Gene de aşağılanmamdan gurur duyuyorum ve böyle bir ayrıcalığa makkûm edildiğim için, korkunç bir kurtuluşun tadını çıkarıyorum neredeyse: Sanırım, soyumuUn, insanoğlunun belleğinde, ıssız bir gemide deniz kazasına uğrayan yeâne varlığım.
Böyle yazıyor Robero de la Grive, yola gelmez bir kavram kargaşası içinde, tahminen 1643 yılının Temmuz ile Ağustos ayları arasında.
Bir tahta parçasına bağlı, güneş gözlerini kör etmesin diye gündüz vakti yüzünü güneşten öte çevirmiş, su yutmamak için boyunu doğal olmayan biçimde gerilmiş, teni tuzlu suyla kavrulmuş, hiç kuşkusuz ateş içinde, kaç gündür dalgalar üzerinde dolaşıyordu? Mektuplar bunu belirtmiyor ve sanki en çok iki günlük bir süre söz konusu olmalı, aksi takdirde -kendi betimlemesine göre, onun gibi son derece hastalıklı, doğal bir kusuru nedeniyle ancak gececil bir hayvan olarak- Phobios’un yayı altında hayatta kalamazdı (zengin hayal gücüyle yakındığı gibi.)
Zamanı hesaplayacak durumda değildi, ama sanırım onu Amarilli’nin bordasından fırlatıp atan fırtınadan hemen sonra deniz durulmuş ve denizcinin ona tam yerinde bir uyarısıyla şekil verdigi o bir tür sal, akıntılar onu koya yanaştırıncaya kadar, ekvatorun güneyinde son derece ılıman bir kışın hüküm sürdüğü bir mevsimde, sakin bir deniz üzerinde alizelerin itmesiyle, çok fazla mil yol gitmesine gerek kalmaksızın, onu sürüklemişti.
Geceydi, uyuyakalmıştı ve ta ki sal bir sarsıntıyla Dahne’nin pruvasına çarpıncaya dek, gemiye yaklaşmakta olduğunu fark etmemişti.
Ve -dolunay ışığında- bir cıvadranın altında, çıpa zincirinden uzak olmayan bir noktasından bir ip merdivenin sallandığı (*Peder Caspar, “Yakub'un Merdiveni” (.Yakub, düşünde yeryüzünde bir merdiven dikildiğini ve başının göklere eriştiğini görür. Bu merdiven de Yakub’un Merdiveni olarak geçer. Kutsal Kitap, Eski Ahit, ‘Yaratılış’ 28:12, adını verekti ona!) bir baş
kasarasının karşısında, su üstünde salındığını fark eder etmez, bir anda tüm gücünü yeniden kazanmıştı. Umutsuzluğun verdiği güç olmalı bu: Bağıracak (ama boğazı kupkuruydu) ya da bedeninde mor izler oluşturan iplerden kurtulup yukarı çıkmayı deneyecek kadar nefesi olup olmadığını yokladı. Kanımca, böyl anlarda, ölmek üzere olan bir insan, beşikteyken yılanları boğan bir Hercüles olup çıkar. Roberto’nun olayla ilgili notları pek anlaşılmayacak kadar karışık, ancak sonunda baş kasarasına çıktığına göre, bir şekilde o merdivene tutunmuş olduğu fikrini kabul etmek gerekir.Belki de yukarı, her adımda bitkin halde, bir durup bir ilerleyerek yavaş yavaş çıkmış, kendini korkuluktan öte yana atmış, gemideki iplerin üzerinden sürünerek kasaranın kapısını açık bulmuştur… Karanlıkta o varile içgüdüsel olarak dokunmuş olmalı, kenarına tutunarak güçlükle doğrulmuş ve varile bir zincirle bağlı çanağı bulmuştur. İçebildiği kadar içmiş, sonra tam bir doygunlukla yere çökmüştü; belki de kelimenin gerçek anlamıyla doygunluk içinde, çünkü ona yiyecek sağlayacak kadar çok boğulmuş böcek de olsa gerek.… ..
… ..
*Önceki Günün Adası & Umberto Ecol
Özgün Adı: L’isola del prima
İtalyanca aslından çeviren: Kemal Atakay
1.Basım: 1995
*The English suffixes -phobia, -phobic, -phobe (from Greek φόβος phobos, "fear") occur in technical usage in psychiatry to construct words that describe irrational, abnormal, unwarranted, persistent, or disabling fear as a mental disorder (e.g., agoraphobia), in chemistry to describe chemical aversions (e.g., hydrophobic), in biology to describe organisms that dislike certain conditions (e.g., acidophobia), and in medicine to describe hypersensitivity to a stimulus, usually sensory (e.g., photophobia). In common usage, they also form words that describe dislike or hatred of a particular thing or subject (e.g., homophobia). The suffix is antonymic to -phil-.
… ..
*Selene, (Grekçe: Σελήνη, "ay") veya Mene (Grekçe: Μήνη),[1] Yunan mitolojisindeki ay tanrıçası. Hyperion ve Theia isimli titanların kızıdır.[2] Zeus'tan Pandia isminde kızı olmuştur. Geleneksel ilahi soyağacına göre Helios, yani güneş, Selene'nin erkek kardeşiydi. Helios gökyüzündeki yolculuğunu bitirdiğinde, Selene kendi yolculuğuna başlardı. Ayrıca şafak tanrıçası Eos da onun kardeşiydi. Roma mitolojisindeki muadili Luna'dır. Selene isminin, Yunanca kökenli "ışık" anlamındaki selas (Grekçe: σέλας) ile ilişkili olduğu düşünülmektedir.[3]
Roma hakimiyeti sırasında Selene gitgide Artemis ile ilişkilendirilmeye başlanmıştır. Bu nedenle bazı yazarlar onu Artemis gibi tanımlamış ve tasvir etmişlerdir. Hatta bu nedenle Zeus veya Pallas'ın kızı olarak tanımlandığı da olmuştur. Aynı durum Helios'un Apollon olarak ele alınmasıyla da gözlemlenmiştir.[1]
Sanat eserlerinde, Selene bir çift at veya öküz tarafından çekilen gümüş bir savaş arabasını süren, solgun yüzlü güzel bir kadın olarak tasvir edilmiştir. Sıklıkla, başında bir yarım ay ve elinde bir meşale ile bir atı veya boğayı sürerken resmedilmiştir.
Ayrıca bir efsaneye göre Selene, Pandora'dan son çıkan şeyi yani umudu korumakla görevliydi. Kendisine yardımcı olarak dünyadan kızlar seçerdi. Bu kızlar, insanları dünyadaki kötülüklerden korumaya ve uzak tutmaya çalışırlardı.
*Johannes Müller von Königsberg (1436 Haziran 6 - 1476 Temmuz 6[1]), daha iyi bir Regiomontanus olarak bilinen (/ˌriːdʒioʊmɒnˈteɪnəs/) bir olduğu matematikçi, astrolog, astronom ve Alman Rönesansı, Viyana, Buda ve Nürnberg'de aktif. Katkıları, ölümünden sonraki on yıllarda Kopernik günmerkezciliğinin gelişmesinde etkili oldu.
Regiomontanus, Latince Ioannes de Monteregio (veya Monte Regio; Regio Monte) adıyla yazdı; Regiomontanus toponimi ilk olarak 1534 yılında Philipp Melanchthon tarafından kullanılmıştır. Adını Prusya'daki daha büyük Königsberg'den (modern Kaliningrad) değil, Aşağı Frankonya'daki Königsberg'den almıştır.
Regiomontanus'un erken yaşamı hakkında çok az şey bilinmesine rağmen, on bir yaşında, Saksonya'daki Leipzig Üniversitesi'nde öğrenci olduğuna inanılmaktadır. 1451'de Avusturya'nın Viyana kentindeki üniversite olan Alma Mater Rudolfina'da eğitimine devam etti. Orada Georg von Peuerbach'ın öğrencisi ve arkadaşı oldu. 1452'de lisans derecesini (baccalaureus), 1457'de 21 yaşında yüksek lisans derecesini (magister artium[2] Optik ve antik edebiyat dersleri verdiği bilinmektedir.[3]
1460 yılında papalık elçisi Basilios Bessarion diplomatik bir görevle Viyana'ya geldi. Bir hümanist bilgin ve matematik bilimlerinin büyük bir hayranı olan Bessarion, Peuerbach'ın şirketini aradı. Bessarion'un felsefi rakibi olan Trabzonlu George, yakın zamanda Ptolemy'nin Almagestinin Yunanca'dan yeni bir Latince çevirisini üretmişti, Bessarion bunu doğru bir şekilde yanlış ve kötü çevirmişti, bu yüzden Peuerbach'tan yeni bir çeviri yapmasını istedi. Peuerbach'ın Yunancası bir çeviri yapacak kadar iyi değildi ama Almagest’i yakından biliyordu ve bunun yerine eserin modernize edilmiş, geliştirilmiş bir kısaltması üzerinde çalışmaya başladı. Bessarion ayrıca Peuerbach'ı evinin bir parçası olmaya ve Viyana'daki işi bittiğinde İtalya'ya geri dönmeye davet etti. Peuerbach, Regiomontanus'un da onlara eşlik etmesi şartıyla daveti kabul etti. Ancak Peuerbach 1461'de hastalandı ve Almagestin kısaltmasının yalnızca ilk altı kitabını tamamlamış olarak öldü. Peuerbach ölüm döşeğinde Regiomontanus'a kitabı bitirip yayımlayacağına dair söz verdirdi.[1][3]
… ..Burada dünyanın ilk bilimsel matbaasını kurdu ve 1472'de öğretmeni Georg von Peurbach'ın ilk basılı astronomik ders kitabı Theoricae novae Planetarum'u yayınladı.[1]
… ..Regiomontanus ve Bernhard Walther, 1472 kuyruklu yıldızını gözlemlediler. Regiomontanus, paralaks açısını kullanarak Dünya'dan uzaklığını tahmin etmeye çalıştı. [a] David A. Seargeant'a göre:[6] Atmosferik fenomenler olarak kuyruklu yıldızlara ilişkin hakim aristoteles teorisi ile uyumlu olarak, mesafesini en az 13.120 km olarak tahmin etti ve bundan, merkezi yoğunlaşmayı 26 km ve tüm kuyruklu yıldız çapını sırasıyla 41.6 ve 129.6 km tahmin etti. Bu değerler, elbette, büyüklük sıralarında başarısız fakat kuyruklu yıldızın fiziksel boyutlarını belirlemeye yönelik bu girişimi övgüyle anılması gerekir. 1472 kuyruklu yıldızı 1471 Noel Günü'nden 1 Mart 1472'ye (Julian Takvimi) kadar toplam 59 gün görüldü
… ..
Regiomontanus'un Üçgenleri Üzerindeki küresel trigonometri ile ilgili malzemenin çoğu doğrudan alındı on altıncı yüzyılda Gerolamo Cardano tarafından belirtildiği gibi, diğer adıyla Geber olarak bilinen Cabir ibn Aflah'ın on ikinci yüzyıl çalışmasından.[12]
Simon Stevin, kesirlerin ondalık gösterimini açıklayan kitabında (De Thiende konumsal gösterimi), düşündüren olarak Regiomontanus'un trigonometrik tablolarından bahseder.[13]
Regiomontanus, Avrupa'nın en popüler sistemlerinden biri haline gelen kendi astrolojik ev sistemini tasarladı.[14]
1561'de Daniel Santbech, Regiomontanus, De triangulis planis et sphaericis libri quinque (ilk olarak 1533'te yayınlandı) ve Compositio tabularum sinum recto'nun çalışmalarının yanı sıra Santbech'in kendi Problematum astronomicorum et geometrikorum bölümlerinin bir derlemesini yaptı. Basel'de Henrich Petri ve Petrus Perna tarafından yayınlandı.
… ..
*Proserpina, Yunan tanrıçası Persefoni'nin Latince adıdır.
Yeraltı dünyasının kralı Plüton, Jüpiter'e karısı olmadığından şikayet etti. Jüpiter, Tahıl ve hasat tanrıçası Ceres'in kızı Proserpina'yı ona ayarlayacağını söyledi. Böylece ikili Proserpina'yı kaçırma planları yapmaya başladı. Bir gün Proserpina Sicilya'daki Kına vadisinde menekşeler ve zambaklar toplarken Pluto aniden ortaya çıktı ve onu krallığına götürdü. Annesi Ceres, Proserpina'yı tüm dünyada aradı, dünyaya tahıl verme gibi kutsal görevlerini ihmal etti ve bütün mahsuller öldü. Sonunda Ceres, kızının artık Pluto'nun kraliçesi olduğunu söyleyen Jüpiter'e başvurdu ve Jüpiter dünyanın iyiliği için Ceres'in lehine karar verdi. Proserpina annesine geri verildi, ama yeraltı dünyasında tek bir nar çekirdeği yediğinden, tamamen özgür olamadı, yılın üçte birinde Pluto ile kalmak zorunda kaldı ve diğer üçte ikisini annesiyle geçirdi. Yeraltı Dünyasının kraliçesi olan Proserpina, üçlü tanrıça Trivia'nın tanrıçalarından biridir. Auxerreli Remigius ona gökyüzünde Lucina, yeryüzünde Diana ve cehennemde Proserpina olarak üç isim verir.
Proserpina'nın zorla kaçırılması, annesinin onu araması ve nihayetinde yukarıdaki dünyaya geçici olarak getirilmesi Roma eserlerinin uzun süre konusu olmuştur. Proserpina'nın Yeraltı Tanrısı tarafından ele geçirilmesi genellikle Proserpina'a tecavüz olarak kabul edilir. Bu yüzden Rönesans dönemi eserlerinde dramatik bir konu olmuştur.
*Jig (İrlandaca: port; İskoçça (Kelt dili): port-cruinn), bileşik ölçülerde canlı bir halk dansı biçimidir ve buna eşlik eden dans melodisidir. İlk olarak 16. yüzyılda İngiltere, İrlanda, İskoçya ve Britanya Adaları'nın diğer bölgelerinde popülerlik kazandı[1] ve sonunda olgun Barok dans takımının son hareketi haline geldiği Kıta Avrupası'nda benimsendi.[2] Günümüzde en çok İrlanda dans müziği, İskoç country dansı ve Kanada'daki Métis halkıyla ilişkilidir.[3]
*A display of the Irish Jig, a Scottish highland dance, from the 2021 Grampian Games in Braemar
*Sarabande ( İspanyolca: zarabanda ) eski bir İspanyol dansıdır . 16. yüzyıldan beri bilinen [1] , ismin etimolojisi kurulmamıştır. Melodik-harmonik formülü koruyarak mobil ve karnavaldan , süitlerin ayrılmaz bir parçası haline gelen ciddi bir dans alayına geçti . İbero-Amerikan halk müziğinin melodik ve ritmik zenginliğini bestelerinde ortaya koyan 16. yüzyılın İspanyol enstrümantalistleri sayesinde, sarabande'nin müzikal temasının yanı sıra folyolar , chaconnes ve passacaglia pan- Avrupa besteci pratiği [ Sarabande - https://tr.wiki7.org/wiki/%D0%A1%D0%B0%D1%80%D0%B0%D0%B1%D0%B0%D0%BD%D0%B4%D0%B0?ysclid=mhbj5rvy8l724423379
*Baroque Dance - Sarabande à deux
*Aiolos, eski Yunan mitolojisinde rüzgâr tanrısı.
Poseidon'un oğlu olan Aiolos; Notos, Boreas, Euros ve Zephyros adında dört rüzgârı bir tulumun içinde kapalı tutar ve sadece Zeus'tan aldığı buyrukla ortaya salar.
Yunan mitolojisinde aynı isimde bir başka Aiolos ise, Yunan ulusunun efsane atası sayılan Hellen ile Orseis adlı Nympha'nın oğlu, Tufan kahramanı Deukalion ile Pyrrha'nın torunudur.
*https://en.wikipedia.org/wiki/Casale_Monferrato#:~:text=Casale%20Monferrato%20(%20%C4%B0talyanca%20telaffuzu%3A%20%5B,eteklerinde%20akt%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20yerde%20yer%20al%C4%B1r.
*Casale Monferrato ( İtalyanca telaffuz: [kaˈzaːle moɱferˈraːto] ), İtalya'nın kuzeybatısındaki Piedmont bölgesinde , Alessandria ilinde bulunan bir kasabadır . Torino'nun yaklaşık 60 km (37 mil) doğusunda, Po Nehri'nin sağ kıyısında , nehrin Montferrat tepelerinin eteklerinde aktığı yerde yer almaktadır . Nehrin ötesinde, Po Vadisi'nin uçsuz bucaksız ovası uzanır.
*Monferrato (Piyemontece: Monfrà; İtalyanca: Monferrato; Latince: Mons ferratus) Kuzey İtalya'da Piyemonte ilinde yer alıp kabaca Asti ve Alessandria komünlerini içeren Asti spumante, Barbera ve Moscato d'Asti şarap üretimi yapan ve bu sebepten Haziran 2014'te UNESCO Dünya Mirası Listesine dahil edilen bölgedir.[1][2]
Monferrato üç bölgeden oluşmaktadır:
Basso Monferrato (Aşağı Monferrato)
Monferrato Astigiano
Alto Monferrato (Yukarı Monferrato)
*Milano Dükalığı - Vikipedi
*Milano Dükalığı (İtalyanca; Ducato di Milano, Latince; Ducatus Mediolani) İtalya'nın kuzeyinde yer alan Kutsal Roma İmparatorluğu'na bağlı devlet.[1][2] Başkenti Milano olan devlet Gian Galeazzo Visconti tarafından 1395 yılında kurulmuştu. Dükalığın komşuları doğuda Venedik Cumhuriyeti, batıda Savoy Dükalığı, güneyde Ceneviz Cumhuriyeti ve kuzeyde ise İsviçre Kantonlarıydı. Resmi
olarak kullanılan diller Lombardca ve İtalyancaydı.
15.yy'ın başlarında en geniş sınırlarına ulaşan devlet Lombardiya eyaletinin tamamına ve Venedik
eyaletinin, Emilia Romagna eyaletinin ve Piemonte eyaletinin bir kısmına sahipti.
Sforza hanedanı zamanında ipek endüstrisinin gelişmesiyle birlikte zenginleşen şehir Rönesans
döneminin en zengin eyaletlerinden biri oldu.
15.yy'ın sonlarına doğru Fransa Krallığı ve Habsburg İmparatorluğu arasındaki mücadelenin
sebeplerinden biri oldu. 1556 yılında Habsburg İspanya'sına geçen Milano Dükalığı 1707 yılında eski imparatorluk sınırında
olduğu için Habsburg Avusturya'sına geçti. 1796 yılında yeniden Fransa'nın eline geçen Milano Dükalığı bir yıl sonra Campo Formio Antlaşması ile birlikte (Alplerin güneyindeki bir Fransız kukla devleti olan Cisalpin Cumhuriyeti'ne geçti.
Napolyon yönetimindeki yenilen Fransa, 1815'teki Viyana Kongresi'nde Lombardiya- Venedik Krallığı'nı
(Milan Dükalığı dahil) Avusturya İmparatorluğu'na teslim etti. 1859 yılında Lombardiya Avusturya
tarafından Sardinya-Piemonte Krallığı'na teslim edildi. Sardinya- Piemonte Krallığı ise ileride günümüz
İtalya'sını oluşturacaktı.
*Savoy Dükalığı (İtalyanca: Ducato di Savoia; Fransızca: Duché de Savoie), 1416'dan 1847'ye kadar var olan ve Savoy Hanedanı'nın mülkiyetinde olan Savoy devletinin bir toprak birimidir.
İmparator Sigismund, Savoy Kontluğu'nu Amadeus VIII için bir dükalığa yükselttiğinde oluşturuldu. Dükalık, 1792 yılına kadar Kutsal Roma İmparatorluğu'nun bir parçası olan İmparatorluk feodal topraklarından biriydi ve İmparatorluk Dieti'nde bir oy hakkına sahipti.[1][2][3][4] 16. yüzyıldan itibaren Savoy, Yukarı Ren Birliği'ne aitti.
… ..
*Guastalla Dükalığı - frwiki.wiki
*Guastalla Dükalığı (ayrıca Guastalle Dükalığı Fransızca) eski olduğu İtalyan yarımadasının devlet kenti ile olduğu gibi Guastalla başkent, imparatorluk kalesi .
Kökeninde, sınırları kuzeyde Mantua Dükalığı , doğuda Modena Dükalığı ve Reggio ve güneyde ve batıda Parma Dükalığı olan bir ilçe olarak kurulmuştur . Başlangıçta Guastalla şehri ile sınırlıydı, daha sonra Dosolo , Luzzara ve Reggiolo'ya kadar uzandı . Birçok mülk , Dükalık dışında yaşayan Mantua Lordları ve Este Hanedanı'na aittir . 1539'dan 1746'ya kadar Mantua üzerinde ana hükümdarlığı olan Gonzaga Evi'nin bir şubesi tarafından yönetildi .
*Mantova Dükalığı (Ducato di Mantova veya Ducatus Mantuæ) Kuzey İtalya'da yer alan Lombardiya merkezli devlet. Kutsal Roma İmparatorluğu'na bağlıydı.
*İtalya'daki eski devletler listesi - Vikipedi
*Önceki Günün Adası - Umberto Eco Kitap özeti, konusu ve incelemesi
*Papa VII. Urbanus; gerçek adı ile Giovanni Battista Castagna (4 Ağustos 1521, Roma, Papalık Devletleri (günümüzde İtalya) – 27 Eylül 1590, Roma, Papalık Devletleri (günümüzde İtalya)), 15-27 Eylül 1590 döneminde Roma Katolik Kilisesi'nde 13 gün süren papalık yapmıştır. Bu papalık tarihinde en kısa süren papalıktır.
Hayatı:
1555'te Papa II. Julius tarafından Fano Valiliğine getirilmiştir. Papa II. Paulus döneminde ise kısa dönemler Perugia Valisi ve Umbria Valisi olarak bulunmuştur. 1563'te Trento Konsili'nda Vatikan'a bağlı idareci olarak katılmıştır. 1565'te İspanya'ya papalık temsilcisi-elçisi olarak gönderilen (sonradan Papa XIII. Gregorius olan) Kardinal Buoncompagni'ye refakat etmiştir. O bu görevden ayrılıktan sonra Castagna 7 yıl süre ile Madrid'de İspanya Kralı II. Felipe'nin sarayında papalık temsilcisi-elçi olarak bulunmuştur. İtalya'ya döndüğünde Rossano Başpiskoposluğu'ndan istifa edip ayrılmıştır. Ama Ocak 1573'te Papa XIII. Gregorius tarafından Venedik Cumhuriyeti'ne papalık temsilcisi-elçisi yapılmıştır. 1577'de Bologna valisi olarak atanmıştır. 1578'de İspanya Kralı II. Felipe ile Hollanda "Birleşik Eyaletleri" arasında Köln'de yapılan barış müzakerelerine olağanüstü Papalık temsilcisi-elçisi olarak katılmıştır. Roma'ya dönüşte
Vatikan'da yüksek bir mevkiye getirilmiş ve 12 Aralık 1583'te S.Marcelo Kilisesi isimsel Kardinal-papazı
olarak unvan verilmiştir. Ekim 1584'te Bologna'ya papalık temsilcisi olmuştur. Papa V. Sixtus döneminde Vatikan'da "Genel Engezison Başkanı"
mevkiinde
görev yapmıştır.
Papa V. Sixtus 27 Ağustos'ta ölünce 54 kardinali ihtiva eden Kardinaller Konklavı 7 Eylül'de onu papa olarak
seçmişlerdir. Bu çabuk seçilmesinde uzun müddet papalık temsilcisi-elçisi olduğu İspanya Krallığı'nın büyük etkisi olduğu
bilinmektedir.
Fakat daha geleneksel Aziz Petrus Bazilikası'nda papalık taç giyme töreni bile yapılamadan 13 gün papalık yapmış iken 27 Eylül'de "malarya" hastalığından
sonra ölmüştür.
*The pavane[a] (/pəˈvɑːn, pəˈvæn/ pə-VA(H)N; Italian: pavana, padovana; German: Paduana) is a slow processional dance common in Europe during the 16th century (Renaissance).
The pavane, the earliest-known music for which was published in Venice by Ottaviano Petrucci, in Joan Ambrosio Dalza's Intabolatura de lauto libro quarto in 1508, is a sedate and dignified couple dance, similar to the 15th-century basse danse. The music which accompanied it appears originally to have been fast or moderately fast but, like many other dances, became slower over time.[1]
… ..
*Strabon (Yunanca: Στράβων; MÖ 64 - MS 24), Yunan tarihçi, coğrafyacı ve filozoftur. Yaşadığı dönemde bilinen
yerlere yapılan göçlere ve hangi milletlerin nerelerde yerleşmeler yaptığı üzerine gerçekleştirdiği çalışmalarla ün
kazanmıştır. Roma aristokratlarıyla kan bağı olduğu düşünülmektedir.[kaynak belirtilmeli] Bugünkü Amasya ili
sınırlarının içinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dünyanın ilk coğrafyacısı kabul edilir.
Antik Dünya hakkındaki coğrafya kitabı ile tanınmıştır.[1]
Amasya'da doğdu ve Amasya'da öldü. Klasik Yunan eğitimi gördü. Aristodemos’tan hitabet dersleri aldı.
MÖ 44’te öğrenimini sürdürmek amacıyla Roma’ya gitti. Başlangıçta Aristotelesçi görüşleri savunduysa
da sonraları Augustus’un öğretmenlerinden olan Athenodoros’un etkisinde kalarak Stoa okulunun
görüşlerini benimsedi. MÖ 31’e değin Roma’da kaldı. MÖ 29’da Yunanistan’ı gezdi. MÖ 28’de Mısır’a
gitti. Roma İmparatorluğu'nun büyük bir bölümünü dolaştı. Roma ve İskenderiye’de uzun süre kaldı.
Olgunluk çağında Historika Hypomnemata (Tarihi Hatıralar) adlı bir eser yazdı. Bu yapıt, 43 cilttir ve
Polybios tarihinin bir devamıdır. Korint ve Kartaca’nın (MÖ 146) yıkılışından Sezar’ın ölümüne ya da
Aktium Savaşı’na dek süren dönemi kapsar. Yalnızca 19 parçası günümüze kadar ulaşmıştır. 17 ciltlik
Geographumena veya Geographika (Coğrafya) adlı yapıtının büyük bölümü günümüze kadar gelmiştir.
Yazar bu yapıtını Yunan ve Roma dünyasının kültürlü kişileri için yazmıştır. En geniş seçmeci düşüncelere
yer veren yapıt; Eratosthenes, Hipparkhos, Epheros, Polybios ve Poseidonios adlı tarihçilerden
esinlenmişti. Strabon’un coğrafyası tarihsel bir özellik taşımakla birlikte insanın, kavimlerin ve
imparatorlukların fizikî dünya ile olan ilişkilerini de belirtir. Bu özelliğiyle Batlamyus’un Geographike
Aphegesis adlı coğrafyasından üstündür. İlgili eserin Anadolu coğrafyasını kapsayan 12, 13 ve 14. ciltleri
Arkeoloji ve Sanat Yayınları tarafından günümüz Türkçesi ile basılmıştır.[2]
Strabon, Kalkedon'dan bahsederken "denizden biraz içeride, içinde küçük timsahların yaşadığı bir pınar
vardı" der. Bu timsahlı pınarın Kadıköy'ün ne tarafında olduğu bilinmemektedir ancak Kurbağalıdere'nin
(Kuşdili Deresi) yatağını alüvyonlar doldurmadan önce, bugünkü Uzunçayır civarında bulunması olasıdır.
Anadolu'nun Romalılar tarafından istila edildiği yıllarda bazı esir ve kölelerin timsahlara kurban
edildiğine göre Strabon'un “Kalkedon’un biraz içerisindeki küçük pınarda timsahlar vardı” cümlesini
anlamak pek de zor olmayacaktır.
Strabon aynı zamanda antik dönemde volkanizmanın ilk neden/sonuç ilişkisine dayanan açıklamasını
yapan yerbilimcidir.
Eski tarihçilerin söylediklerine de kulak vermek gerekir. Örneğin, “Lydia Tarihi”ni yazmış olan Ksanthos
bu ülkenin sık sık karşılaştığı acayip değişiklikleri anlatır. Gerçekten burasını Arimlerin efsanesinin
geçtiği ve Typhōn’un acı çektiği yer olarak kabul etmişler ve buraya Katakekaumenē ülkesi demişlerdir.
Beş yüz stadion uzunluğu, dört yüz stadion genişliği olan Mysia ve Maionia denen ve Katakekaumenē olarak adlandırılan ülkeye gelinir. Burada hiç ağaç yoktur; sadece kalite olarak ünlü şarapların hiçbirisinden aşağı olmayan Katakekaumenē şarabının elde edildiği bağlar vardır. Toprağın yüzü küllerle kaplıdır, dağlık ve kayalık olan ülke sanki yangından olmuş gibi siyah renktedir. Bazıları, bunun yıldırımlardan ve ateşli yeraltı patlamalarından olduğunu tahmin etmektedir ve bunlar Typhōn’un efsanevi hikâyesinin burada olduğunda tereddüt etmemektedirler. Fakat kaynağı şimdi tükenmiş olan ve yerden fışkıran bir alev nedeniyle olabileceği yerine, bütün bir ülkenin bir seferde böyle bir olayla yanmış olacağını kabul etmek mantıksızdır. Burada birbirlerinden kırk stadion uzaklıkta olan “physas” denen üç çukur görülür. Bunların yukarısında, mantıklı olarak tahmin edildiği takdirde, topraktan fışkıran sıcak külle oluşmuş tepeler uzanır. Bu tür toprak bağcılığa iyi uyum sağlar. Hâlen en iyi ve bol miktarda şarap elde edilen, üzeri küllerle kaplı Katana toprağında olduğu gibi. Bazı yazarlar bunun gibi yerlere bakarak, Dionysos’a (“Phrygenes”) denmesinin iyi bir nedeni olduğu hükmüne varmışlardır.
*Galicia (Eastern Europe) - Wikipedia
*For the autonomous community of northwest Spain, see Galicia (Spain). For other uses, see Galicia (disambiguation).
Galicia (/ɡəˈlɪʃ(i)ə/ gə-LISH-(ee-)ə;[2] also known by the variant name Galizia;[3] Polish: Galicja, IPA:
[ɡaˈlit͡sja] ⓘ; Ukrainian: Галичина, romanized: Halychyna, IPA: [ɦɐlɪtʃɪˈnɑ]; Yiddish: גאַליציע, romanized:
Galitsye; see below) is a historical and geographic region spanning what is now southeastern Poland and western
Ukraine, long part of the Polish–Lithuanian Commonwealth.[4][5][6] It covers much of the other historic regions of
Red Ruthenia (centered on Lviv) and Lesser Poland (centered on Kraków).
The name of the region derives from the medieval city of Halych,[7][8][9] and was first mentioned in Hungarian
historical chronicles in the year 1206 as Galiciæ.[10][11] The eastern part of the region was controlled by the medieval
Kingdom of Galicia–Volhynia before it was annexed by the Kingdom of Poland in 1352 and became part of the
Ruthenian Voivodeship. During the partitions of Poland, it was incorporated into a crown land of the Austrian
Empire — the Kingdom of Galicia and Lodomeria.
The nucleus of historic Galicia lies within the modern regions of western Ukraine: the Lviv, Ternopil, and Ivano-Frankivsk oblasts near Halych.[12] In the 18th century, territories that later became part of the modern Polish regions of the Lesser Poland Voivodeship, Subcarpathian Voivodeship, and Silesian Voivodeship were added to Galicia after the collapse of the Polish–Lithuanian Commonwealth.
Eastern Galicia became contested ground between Poland and Ruthenia in medieval times and was fought over by Austria-Hungary and Russia during World War I and also fight over by Poland and Ukraine later in the 20th century. In the 10th century, several cities were founded there, such as Volodymyr and Jaroslaw, whose names mark their connections with the Grand Princes of Kiev, Vladimir the Great and Yaroslav the Wise. There is considerable overlap between Galicia and Podolia (to the east) as well as between Galicia and southwest Ruthenia, especially in a cross-border region (centred on Carpathian Ruthenia) inhabited by various nationalities and religious groups.
*Aristoteles | Felsefe hakkında her şey...
*Aristoteles (Grekçe: Ἀριστοτέλης, Aristotélēs, yak. MÖ 384 – yak. MÖ 322) veya kısaca Aristo,[a] Antik
Yunanistan'da klasik dönem aralığında yaşamını sürdürmüş olan Yunan filozof, polimat ve bilgedir.[5]
Platon ile birlikte düşünce tarihinin en önemli filozoflarından olan Aristo, mantık, fizik, biyoloji, zooloji,
astronomi, metafizik, etik, estetik, ruh, psikoloji, dilbilim, ekonomi, siyaset ve retorik gibi pek çok disiplinde çoğu
o disiplinin kurucusu olan eserler vermiş, eserleri 16. ve 17. yüzyılda modern bilim gelişene kadar Avrupa ve
İslam coğrafyasındaki bilimsel faaliyetin temelini oluşturmuştur.[5]
… ..
Hayatı:
Yapıtları
Kaybolan yapıtları
Korunan yapıtları
Corpus Aristotelicum
Mantık
Doğa felsefesi
Kimya
Kısa Doğa Yazıları
Metafizik
Teorik Felsefe
Mantık
Doğa Felsefesi
Fizik
Can Üzerine (Ruh Üzerine)
Ana madde: Ruh Üzerine
Metafizik
*Töz ya da cevher, değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik; kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan anlamındaki felsefi kavram. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan.
Töz, felsefi anlamda evrenin varoluşunu açıklamaya çalışan felsefelerin ilk öğe olarak düşündükleri varlık, öz, değişen şeylerin özünde değişmeden kaldığı varsayılan idealist kavrama verilen isimdir.
John Locke, Latince altta bulunan şey anlamına gelen töz (substantia) deyiminden ne anlaşılması gerektiğini şöyle açıklamaktadır: "Niteliklerin yalnız başkalarına var olmakta devam etmelerini kavrayamıyoruz. Zorunlu olarak bunlara destek olan başka bir şeyin var olması gerektiğini düşünüyoruz. Destek olan şeyin birçok nesnelerde bulunduğunu varsıyıyoruz, işte bu ortak desteğe töz adını veriyoruz."
Rene Descartes da şöyle demektedir: "Tözü düşündüğüm zaman var olmak için kendinden başka hiçbir şeyin varlığına muhtaç olmayan bir şeyi düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse böyle olan yalnız Tanrıdır."
Baruch Spinoza da şöyle diyor: "Töz sözcüğünden, kendiliğinden ve kendisi için var olanı anlıyorum. Bu kavramın meydana gelmesi için başka bir kavrama ihtiyaç yoktur."
Bilim doğada değişmeyen bir nesne ya da gerçeklik bulunmadığını savunmaktadır. Bunun yanında bazı modern teoriler, varlıkların maddesel olarak değişiklik göstermeyen ortak maddeler olan kuarklardan meydana geldiğini öne sürmektedir.[özgün araştırma?]
Diyalektik felsefede töz, özdek demektir.
Dilimizde ‘cevher’ olarak da kullanılan töz kavramı İngilizce ‘substance’, Fransızca ‘sustance’, Grekçe ‘ousia’, Latince ise ‘substantia’ anlamına gelmektedir.[1]
*Tikel veya cüzi (İngilizce: Particular), bir türün ya da bir bütünün bir kısmına veya birkaç parçasına özgü olan unsurlardır. Tümelin hem karşıtı hem de "tekil" kavramıyla birlikte ayrılmaz parçasıdır. Tikel, insanın nesnel ilişkileri bilme derecesini dile getiren tekil ve tümel kavramlarıyla birlikte birbirleriyle sıkı bir ilişki içinde olan üç felsefe ve metafizik kavramından biridir.[a][1]
Adcılık anlayışı tümellerin gerçek ya da nesnel hiçbir varlığa sahip olmadıklarını; gerçek olarak dünyada var olanların tikeller olduğunu savunur.
*Demokritos (Grekçe telaffuz: [ðiˈmo.kri.tos]; Grekçe: Δημόκριτος, Dēmókritos, "halkın seçtiği" anlamına gelir; y. 460 - y. MÖ 370), geliştirdiği atomcu evren teorisi formülasyonu ile tanınan Sokrates öncesi Antik Yunan filozof.[3]
Demokritos, Trakya'nın Abdera kentinde[4] MÖ 460 civarında doğdu, ancak tam olarak hangi yıl olduğu hakkında anlaşmazlıklar vardır. Metinlerde sıklıkla birlikte bahsedildiği için, tam katkılarını akıl hocası Leukippos'un katkılarından ayırmak zordur. Leukippos'tan alınan atomlar hakkındaki kuramsal düşünceleri, bazılarının Demokritos'u diğer Yunan filozoflarından daha çok bir bilim insanı olarak görmesine neden olan 19. yüzyıl atomik yapı anlayışına geçici ve kısmi bir benzerlik taşır; ancak fikirleri çok farklı temellere dayanıyordu.[5] Antik Atina'da büyük ölçüde görmezden gelinen Demokritos'un Platon tarafından o kadar beğenilmediği söylenir ki, Platon tüm kitaplarının yanmasını diledi.[6] Yine de, kuzey doğumlu filozof Aristo tarafından iyi biliniyordu ve Protagoras'ın öğretmeniydi.[7]
Çoğu kişi Demokritos'u "modern bilimin babası" olarak görür.[8] Yazılarının hiçbiri günümüze ulaşmamıştır; onun engin eserlerinden sadece parçalar bilinmektedir.[9]
Hocası Leukippos'un ortaya koyduğu teoriyi büyük ölçüde geliştirerek ünlenmiştir. Parmenides'in temsil ettiği tekçilik (monism) ile Empedokles'in çokçuluğu (pluralism) karşısındaki aracılık girişimleri sonucu, "Atom veya bölünmeyen öz" teorisi ile ünlenmiştir. (Bazı kaynaklar Empedokles ve Anaksagoras'ı da "atomcular" sınıflandırmasının içine sokmaktadır.)
Varoluş ile ilgili çok kesin bir görüş ortaya koymuştur. Evren'deki oluşuma, kesin bir zorunluluk egemendir. Bütün olup bitenleri bir rastlantı ile izâha çalışmak saçmalıktır. "Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atomdur. Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir." şeklinde özetlenebilecek bir görüşle, materyalist doğa biliminin ilk temellerini atmıştır.
Atomcular, sadece bir hacim, bir şekil ve belki de bir ağırlık içeren bölünmez en küçük birim olarak târif ettikleri atomun ve atomların hareket ettiği boşluğun (eter - ether - esir) ezelî, ebedî mevcudiyetini ortaya atmışlardır. Bütün bu materyalist görüşlere rağmen, "tek gerçek, atomlar ve atomların hareketidir" prensibini, ruhun açıklanması aşamasında da tutarlı bir şekilde kullanmışlardır.
Bilinçli bir materyalist yaklaşımla, algılama ve düşünmeyi, vücuttaki en ince, en hafif ve en düzgün ateş atomlarının hareketi olarak izâh eden Demokritos, kendisinden önceki düşünürlerin üzerinde durmadığı oranda, ahlâk (etik) ile de ilgilenmiştir.
… ..
*Epikuros (Grekçe: Ἐπίκουρος Epikouros; MÖ Şubat 341, Sisam - MÖ 270, Atina) veya kısaca Epikür, felsefe tarihinin en etkili okullarından biri olan Epikürcülüğün kurucusu Antik Yunan filozoftur.
Yaşamı ve düşüncelerinin gelişimi:
Epikür, Septisizmde ve Stoacılıkta olduğu gibi, pratik felsefeye yani ahlak felsefesine yönelmiş ve bu alanda etkinlik göstermiştir. Hem ahlak felsefesinde hem de bilgiye yaklaşımında kuşkuculuğun izleri/etkileri belirgin olarak görülür.
Aristoteles'in ölümünden sonra gelişen okullardan Epikürcü okulu, MÖ 306 yılında Atina'da kurulmuştur. Okul geniş bir bahçede kurulduğu için takipçilerine ‘bahçe filozofları’ ismi de verilmiştir. Okulun kapıları herkese açılmıştır. Öğrenciler dostluk içinde, gösterişten uzak bir biçimde yaşamışlardır. Birçok eser veren Epikür'den geriye birkaç mektup ve maksim kalabilmiştir.[1]
Epikür çok uzun zaman etkili olmuş bir filozoftur. Ondan sonra neredeyse 4. yüzyıla kadar etkili olmuş bir filozof ortaya çıkmamıştır. Epikür, Demokritosçu filozoflardan dersler almış ve onların özellikle atomcu teorilerinden etkilenmiştir. Öte yandan Septiklerin ve özellikle Pirron'un şüpheciliğinden etkilenmiştir.
Felsefesi:
Mutluluk:
Epikür bir ahlak felsefesi geliştirmiştir ve felsefenin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia). Ona göre insan, tabiatı itibarıyla acıdan, üzüntüden, kaygıdan kaçıp neşe ve haz peşinde koşar. Bu yüzden bireyin temel amacı da mutluluk ve hazza ulaşmaktır. Fakat bu mutluluk ve haz materyalist özellikler taşır; maddi hazlar önemlidir. Bununla birlikte insan dinsel kaygı ve sınırlamalardan uzak durmalıdır. Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir: insanın mutluluğa giden yolunu araştırmak.
Epikür, insan mutluluğu dışında antik Yunan felsefesinin soyut tartışmalarıyla ilgilenmemiştir.
Haz ve Acı:
Epikür, hedonizmi andıran bir biçimde, mutluluğun ve iyiliğin ölçütü olarak haz ile acı kavramlarını temel alır. Fakat bu kavramları Hedonistler ‘zevk, eğlence ve neşeye ulaşma’ hedefini açıklamakta kullanırken Epikürcüler bunu ‘beden sağlığı ile ruhsal dinginliğe ulaşmak’ hedefini açıklamakta kullanır.
Haz, basitçe acı veren şeylerden kaçıp dinginliğe ulaşmak anlamına gelir. Acı ise biyolojik açıdan açlık, susuzluk, üşümek, hastalanmak gibi durumlardır; manevî açıdan ise ruhsal gerginlikler, depresyon, korku, endişe, kaygı hâlinde bulunmak anlamına gelir.
Epikür, arzuları üçe ayırır:
Doğal ve zorunlu: Hayatta kalacak ölçüde beslenmek, barınma, sağlıklı olmak...
Doğal ama zorunlu olmayan: Fazladan beslenmek, cinsel faaliyetler...
Ne doğal ne de zorunlu: Mal mülk edinmek, şöhret, ihtişam, lüks...[2]
… ..
*Tabula rasa veya tabula rosa, John Locke'un ortaya attığı "boş levha" önermesine işaret eder. Bir empirist olan Hume'a göre, zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur. Bununla birlikte Hume, nedenselliğe de karşı çıkar. Şeyler arasında kurduğumuz zamansal ve uzamsal ilişkiler, onların kendilerinde özellikleri değil,
bizim deneyimsel alışkanlıklarımızla ilgilidir. (Buradaki "deneyimsel" kavramı bilinçli yürütülmüş bir aşama değil,
salt tanıklıktır.) Olgular arasındaki bağıntıları kendi yöntemlerimizle bilemez, sadece onlara atıflarda bulunuruz.
Doğa kurallarla işlemez, formülizasyon sahibi değildir. İnsanlar, doğayı ya da olguları algılayabilmek için
sistemler, formüller, öncelik-sonralık ilişkileri kurarlar.
Locke, insanın yaşamındaki tek yol göstericinin akıl olduğunu savunur. İnsanın, yol göstericisi olan aklını kullanıp her türlü gelenek ve otorite baskısından kurtularak özgür düşünceyi
seçmesi gerektiğini öne sürer. Ona göre insanı ve toplumu ileri götürecek şeylerin başından özgür düşünce gelir.
Tabula rasa Locke'u her şeyin doğuştan belirli olduğunu savunan kaderci filozoflardan (örn. akılcılık) ayırır.
Sonuç olarak Hume, zihinde yer alır. Bu Locke'un görüşü olarak bilinir.
*rakkas - Vikisözlük : Sarkaç
*Sisamlı Pisagor[a] (Pythagóras ho Sámios; MÖ 570 – MÖ 495), Antik İyonya'nın en ünlü düşünürlerinden birisidir. Yunan düşünür ve Pisagorculuğun kurucusudur. Siyasal ve dinsel öğretilerini daha çok Magna Graecia'da yayan Pisagor, önce Platon ve Aristo'nun felsefelerini sonra ise tüm Batı felsefesini etkiledi. Yaşam öyküsünün çoğu halk efsaneleriyle gölgelendirilmiştir, ancak Sisam adasında bir mücevher oymacısı olan Mnesarkhos'un oğlu olduğu neredeyse kesindir.
En popüler önermesi "Pisagor teoremi"dir. Pisagor ve öğrencileri her şeyin matematikle ilgili olduğuna, sayıların son gerçek olduğuna, matematik
aracılığıyla her şeyin kestirilebileceğine ve ölçülebileceğine inanmışlardır.
Hayatı
Pisagorculuk Okulu
Eski Pisagorcular
Himeralı Petron
Metapontlu Hippasos
Krotonlu Alkmaion
Genç kuşak Pisagorcular
Krotonlu Philolaos
Tarentli Arkhytas
Pisagorculukta Sayı
Sayıların Kullanım Adları
Astronomi
Tetraktys
Pisagor Teoremi
Bir dik açılı üçgende dik kenarların her birinin uzunluklarının karelerinin toplamları, dik açının karşısındaki
kenar
olan hipotenüsün uzunluğunun karesine eşittir. Bu teoremin matematiksel formülle gösterimi şöyledir:
c2 = a2+ b2
Pisagor'dan etkilenenler
Platon
Roma
Toplum hakkında görüşleri
Ruh göçü öğretisi
Diğer başarıları
Eserleri
Pisagor ezoterizmi
Pisagor’un rejim modeli
Enstitü’nün gelişimi ve dağıtılması
Pisagor’un bilim ve sanata katkıları
*Pythagoras’ın Müzik Felsefesi - Düşünüyorum
*Grek inisiyelerin müziğin felsefi ve sağaltıcı yönlerine dair bilgiyi Mısır’dan almış olma ihtimalleri çok yüksektir.
Mısırlılara göre bu sanatın kurucusu Hermes’tir. Bir rivayete göre, Hermes, bir kaplumbağa kabuğunun oyuğuna
teller gererek ilk liri yapmıştır. Hem İsis hem de Osiris, müziğin hamileridir. Bu sanatların eskiliğinden
bahsederken, Platon, şarkılar ve şiirlerin, Mısır’da en azından on bin yıldır mevcut olduğunu, bunların ilham
verme ve insanı yüceltme nitelikleri dolayısıyla, ancak tanrılar veya tanrı-benzeri insanlar tarafından bestelenmiş
olabileceklerini dile getirmektedir.
… ..
İlk dönem Çin, Hint, Pers, Mısır, İsrail ve Yunan halkları, dini seremonilerinde hem ses hem de müzikal
enstrümanlar kullanmış, şiir ve tiyatroyu müzikle tamamlamışlardır. Bununla birlikte, müziğin matematik temellerini kanıtlama onuru, Pythagoras’a düşmüştür. Kendisinin bir müzisyen olmadığı söylense de Diatonik Skala keşfinin, ona ait olduğu söylenir. Kabul
edilmiş olduğu gizem okullarının rahiplerinden, müziğin ilâhi teorisini öğrenen Pythagoras, yıllarca ses
uyumu (konsonans) ve uyumsuzluğu (disonans) yasaları üzerine çalışmıştır. Sorunu nasıl çözümlediği bilinmemekle birlikte, aşağıdaki açıklama ortaya konulmuştur:
“Bir gün armoni sorunu üzerine tefekkür ederken, Pythagoras, örsün üzerinde bir parça metal döven bir demircinin önünden geçmiştir. Büyük çekiçler ile küçük çekiçlerin çıkardığı sesler arasındaki tizlik
farklarını görüp, bu seslerin kombinasyonlarından oluşan armoni ve ahenksizlikleri dikkatle hesaplayarak,
müzik aralıklarıyla ilgili ilk ipucuna ulaşmıştır. Dükkâna girmiş, aletleri dikkatle inceleyip, ağırlıklarını
not ederek, evine dönmüş ve evinin duvarından çıkan uzun bir ahşap kol yapmıştır. Bu kol üzerinde,
düzenli aralıklarla yapı ve ağırlık bakımından birbirinin benzeri olan, 4 tel germiştir. Her birine, farklı
ağırlıklar asmıştır. Bu farklı ağırlıklar, demircinin farklı çekiçlerine karşılık gelmektedir. Pythagoras bundan sonra, birinci ve dördüncü tellere birlikte vurulduğunda, oktavın armonik aralıklarını
verdiğini ve ağırlığı artırmanın, teli ikiye bölmekle aynı etkiye yol açtığını bulmuştur. Birinci telin
gerilimi, dördüncü telin gerilimi ile aynı olunca, aradaki oran iki kattır. Benzer bir deneyle, birinci ve
üçüncü telin, Diapente Armonisi, yani 5’te 1 aralık yarattığını bulmuştur. İlk telin gerilimi, üçüncü telin geriliminin yarısı oranında, yani 3/2, yani
Sesquialter’dir. Aynı şekilde ikinci ve beşinci teller, birinci ve üçüncü teller ile aynı oranlara sahip
olarak, bir Diapente Armoni verir. Araştırmasına devam eden Pythagoras, birinci ve ikinci tellerin,
3’te 1 aralık, yani Diatessaron Armoni ürettiğini ve ilk telin geriliminden üç kez daha yüksek olduğunu, oranın
4/3 yani Sesquitersiyon olduğunu bulmuştur. Dördüncü ve beşinci teller, birinci ve ikinci tellerle aynı orana sahip olan bir
başka Diatessaron Armonisi üretmektedir. Iamblichus’a göre ikinci ve üçüncü tellerin oranı 8/9 veya
Epogdoan’dır. Armonik oranların anahtarı, ünlü Pythagorasçı tetraktis, yani noktalar piramidinde saklıdır.”
Tetraktis, ilk 4 sayıdan oluşur: 1, 2, 3, 4. Bunların birbirine oranı oktav, Diapente ve Diatessaron
aralıklarını açığa çıkarır. Armonik aralıklarla ilgili yukarıda ileri sürülen yasa doğru olsa da daha sonra
kanıtlanmıştır ki metale vuran çekiçler, onlara atfedilen çeşitli tonları çıkarmaz. Pythagoras, armoni teorisini bir ses ölçer (iki akort mandalı arasında gerili tek bir tel ve hareket edebilir
mandallardan ibaret bir düzenek) yardımıyla bulmuştur.
Pythagoras için müzik, kutsal matematik biliminin olmazsa olmazlarından biriydi ve armonileri, kesin bir şekilde matematiksel oranların hükmü altındaydı. Pythagorasçılar iyinin kendi evrenini tesis edip muhafaza ediş biçimini matematiğin kanıtladığına kesin bir biçimde
inanıyordu. Dolayısıyla sayılar, armoniden önce geliyordu. Çünkü onlar bütün armonik oranları yöneten
değişmez yasaydılar. Pythagoras, bu armonik oranları keşfettikten sonra müritlerine de gizemlerin, bu yüce arkanum’una (sır, gizem) inisiye etti. Yaratımın sayısız kısmını devasa sayıda planlara veya kürelere sınıflandırıp,
her küreye bir ton, bir armonik aralık, bir sayı, bir isim, renk ve form atadı. Daha sonra çıkarımlarının kesinliğini kanıtlamak için onları en soyut mantıksal öncülden, en somut
geometrik katıya kadar, farklı akıl planlarında kanıtladı. Bu çeşit kanıt yöntemleri arasında en yaygın olanlarıyla kimi
doğa yasalarının tartışılmaz varlığını gösterdi. Müziği kesin bir bilim olarak tesis ettikten sonra,
Pythagoras, yeni bulmuş olduğu armonik aralık yasasını, doğanın bütün fenomenlerine uyguladı. Hatta
gezegenlerin, takımyıldızların ve elementlerin birbiriyle armonik ilişkisine kadar uzandı. Bu kadim felsefi
sonuca modern bir destek, elementlerin birbiriyle armonik oranlara göre ilerlemesinde bulunmaktadır.
John A. Newlands, elementleri atom ağırlıklarındaki artışlara göre listelerken, her sekiz elementte bir, niteliklerin tekrar
edişine tanık oldu. Bu keşif modern kimyada, “oktavlar yasası” diye bilinmektedir. Armoninin duyu algılarıyla değil, akıl ve
matematikle belirlendiğine inanan Pythagorasçılar, kendilerine “kanonikler” dediler. Böylece armoninin gerçek belirleyici ilkesinin, tat ve içgüdü olduğunu
söyleyen “armonik okuldan” kendilerini ayırmış oldular. Bununla birlikte müziğin duyular ve duygular
üzerindeki derin etkisini kabul eden Pythagorasçılar, müzik tıbbı dedikleri şeyin bedeni ve zihni etkilediğini ortaya koydular.
… .. Pythagorasçılar iyinin kendi evrenini tesis edip muhafaza ediş biçimini matematiğin kanıtladığına
kesin bir biçimde inanıyordu. Dolayısıyla sayılar, armoniden önce geliyordu. Çünkü onlar bütün
armonik oranları yöneten değişmez yasaydılar. … .. kesin bir bilim olarak tesis ettikten sonra,
Pythagoras, yeni bulmuş olduğu armonik aralık yasasını, doğanın bütün fenomenlerine uyguladı. Hatta gezegenlerin, takımyıldızların ve elementlerin birbiriyle
armonik ilişkisine kadar uzandı.
… .. John A. Newlands, elementleri atom ağırlıklarındaki artışlara göre listelerken, her sekiz elementte
bir, niteliklerin tekrar edişine tanık oldu. Bu keşif modern kimyada, “oktavlar yasası” diye bilinmektedir. Armoninin duyu algılarıyla değil, akıl ve matematikle belirlendiğine inanan Pythagorasçılar, kendilerine “kanonikler” dediler. …. ..
…. ..Yunanlıların müzik sisteminin yedi makamının veya yedi anahtarının, çeşitli duyguları canlandırıp,
sakinleştirme gücüne sahip olduğunu keşfetmiştir. …. .ç.
… ..
… ..Pythagorasçılar, yedi Yunan makamı ile yedi gezegen arasındaki bağlantıyı keşfetmişlerdir. … ..
… ..
… ….
Buradan anlaşılmaktadır ki, Yunanlı gençlerin eğitiminde, müzik önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca
enstrümantal müziğin seçimine de çok dikkat edilmiştir. Çünkü söz olmadığı zaman, müziğin anlamı
kuşkulu olmakta ve insanlar üzerinde yararlı mı yoksa zararlı bir etki mi yaratacağını önceden görmek
zorlaşmaktadır. Genelde eğlenceye yönelik olup, duyusal ve cafcaflı olan halkın beğenileri ise, hak
ettiği
hoşgörüyle ele alınmalıdır. Bugün marşların, savaş üzerindeki etkisi, kesin bir biçimde bilinmektedir. Dini müzikler, kadim teoriyle uyum içinde geliştirilmiş olmasa da,
sıradan dindar halkın duygularını derinden etkilemektedir.
*Elektromanyetizmada, toroidal moment, elektromanyetik alanın çok kutuplu açılımında, manyetik ve elektrik çok kutuplu açılımlarından farklı olan bağımsız bir terimdir. Elektrostatik çok kutuplu açılımda, tüm yük ve akım dağılımları, eksiksiz bir elektrik ve manyetik çok kutuplu katsayı kümesine genişletilebilir. Ancak, elektrodinamik çok kutuplu açılımda ek terimler ortaya çıkar. Bu terimlerin katsayıları, toroidal çok kutuplu momentlerin yanı sıra elektrik ve manyetik çok kutuplu momentlerin zaman türevleri tarafından verilir. Elektrik dipolleri ayrılmış yükler ve manyetik dipoller dairesel akımlar olarak anlaşılabilirken, eksenel (veya elektrik) toroidal dipoller toroidal (simit şeklindeki) yük düzenlemelerini tanımlarken, polar (veya manyetik) toroidal dipol (anapol olarak da adlandırılır) bir torus şeklinde bükülmüş bir solenoidin alanına karşılık gelir.
… ..
Bu terimi, onu eski Yunanca τροχοειδής, trokhoeidês'den ("dairesel, yuvarlak") uyarlayan matematikçi Roberval'e ( 1602 - 1675 ) borçluyuz.
Bir izin disk yarıçapının bir çizgi üzerinde kaymadan haddeleme L, merkezi Cı hareket paralel L, ve diğer tüm noktaları P daire formuna çark adı noktaları kümesi bağlı düzlemde. Let CP = b . Bağlı olarak P (disk olan b < bir veya çevresi üzerine) ( b = bir ), ya da dış ( b > a ), çark ortak kısaltılmış ya da uzatılmış olduğu söylenir. Parametrik denklemler ile çark, bir L X-ekseninde, şunlardır:
ile İçeride ISTV melerin RWMAIWi'nin daire dönüşünü tanımlayan arasındaki açı değişken olur.
Kısaltılmış bir trokoid , bir bisiklet pedalının hareketiyle (kaldırıma göre) tanımlanabilir.
Uzatılmış bir trokoid , sabit hızda (kıyıya göre) bir çarklı vapurun kanatları ile tanımlanabilir.
*Uraniborg Gözlemevi - Vikipedi
*Uraniborg Gözlemevi, Tycho Brahe'nin Hven adasına Danimarka kralının 1575'te verdiği paralarla yapılan gözlemevidir. Brahe, orayı daha sonra Avrupa'nın ilk bilimsel araştırma enstitüsü haline getirmiştir.
*Akışkan statiği ya da hidrostatik, hareketsiz akışkanlar üzerinde çalışmalar yapan akışkan mekaniğinin dalı. Hangi akışkanların durağan dengede hareketsiz kaldığıyla ilgili yapılan çalışmaları kabul eder ve akışkan dinamiğiyle karşılaştırıldığında hareket halindeki akışkanları inceler.
Hidrostatik depolama, taşıma ve akışkan kullanma için ekipman mühendisliği olan hidrolik için esastır. Ayrıca jeofizik, astrofizik, meteoroloji gibi birçok alanla ilgilidir.
Hidrostatik günlük hayatta yaşadığımız örneğin atmosfer basıncının neden rakımla değiştiği, neden tahta ya da zeytinyağının su yüzeyinde yüzdüğü veya su hangi şekle sahip kaba konulursa konulsun yüzeyinin neden yatay çizgi olarak gözüktüğü gibi birçok olaya fiziksel açıklama getirir.
*Peygamberleri tanımanın yollarından birisi mucizedir. Mucize ıstılah olarak öğretilecek ve öğrenilecek türden olmayan ve insanların yapmaya güç yetiremeyeceği olağanüstü işlere denir.[1] Hz. İsa (a.s) bazı mucizelere sahipti. Ölüleri diriltmek, doğuştan kör olanlara şifa vermek ve hastaları iyileştirmek bu mucizelerin bazılarıdır. Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “…Hani iznimle çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapıyordun da içine üflüyordun, benim iznimle hemen bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle doğuştan körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle ölüleri de (hayata) çıkarıyordun…”[2] Ama su üzerinde yürüme mucizesi bir rivayette İmam Sadık’tan (a.s) nakledilmiştir.[3]
*Paradoks, görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir çelişki oluşturması veya sezgiye karşı bir sonuç oluşturmasıdır. Çoğunlukla, çelişkili görünen sonuç veya sonuçların aslında çelişkili tarafları vardır. Paradoks teriminin karşılığı olarak Türkçede açmaz, çatışkı, çelişki, yanıltmaç sözcükleri kullanılmaktadır.
… ..
*https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/509355
*AMİSOS / AMISOS
TURGUTREİS AKYARLAR’DA ÜNİK BİR TAŞ EV-BALIK, GÜVERCİN VE HAYAT AĞACI- İKONOGRAFİSİ
.... ..
…. ..
Akyarlardaki Evde Görülen Motifler Üzerine a) Kuş/Güvercin: Mitolojik olarak ilkin Sümer metinlerinde rastladığımız güvercin konusu, Gılgamış destanında geçmektedir. Nuh Tufanı, Gılgamış destanında Utnapiştim (Ziusudra) adıyla anlatılmaktadır. Tufanın yedinci gününde Utnapiştim’in, bir güvercini, tufanın bitip bitmediğiyle ilgili haber getirsin diye salıverdiği belirtilmiştir.15 Antik çağda, günahsız insanların ruhu olduğuna inanılmıştır. Beyaz renginden dolayı güvercinler, aşkın ve barışın sembolüdür. Antik Mısır’da, güvercinlerin dört bir yana salınmasının ülkeye ve tanrılara iyi haber getireceğine inancı hâkimdir. Halk güvercinlere saygı duymuş, onları korumuş ve sevmiştir.16 Güvercin, Yunan mitolojisinde ise Aphrodite’in atribüs hayvanlarından biridir.17 Yine Roma mitolojisinde Venüs’ün Kythere’de bir tapınağı bulunmasından dolayı “Kythere Kuşu” olarak da adlandırılmaktadır.18 Tevrat’ta (Tekvin 8), tufanın sonuna doğru gemiden ilk önce bir kuzgun, daha sonra da bir güvercin gönderildiği, bu sayede suların çekilip çekilmediğinin kontrol edildiği belirtilmiştir. Ağzında zeytin dalıyla geriye dönen güvercinin, Allah ile insanoğlu arasında barışın müjdesini verdiği ve bu nedenle de tarih boyunca güvercin ve zeytin dalının barışın sembolü olarak kabul edildiği anlatılmıştır.19 Hıristiyan inancında güvercin, tanrının ruhunu simgelemektedir.20 Hıristiyan kültüründe Aziz San Francesco’nun temel öğretisi, yoksulluk ve alçakgönüllülüğe dayanmaktadır. Hayatıyla ilgili birçok olay ve mucize, Giotto’nun Assisi’deki ünlü freskolarında konu olmuştur. Assisi San Francesco Yukarı Kilisesi’ndeki freskoların birinde, İsa’nın “Kuşlarla Konuşuşu” anlatılmaktadır. Konuda geçen kuşlar güvercinler olup Francesco kuşlara: “Kuş Kardeşlerim! Sizi yaratana çok şey borçluyuz. Her zaman, her yerde, ününe ün katmalısınız onun, çünkü iki kat, üç kat giysi verdi size; peşinden her yere gidebilme özgürlüğünü hatta, Nuh’un gemisinde bile soyunuzu korudu….Görüyorsunuz ne denli seviyor sizi Yaratan….Ama kardeşlerim, sakının nankörlükten; hep ününe ün katın Tanrı’nın!...”(I Fioretti di Francesco, 16. yy).21 diye seslenmektedir
Saflığın sembolü olan güvercin bazı zamanlar St. Joseph’in (Yusuf) asasının üzerinde gösterilir, bakire Meryem’in kocası olarak. Babası tarafından Siena St. Catherina’sının başının üstünde dua ederken gösterilmiştir. Aynı zamanda kutsal ruhun da sembolüdür.23 Erken Hıristiyan dönemde, güvercinin Nuh Peygamber’e ağzında zeytin dalıyla dönüşü şeklindeki tasvirlerin Roma katakombunda ve Bizans lahiti üzerinde bulunması ikonografik açıdan ölümden sonraki dirilişi, zeytin dalı getiren güvercin ise “yeni yaşamı müjdeleyici” olarak simgelenmiştir.24 Bununla birlikte ağzında zeytin dalı olan güvercin tasviri bir çok kilisede kutsallığının sembolü olarak tasvir edilmiştir.
… ..
… ..





-en.svg.png)

Eco; Roman kahramanı Roberto (Signor de la Grive)’nun ağzından, geçirdiği deniz kazası sonrasında başına gelenler, gurbetteki sevgilisine yazdığı mektuplar ve geçmişte birlikte vakit geçirdiği insanlarla (Peder Emanuele ve Peder Caspar’ın hayata felsefi bakışları ve Signor della Salette vb.) yaptıkları konuşmaları; kendi ifadesiyle “sonu gelmez bir öykü” şeklinde, ama yaşadığı (Amarilli) sonrasında (Daphne) deniz kazası arasında zaman atlamaları yaparak; yaşananlar kadar ve hayallerini de fantezilerle süsleyerek anlatmaktadır.
YanıtlaSilYazarın kendisine çok benzeyen kardeşi Roberto’yu; hayal dünyasında Ferrante olarak, ikinci bir kişilik şeklinde; hayal dünyasında canlandırdığı bir öyküyü içinde kelimelere döküyor.
SilRomanda; sonradan Müslüman olduğu iddiasında olan, Ceneviz asıllı ve Mahmut ismini kullanan, Portekizli bir tüccar kılığındaki Osmanlı casusu ile ilgili bölüm ilgi çekici. Casus için “bukelemun” yakıştırması yapmak abartı olmayacaktır.
SilUmberto Eco; eserinde geçen geçen denizcilik terimleri başta olmak üzere; İtalya, Fransa, İspanya ve Avrupa tarihinin; özellikle İtalyan coğrafyasında geçmişte kurulan devlet yapılarının çeşitliliği, tefekkür edercesine (ya da beyin fırtınası da diyebiliriz) teolojik anlayışı, bilim dallarının birçoğuna göndermeler yapması; konuyu takip etmek için özel çaba sarf etmeyi gerektiriyor.
Sil
YanıtlaSilBunun da ötesinde bilgi eksikliği nedeniyle internette arama yaparak yazarı anlamaya çalışmak durumunda kalabilirsiniz.
Bu anlamda Umberto Eco’nun entelektüel seviyesinin de çok iyi olduğu çıkarımını da yapabilirsiniz.
SilSatır aralarında yazarın ustalıkla verdiği hayat derslerini fark etmek insanda değişik duygular uyandırıyor. Hayata felsefi bir bakışla göndermeler yapıyor; Diyor ki; “… .. kıskançlığı, çekememezliği, açgözlülüğü atlatmayı öğreneceksiniz. Yani herkesle eşit silahlarla çarpışarak . … .
SilSatır aralarına gizlenmiş bir ilginç ifade daha; “ Her zafer, yenilende nefret uyandırır, eğer bu zaferi kendi efendinize karşı kazanırsanız, bunu efendiniz ya aptalca ya da zararlı bulur. Hükümdarlar kendilerine yardım edilmesini isterler, ancak kendilerinin aşılmasını asla istemezler. Erdemlerinizle onları küçük düşürmeyin. Asla kendinizden söz etmeyin: Konuşmanızda ya da kendinizi övmek ya da hakir görmek durumunda kalacaksınız; ilki kendini beğenmişlik, ikincisi ise ahmaklıktır. Daha çok başkaları, kıskançlığın size fazla bir zarar vermeksizin kemirebileceği birkaç küçük kusur keşfetsin sizde. Çok önemli biri olup, zaman zaman çok önemsiz biriymiş gibi görünebilmelisiniz. … .. Hepsinden önemlisi , tutkularınız varsa, ne kadar soylu olurlarsa olsunlar sergilemeyin onları. … … İhtiyatlı ve sakıngan bir suskunluk, bilgeliğin en değerli hazinesidir. … .. Belli etmemek , dürüst karanlıklardan oluşmuş bir tül germek demektir; bu tül sahtelik oluşturmaz, ancak gerçeği bir süre dinlendirir. … .. Bu yaşamda her zaman açık yürekli olamayız ve bizim için en önemli olan hakikatleri her zaman kısmen açığa vurmalıyız. Belli etmemek hile değildir. … …. Ve güç bir uğraştır. … .. (s.134, 135)
Satır aralarındaki; yaşam ve bilgelik dersi niteliğindeki bölümler tekrar okunmayı hak ediyor. Ayrıntılara inerek, yazarın ne demek istediğini anlamak için sorularınıza cevap aramaya kalktığınızda; kendinizi değişik bir alanda bulabilirsiniz. Örnek vermek gerekirse (s.272) “Pythagoras’ın Müzik aralığı da neymiş? sorusuna cevap ararken; kendinizi matematik, gezegenler, astronomi, felsefe ile karşı karşıya bulabilirsiniz.
SilOkudukça maruz kalınan; astronomi, astroloji, coğrafya, denizcilik, gemi inşa, enlem-boylam belirleme, ayın çekim gücü gel-git olayı, harita yapımı, kimya, ilaç, tarih, din (yaratılış, Nuh Tufanı, kutsal kitaplar-temel bilimler ilişkisi ) felsefe, psikoloji, insan,, edebiyat vb. ilgi çekici olarak yorumlanabileceği gibi, sıkıcı da gelebilir.
SilYeniliklere açık, sorgulamayı seven biriyseniz, “Hidrolik-Pnömatik Mekanik” veya “Fizik-Hidrostatik” kavramıyla tanışmak ilginizi çekebilir. İlginizi çekiyorsa eğer “Trokoidal hareket” konusunu da öğrenmek isteyebilirsiniz.
SilUmberto Eco daha da ileri giderek insan evladının merak duygusunun sonu olmayacağını; “keşfedilen her şeyin yeni keşiflere kapılar açmakta olduğunu, ne olduğu anlaşılan sistemlerin daha da büyük bir sistemin parçası olduğunu, bu büyük sistemin de daha da büyük bir sistemin içinde dönmekte olduğunu …” vurgulayarak bu durumun böyle sürüp gittiğini (s.369) ifade ederken (bir anlamda tefekkür) düşünceler dünyasına da giriyor.
SilBir başka bakış açısı ifade etmek gerekirse; neredeyse bilim kurgu gibi sonu olmayan, fantastik ve hayal gücü göstergesi olan bir eser; kendinizi vererek okunmasıyı gerektiriyor.
SilDaha da meraklıysanız; Galilei, Kopernik ve sonrasında Tycho Brahe’nin kurduğu (Uraniborg) Gözlemevi’ne kadar uzanan serüven dünyasına dalabilirsiniz. Öğrenmenin sonu yok…..
SilYeter ki kendinizi cahil hissetmeyin. Her konuda bilgi sahibi olmak gibi zorunluluk yok.
SilEserin sonlarına doğru, yazarın kendi ifadesi ile; “... ..anlattıklarımdan, eminim tutarlılık ve gerçeğe uygunluk aramamışsınızdır . …” vurgusu ile; yazdıklarını fantastik boyutuna gönderme yapmakta (s.522)
SilEserin bütünü için genel bir değerlendirme olarak; gerçekler ve hayallerin, “hayat ve ölüm” kavramlarının; din penceresinden anlatılması okuyucu derin düşünceler içinde bırakmaktadır.
SilKitap için yorum yapmakta zorlananlara, Umberto, yol gösterici olarak kabul edilebilecek şu sözleriyle de dikkat çekiyor: “...ne büyük bir karmaşa. Her şey hiçbir şeyden oluşmuş, gene de onu anlamak için ne kadar az şey olsa da, hiçbir şey olmayan bir ruha sahip olmak gerekiyor. … .. Ne cılız bir yoğunluk, ne yoğun bir incelik.”
SilSonuç olarak:
SilUberto’nun bu romanı genelde, Jules Verne’nin romanlarını, özelde ise yine Jules Verne’nin “Buzlar Sfenksi” romanını akıllara getiriyor.
Umberto’nun bu kitabına seçtiği ismin; “Neden Önceki Günün Adası” başlığını anlamak için kitabı sonlarına kadar okumanız gerekmektedir.
Sil“Önceki Günün Adası”, okunması çok da kolay bir eser değil; aynı zamanda okumak için ayrılacak zamana değer.
YanıtlaSil