve aracı trafiği aksatmayacak bir yere kadar itmeye hazır birkaç sürücü, arabanın kapalı camlarına öfkeyle vurdu, içerideki adam başını onlara doğru çevirdi, önce bir yana, sonra öteki yana bağırarak bir şeyler söylediği görülüyordu, ağız hareketlerinden bağırarak bir kelimeyi durmadan yinelediği anlaşılıyordu, hayır, bir değil iki kelimeyi, evet gerçekten iki, adamlardan biri nihayet arabanın kapılarından birini açmayı başardığında anlayacaklardı, Kör oldum.
19 Mayıs 2025 Pazartesi
Nazar*
… ..
“Nasıl öldü?”
Uzun süre sordum bu soruyu. Aylar sonra bir adam bulup getirdiler, o biliyormuş nasıl öldüğünü, ayyaşın tekiydi.
“Türkleri sebze doğrar gibi doğruyordu Marco,” dedi.Sonra Türklerin dördü beşi uzun kargılarla kuşattılar onu. Deldiler, kan fışkırdı. Yine deldiler. Yine kan fışkırdı. Yine…”
… .. Şimdi zihnimde Marco bu artı. En aşağılık halini hatırlamaya çalışıyorum.
… ..
… .. Ben Novi di Modena’dan, otuz beş yaşındaki çocuksuz dul Margarita Pedronelli. Bu soy adı bana ait değil. Marco’nundu. O da nereden bulduysa. Ciddi, önemli bir hava veriyor değil mi, insanın bir soyadı olması. Size bunları İsa’nın 1532. yılında anlatayım diyorum. Ne önemi varsa!
… ..
Gündüzleri cesurca dalar, otlarımı toplardım. Uzun zamandır, çocukluğumdan beri yaptığım bir şeydi bu. Banotu, adamotu, dulavratotu, güzelavratotu, güzelhatun çiçeği, alıç, bütün bunların nerede bulunduğunu, ne zaman yetiştiğini, toplanma zamanını, nasıl karıştıklarını, neyin nerede kullanılacağını, nereden ve nasıl öğrendiğimi hatırlamıyorum. yetiştiğini, toplanma zamanını, nasıl nereden öğrendiğimi hatırlamıyorum.
… ..
…. .. Sarsarak uyandırdılar. Uzun süre sarsmalarına rağmen tepki vermemiştim. Bunları önemsememişler. Aynın kilise gitmememi önemsemedikleri gibi. Kaskatı kesilmiş bir çocuk varmış. Dük’ün en yakın hizmetkârlarından birinin çocuğu. Yetişemezsem ölecekmiş. Ancak ben iyileştirebilirmişim. Öyleydi. Çok da kolay oldu. Önce en keskin yağımı koklattım. Hepsi başıma toplanmış, merak ve kuşkuyla beni izliyordu. Çocuk birden derin bir iç çekti. Üç-dört yaşlarında güzel
18 Mayıs 2025 Pazar
Cariyem*
Boşansam mı, Boşanmasam mı?
… ..
Her secdeye kapandığında, Sezai Karakoç’un dizeleri çınlıyordu kulaklarında. “... Ey sevgili, en sevgili…” Ellerini duaya kaldırdığındaysa, “Af dilemeye geldim, affa layık olmasam da” dizeleri yankılanıyordu.
Namazdan önceki Cevriye ile, namazdan sonraki aynı değildi. Yeniden yaratılmıştı adeta “O (c.c.), her an yeni bir yaratmadadır” (Rahman/29) ayetini hatırladı. Biyokimyasının değiştiğini hissediyordu. Namaz, her zamanki namazdı. Peki bugün ne değişmişti? … ..
… ..
Gerçekte on beş dakika süren yol, Cevriye’ye göre bitmek bilmedi. Aklına İbn-i Haldun’un zamanla ilgili sözü geldi:
“Bekleyince, yavaşlar. Gecikince, hızlanır. Üzülünce can yakar. Mutlu olunca, kısalır. Acı çekince, bitmek bilmez. Sıkılınca, uzar.”
Akıllı ve kültürlü bir kadındı. Okumadan, gün geçirmezdi. Son günlerde canı fazlasıyla sıkkındı. Buna rağmen üç-beş sayfa da olsa, okumadan uyumazdı. Eğer uyursa, o uykuyu hak etmeyeceğini düşünürdü.
… ..
Mahmut, banyoya girdi. Duşun altında, öylece bıraktı kendini. Bir süre hareketsizce, hissettiği rahatlığı dinledi. En azından bedenen… Ya ruhu, beyni , kalbi..? Onları şimdilik duymak istemiyordu. Daha sonra saçını şampuanlayıp iyice duruladığından emin olamadan çıktı.
Cevriye, takipteydi. Mahmut, banyoda neden bu kadar uzun kalmıştı? Haftalardır onun bir tek
15 Mayıs 2025 Perşembe
Batı'dan Önce*
Bu kitabı yazarken iki amacım vardı. Birincisi, Doğulu bir bakış açısıyla anlaşıldığı şekliyle, uluslararası tarihin ve dünya siyasetinin Avrupa merkezli olmayan bir versiyonunu yaratmak istedim… İkinci(si)... Asya’nın siyasi ve ekonomik dirilişi ve Asta tarihyazınının yakın gelecekte sapabileceği çok sayıda tehlikeli yol ortadayken, Asya tarihinin hiçbir ‘ulus’a, ‘medeniyet’e, ‘ırk’a ya da ‘din’e ait olmayan bir anlatısını sunmak istedim…
Batı’dan önce 13.yüzyılda Cengiz Han’ın İmparatorluğu’yla başlıyor ve o zamandan 17. yüzyıla kadarki uluslararası ilişkiler tarihini (ve bunun 19. yüzyıldan günümüze gelen modern uluslararası düzendeki yansımalarını) anlatıyor. Bu dönemde dünyanın merkezi Batı değil, Avrupa değil, Dünyanın düzeni Asya merkezli: Siyaset orada, ticaret orada, rekabet orada, refah orada. Batı, kitaptaki hikâyeye sonundan katılıyor. Çünkü en azından 16. yüzyıla kadar Avrupalılar hikâyenin önemli aktörleri hele başrol oyuncusu kesinlikle değiller; o zamanki uluslararası sistemin kıyısında bulunuyorlar…
Modern uluslararası düzenimizin 19. yüzyılda çıkmasını mümkün kılan ‘Batı’nın Yükselişi’ydi ve bu düzenin merkezindeki imtiyazlı koltukta son iki yüz yıldır Avrupa/Batı oturuyor. Bu olgu güncel siyasetimizi sürekli olarak şekillendirmekle kalmadı, siyasi dünya tarihi anlayışımızı, dolayısıyla da uluslararası politika kuramlarımızı çarpıttı. Birçokları değişmez bir biçimde, hikâyenin sonunu bu tarihten geriye doğru okudu…
Kitapta anlatılan tarihin günümüzdeki izdüşümüne gelirsek… Hiçbir düzen, zamanında ne kadar kalıcı gözükürse gözüksün, sonsuza kadar devam etmiyor.”
Doğu Nedir?
5 Mayıs 2025 Pazartesi
Elmalılı Hamdi Yazır ile Kur'an Sohbetleri*
… ..
… .. Eski ve yeni ilmîi teorilerin hepsini doğru veya yanlış olarak değerlendirmez. Ona göre Kur’an tefsirini bir zamanda geçerli olan ilmî ve felsefî görüşlerin sınırlarına çekerek vicdanlarını daraltmamak gerekir. Ajki bir zaruret olmadıkça âyetlerin anlamlarını tercih eder. Bu da dönemin yaygın kabulü olan pozitivizmin etkisinde kalmadığını gösterir. Örneğin Fil suresinde bahsi geçen kuşların attığı taşlarla bir ordunun helak edilmesi
nin, mikropla yayılan bir hastalık olarak yorumlanmasını Kur’an’ı tahrif eden zorlama bir yorum olarak değerlendirir.
… ..
… .. Ona göre insanı beşerî, cismani özelliklerinden sıyrılıp sırf ruhani bir varlık gibi yaşatma eğilimi makbul değildir. Zühd ve takvanın manası nefse eziyet etmek değil, onu itidal çizgisine çekmektir. Üç-dört yıl aralıksız felsefe ile meşgul olan Elmalılı bu alanda tercümeler yapmış, alanın temel meselelerine eleştiriler getirmiş ve ulaştığı bilgileri inanç konularını desteklemek için kullanmıştır. … ..
… ..
… .. Ona göre dinle çatışan filizoflar gerçeğe ulaştıklarından değil, gerçeği kavrayamadıklarından bu tavır içine girmişlerdir. …
… ..
İman, Teslimiyet ve Dua
… ..
… ..
Demekk ki ne zaman içimizden, “Yapamayacağım ya Rabbi! diye geçecek olsa hemen toparlanıp… .. “Rabbimiz böyle buyuruyorsa böyledir.” diyeceğiz tabii ki eksiklerimiz, hatalarımız olur. Zorlandığımız