27 Ekim 2025 Pazartesi

Önceki Günün Adası*


 

Gene de aşağılanmamdan gurur duyuyorum ve böyle bir ayrıcalığa makkûm edildiğim için, korkunç bir kurtuluşun tadını çıkarıyorum neredeyse: Sanırım, soyumuUn, insanoğlunun belleğinde, ıssız bir gemide deniz kazasına uğrayan yeâne varlığım.


Böyle yazıyor Robero de la Grive, yola gelmez bir kavram kargaşası içinde, tahminen 1643 yılının Temmuz ile Ağustos ayları arasında.

Bir tahta parçasına bağlı, güneş gözlerini kör etmesin diye gündüz vakti yüzünü güneşten öte çevirmiş, su yutmamak için boyunu doğal olmayan biçimde gerilmiş, teni tuzlu suyla kavrulmuş, hiç kuşkusuz ateş içinde, kaç gündür dalgalar üzerinde dolaşıyordu? Mektuplar bunu belirtmiyor ve sanki en çok iki günlük bir süre söz konusu olmalı, aksi takdirde -kendi betimlemesine göre, onun gibi son derece hastalıklı, doğal bir kusuru nedeniyle ancak gececil bir hayvan olarak- Phobios’un yayı altında hayatta kalamazdı (zengin hayal gücüyle yakındığı gibi.)

Zamanı hesaplayacak durumda değildi, ama sanırım onu Amarilli’nin bordasından fırlatıp atan fırtınadan hemen sonra deniz durulmuş ve denizcinin ona tam yerinde bir uyarısıyla şekil verdigi o bir tür sal, akıntılar onu koya yanaştırıncaya kadar, ekvatorun güneyinde son derece ılıman bir kışın hüküm sürdüğü bir mevsimde, sakin bir deniz üzerinde alizelerin itmesiyle, çok fazla mil yol gitmesine gerek kalmaksızın, onu sürüklemişti.

Geceydi, uyuyakalmıştı ve ta ki sal bir sarsıntıyla Dahne’nin pruvasına çarpıncaya dek, gemiye yaklaşmakta olduğunu fark etmemişti. 

Ve -dolunay ışığında- bir cıvadranın altında, çıpa zincirinden uzak olmayan bir noktasından bir ip merdivenin sallandığı (*Peder Caspar, “Yakub'un Merdiveni” (.Yakub, düşünde yeryüzünde bir merdiven dikildiğini ve başının göklere eriştiğini görür. Bu merdiven de Yakub’un Merdiveni olarak geçer. Kutsal Kitap, Eski Ahit, ‘Yaratılış’ 28:12, adını verekti ona!) bir baş

Geceleyin Kütüphane*


 

“Bir serseri mizah anlayışına (pek başarılı olmasa d) ilk kez sahibim ve her gördüğü kuşla havlayıp avını bırakan bir çiftlik köpeği misali ben de elimde tutmam gerekenleri biriktirmiş bulunuyorum. , ama sağlam bir yöntem arayışıyla boşuna çok kitap okuduğum için şikâyetim haklı ve doğru (çünkü her yerde olan hiçbir yerde değildir); pek faydasını görmesem de sanat, düzen, hafıza, muhakeme uğruna Kütüphanelerimizde kafamı allak bullak eden çeşitli yazarlara takıldım. 

Robert Burton (1577-1640 İngiliz bilim adamı ve papaz. Oxford Üniversitesi’nde rektördü. En bilinen eseri Melankolinin Anatomisi’dir) 


Başlangıç noktası bir soru.

Teoloji ve fantastik edebiyat dışında, evrenimizin belli başlı özelliğinin anlam eksikliği ve gözle görülür amaç yoksunu olmasından kuşku duyan birkaç kişi ancak çıkar. Yine de şaşırtıcı bir iyimserlikle yazı tomarlarından, bilgisayar yongalarından, ister istemez somut olsun ister sanal ya da başka türlü ,dünyaya akıl ve düzen kazandırmak gibi acınası bir çabayla kütüphane raflarından sonra kitaplıklardan toplayabildiğimiz kadar kırpık bilgileri bir araya getirmeyi sürdürürüz, aksine inanmak istesek de uğraşlarımızın başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûm olduğunu bile bile.

Peki bunu niye yaparız? En başından beri sorunun olasılıkla yanıtsız kalacağını bilmeme rağmen onun izinden gitmeye değer. Bu kitap o arayışın öyküsüdür. 

Sonu gelmeyen biriktirme çabaları kadar tarihlerin ve isimlerin sıralamasına titizlenmeyen biri olarak yola çıkalı birkaç yıl oldu, amacım ne kütüphanelerin bir tarihini daha derlemekti ne de

24 Ekim 2025 Cuma

Ali Dede*


 

Sessizliğin içinde konuşan, görünmeyenin izini süren kalpleri derin bir huzura eriştiren bir Allah dostuydu Kavaklılı Hacı Ali Dede…

Kimi zaman  bir duada saklıydı sesi, kimi zaman bir yetimin başını okşayan ellerinde. Onu gören, başka bir âlemden gelen o derin vakarı hissederdi. Konuşmazdı fazla ama söyledikleri yollara bedel olurdu.

Seydişehir Kavak köyünün mütevazı sokaklarında yürüyen bu ulu zat, sadece bir köy büyüğü değil; ricâlü’l-gayb olarak bilinen gizli erenler halkasının bir üyesiydi O, görünmeyen orduların duasıydı, manevi âlemlerin nöbetçisiydi.

Geceleri sabırla kıyamda geçen, gündüzleri halkın içinde Hakk’a işaret eden bir hayat yaşadı. Dünyayla işleri yoktu; o Allah’a adanmış bir ömür sürdü.

Yoldan  bakışıyla toparlandı, umutsuzlar onunla yeniden dirildi.

Kimseye yük olmadı, yük taşıdı. Kimseye görünmeden, nice gönle sultan oldu…

Kavaklılı Hacı Dede, bugün hâlâ dualarda anılan, gönüllerde yaşayan bir gizli veli…

Ve onun hikâyesi, hakikati arayan her kalbin içinde yankılanmaya devam ediyor.


Kırklar Meclisi ve Hacı Ali Dedemin Sırrı

Derler ki bu dünya görünen perdelerden ibaret değildir.

Bazen taşların sessizliği bir zikri saklar, bazen bir kuşun kanadında bin yıllık sırlar taşınır.

Her ne varsa görünürde, onun ötesinde  bir mana âlemi gizlidir.

Ve işte o mananın merkezinde , kimsenin göremediği fakat varlığıyla bütün âlemi ayakta tutan bir meclis vardır: Kırklar Meclisi…

Kırklar, bir topluluk değil, bir sır kapısıdır.

Onlar, ne vakit dünyaya baksalar, baktıkları yerde zamanı mühürlerler.

23 Ekim 2025 Perşembe

Elimden Ne Gelir*


 

İçinden geçtiğimiz bu dünya imtihanında; kalbi ölmemiş, aklı sömürgeleşmemiş, vicdan sahibi herkes, aklına güvendiği kişilere samimiyetle “Ben ne yapabilirim?” ya da “Ne yapmalıyım?” diye soruyor. Bu soru, zulümleri, depremleri, yangınlarıyla; yaşanması zor karakterleriyle, kimi zaman küçük kimi zaman büyük sınanma anlarıyla, en yüksek karar verici mevkilerden en sıradan insana kadar hayat karşısında herkes için gittikçe daha varoluşsal bir soru haline geliyor.


Öncelikle, “Elimden ne gelir?” sorusunun bir yandan kişinin kendini bugüne kadar hangi noktaya getirdiğiyle, yani kişinin kendini hangi konuda, ne kadar geliştirdiğiyle ilgili olduğu açıktır. Zira insanın ne yapacağını bilmez hâlde ortada kalıvermesi biraz da o güne kadarki hayatını boşuna harcamış olmasından kaynaklanır. Çevremizdeki pek çok genç, yaşadığımız günlerin ağır sorumluluğu altında ”ne yapsak” diye döne döne aranırken dile getirmekten çekinilen asıl soru şu: Kendimizi böyle günler için nasıl hazırladık?


İşi bilen insanın yaklaşık yirmi yaşına kadar geçen ömrünü nasıl geçirdiyse ondan sonrasının da o minvalde geçeceğini söyler. Ahlâken, zihnen, beceri ve donanım açısından yeterince kalifiye olmayan, ilk gençlik yıllarını laylaylomla  geçirmiş insanların tepemize inen bir yumruk karşısında “Elimden ne gelir?” demesinin, defalarca yaşadığımız deprem felaketlerinin gösterdiği gibi, zamanında gerekeni yapmayanların yıkıntılar karşısında gözyaşı dökmesinden farkı yoktur.


Büyük imtihanlardan çıkmak için iman gücünün -dünyevi açıdan- işe yaraması, üzerinde duracağı temel niteliklerin zamanında sağlam inşa edilip edilmediğiyle alakalıdır. Bununla beraber Rabbimizin kuşatıcı rahmetinin bir neticesi olarak o sağlam temeli oluşturmanın imkânı son nefese kadar açıktır. İnsanın niteliklerini artırmasının, ahlâkını ve inancını sağlamlaştırmasının bu bakımdan yaşı yoktur. “Şu yaşa gelmişsen yapacak bir şey yok, artık ilerleyemezsin” demek bizi, hayırlı sonuçlara götürmez. İnsan ömrünün bu

Şansölye Merkel*


 

İşte bu kadar. Angela Merkel gidiyor. Açık mavi gözleri ve iki sert çizgiden ibaret olan bu tanıdık yüzü artık ekranlarda görmeyeceğiz. Artık bir devlet başkanını selamlamak üzere yürürken attığı kararlı adımlarını, uzun sürmeyen kibar bir tebessüm ve çok kısa bir baş hareketinin eşlik ettiği, tamamen kendine özgü tokalaşma yöntemini görmeyeceğiz.Twitter veya Instagram’d, hiçbir zaman cazip jestlerle, ikna edici hlelerle veya bir iletişim danışmanının hazırladığı sloganlarla canlanmayan monoton sesinin kesitleri dolaşmayacak. Gösteriş çabaları ona göre değildi, aynı şekilde Mannschaft tarafından atılan bir gole eşlik etmedikçe, çoğu zaman gereksiz, dolayısıyla uygunsuz olduğunu düşündüğü coşkulu duygusal tepkiler de ona göre değildi. Artık tüm fırtınalara karşı dirençli ruh hâlinin tek belirgin varyasyonu olan ceketinin, o günkü rengini merak etmeyeceğiz. Onu bir daha görmeyeceğiz çünkü Angela Merkel Şansolyelik’ten  ayrıldığında resmi siyaseti tamamen bırakacağından neredeyse eminim. Uluslararası ilişkilerde kurumsal bir göreve atandığını duymayacağız. Arkasından gelenleri politikası hakkında yorum yapmayacak. Kendini ahlaki bir vicdan olarak yüceltmeyecek ve rol model üstlenebileceği kimliği kesinlikle reddedilecektir. Biriken talepleri sistematik bir şekilde reddetmekten yorulduğu bir gün ya da demokrasinin veya çok taraflılığın yeniden kötü bir döneme girdiği bir zaman ya da gerçekten gerekli gördüğü bir noktada kuşkusuz yeniden bir konuşmayla ortaya çıkacaktır. Ama yeni bir sorumluluk pozisyonunu kabul etmeyecek, sadece sosyal eylemlerde bulunacak, gelişmekte olan ülkeler ve çocukluğundan beri kendisini şekillendiren, hırsını kamçılayan değerleriyle ilgili diğer tüm amaçlar için çeşitli projeleri destekleyecektir.

    Belki seyahat edecek. Rusya, Amerika ve açık havanın hayalini kuruyordur. Tolstoy'u ve Pasternak'ı, Volga'yı ve Trans-Sibirya Demiryolu'nu düşünüyordur. Rocky Dağları'nı Kaliforniya'nın kaktüslerini, dikenli teller ve gözetleme kulelerinden başka ufkun olmadığı zamanlarda geçirdiği Doğu Almanya'da yaşlandığında ziyaret etmeyi hedeflediği o özgür dünyayı hayal ediyordur. ... ..

Sultan Abdülhamid*


 

Bizde oldum olası, tarihi şahsiyetlerle ilgili olarak ifrat veya tefrit uçlarında dolaşan bir yaklaşım vardır. İçinde bulunduğumuz camiaların peşin kabullerine dayalı olarak sevdiklerimize toz kondurmazken sevmediklerimizi ise yerin dibine geçiririz.

Aslında söz konusu yaklaşım, eğitilme tarzımızla da doğrudan ilgilidir. Bizler lineer bir yaklaşımla yetiştiriliyoruz. Buna, düz mantık da denebilir. Bize göre bir şey ya iyidir ya kötüdür; ya siyahtır ya beyaz; ya güzeldir, ya çirkindir. Bu yaklaşım asla ara ton tanımaz. Halbuki hayatın ve eşyanın tabiatı bu yaklaşıma tamamen zıttır.

Lineer mantık, bizde süblimasyon, yani gereksiz derecede yüceltme, adeta tanrılaştırma denen bir hastalığın yerleşmesine yol açmıştır. Fatih’i, Yavuz’u veya Kanuni’yi mi seviyoruz, onların da insan olduğunu, etten kemikten yaratıldıklarını, aşklarının, sevgilerinin, nefretlerinin, korkularının, endişelerinin, ve zaaflarının olduğu gerçeğini unutuyoruz. Sultan Abdülhamid’i mi seviyoruz, onun etrafında efsaneler üretiyor ve onu adeta kutsuyoruz. Atatürk’ü mü seviyoruz, işi adeta tapınma derecesine vardırıyoruz. Tam tersine eğer bu tarihi şahsiyetleri sevmiyorsak, işi nefret derecesine vardırıp sabah akşam onlara hakaret ediyor, iftira ediyor, hatta küfrediyoruz. 

Bir milletin milli hatıraları olan tarihe ve tarihi şahsiyetlere bu şekilde yaklaşmak aynı zamanda patolojik bir durumdur. Çünkü aşk kusur göstermez; kin ve nefret de iyilik ve sevap göstermez. Hele ki, aşklarımızı ve nefretlerimizi ideolojik saplantılarımız belirliyorsa takım tutar gibi padişah, devlet adamı, şair ve yazar tutmaya başlarız. En iyi şairi, dünya görüşümüze, ideolojik tercihlerimize uymuyor diye yok sayarız. Halbuki, bir sanatkârı sadece ideolojik kriterlere göre değerlendirmek bülbülü eti için öldürmek gibidir.

İdeolojik muhalif ve muarızlarımızın, genel olarak Osmanlı padişahlarından nefret mi ediyor, o zaman biz onlara adeta “ismet sıfatı”nı layık görüyoruz. Halbuki ismet sıfatı, yani günahsızlık peygamberlere hastır. Peygamberler dışındaki şahıslar halife de olsalar onlara bu sıfatı veremeyiz.

18 Ekim 2025 Cumartesi

İri Memeler Geniş Kalçalar*


 

Nobel ödüllü Mo Yan, Çin toplumunun tüm değerlerini altüst eden Kültür Devrimi sırasında yaşananları, dokuz çocuklu bir ailenin başından geçenleri yansıtıyor.Çocuklar doğdukları andan büyüyünceye kadar o süreçteki olaylardan her birinin dolaylı ya da dolaysız öznesi veya tanığı oluyorlar. Romanın en önemli kişilerinden biri de o çocukların annesi.

Mo Yan, kitabı nasıl yazdığını ve o anne karakterini nasıl oluşturduğunu aktarıyor:


“Romanı yazarken hiç çekinmeden annemin kişisel deneyimlerinden yararlandım; ama kitaptaki annenin duygusal deneyimleri kurgusaldır ve Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’ndaki pek çok anne nin deneyimlerine dayanır. Kitabın girişinde, bu kitabı annemin ruhuna adıyorum, diyorum; ama bu kitabı aslında dünya üzerindeki bütün annelere ithaf ediyorum; tıpkı benim şu kibirli ve vahşi hırsımla o küçücük Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’nı Çin'in ve dünyanın mikrokozmosu olarak gördüğüm gibi.”


Papaz Malory, kang’ın (*Tuğla veya pişmiş topraktan yağılan iki metre uzunluğunda, altında ısınmak için bir ocak bulunan geleneksel Çin yatağı) üstünde sessizce uzanırken Meryem Ana’nın pembe memelerine ve kucağındaki kıçı çıplak Bebek İsa’nın tombik yüzüne vuran parlak kırmızı bir ışık gördü. Geçen yaz tavandan damlayan sular bu yağlıboya resmin üzerinde kahverengi su lekeleri bıraktığından Kutsal bakire ve Oğlu’nun yüzünde boş bir ifade vardı. Gümüş grisi ve ipek inceliğinde bir ağdan sarkan uzun bacaklı bir örümcek hafifi bir esintiyle bir o yana bir bu yana sallanıyordu. “Sabah örümcekleri mutluluğa, akşam örümcekleri zenginliğe alamettir,” demişti bir keresinde o solgun yüzlü ama güzel kadın örümceği görünce. Beni nasıl bir mutluluk bekliyor ki? Aklına birden rüyasında gördüğü o göksel  memelerle tuhaf kalçalar düşüverdi, dışarıdan gelen çekçek gıcırtısı, uzaktaki bataklıktan gelen turna ssleri ve süt keçisinin kızgın melemelerine kulak kesildi. Serçeler pencerenin kâğıt kaplamasına çarpıp duruyordu. Mutluluk kulu da denilen saksağanlar avlunun dışındaki kavak ağaçlarında cıvıldıyordu. Görünüşe göre bugün gerçekten

13 Ekim 2025 Pazartesi

Buzlar Sfenksi*


… .. 

Anlatacağım bu olağanüstü ve müthiş serüvenin başlama noktası olarak -1779’da Kaptan Cook tarafından verilen adla- Desolation (*ıssızlık / Türkçede yalnızlı/ çaresizlik adaları olarak bilinir. ) Adalarından daha uygun bir yer düşünülemez. Doğrusu, bu adalarda birkaç hafta geçirdikten sonra gördüklerime dayanarak adaların ünlü denizcisinin verdiği bu acıklı adı fazlasıyla hak ettiğine tanıklık edebilirim. Elem Adaları, işte bu isim her şeyi anlatıyor.

Bununla birlikte coğrafya kataloglarının, 49 54’ güney enlemi ve 69 6’ doğu boylamında yer alan bu grup için benimsenen Kerguelen adında ısrar ettiğini bilmiyor değilim. Bunun nedeni Hint Okyanusu’nun güneyinde bu adaları 1772’de ilk keşfeden kişinin Fransız Baron Kerguelen olmasıdır. Aslında, filo komutanı bu yolculukta antartik denizlerin sınırlarında yeni bir kıta bulduğuna inanıyordu, ama ikinci keşif seferinde hatasını kabul etmek zorunda kaldı.Sadece bir takımadalar söz konusuydu. Bana kalırsa Elem Adaları adı, güneyden esen şiddetli fırtınaların sürekli allak bullak ettiği engin ve ıssız bir okyanusun ortasındaki irili ufaklı üç yüz adadan oluşan bu gruba en yakışan addır.

Bununla birllikte adalarda yaşayanlar vardı., hatta 2 Ağustos 1839 tarihinde Kerguelen nüfusunun çekirdeğini oluşturan birkaç Avrupalı ve Amerikalının sayıosı iki aydan beri Christmas Limanında bulunmam sayesinde bir kişi artmıştı. Beni genel olarak bu takımadalara, özel olarak Christmas Limanına getiren ideolojik ve mineralojik araştırmalarımı tamamlamış olduğumdan artık adalardan ayrılmak için fırsat kolluyordum. 

Christmas Limanı, dört bin beş yüz kilometre karelik yüzölçümüyle -Korsika’nın yarısı kadar- takımadaların en önemli adasıydı. Güvenli, giriş çıkışı kolay bir adaydı. Gemiler burada dört kulaç derinliğe demir atabilir. Kuzeydeki François Burnu dönüldüğünde, bin iki yüz ayak yükseklikteki Masa Dağı, uç kısmındaki kocaman bir oyuk yüzünden bir kemer görünümü almış olan bazalt kütlesinin içinde görünür. Önünüzde dar bir koyun uzandığını görürsünüz, koyun ağzını doğudan ve batıdan esen öfkeli rüzgârlara karşı koruyan küçük adacıklar bulunmaktadır.

10 Ekim 2025 Cuma

Elveda Gülsarı*


 

Yaşlı adam kırık-dökük bir arabaya binmiş geliyordu. Arabayı çeken taypalma yorga (*Yorga atlar biçimlerine göre “yol yorga”, “kiytin yorga”, “şaldır yorga”, “sapkın yorga” , “su yorga” ve taypal yorga”... gibi adlar alırlar. “Su yorga” ve ”taypalma yorga” dünyanın en değerli binek  ve yarış atlarıdır. “Taypalma yorga” “Su yorga” dörtnala koşmasını bilmeyen ama dörtnala giden yarış atlarını geçen , güzel yürüyüşlü, hızlı, binicisini hiç sarsmayan, su gibi akıp giden, uzun mesafe koşusunda eşsiz bir at cinsidir(ç.n.) Gülsarı da çok yaşlı ve bitkindi. Bir deri bir kemik kalmıştı.

Önlerindeki yokuş, açılmış ince bir bağırsak gibi, tâ belin oraya kadar uzanıyordu. İşte bu engin, çıplak ve ıssız bozkırda, kış günleri bora, kasırga eksik olmaz, yaz günlerinde ise cehennem sıcağı yakar kavururdu. 

Bu dik yokuşu ağır ağır çıkmak, Tananbay’ın pek gücüne giderdi. Hiç sevmezdi yavaş yürümeyi. Yavaş yürümek bir işkence idi onun için. Gençliğinde, ilçe parti komitesi toplantılarına katıldığı günlerin dönüşünde, bu yokuşa geldiğiğ zaman kamçıyı basar, atını dörtnala sürerdi. Ama bir öküz arabasına binmiş ise, yoldaşlarını arabada bırakıp yere atlar, şekpenini (*İnce yün kumaştan, elle dikilmiş, uzun, bol bedenli

 üst giyimi.) omzuna atar, başlardı koşarcasına yukarı tırmanmaya. Sanki düşmana saldırıyormuş gibi öfkeyle ileri atılır, yokuşun beline varıncaya kadar hiç durmazdı. Sonunda nefes nefese yokuşun beline, artık inişin başlayacağı tepeye varınca, “oh be!” derdi kendi kendine. Ciğerleri körük gibi şişip inerek, yüreği kafesinden çıkacakmış gibi çarparak, orada oturup biraz dinlenir, tâ aşağıda ağır ağır gelen arabaya bakardı. O bir türlü ilerlemek bilmeyen arabada oturmaktansa, böylesi çok daha iyiydi onun için.

Rahmetli Çora, o zamanlar, arkadaşının bu sabırsızlığına, tezcanlılığına güler:

-Senin işlerin neden uz gitmiyor biliyor musun Tananbay? derdi. Çok tezcanlı , çok sabırsız oluşundan. Vallahi ondan! Aynı anda ‘hem havadakini kapmak, hem yerdekini yalayıp yutmak istiyorsun. Dünya çapındaki bir devrimin hemen gerçekleşmesini diliyorsun. Öyle bir çırpıda olmaz bu işler. Dünya devrimi şöyle dursun , sen bizim şu eski Aleksandrovka yokuşunu bile araba ile ve araba yolundan tırmanmaya

Okuma Günlüğü & Alberto Manguel*


 

Kitaplar vardır,bir sayfadan öbürüne geçerken unutarak keyifle gözden geçiririz; bazılarını , hemfikir olmaya ya da karşı çıkmaya kalkışmadan saygı ile okuruz; bazıları yalnızca bilgi sunar bize, yorum beklemez bizden; yine bazılarını, nicedir, nasıl büyük büyük bir aşkla sevdiğimiz için, sözcüğüne sözcüğüne tekrarlayabiliriz., çünkü tam anlamıyla ezberim izdedirler.

Okumak sohbet etmektir. Deliler, zihinlerinin bir köşesinde yankılandığını hissettikleri hayali diyaloglarla uğraşırlar; okurlarsa, bir sayfa üzerindeki sözcüklerin sessizce harekete geçirdiği benzer bir diyalogla. Genellikle okurun yanıtı kaydedilmez.,, ama okur çoğu kez bir kalem alığı metnin kenarına cevaplar yazma gereksinimi duyar.. Bazen en sevdiğimiz kitaplara da eklenen bu yorum, bu açıklama, bu yankı genişler ve metni bir başka zamana, bir başka yaşantıya taşır; bir kitabın bizimle konuştuğu ve bizi (okurlarını) var olmaya zorladığı yanılsamasına gerçeklik katar.

… ..

… ..

 Okumak rahat, tek başına gerçekleştirilen, yavaş ve duygusal bir görevdir. Bir zamanlar yazmada da vardı bu niteliklerden bazıları. Fakat son zamanlarda yazarlık uğraşı, eski gezgin satıcıların, repertuar aktörlerinin uğraşlarına benzer nitelikler edindi; yazarlar, tuvalet fırçaları ya da ansiklopedi setleri yerine kendi kitaplarının özelliklerini övecek bir gecelik gösteriler yapmak üzere uzak yerlere çağrılıyor. Daha çok bu görevlerden dolayı, okuma yılım boyunca çok farklı kentlere yolculuk eder halde buldum kendimi, ama her defasında , yuvama dönmeyi, kitaplarımın bulunduğu ve işimi yaptığım, Fransa’nın ufak bir köyündeki evimde olmayı istedim.

… ..

Bir yıldan biraz fazla zamandır Fransa’daki evimizdeyiz ve şimdiden Buenos Aires’teki ailemi ziyaret etmek için buradan ayrılmam gerekiyor. Gitmek istemiyorum. Yazı köyde geçirmek, bahçenin, eski kalın duvarlarının serin tuttuğu evin tadını çıkarmak istiyorum. Kitapları yeni yaptırdığımız raflara

7 Ekim 2025 Salı

Adriana Mater*

 

Adriana Mater operası, bu libretto’dan yola çıkılarak ve ilk kez 30 Mart 2006’da Bastille Operası’nda sahnelenmek üzere Kaija Saariaho tarafından bestelendi; oyun sahneye Peter SEllars koydu, müzik yönetmini  Esa-Pekka Salonen yaptı; rolleri Patricia Bardon (Adsriana), Solveig Kringelborn (refka) Stephen Milling (Tsargo) ve Gordon Geitz (Yonas) paylaştılar; dekorları Georges Tsypin, giysileri Martin Pakledinaz, ışık düzenlemesi James F. İngalls yaptı. Paris Ulusal Operası Orkestra ve Korosu eşliğinde oynadı.

Günümüzde, savaşın yokladığı bir ülkede.

Birinci sahne - Bir çatışma öncesi. Genç bir kadın -Adriana- evinin önünde sere serpe oturmuş, özlem yüklü eski bir şarkı söyler. Eve girmek istediğinde, Tsargo’nun yolunu kestiğini görür. Genç adam sarhoştur;sendeleyerek onunla konuşmaya çalışmaktaa ve geçen yıl birlikte dans ettiklerini anımsatmaktadır. Kadın sonunda onu sertçe tersler. O da aşağılanmış edayla gidip az ötede yere serilir, elindeki şişeyi kafasına diker. Adriana’nın kız kardeşi Refka, görünmeden sahneyi izlemiştir ve böyle davrandığı için kardeşini suçlar. Gece olurken sahnede bir düş belirir; ama düşü kimin gördüğü anlaşılmaz. Adriana mı? Tsargo mu? Refka mı? Belki de üçü birden… Bu düşte Tsargo Adriana’yı baloya götürmeye hazırlanır, ama genç kadın koluna girdiğinde delikanlı bir şişeye dönüşür; Adraina bırakınca şişe yere düşüp gürültüyle parçalanır. Genç kadın, hem düşte hem de gerçekte, kahkahalarla gülerek uyanır. Kırılma sesine karışan bu kahkaha Tsargo’yu da uyandırır. Genç adam kendini aşağılanmış hisseder; tehditler savurarak lanetlenmiş biri uzaklaşır. 

İkinci sahne - Tsargo’nun öfkesine ve tehditlerine bir yankı gibi yanıt veren savaş gürlemeleri duyulur. Genç adam, savaş giysileri içinde , elinde bir silahla geri gelir. Adriana’nın kapısını çalar; genç kadın yine eskisi gibi tersler onu; ne elindeki silahı ne de yaklaşan düşmanın hareketlerini izleme bahanesiyle çatıya çıkma isteğini umursamaktadır. O zaman da genç adam kapıyı zorlar

6 Ekim 2025 Pazartesi

Bir Ömür Böyle Geçti*


 

Ben 1937 yılında,Kastamonu İli, Daday İlçesi, Azdavay Nahiyesi, Kırmacı Köyü, Pürtaş Mahallesi, Gazigil Hanesinde doğmuşum. Nüfusta kayıt tarihim 15 Haziran 1937’dir.

Annem, Mülazıl kızı Hatice Hanım, Babam, Gazi’nin oğlu Mustafa Vehbi’dir. Benim adımı medrese hocası olan dedem Gazi Osman Efendi vermiş. Benden önce doğan ve doğum kaydı yapılmayan Sare ablamla ikiz yazılmışız. Biz sekiz kardeşiz. Üç erkek, beş kız. Ben annemin beşinci çocuğuyum. Büyük ablamız genç yaşta vefat etti. Yedi kardeş halen sağız. Sene 2011.

Çocukluğum köyde sokaklarda, çaylarda oynayarak geçti. Biraz büyüyünce çobanlık yaptım. Çobanlık kış soğuğunda çok zor olurdu. Köydeki çocukluk arkadaşlarım Mahir Yaran, İbrahim Güneş, Halil Yaran idi. Yaz aylarında öğlenleri hayvanları ağıla koyunca çayda göle girerdik. Balık tutardık, söğüt ve kavlan ağaçlarından sipsi, düdük yapardık. Bahar aylarında çam soyar yalamuk yerdik. Sonra kirazlar, erikler, armutlar olur onları bol bol yerdik. Sürgeşikten, kabalaktan sigara yapar içmeye özenirdik. Kışları çok kar yağardı. Kartopu oynar, kızak kayar, kuş avlardık. Ayaklarımızda ya çarık, ya kara lastik olurdu. Onlar da ayaklarımızı çok üşütürdü.


Ailem

Dedem Osman Efendi

Babamın Babası Dedem Osman Efendi, doğum tarihi bilinmemektedir. Ölümü 1940. Ben 3 yaşında idim. Çok az hatırlıyorum. Dedemin lakabı “Koca Gazi Hoca” imiş. Babamın anlattığına göre Dedem genç yaşta köyden İstanbul’a gitmiş. Hem çalışmış hem okumuş. Cami hocası olmuş. Hatta İstanbul Küçük Ayasofya’da imamlık yapmış

Dedem, Osmanlı Ordusunda, Girit Adasında askerlik yapmış. Orada Alay imam ı olmuş. 30 yaşlarında at ile askerlikten dönmüş. O zamanlar at ile gelmek, çok çok büyük bir onurmuş. Osman Dedem, Sultan Hanım ile evlenmiş. Bir oğlu Babam ve beş kızı doğmuş. Yani beş halam vardı.

3 Ekim 2025 Cuma

Sinekli Bakkal*

 



Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır:

Sinekli Bakkal.

Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar, karşıdan karşıya birbirinin üzerine aban gibi uzanmış eski zaman saçakları. Ortada baştan başa uzanan bir aralık kalmış olmasa, sokak üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda, batıda, bu aralık renkten renge giren bir ışık yolu olur. Fakat sokağın yanları her zaman serin ve loştur.

Köşenin başında durup bakarsınız: her pencereden kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları görürsünüz. Saksılarda al, beyaz, koyu kırmızı sardunya, küpe çiçeği, karanfil. Gaz sandıkları da öbek öbek yeşil fesleğen ile dolu. Tâköşede bir mor salkım çardağı altında çevrenin en işlek çeşmesi var. Bütün bunların arkasında tiyatro dekorunu andıran beyaz, uzun, ince minare.

Sürülü kafeslerin arkasında kocakarı başları dizili. Arada dikişlerini bırakır, pencereden bağıra bağıra dedikodu yaparlar. Sokakta, ayağı takunyalı, başı yazma örtülü, eli  bakraçlı kadınlar çeşmeye gelirler. Saçları iki örgülü, kız çocukları kapı eşiklerinde sakız çiğner; çakşırı yırtık, yalınayak, başı kabak oğlanlar kırık taşlar arasındaki su birikintileri çevresinde çömelmiş, kağıttan kayık yüzdürürler.

Burası dünyanın herhangi

 bir yerindeki bir fukara mahallesinden çok farklı değildir. Bir geçitten çok, toplantı yeri: Mahalleli orada muhabbet eder, konuşur, kavga eder, eğlenir. Hayatın orada geçmeyecek bölümü yok gibidir. İhtiyarlar, vaktiyle, çeşme başında doğuran kadın bile olduğunu gülerek rivâyet ederler.

Eğer bir yabancı durur, su dolduran kadınlarla ahbaplık ederse bir kınalı parmak ona mutlak iki yer gösterir: Biri Mustâfendi’nin “İstanbul Bakkaliyesi”, öteki arka pencereleri çeşmenin üstüne açılan İmamın evi. Birincisi sokağın ortasındaki evlerden birinin altına kara bir kovuk gibi gömülen dükkân, öteki sokağın biricik üç katlı binası. Gerçi kapısı öteki sokağa açılır, fakat küçük Sinekli Bakkal onu benimsemek ister. Çünkü zengin fakir bütün çevre halkı, ölüm, doğum, nikâh gibi hayati meselelerde o