Fuat Sezgin adını ilk kez 1985 yılında duydum. Hâlâ içimde hayatını bilime adamış böylesi değerli bir ilim adamını bu kadar geç tanımanın eksikliğini hissederim. Kahire’de düzenlenen geleneksel Kitap Fuarı yine açılmıştı. Her yıl ocak veya şubat ayında açılan bu fuar dünyanın en büyük kitap fuarlarından biri olarak bilinirdi. Fuar açıldığı zaman her gün standları dolaşmaktan büyük bir zevk alırdım. Özellikle eski olarak tarif edebileceğim kitapları şöyle bir karıştırmak, piyasada fazlaca bulunmayan ender kitapları bulmak müthiş keyif verirdi.
Mısır Kitap Kurumu’nun reyonunda iki cilt yan yana duran bir kitap dikkatimi çekti. Tarih-ü Turâs, yani “Arap Kültür Tarihi. Daha öncesinde hakkında bilgi sahibi değildim. Önce kitabın içeriğine göz attım.Kelimenin tam anlamıyla kaynak kitap mahiyetindeydi. Kur’an ilminde kim ne yazmış gibi bilgiler ve kısa biyografiler müthiş bir emeğin ürünü olduğunu gösteriyordu. O kadar isim hakkında bilgi toplamak kolay bir iş değildi.Anında karar verdim: Kesinlikle kütüphanede bulunması gereken bir eser. Yazarı sonradan dikkatimi çekti. Arap harfleriyle yazılan “Fuat Sezgin” adını okuduğumda bir Türk olacağını düşündüm ama fazla da ihtimal vermedim. Çünkü bu kitap daha önce Türkçe’de yayınlanmış olabilirdi elbette bir şekilde haberimiz olurdu. Ancak önsözünde “ünlü Türk tarihçisi Fuat Sezgin’in bu eseri” diye başlayan ve devam cümle beni iyice şaşırttı. Müellif, adında anlaşılacağı üzere Türktü.
Yayıncı kitabın sadece iki cildinin çıktığını diğer ciltlerinin tamamlanacağını söyledi. Ondan sonraki yıllarda kitabın diğer ciltlerine ulaşamadım. Fuat Sezgin'in Almanya’nın Frankfurt kentinde yaşadığını ve eserlerini Almanca yazdığını, başka dillere Almanca’dan çevrildiğini sonradan öğrendim. (Ne yazık ki o
yıllarintern yoktu ve Google gibi imkânlardan mahrumduk)Bir taraftan da Hoca hakkında araştırıyordum. Onu daha yakından tanımak gayreti içindeydim. Özellikle Hocanın söz konusu eserini, Arapçasını gördüğüm ve alanında referans ki
tap olarak tanınan ünlü Alman Şarkiyatçısı Brockelmann’ın 5 ciltlik “Arap Edebiyatı Tarihi” kitabının üzerinde bir kitap olduğunu öğrendiğimde Hoca’yı daha bir heyecanla tanımak istedim. Öyle ya Brockelmann’ın mezkur eseri, başvuru kitabı mahiyetindeydi. kaynak eserdi. Hâlbuki Fuat Sezgin Hoca’nın eserini Arapça’ya tercüme eden profesör kitabın ön sözünde “Fuat Sezgin’in eserini Brockwelmann’ın eserinden kat kat büyük” diyerek açıktan övgüler diziyordu.
… ..
Hocanın en büyük arzusu “benim milletim” dediği Müslümanların Batı karşısında ki aşağılık kompleksinden kurtulması, bunun karşılığında Batılıların da Müslümanların bilime katkılarını görerek “üstünlük” duygusundan uzaklaşması Çünkü Fuat sezgin Hoca bilimlerin, insanlığın ortak malı olduğunu ve bütün milletlerin katkısının müşterek ürünü olduğunu savunuyor ve bunu ispat ediyor. Genç kuşağın da bu önemli bilginin farkında olarak kendini yetiştirmesi, bilgiye, eğitime önem vermesi onun en büyük arzusu.
İlmin Dar Kapısından Giriş
İlk Eserler: İslam Bilim Tarihi”
Batı’ya yolculuk
Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nün Kuruluşu
İslam Bilim Tarihi Müzesi Projesi
Bilimler Tarihi İnsanlığın Ortak Mirası
… ..
… ..
… .. Nasıl kuracağımı anlattım, bana dedi ki: “Bilimler tarihi insanlığın ortak malı düşünceniz müthiş bir düşünce! Bu fikri bir müzenin dört köşesinde sergilemek suretiyle insanlık tarihinde yeni bir merhale açacaksınız.” Bu, hayatımda duyduğum ve bana belki de en çok tesir eden, beni en çok sevindiren bir bilim adamının sözüydü. 1,5 sene evvel vefat etmiş olan bir Alman âlimi arkadaşım vardı Matthias Schramm diye bir dahi. İbnü’l-Heysem’in Fiziğe Götüren Yolu diye bir kitap yazdı. Ondada da bu fikir vardı: “Bilimler tarihi insanların müşterek tarihidir” diye. Ben buna inanıyorum. Bilimler sıçramalar yapmıyor, esasında yavaş yavaş tekâmül ediyor… Bir Fransız âlimi de söylüyor: “İnsanlar keşfetmiyor, insanlar geliştiriyor.” Bugün biz 21.yüzyılın başında bütün insanlığın geliştirdiği bu bilimler manzumesinde maalesef Müslümanların 800 yıllık yaratıcılık merhalesinin bilimler tarihindeki yerini bulamıyoruz. İşte Almanya’da bilimler tarihi profesörü olma mesuliyetini üzerime aldığım günden itibaren bende bir hasretü, bir yanılgı hissi olarak bu sorumluluk duygusu gelişti. “Bunu nasıl değiştirebiliriz?” ona gayret ediyorum.
Batı Medeniyetinin Kökenleri
… ..
… ..
Sezgin: Bu da gazetecilerin sözü. Ama bana da biraz uyuyor. Ben şu neticeye vardım: Müslümanlar M./. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. O alışlarında Hıristiyan olsun Yahudi olsun, ne olursa olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Müslümanlar onlardan süratli bir şekilde öğrendiler. İki yüz yıl sonra Müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı öğrendiler. İki yüz yıl sonra Müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı geride bırakarak yaratıcı olmaya başladılar. Hatta Müslümanlar onlardan bilgiyi alırken, hocalarının faziletlerini hiçbir zaman unutmadılar, onu söyleyeyim. Müslümanlar önce yaratıcı oldular. Bu 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren , 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ilerde kurulacak bazı bilimlerin önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. Bugün Avrupa'da bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik şartlar içerisindeki devamından ibarettir , diye tamamlıyorum. … ..
… ..
… .. Bir Müslüman iyi şartlar içerisinde çok iyi çalışabilirse, çok büyük neticelere varabileceği inancın var bende. Onun için milletimden, Türk milletinden, Müslümanlardan böylesi bir davranışa sahip olmalarını isterim: Atık Türkler korkak ve taklitçi bir millet olmaktan kurtulmalıdır. Türkler yaratıcı olmalıdır!
… ..
Müslüman Bilimcilerin Yönetimi, Kimya İlmi
Amerika’yı Kristof Kolomb’dan Önce Müslümanlar Keşfetti
Müslümanlar Neden Geriledi
İslam Gökbilimin Kuruluşu ve Haritacılık
İslam Bilim ve Medeniyetler Müzesi Projesi
Müslümanlar ve Matematik Coğrafya
Eserleri Çeşitli Dillere Çevriliyor
… ..
… ..
… .. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) bundan 1 yıl evvel bana mektup yazdı… Mektupta şu teklifte bulunuyorlardı: “Biz sizin bu kitabınızı Türkçe’ye tercüme etmeyi bir vazife kabul ediyoruz ve buna karar verdik, bize müsaade edin.” Ben onlara müsaade ettim. Evvela Kataloğu tercüme edelim, ondan sonra buna başlayalım dedik. Katalog bitti, ümit ederim onlar şimdi İslam Bilimler Tarihi’nin tercümesine başlayacaklar. Şunu özetle söyleyeyim, bir seferinde Başbakan Erdoğan Bey’i ziyaret ettim. Beni tanıyormuş, kitabımı tanıyormuş…. ..
… ..
Türkiye’nin Bilim ve Kültür Atmosferine Dair Tespitler
Oryantalist Tezlere İtiraz ve Batı’daki Etkiler
Günde Kaç Saat Çalışmalıyız
İslam Bilim ve Medeniyetler Müzesi’nin Öyküsü
İslam Bilim Tarihi Üzerine Tespitler ve Oryantalist Tezler
… ..
… ..
Sezgin: … .. Alman bir felsefeci Hanım Sigrid Hunke, Batı’nın Üzerine Doğan Allah’ın Güneşi kitabının sahibi, okudunız mu bilmiyorum? Kendisi oryantalist olmamasına rağmen bu çok akıllı oryantalistlerin müspet tespitlerine dayanarak çok mühim bir kitap yazdı. Bu kitap Japonca’ya, Arapça’ya, Fransızca’ya tercüme edildi ama İngilizce’ye tercüme edilmedi. Ve bu kitap Türkçe’ye de tercüme edildi. Peki kimin tercüme ettiğini biliyor musunuz? 60’lı yıllarda, parlamenter olduğundan dolayı hapse düşen bir ağabeyim vardı: Servet Sezgin … ..
… ..
... ..
Batı Medeniyetinin Kökeninin İslam Bilimine Dayandığına Dair Örnekler
… ..
… ..
Sezgin: … .. Müslümanlar 16.yüzyılın ortalarına kadar bilimle Avrupalılara nispetle daha ilerdeydiler. Fakat Avrupalılar
Müslümanlardan bilgiyi 10. yüzyıldan itibaren aldılar. Bu alış merhalesi tam 500 yıl sürdü. Bizim Türklerin çoğu
bunu bilmezler. 17. yüzyılın başlarında Avrupalılar önderlik konumuna geçtiler. Ve üstünlük duygusu, böbürlenme merhalesi başladı onlarda. … ..
… ..
Sezgin: … .. Bizim Kâtip Çelebi diye çok büyük bir bilginimiz var Keşfüzzunûn diye bir kitap yazmıştır. Muazzam bir kitap. 16 bin adet Farsça ve Arapça kataloğu vardır. Çok çalışkan bir adam.
Bir de Cihannüma diye bir kitap yazmıştır ki Osmanlı İmparatorluğu’nda İbrahim Müteferrika’nın ilk bastığı kitaplardan biridir.
Cihannüma, tüm dünyanın çok önemli addettiği bir coğrafya kitabıdır.Bende de çok güzel bir nüshası vardır.
… ..
… ..
… .. Katip Çelebi Avrupalılarla temasa geçmeden evvel, bir dünya coğrafyası yazmayı düşündü. Cihannüma “dünyayı gösteren” manasına gelir. İşe Balkanları tanıtmakla başlamış ve bir kısmını yazmış. Yazdıktan sonra
Fransız Mehmet İhlasi diye ihtida (Başka bir dinden çıkıp Müslüman olma.* ) etmiş bir Müslüman İstanbul’a gelmiş, Katip Çelebi’yle tanışmış. Kafasında birçok Avrupalı bilginin kitaplarının
adları varmış. Onlardan bahsetmiş Katip Çelebi’ye. Katip Çelebi’yle Mehmet İhlasi, kitapları tercüme etmeye başlamışlar. Mercator diye bilinen Hollandalı bir coğrafyacı bilimcisi var. Büyük bir harita kitabı var. Ben yüzde yüz inanıyorum ki
Mercator’un, eski dünya haritaları, keşifleri İslam dünyasından gelmiş kendisine. İslam dünyasından gelen haritaları
değiştirmiş, kopya etmiş. Akıllı ve çalışkan bir adam. Ama Felemenk’te oturan bir adam Orta Asya’nın haritasını
nasıl yapabilir. … ..
… ..
… .. Hollanda’daki adamın Asya’daki göllerin, nehirlerin enlemlerini, boylamlarını nereden bileceğini sormaya
başladım. … ..
… ..
… ..
Kâtip Çelebi ve Bilimsel Metodu
Takiyyüddin Saatleri
Bilimin Meşakkatli Merdivenleri
… ..
… ..
… .. Birincisi Yunanlılarda Hipparhos isimli astronom ve ondan sonra da halefi Batlamyus bunu buluyor. Bu haritayla 10. yüzyıldan Abdurrahman Sufi adında büyük bir astronom bu sabit yıldızlar astronomisinin ikinci büyük merhalesini gerçekleştiriyor. Bizim
Uluğbey’in de büyük katkısı olmuştur. Ama bilimler tarihi Yunanlıları ve bir de Abdurrahman Sufi’yi kabul ediyor. 19. asırda da büyük bir Alman âlim Argelender (ö. 1875)’i kabul ediyorlar. Sufi’nin gök haritasını içeren bir kaynağa ulaşmış bulunuyoruz. Bu haritada yıldız kümelerinin resimleri var ve yine
Abdurrahman Sufi’nin 10 yüzyılda, bu haritayı yansıtan, gümüşten bir küre yaptığını ancak daha sonra kaybolduğunu kaynaklardan
öğreniyoruz. … ..
… ..
…. .. Takiyyüddin’nin saatini yapan Alman, “ben bunu yaparım” dedi. .. ..
… ..
… .. Bİr de beşeri coğrafya vardır. Karl Ritter beşeri coğrafyanın yeni kurucusu zannedilir ama bu tamamıyla
yanlış. 10. Yüzyılda Makdisi adında büyük bir âlim var. Mukaddisi diye bilinir ki … …
… .. Sprenger diye bilinen bir Alman bunun el kitabının el yazma bir nüshasını Hindistan’da bulkuyor ve Berlin'e
getiriyor., ikincisi ise Ayasofya’da. Kitabı okuduktan sonra şunu söylüyor. “Makdisi beşeriyetin tanıdığı en büyük coğrafyacı!” Bunu 1870 senesinde söylüyor.
… …
Geç Dönem Tercüme Örnekleri
Dünya’nın Gerçeğe Yakın İlk Haritalarını Müslümanlar Çizdi
Evliya Çelebi Abidesi Dikilecek Adamdır
Sezgin: … .. Kâtip Çelebi’ye karşı büyük bir hürmetim var.
… ..
… ..
İslam Bilim ve Medeniyetler Müzesi ve Batılıların Tepkileri
Turan: … .. Sizin çok önemli bir çalışmanız var tam 13 cilt, İslam Bilim Tarihi… Ve bir de İslam'da Bilim ve Teknik Tarihi kitabınız var. … ..
… ..
… ..
Fuat Sezgin’in Hocaları
… ..
… ..
Sezgin: … … İslam fizikçilerden İbnü’l-Heysem çok büyük bir matematikçi, büyük bir astronom. Schramm, İbnü’l-Heysem’in Fiziğe Götüren Yolu isimli muhteşem bir kitap yazdı. … ..
… ..
… .. Diyor ki: “Bu İslam bilimlerinin mucizesi. Bu mucizenin sebeplerini ben çözemedim” diyor. 1956 yılında Frankfurt’ta İslam bilimlerinin gerileme sebepleri konusunda bir sempozyum yapıldı. Önce Fransa’nın Bordeux kentinde yapıldı. 6 ay sonra da Frankfurt’ta yapıldı. Willy Hartner adında ve Arapça'yı da iyi bilen bir bilim tarihçisi idi. İstanbul Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra beni Bilimler
Tarihi Enstitüsü’ne davet eden de oydu. Bana çok yardım etmiştir. Frankfurt Sempozyumu’nda George Sarton (1884-1956) “bu mucizenin sebebini bilemiyoırz” diyordu. “Ben de bilemiyorum”
dedi Willy Hartner Ben bu mucizenin temellerini kitabımın 1. cildinde 12 noktada topladım.. Kitapta çok veciz bir
bölüm var. Franz Rosenthal Alman Yahudi âlimlerinden büyük bir oryantalistti. 1938’de Almanya’dan kaçarak
Amerika’nın Yale şehrine ulaşmıştı. Bu adam çok insaflı bir bilgindi. Orada Antik İlimlerin İslam Dünyasındaki
Devamı diye çok güzel bir kitap yazdı. Bu adam çok veciz bir şey söylüyor. Diyor ki: “Eğer İslam, bilimi; bilim olarak t
eşvik etmeyip de, bilimin insan hayatına menfaati bakımından veya başka bakımlardan teşvik etmiş olsaydı bu,
bilimlerin İslam dünyasında bu kadar gelişmiş olmasına kâfi gelmezdi.” Yani diyor ki İslam, bilimi bilim olarak
tanımıştır. … …
… .. George Sarton, Biruni için; “Beşeriyetin tanıdığı en büyük kafalardan biri” diyor. … ..
… ..
İstanbul’dan Ayrılış, Almanya’ya Gidiş…
Bir Valizle Çıktım Yola
İnşaatta çalışmayı Düşündüm
Eşim Benim İçin Çok Önemliydi
Mühim bir şey daha var… .. Hayatımın belki de en mühim hadiselerinden biri, hayatımdaki talihli bir
tesadüf. O da şu: Almanya’ya gidişimin dördüncü ayında eşimi tanıdım.Eşim tanışmadan evvel Müslüman olmuş
genç bir Almandı. Coğrafya ve siyasal bilgiler alanında tahsilini yapıyordu. Sonra bıraktı.Şarkiyat tahsili yaptı:
Arapça, Farsça, Türkçe vs…. O olmasaydı işim çok zor olurdu. Benim imanım vardı. Allah’a karşı mutlak inancım
vardı. Bir de eşimin çok yüksek insani vasıfları ve benim hedefime ulaşmamdaki bana olan inancı ve beni
desteklemesi. 1961 yılında orya gittiğimin 4. ayında kitabımı yazmaya başladım. … ..
… ..
“Bu Kitabı Bir Türk Yazamaz!” Dediler
Buhari’nin Kaynakları
… ..
… .. Zira önceleri şimdiki gibi kitaplar, dipnot olarak kaynak eser göstermezlerdi, direk şahıs ismi yazılırdı. Bir
rivayet zincirine göre sıralanır ama aynı zamanda da yazılı bir kaynağa dayanırdı mutlaka. Mesela Teberi diye
14 ciltlik bir tarih kitabı var.Muazzam bir tarih, 9.yüzyıldan kalan. Beni biliyorsunuz, oryantalistleri daima hürmetle anarım. Onlardan çok şeyler öğrendik. Ama bazı sahalarda, özellikle teoloji konusunda, onlar Hristiyan oldukları için başka gözle baktılar. Ama onları affediyorum. Fakat bu rivayet zinciri meselesini anlamamış olmaları affedilemez. Bugün Ezher Üniversitesi profesörleri de bunu yanlış anlıyorlar. O bakımdan Müslümanlar matematikte, astronomide, fizikte nasıl
büyük merkaleler kat etmişlerse, tarih ilminde de Yunanlılardan sonraki bütün Avrupalıların sonraki bütün Avrupalıların tanıyamadığı bir
merhaleya ulaşmışlar aslında. Bugün maalesef bu durumu müdafaa edecek bir Müslüman yok. Zaten Avrupalılar da henüz bunu tamamıyla
kabul etmediler. Yani işin en mühim tarafı bu. Bunu tanımlayamadığımız müddetçe bir bütün İslam bilimlerinin
nasıl geliştiğini anlayamayızü kavrayamayız.
Turan: … .. diğer ciltlerde olanlara bakalım, mesela 2. ciltte edebiyat ve şiirden bahsediyorsunuz. 430-1038 yılları arası.
3.ciltte; tıp, zooloji, veterinerlik. 4.ciltte; simya, kimya, botanik ve ziraat. 5. ciltte matematik. 6. ciltte astronomi. 7. ciltte; astroloji, meteoroloji. Böyle gidiyor. Yani bunlar bilimler tarihinin özeti. … ..
… ..
Sezgin: Siz kitabımın muhtevasından bahsettiniz. Ama ben bahsetseydim başka bir şey söylerdim. 2. cilt şiirden
bahsediyor. Hacimli bir cilt yazdım. Arap şiiri diye. İslam şiiri değil. Arap şiiri muazzam bir şiir, müthiş bir şiir. Yunan şiiriyle mukayese etme cesaretini Yunancam ilerledikten sonra gösterdim. Size şu kadarını söyleyeyim: Bazen kafamda birçok Arapça beyitler var. Güzellerinden bir tanesini tekrarlamaya çalışıyorum, bakıyorum ki bir kelimesini unutmuşum ve saatlerce o kelimeyi bulmaya çalışıyorum ama o kadar güzelini bulamıyorum. Sonra kaynağına bakıyorum ki başka bir kelime karşıma çıkıyor. Hayretlere düşüyorum, gerçekten müthiş bir şiir. Arapça şiirini, 2. cildini biraz geciktirdim. Astronomi ve kimya ciltlerini daha evvel yazdım. Şu bakımdan: Derslerim için çokça malzemeye ihtiyacım vardı. O zaman çok azdı. Bugün artık bütün etütleri topladık, neşrettik. O zaman bu imkânlar yoktu. Ders vermekte zorluk çekiyordum. Onun için şiiri bıraktım, tabii ilimlerin ciltlerini yazdım. Arap edebiyatı tarihini Brockelmann yazdı. Burada yeni olan nedir? Ben ilk defa neyi yazdım? Mesela İslam’da kimya tarihini ilk defa ben yazdım. Kimya tarihi daha önce yazılmamıştı. İslam botanik tarihi yazılmamıştı. İlk defa onu ben yazdım. Tıp tarihi diye bir şey yazılmamıştı ama Zooloji tarihini de ilk defa ben yazdım. 4. ciltte şu sonuca ulaştım: Müslümanlar kimya tarihi bakımından modern kimyanın temelini atmışlar. Bu muazzam bir şeydir. İleride hangi şahısların modern kimyanın kurucuları olduğunu anlatacağım… 5. ciltte matematik tarihini ele aldım.Matematik tarihi yazılıyordu. Ben de başka şekilde ele aldım.
Burada mühim olan astronomi tarihini ilk defa yazan kimdir bilir misiniz? İtalyan Nellino diye bilinen
dâhiyane bir adam. Bu adam 1909-1910 yılında 6 ay boyunca İslam astronomisi yani “İlmü’l Felek” başlıklı
Arapça konferans verdi Kahire Üniversitesi’nde. Bunu Türklerin bilmesi lazım. BU kitap hâlâ elimizde, faydalanılacak bir kitap. Muhtevası çok geniş değil
ama en büyük işi o yaptı. … ..
… … Ben, 7. ciltte ilk defa İslam meteoroloji tarihini yazdım. Yani böyle bir şey hiç yoktu. O meteoroloji tarihini
yazarken gördüm ki Avrupa’nın 18., 19. yüzyılında vardıkları neticelere Müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar.
Mesela “rüzgâr nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?” gibi bu türden meteorolojik
meseleleri Müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı. Mesela rüzgârın nasıl ortaya çıktığı meselesini Avrupalıların
modern bilimler tarihi, Emanuel Kant’a dayandırır. Ama Müslümanlar bunu daha önceden en mükemmel şekilde hem de 9. yüzyılda biliyorlardı.
Meteoroloji tarihi bu bakımdan son derece mühimdir derim.
Matematiksel Coğrafya
Turan: Hocam 10. ciltte “İslam’da matematiksel coğrafya”dan bahsediyorsunuz? Bunu biraz açar mısınız?
Sezgin: Matematiksel coğrafya yeryüzünün enlem boylam derecelerine dayanarak en doğru şekilde yansıtma bilimidir. Enlem boylam olayı büyük ihtimalle eğer Babillilerde başlamamışsa Yunanlılar zamanında başladı.Yunanlılar başlangıçta tarif ettiler fakat tatbik edemediler. Müslümanlar bunları Yunanlılardan evvel Hintlilerden öğrendiler. Hintliler de muhtemelen Yunanlılardan öğrenmişlerdi, tabii sonradan geliştirmişlerdi. Müslümanlar bunu aldıktan sonra 9. yüzyılda tatbik etmeye başladılar.Halife Me’mun 70 kadar coğrafyacıyı ve astronomu bu işle vazifelendirdi. Dünyanın dört bir yanına gönderdi. Onlar enlem-boylam derecelerini büyük çapta ölçtüler vre büyük bir harita ortaya koydular.Böyle bir haritanın varlığı biliniyordu. Fakat “şekli nasıldı? Değeri neydi?” bilinmiyordu. Bu haritayı Allah’ın bir lütfu olarak ben 1984 yılında Topkapı Sarayı’nda bir ansiklopedi içinde keşfettim. Haritayı kitabımda değerlendirdim.O bana ışık tuttu. Sonra o haritayı
yerküre şeklinde yaptık. Müzemizin girişinde 1,5 metre çapında bir küre göreceksiniz. Matematik coğrafya coğrafyacılarca bilinen bir şey ama bugüne kadar matematik coğrafya tarihi yazılmamıştır, bunu vurgulayarak
söylüyorum. Daha önce Avrupalılar matematik coğrafyası tarihi yazmamıştır. İlk defa matematik coğrafya
tarihini, ben litabımın 10., 11., 12. cildinde hatta 13. cildinde yazdım. Peki neden yazılmadı matematik coğrafya tarihi? Sebep şu: Matematik coğrafyanın %80’i Müslümanların işidir. %20’si ise Yunanlıların, Hintlilerin ve modern Avrupalıların işidir. … ..
… ..
… ..
Biruni ve İbni Sina’nın Işığın Hızı Üzerindeki Görüşleri
… ..
… ..
… .. Biruni. Sadece Biruni değil, o kadar çok Biruni var ki o altın çağda! Bakınız şunu anlatacağım: Biruni 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina’yla yazılı bir münakaşaya giriyor. Konu nedir biliyor musunuz? “Işığın sürati ölçüsüz müdür yani la mütenahi bir
şey değil mi? Böyle bir şey bugünün Türkiye’sinde bile olmaz. Biruni’nin İbni Sina hakkında çok güzel bir ifadesi var: “Fazıl genç Ebû Ali”. Yani faziletli diyor ona! Şunu söyleyeyim size. Biz bir
mecmua çıkartıyoruz: İslam Bilimleri Tarihi Mecmuası. 17. cildi çıktı ve seviyesi çok yüksek bir mecmua. Orada çeşitli âlimler makaleler yazıyorlar. Hollandali
matematik bilimi tarihiyle uğraşan Hogendijk adlı bir âlimin makalesi vardı. İslam tarihiyle bu kadar uğraşan birisi olarak ben nou okuduğum zaman dehşete düştüm. Çünkü adam; 10. yüzyılda küresel trigonometri problemleri münakaşasına dair birtakım dokümanlar veriyor ve onları izah ediyor. Dehşete düştüm ve sonra doçentime gittim. “ Gördün mü şu seviyeyi?” dedim. Hakikaten 21. asırda bizim Türkiye’de bu yüksek düzeyde tartışmalara, münakaşalar rastlayamazsınız. … ..
… ..
… .. Bu büyük âlimlerden biri de, 8. yüzyılda yaşamış olan Cabir İbn-i Hayyan’dır. Esasındakimya bilimiyle başladı, ondan sonra da genişleterek tabiat olaylarıyla ilgilendi. Bu adam diyor ki
bize: “Allah insana kâinatın bütün sır perdelerini yırtacak kabiliyeti vermiştir!”
Yani beşer bu kâinatta her sırrı çözüme ulaştırılabilir. Aristoteles ise tam tersini söylüyor: “Biz bunu yapamayız” diyor. Cabir İbn-i Hayyan öyle bir adam ki “kâinat, matematiksel ölçüler esas-ına göre yaratılmıştır.” diyor.Yani “hisleri bile ölçebiliriz. ÖLçemediğimiz bir şey, bilimin konusu olamaz!” diyor adamcağız. Mesela anlatıyor Galen: Hastalıklar ölçmede birinci derecede hastalık, ikinci derecede hastalık diye sınıflandırıyor. Böyle bir şey olmaz. Oysa ki Cabir, 1”Biz bunu matematikle ifade etmeliyiz.” diyor. Bir kat, yüz kat, bin kat gibi… Böyle bir adam… Mesela tuhafınıza gidecek ama İbn-i Hayyan’ın “tevlîd” diye bit prensibi var. Diyor ki: “Allah beşere yeni şeyler üretme kabiliyetini vermiş.” Bunu derken de Müslüman olduğunu inkâr etmiyor.. “Allah bize bu kabiliyeti vermiş” diyor. “Halkullah, halkun lena” yani Allah’ın yaratması ve bizim yaratmamız” diyor. Fakat bunu söylerken bu duruma dinden uzaklaşmak anlamında bakmıyor. Bunu 8. asırda söyleyebiliyor. “Biz taş teşekkül ettırebilir miyiz?” sorusuna “evet” diyor. “Biz cansız bir varlık oluşturabilir miyiz” sorusuna, “evet” diyor. Hayvan teşekkül ettirebilir miyzi?”, “evet” diyor adam. Kendine o kadar inancı var ki! Allah’ın insana o kadar büyük bir kudret verdiğine inancı var adamın. 700 harflik bir alfabe yapıyor. Niye biliyor musunuz? Bütün hayvanların seslerini ifade edebilmek için. Böyle müthiş bir insan… Bu adam, bütün kimya ilminin kaderini İslam dünyasında 18. yüzyıla kadar tayin ediyor. İşte en büyük âlimlerden birisidir Cabir İbn-i Hayyan. Fakat mühim olan şu: Bana, “Müslümanlar, Yunanlılar ve Avrupalılar arasında bir mukayese yapar mısınız? diye sorarsanız şunu söylerim: Ben bilimlerin tekâmül kanununu, bir nehre benzetiyorum. Çok uzun zamandır kafamda böyle bir tasavvur var. Nehir küçük kaynaklardan çıkıyor, yavaş yavaş çoğalıyor, bir eğimden aşağı süratle akıyor. Ovaya doğru hızla akıyor ve ovada hem genişliyor hem de sürati azalıyor. Sonra bir daha toplanıyor ve yeniden hızlanıyor ve bu şekilde sürüp gidiyor. Bilimler, farklı insanların elinden geçerek, farklı kültür dünyalarından geçerek yavaş yavaş gelişiyor. Ve bugünkü haline geliyor. … ..
… ..
… .. “Bilimler tarihi bütün insanlığın ortak tarihidir.” Mesela Yunan bilginleri ki onları hürmetle yâd
ediyorum. Onlar gerçekten büyük işle yapmışlar. Ama onlarda şöyle bir durum söz konusu: Müslümanlar gibi kaynaklarını vermiyorlar dolayısıyla onlara bu bilimlerin nereden geldiği, tevarüs ettiğini kendilerinden pek
öğrenemiyoruz. Mesela Müslümanlar Aristo için “büyük âlim” derler. Galen için “faziletli” derler. Bu realiteyi, maalsef bilimler tarihi bilmiyor. … ..
… .. Latin dünyasında 18. yüzyıla kadar kaynak verme mefhumu yok. Müslümanlardan tercüme ettikleri birçok kitabın
üzerlerine çoğu zaman kendi isimlerini koyuyorlar. … ..
… .. Mesela, Galen’in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa’da
1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı Yahudi kökenli bir Alman bilgini bunun Huneyn bin İshak’ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirsschberg İslam’da, göz tıbbının 10. yüzyılda Avrupa’daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti. Yine, İbn-i Sina’nın taşa dair bir kitabı, 20 yüzyıla kadar Aristo adı altında tedavüldeydi. Bir başka bilgin de bunu keşfetti. Anlatabiliyor muyum? … …
… .. Müslümanların, aldıkları kaynakları belirtmek hususunda hadis ilminin büyük tesiri var. Ben çok zaman kendime Aristoteles’ le, Cabir İbn- Hayyan’ı mukayese etmek istedim. … ..
… … Mesela, Kepler’le İbnü’l Heysem’i mukayese etmek istesem çok derin çalışan bir insan. Kendisinde tekâmül duygusu ve tekâmül kanunu n fikri
çok derin olan bir insan. Çok uzun yürüttüğü çalışmalarından sonra yeni bir fikri ortaya atma çabasında bir insan.
Kepler ise daha aceleci, daha çok gösterişçi. Yani böylesi farklar göze çarpıyor. Ama Kepler’e de hürmetim var İbnü’l Heysem’e de. Latin dünyası, Avrupa dünyası farklı tipler ortaya çıkartıyor. Müslüman dünyası ise daha başkatipler… Mesela İbn-i Sina’yla, Biruni’yi mukayese edersek İbn-i Sina çok akıllı bir adam, çok daha süratli hükümler veren adam. Biruni daha çok olaylara derinlemesine bakan bir
insan. İkisi de dahi ama ayrı ayrı tipler.
Biruni Müthiş Bir âlim
Dinlenmeye Zamanımız Yok
Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
… ..
… ..
… .. Frankfurt Üniversitesi’nde benim 26 yıl evvel başladığım müzede yer alan eserlerin kopyası olarak geliyor. Burada gösterdiğimiz aletlerin birkaçı şurada burada kalmış aletlerin modelleridir. Ama %95’i bugüne kadar gelememiş, kaybolmuş sadece tarifleri kitaplarda bulunmuş aletlerden ibaret. Bu aletleri ortaya çıkarmaya 25 sene evvel başladığım zaman ben de bilmiyordum. Başladığım zaman ancak beş-on aletti ortaya çıkarabileceğimi zannediyordum. Zamanla iş gelişti, ortaya çıkardığımız aletlerin sayısı 800’e kadar çıktı, hatta geçti. … …
… ..
Objelerin Hikâyesi
… ..
… ..
… .. Kahire’de adeta bir ekol kurmuş oldum. Bu adamlar o kadar güzel yapıyorlar ki 1000 sene önce Müslümanlar nasıl yapmışlarsa bu aletleri, Mısırlılar o güzellikte yapıyorlar. Bizim enstitümüzdeki kimyevi sitemle yapmıştık. Oradaki aletler buraya getirdiklerimiz kadar güzel değil. Onları da değiştireceğim. Ama İstanbul için bütün bunları elle yaptırdım.
… ..
… ..
Turan: Müzenin açılışında çok önemli bir konuşma yaptınız. Konuşmanızda diyorsunuz ki: ”7.yüzyılın ilk yarısında Yunanlıların elinde çok yüksek düzeye ulaşmış bilimlerin Doğu Akdeniz havzalarında ve Sasaniler İran’ında ağır adımlarla çok küçük mesafeler geriye bırakmakta olduğu bir sırada, İslam bu kültür merkezlerini içine alan bir kudret olarak tarih sahnesine çıktı.” Yani Müslümanların bilim tarihinde bir tarih sahnesine çıkışları var. Bu tarih sahnesine çıkış nasıldı hocam?
Sezgin: 20 dakikalık bir konuşmaydı.
… ..
Müslüman Bilim Adamlarının Tarih Sahnesine Çıkışı
… ..
… ..
Müslümanlık Araplarla başladı. İlk Müslümanlar Araplar idi. Bunlar matematikte ne yapıyorlardı. Matematik parmak hesabıyla yapılıyordu. Zihinlerinde iki iki daha dört eder diyerek zorla hesaplıyorlardı. Hicretin 2. yüzyılında Hintlilerden sıfırı aldılar v e 2. yüzyılın sonuna doğru cebiri müstakil bir bilim dalı olarak kurdular. Böylece ilerlediler. Tabii Müslümanların hepsi Arap değildi. Sonra ne oldu? Şam’ı zapt ettiler arkasından da Şam’daki Hristiyanlar Müslüman oldu. Müslüman olmayanlar da İslam cemiyetinin bir parçası oluyor, toplumda iyi muamele, hürmet görüyorlardı. Halifeler onlara değer veriyordu. Bunlar kendi bilgilerini Arapça’ya taşıdılar. Mesela bir prens olan Halid İbn-i Yezid, Mariyanus adlı bir Yunnalıdan İskenderiye şehrinde kimyayı öğreniyor. İlk öğrenilen şeyler basit ancak bu adam Hicri 80 yıllarında kimyaya dair eserleri tercüme ediyor.. Sonra Hicri 180 yıllarına doğru Müslümanlar tecrübi (deneysel) kimyayı kuruyorlar. İşte buradaki tekâmül müthiş!
Öbür sahalarda da öyle… Arapların güzel bir dilleri vardı. Güzel şiirler yazıyorlardı, ama gramerleri yoktu. 2.yüzyılın ortalarında ise bakıyorsunuz, grameri bırakın, gramerin felsefesini yazıyorlar. Müthiş bir gelişme. Konuşmalarında daima oryantalistin talebesi olduğumu iftiharla söylüyorum. Hâlbuki bütün oryantalistler bile bu büyük medeniyeti, bu büyük bilimler tarihini her bakımdan tam değerlendiremediler. Kimyada, matematikte birçok şeyi buldular ama mesela “Müslümanların tarih bilimindeki yeri nedir?” Bütün bunlar cevapsız. Müslümanların gramer sahasında tarihteki yerini bulmak istediğimiz zaman ki gramer daha zordur matematik ve astronomiye nispetle, gramerin tarihini bilmiyoruz. Çünkü dünyada gramer tarihi diye bir şey yoktur. Bu sualler sorulmamış ve cevaplandırılmamıştır. Halbuki İslam bilim tarihinde muazzam bir gelişme olmuştur.Büyük oryantalistler bile gelişmenin bir kısmını anlayamadılar. Şunu söyleyeyim size: Biz çok büyük bir medeniyetin karşısındayız, çok büyük bir bilimler tarihinin karşısındayız. Bunu yavaş yavaş kazıyarak anlamaya çalışacağız. Bu da bir kaç yüzyıl sürecek. Avrupalılar buna çalışıyorlar. Ama Müslümanların da buna katkı yapmaları lazım. Maalesef bugünkü halleriyle Müslümanlar bunu yerine getirecek vaziyette henüz değiller.
İslam Bilimlerinin Prensipleri
… ..
… ..
Sezgin: … ..
… ..Belki de yanlıştır ama bu benim fikrim. Latin dünyasına baktığınızda, kaynağa işaret etmek, kim kimden almış bu türden bir mefhum orada da yok. Başkalarının malını bir başkasına mal etmek Latinlerde normal çalışma tarzı bir şey. Ama Müslüman dünyasında öyle değildi. Müslüman dünyasında başka bir alma verme vardı. Müslümanlarda bir “adil tenkit” var.
Latin dünyasında böyle bir şey yok. Avrupa’da 16. yüzyılda literatürde müthiş bir küfürbazlık başlıyor. “o sersem adam”, “o hiç bir şey bilmez adam” gibi tenkitler var. Bu tenkit değildir, küfürbazlıktır. Bunu İslam dünyasında bulamazsınız. İslam dünyasında hakikaten “tenkit ahlakı” vardı. Bununaynağı nedir diye baktığım zaman Allah korkusunun tesiri olduğunu görüyorum. ”İnsaf mefhumu”, “adil olma mefhumu” var. Yani Müslümanlar öyle gelişi güzel “bu hırsızdır, benden aşırdı” diyemiyorlar. Bunu yıllarca, binlerce kitaba bakarak takip ettim ve hep aynı şeyi gördüm. … ..
… …
… ..
Sezgin: Bu “Tekâmül kanunu” çok mühim. Bakın size bir hadisten bahsettim: “İki günü birbirine denk olan zarardadır.” şeklinde. “Tekâmül kanunu” işte bu! Böyle bir anlayışı öngören dinle başlayan bir medeniyet, tabii ki bu hususta takip edilmesi gereken yolu da döşüyor. … ..
… ..
… ..
İbni Sina’nın Kitabı Aristo’nun Adıyla Yayınlandı
… ..
… ..
Sezgin: … .. Avrupalılarda kaynak verme mefhumu yoktu. Yunanlılarda çok azdı ama Avrupalılarda tamamen silindi. Hatta tam aksi de var. Mesel, 11. yüzyılın sonuna doğru İtalya’da 25 tane çok mühim Arapça tıp kitabını tercüme ediyorlar ve bunların 25’ini de ya kandilerine ya da Yunanlılara nispet ediyorlar! İbn-i Sina’nın taşlara dair kitabını Aristo'ya mal etmeleri gibi. Yine Huneyn bin İshak’ın kitabını Galen’e nispet ediyorlar. Bu tip çokça misal var. Müslümanlar ise kaynak veriyorlar. Bir de şunu anlamadılar. Mesela, Taberi Tefsiri’ni aldığınmız zaman orada kaynak şu şekilde gösterilir: “Filan , filan o da filan o da bana söyledi ki” şekilinde olur. Modern insan lar ie Taberi’nin bu şekilde zikredilişini, sözlü rivayetler zannediyorrlar. … …
… ..
… ..
Rasathane Yunanlılarda Yoktu
Zamanı Dakikayla Ölçen İlk Saat
İslam Dünyasında Bilim
En Büyük Destekçim Eşim
Aşağılık Kompleksinden Kurtulmalıyız
“Yaratıcılık” Özelliğimizi Kaybettik
Müslümanlar ve Zaman Ahlakı
Türkiye’deki Üniversiteler
İslam Dünyası Nasıl İlerledi
Oryantalistler ve Biz
Matematiksel Coğrafya Tarihini Yazmak Bana Nasip Oldu
Bugünkü Haritaları Müslümanlar Yaptı
Coğrafya Tarihi Neden Yazılamadı?
Müslümanlar Nasıl İlerledi?
Arapça Yazının Avantajları
*Bilim tarihi Sohbetleri & Fuat Sezgin
Söyleşi: Sefer Turan
Timaş Yayınları
İstanbul 2018
*https://www.google.com.tr/books/edition/Fuat_Sezgin_ile_Bilim_Tarihi_Sohbetleri/vy4bEQAAQBAJ?hl=tr&gbpv=1&printsec=frontcover
*Fuat Sezgin - Vikipedi
*Fuat Sezgin (24 Ekim 1924, Bitlis - 30 Haziran 2018, İstanbul), Türk akademisyen. İslam tarihi, bilim ve teknoloji tarihi alanında çalışmalarıyla tanınmaktadır.
Hayatı:
Fuat Sezgin, 24 Ekim 1924'te Bitlis’te doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü’nde, İslami Bilimler ve Oryantalistik alanında öncü bir yere sahip olan Alman oryantalist Hellmut Ritter'in (1892-1971) yanında öğrenim gördü. Ritter'in, modern bilimin oluşumunda özellikle 9. ve 13. yüzyıllar arasındaki Endülüs ve Abbasi devletlerindeki bilim adamlarının da önemli katkıları olduğunu vurgulaması üzerine bu alana yöneldi. 1950'de Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde Buhari’nin Kaynakları[1] adlı doktora tezini tamamladı. Bu teziyle o, hadis kaynağı olarak İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan Buhari'nin bir araya getirdiği hadislerde bilinegeldiğinin aksine sözlü kaynaklara değil İslam’ın erken dönemine, hatta 7. yüzyıla kadar geri giden yazılı kaynaklara dayandığı tezini ortaya attı. Bu tez Avrupa merkezli
oryantalist çevrelerde hala tartışılmaktadır. 1954 yılında İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde doçent oldu. Burada Zeki Velidi Togan ile çalıştı.
27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında üniversiteden uzaklaştırılan ve 147'ler olarak bilinen akademisyenler arasındaydı. Bir valizle gitmek zorunda kaldığı yurt dışında, aynı alanda çalışan oryantalistlerin kıskançlıkları ile karşı karşıya kaldığını ancak yaşadığı zorluklar karşısında asla pes etmediğini ifade etmiştir. Ayrıca bu dönemde yaşadığı zorluklarla nasıl mücadele ettiğini şu sözlerle açıklamıştır: "Ben şuna inanmıştım artık. Tüm musibetler karşısında sadece Allah'a inanacaksın, başka hiçbir şeye değil."[2]
1961 yılında Almanya'ya giden Fuat Sezgin, Frankfurt'taki Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi'nde önce misafir doçent olarak dersler verdi. 1965 yılında profesör oldu. Oradaki bilimsel çalışmalarının ağırlık noktası Arap-İslam kültür çevresinde tabii bilimler tarihi alanı olmuştur ve bu alanda 1965 yılında habilitasyon çalışmasını yapmıştır. Henüz İstanbul'da iken başladığı 7./14. yüzyıldan itibaren gelişen Arap-İslam edebiyatı tarihi çalışmasına (Geschichte des arabischen Schrifttums) Almanya'da da devam ederek, oryantalistik çalışmaları için kaynak eser haline gelmiş ve hala aşılamamış 13 ciltlik eserinin ilk cildini 1967, son cildini ise 2000 yılında yayınladı. Geschichte des arabischen Schrifttums İslam'ın ilk döneminde uğraşılmış, dini ve tarihi edebiyattan coğrafya ve haritacılığa kadar bütün ana ve yan bilim dallarını konu edinmektedir. Prof. Sezgin, Suudi Arabistan Kral Faysal Vakfı'nın İslami Bilimler Ödülü'nü 1978 yılında ilk alan kişidir. Bu ve başka desteklerle Sezgin, 1982 yılında J. W. Goethe Üniversitesi'ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü'nü ve 1983'te de buranın müzesini kurarak, direktörlüğünü üstlendi. Enstitüye bağlı olarak kurduğu müzede Sezgin, İslam kültür çevresinde Müslüman bilginler tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini sergilemektedir. Müzede bulunan objeleri tanıtmak ve İslam kültür çevresindeki bilimsel gelişmeyi göstermek için hazırladığı Wissenschaft und Technik im Islam isimli kataloğu 2003 yılında yayınladı. Fransızcası da yayınlanmış olan bu kataloğun Arapça, İngilizce ve Türkçesi de yayınlanmak üzeredir.
Fuat Sezgin, Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca dahil 27 dili çok iyi derecede biliyordu [3] Arap-İslam Bilimleri Enstitüsü için hazırladığı bilimsel araç ve gereçlerin benzerlerini yaptırarak, 25 Mayıs 2008 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı İstanbul İslam, Bilim ve Teknoloji Müzesi'nin açılmasında öncü rol oynamıştır. Prof. Dr. Fuat Sezgin, meslektaşı Dr. Ursula Sezgin ile evli idi. Kızları Hilal Sezgin, Almanya'da yaşayan bir gazeteci ve yazardır.
… ..
*Sefer Turan; (d. 1962 Afşin, Kahramanmaraş, Türkiye), gazeteci, yazar, başbakanlık başdanışmanı. Cumhurbaşkanı başdanışmanı.
Mesleki Kariyeri:
Türkiye'deki sayılı Orta Doğu uzmanı isimlerden biridir. Kanal 7'de dış haberler müdürlüğü yapmıştır. Ayrıca Ülke TV'de Doğu-Batı adlı programı hazırlayıp sunmuştur.
Uzun yıllar sahada çalışmış; Irak, Afganistan gibi ülkelerde yaşanan savaşları yerinden izlemiştir. En çok Filistin üzerine yaptığı çalışmalarla dikkat çekmektedir. Filistin-İsrail, Lübnan-İsrail çatışmalarını ve İkinci İntifadayı bölgede takip etmiştir.
Turan, El Cezire, BBC Arapça, Russia Al Youm gibi Arapça yayın yapan uluslararası kanalların Türkiyeye ilişkin açık oturumlarına siyasi yorumcu olarak katılmıştır
Kanal 7'den TRT'ye transfer olan Turan, Türkiyeden Arap ülkelerine Arapça yayın yapan TRT et Turkiyye'nin genel yayın koordinatörü görevine getirilmiştir.[1] Önde gelen Arap yazarlardan Fehmi Huveydi, Mısır'ın başkenti Kahire'de eğitim gören Turan'ın çok iyi Arapça bildiğini söylemektedir.[2] Sefer Turan, Nisan 2011 Ağustos 2014 tarihleri arasında Başbakan Müşaviri olarak kadar görev yapmıştır.[3] 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı görevine atanmıştır.
Evli ve 3 çocuk babasıdır.
*Sigrid Hunke (26 Nisan 1913, Kiel - 15 Haziran 1999), Alman felsefe doktorudur. Almanya'da daha çok Arabist ve Doğu düşüncesine hayranlık duyan Yeni Sağ görüşlü bir yazar olarak bilinir.
İslam medeniyetinin yükselişini ve Avrupa medeniyetine etkilerini incelediği Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi isimli kitabı ünlüdür.
*Keşfü'z-Zunûn - Vikipedi
*Keşfü'z-Zunûn, Kâtip Çelebi’nin Arapça yazdığı ve 1652 yılında tamamladığı bibliyografya (kaynakça) eseridir. Bilimler hakkında ansiklopedik bilgiler de içerir. İlk adı Kitâbü İcmâli'l-fuśûl ve'l-ebvâb fî tertîbi'l-'ulûm ve esmâ'i'l-kitâb’dır. Yazarı tarafından bazı eklemelerden sonra ismi Keşfü'ž-žunûn an esâmi'l-kütüb ve'l-fünûn şeklinde değiştirilir. Çoğunlukla Arapça literatürle ilgili içeriğe sahip olmakla birlikte Farsça ve Türkçe de konu edilmiştir.
Katib Çelebi Halep sahaflarında başladığı araştırmalarını çeşitli şehirlerde sahaf ve kütüphaneleri gezerek 20 yılda tamamlamıştır. Eserler alfabetik sıraya göre düzenlenmiştir. Müelliflerin ölüm tarihleri, eserlerin telif tarihleri, eserlerin başlangıç cümleleri, bab ve fasılları hakkında da bilgiler verilmiştir. 15.000’e yakın kitap ve risale, 10.000 kadar yazar, 300’ü aşkın ilim dalı hakkında bilgi verilmektedir.
Katib Çelebi, kitabı yazarken bazı kaynakçalardan yararlanmıştır. Bunlar arasında İbnü’n-Nedîm’in el-Fihrist'i, İbnü’l-Kıftî’nin İħbârü'l-ulemâ'sı, 16. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Taşköprizâde'nin Miftâĥu’s-saâdesi, İbn Haldûn'un Muķaddimesi, Sübkî'nin Tabaķātı ve İbn Hallikân'ın Vefeyâtü'l-ayânı başta gelmektedir. Eser 1697 yılında yeni eklemeler eşliğinde Bibliothèque Orientale adıyla Fransızcaya, 1835-1858 yılları arasında ise Lexicon Bibliographicum et Encyclopaedicum adıyla Latinceye çevrilmiştir.
*Kâtip Çelebi ya da Hacı Halife[1] (Şubat 1609, İstanbul - 6 Ekim 1657, İstanbul); tarih, coğrafya, bibliyografya ve biyografi ile ilgili çalışmalar yapmış Türk bilim insanı ve aydını.[2] Dünya bilim edebiyatında en ünlü ve bilinen eseri; İslam dünyasının en değerli eserlerini içeren 15.000'e yakın kitabı ve 10.000'e yakın müellifi (yazar) alfabetik dizin sistemine göre tanıtan Keşf ez-zunûn 'an esâmî el-kutub ve'l-fünûn ve daha sonra İbrahim Müteferrika tarafından basılan meşhur coğrafya ansiklopedisi Cihannümâ ile tanınır. Kâtip Çelebi, 17. yüzyıl Osmanlı nesir yazarları arasındadır
Yaşamı:
1609 yılında İstanbul'da doğdu. Babasının adı Abdullah'tı. Babası, Osmanlı devlet ve siyaset adamlarının yetiştirildiği Enderûn kurumunda eğitim görerek yetişmiş bir askerdir. Kâtip Çelebi'nin asıl adı Mustafa bin Abdullah'tır. Ordu kâtipliğinde bulunduğu için ulema ve halk arasında Kâtip Çelebi lakabı ile tanındı. Doğuda Hacı Halife, batıda ise Hacı Kalfa olarak tanınır. Hacca gittiği ve uzman memur (halife) olduğundan ötürü bu lakap ile de anılmıştır.[4]
Eğitimi:
6 yaşına geldiğinde ilk eğitimini almak için babası tarafından görevlendirilen İmam İsa Halife El-Kırımî'den Kur'an okumayı, tecvid kurallarından Mukaddime-i Cezeriyye'[5] yi ve namazın şartlarını öğrendi.[6] Devrin adeti üzerine, öğrendiklerini Mesih Paşa Darülkurrâsı'nda ezbere dinletti. Zekeriya Ali İbrahim Efendi ile Nefes-zâde'den ders gördü, Kur'an'ı yarısına kadar ezberleyerek aynı Darülkurrâ'da okudu. İlyas Hoca'dan tasrif (Arapça kelime bilgisi) ve avâmil (Arapça dilbilgisi üzerine yazılmış eser) öğrendi.
Böğrü Ahmet Çelebi adlı hattattan yazı dersleri aldı.[6] On dört yaşına geldiğinde babasının aylığından 14 dirhem harçlık bağlanılarak babasının yanında Anadolu Muhasebesi Kalemi'nde şakird (stajyer) olarak devlet görevine başladı (1622-23). Kalemdeki halifelerin (uzman memur) birinden hesap-muhasebe sistemini, Erkam adı verilen yazışma kurallarını ve dönemin devlet belgelerinde kullanılan Siyakat yazısını öğrendi.
Memurluk Yılları:
1624 yılında Abaza Mehmed Paşa İsyanı'nı bastırmak amacıyla hazırlanan ordunun defterlerini tutan birimde (Silâhdar Alayı) yer alarak babası ile birlikte Tercan Seferi'ne katıldı. Kayseri yakınlarında Abaza Mehmed Paşa birlikleriyle yapılan savaşa (7 Eylül 1624) tanıklık etti. Eseri Fezleke'de bu seferin ayrıntılarını ve anılarını bildirmektedir.[7] Ordu ile birlikte Musul'a geldiklerinde (Ağustos-Eylül 1626) babası öldü ve Camii Kebir Mezarlığı'na defnedildi. Babasının vefatından bir ay sonra, aynı sefer kuvvetinde görev yaptıkları amcası da Nusaybin-Cerahlu bölgesinde öldü. Kâtip Çelebi bunun üzerine orduda görev yapan başka bir akrabasıyla birlikte Diyarbakır'a geldi. Diyarbakır'da kaldığı sırada babasının arkadaşlarından Mehmed Halife adlı bir yüksek bürokrat tarafından Süvari Mukabelesi'ne tayin edilerek İstanbul'a döndü (1627-1628). Burada Kâdızâde'nin derslerini takip etmeye başladı. Aynı yıl içinde Erzurum Kuşatması'na katıldı. Erzurum'dan Tokat'a dönüş yolunda, kış mevsiminin bastırması sebebiyle orduyla birlikte büyük zorluklar yaşadı.
Kâtip Çelebi, 1630 yılında Hüsrev Paşa'nın maiyetinde bulunarak Hamedan ve Bağdat Seferi'ne katıldı. Bu seferle ilgili olarak Cihannümâ''da ve Fezleke'de, uğradığı şehir ve bölgeler ile ordu tarafından ele geçirilen şehir, kale ve menzillerin bilgilerini vermektedir. Bağdat Kuşatması'nda ordunun defterini tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul'a dönerek Kâdızâde'nin derslerine katıldı. Bu zaman aralığında, Kâdızâde'den Tefsir, İhya-i Ulûm, Şerh-i Mevakıf, Dûrer ve Tarikat (Tarikat-ı Muhammediyye) okudu. 1633-1635 yılları arasında, Halep Seferi'nde hacca gitme fırsatı buldu.
Çatışma ve sefer olmadığı zamanlarda Halep'te kitapçıları ve kütüphaneleri gezerek ileride yazacağı büyük eseri Keşf ez-Zunûn 'an Esâmî el-Kutub ve'l-Fünûn (كشف الظنون عن أسامي الكتب والفنون) için biyografik ve bibliyografik temeli teşkil edecek notları hazırlamaya başladı. Halep Seferi yıllarında, sahaflarda kitap toplayıp elde ettiği hazineyi okuyarak kendini geliştirdi. Dönüşte bir kış Diyarbakır'da kalıp oradaki bilgin ve aydınlarla görüştü. 1635 yılında IV. Murad ile Revan Seferine katıldı. On yıl kadar çeşitli savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul'a döndü ve çeşitli alanlardaki bilimlerle uğraşır oldu.
A'rec Mustafa Efendi, Ayasofya Dersiâmı (öğretim görevlisi) Molla Kürt Abdullah Efendi[8] ve Süleymâniye Dersiâmı Mehmed Efendi'den ders aldı. A'rec Mustafa Efendi'yi kendisine üstad edindi. Bir yandan kendisi öğrenirken diğer yandan birçok öğrenciye ders verdi.
1645 yılında Girit Seferi'ne katılması sayesinde haritaların nasıl yapıldığını inceleme fırsatını buldu ve bu konuyla ilgili eserlerde çizilen haritaları gördü. Bu arada görevinden ayrılarak üç yıl devlette çalışmadı. Bu üç yıl içinde kimi öğrencilerine çeşitli konularda dersler verdi. Bu zaman içinde sık sık hastalandığı için tedavi çareleri bulmak amacıyla çeşitli tıp kitaplarını okudu. Pek çok eserini bu yıllarda yazmıştır. 1648'de Takvimü't-Tevarih adlı eseri nedeniyle dönemin Şeyhülislamı Abdürrahim Efendi aracılığıyla kalemde ikinci halifelik görevine atandı.[9]
Ölümü:
Kâtip Çelebi 1657 yılında öldü. Mezarı, Vefa'dan Unkapanı’ndaki Unkapanı Köprüsü'ne inen büyük caddenin sağ kenarındaydı.
Kâtip Çelebi çalışkan, iyi huylu, vakarlı, az konuşan, çok yazan biri olarak bilinir. Arapça, Farsça yanında Latince'yi de bilirdi. Osmanlı Devleti'nde Batı bilimleriyle fazla ilgilenen ve bu bilimleri Doğu bilimleriyle karşılaştırıp sentezini yapan ilk Türk bilim adamlarından biridir. Unesco tarafından doğumunun 400. yılı münasebetiyle 2009 yılı Kâtip Çelebi Yılı ilan edilmiştir.[10]
*Klaudyos Batlamyus (Grekçe: Κλαύδιος Πτολεμαίος Klaudios Ptolemaios), İskenderiyeli Yunan matematikçi, coğrafyacı, astronom ve müzik teorisyeniydi[2] ve üçü daha sonra Bizans, İslam ve Batı Avrupa bilimi için önemli olan yaklaşık bir düzine bilimsel tez yazmıştır. MS 100-170 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir.[3]
Geç İskenderiye Dönemi'nde yaşamış (MS 2. yüzyılın ilk yarısı) ünlü bilim adamlarındandır. Hayatı hakkında hemen hemen hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Müslüman astronomlar 78 yaşına kadar yaşadığını söylemektedir.[kaynak belirtilmeli] Yunan asıllı bir Mısırlı veya Mısır asıllı bir Yunan olduğu iddia edilmektedir.[kaynak belirtilmeli]
Kitapları:
Batlamyus, iki önemli yapıtın yazarıdır: Büyük Bileşim ve Coğrafya. Bu yapıtlar Avrupa'daki Orta Çağ'ın bitişinde önemli yere sahiptir. Kitapların Latinceye çevrilişi ancak 12. yüzyılda yapılmıştır.
Büyük Bileşim (Arapça: Kitab el Macisti, Latince: Almagest, Yunanca: Mathematike Syntatksis), Yunan ve Babil uygarlıklarının gökbilim bilgilerinin bir derlemesidir. Derlemenin çoğu kendisinden üç yüzyıl önce yaşamış olan Hiparkus'a dayanır. Yapıtta Dünya merkezli bir Güneş Sistemi modeli önerilir. Bu model, Kopernik'in güneş merkezli modeline dek Batı ve İslam dünyalarında geçerli model olarak kabul edilmiştir. Kitapta ayrıca düzlem ve küresel trigonometri hakkında bir inceleme bulunmaktadır.[4]
Batlamyus'un diğer önemli yapıtı Coğrafya da bir derlemedir. Çağının Roma İmparatorluğu'nda bilinen coğrafya bilgileri bu kitapta toplanmıştır.
Batlamyus astronomi, matematik, coğrafya ve optik alanlarına katkılar yapmıştır; ancak en çok astronomi çalışmalarıyla tanınır. Zamanına kadar ulaşan astronomi bilgisinin sentezini yapmış ve bunları Mathematike Syntaxis (Matematik Sentezi) adlı yapıtında toplamıştır. Bu eser daha sonra Megale Syntaxis (Büyük Derleme) olarak anılmış ve Arapçaya çevrilirken başına harf-i tarif takısı olan el- getirildiği için, ismi el-Mecistî biçimine dönüşmüştür; daha sonra Arapçadan Latinceye çevrilirken Almagest olarak adlandırıldığından, bugün Batı dünyasında bu eser Almagest adıyla tanınmaktadır.
Almagest, on üç kitaptan oluşur;
Birinci Kitap, kanıtlarıyla birlikte yermerkezli dizge'nin ana çizgilerini verir;
İkinci Kitap, Menelaus'un teoremiyle, küresel trigonometri bilgilerini ve bir kirişler tablosunu içerir; burada örnek problemler de çözülmüştür;
Üçüncü Kitap, Güneş'in hareketini ve yıllık süreyi anlatır;
Dördüncü Kitap, Ay'ın hareketini ve aylık süreyi konu edinir;
Beşinci Kitap, aynı konularla ilgilidir. Ay'ın ve Güneş'in mesafelerini tartıştığı gibi, bir usturlabın yapılışı ve kullanılışı hakkında da ayrıntılı bilgiler sunar;
Altıncı Kitap, gezegenlerin kavuşumları ve karşılaşımlarını, Güneş ve Ay tutulmalarını inceler;
Yedinci ve Sekizinci Kitap, durağan yıldızlarla ilgilidir; meşhur devinme tartışmasını, Batlamyus'un durağan yıldızlar kataloğunu ve gök küresi aleti yapabilmek için gerekli yöntem bilgisini içerir;
Geriye kalan beş kitap ise devingen yıldızların, yani gezegenlerin hareketlerine ayrılmıştır ve yapıtın en özgün kısmıdır.
Batlamyus bu eserde, ana çizgileriyle göksel olguları anlamlandırmak üzere kurmuş olduğu geometrik kuramı tanıtmaktadır; Aristoteles fiziğini temel alan bu kuramda, evren küreseldir ve Yer bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Şayet günlük veya yıllık görünümler Yer'in hareketleri sonucunda meydana gelseydi, her şey uzaya saçılır ve Yer parçalanırdı. Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn ve sabit yıldızlar Yer'in çevresinde, muntazam hızlarla, dairesel hareketler yaparlar. Sabit yıldızlar küresi evrenin sonudur.
Ancak, Yer'in merkezde olduğu ve gök cisimlerinin de onun çevresinde düzenli olarak dolandıkları kabul edildiğinde, bazı gözlemleri, örneğin Ay ve Güneş'in Yer'e yaklaşıp uzaklaşmalarını, bazen hızlı ve en kapsamlı bilgiler vermiştir; çünkü küresel astronominin sınırları içinde kalan klasik astronomiye ait hesaplamalar, küresel geometriye dayanmaktadır. Batlamyus'tan yaklaşık üç asır önce yaşamış olan Hipparkhos (MÖ 150) açıların kirişlerle ölçülebileceğini bildirmiş ve bir kirişler cetveli hazırlamıştı; ancak konuya ilişkin yapıtı kaybolduğundan, bu cetveli nasıl düzenlediği bilinmemektedir. Bazı yayların kirişlerinin bulunması çok kolaydı ve bu kirişlere ana kirişler adı verilmişti; ama bunların dışındaki yayların kirişlerinin bulunması uzun işlemleri gerektiriyordu. Bu nedenle Batlamyus kirişler cetvelini hazırlarken bir dairenin içine çizilmiş dörtgenlere ilişkin Batlamyus Teoremi'ni (AB. CD + AD. BC = AC. BD) kullanmak suretiyle, açılar toplamı ve farkının kirişlerini (kiriş (A-B), kiriş (A+B), kiriş A/2, kiriş 2A gibi) bulma yoluna gitmişti.
Coğrafya araştırmaları:
Batlamyus, coğrafya araştırmalarına da öncülük etmiş ve Coğrafya adlı yapıtıyla matematiksel coğrafya alanını kurmuştur. Bu kitap Kristof Kolomb'a kadar bütün coğrafyacılar tarafından başvuru kitabı olarak kullanılmıştır.[5][sayfa belirt]
Almagest'ten sonra yazılan Coğrafya, sekiz kitaba bölünmüştür ve matematiksel coğrafya ile haritaların çizilebilmesi için gerekli bilgilere tahsis edilmiştir; Almagest gibi Coğrafya da derleme bir eserdir; Batlamyus bu kitabı hazırlarken Eratosthenes, Hipparkhos, Strabon ve özellikle de Surlu Marinos'tan büyük ölçüde yararlanmıştır.
Coğrafya'nın Birinci Kitabı, Dünya'nın -ya da doğrusunu söylemek gerekirse Yunanlar tarafından bilinen Dünya'nın- büyüklüğü ve kartografik izdüşüm yöntemleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir.[5][sayfa belirt]
İkinci Kitap'la Yedinci Kitap arasında, tanınmış memleketlerdeki önemli yerlerin, yani önemli kentlerin, dağların ve nehirlerin enlem ve boylamları verilerek Dünya'nın düzenli bir tasviri yapılır. Enlem ve boylamlardan, yani bir başlangıç dairesine olan uzaklıklardan söz eden ilk bilgin olan Batlamyus'un enlem ve boylam tablolarıyla betimlemeye çalıştığı Dünya, kabaca 20° güneyden, 65° kuzeye; batıdaki Kanarya Adaları'ndan, bunların yaklaşık olarak 180° doğusundaki bölgelere kadar uzanmaktadır. Bunun dışında kalan bölgeler ise Yunanlar ve dolayısıyla Batlamyus tarafından tanınmamaktadır.
Batlamyus'un tahminlerinin başarısının şaşırtıcı bir başka nedeni daha vardı. Haritalı Coğrafya'nın hayatta kalan en eski el yazmaları, 12. yüzyılın sonlarında Bizans'tan gelmektedir.[5][sayfa belirt] Batlamyus'un kendi haritalarını çizdiğine dair somut bir kanıt yoktur. Bunun yerine, coğrafi verileri daha sonraki harita yapımcılarının uyarlamasına izin veren bir dizi sayı ve diyagram kullanarak dijital biçimde iletti. Belki de bu nedenle Batlamyus'u ilk dijital coğrafyacı olarak kabul etmeliyiz.[6] Söz konusu tablolar, haritaların çizilmesini olanaklı kılmaktadır ve belki? de bu haritalar eserin eski nüshalarında mevcuttur. Astronomi bilgilerini kapsayan Sekizinci Kitap'ta bunlara atıflar yapılmıştır.
Ancak Batlamyus'un coğrafya anlayışı yeterince geniş değildir. İklim, doğal ürünler ve fiziki coğrafyaya giren konularla hiç ilgilenmemiştir. Başlangıç meridyenini sağlam bir şekilde belirleyemediği için, vermiş olduğu koordinatlar hatalıdır. Ayrıca, Yer'in büyüklüğü hakkındaki tahmini de doğru değildir. Ancak Kristof Kolomb bu yanlış tahminden cesaret alarak Batı'ya doğru gitmiş ve Kuzey Amerika'ya ulaşmıştır.[5][sayfa belirt]
Optik araştırmaları:
Aynı zamanda döneminin önde gelen optik araştırmacılarından olan Batlamyus, daha önceki optikçilerin çoğu gibi, görmenin gözden çıkan görsel ışınlar yoluyla oluştuğu görüşünü benimsemiştir. Ancak, görsel yayılımın fiziksel yorumunu da vermiş ve bu yayılımın, kesikli ve aralıklı koni biçiminde değil de, kesiksiz ve sürekliliği olan piramit biçiminde olduğunu belirtmiştir. Şayet böyle olmasaydı, yani ışınlar gözden sürekli olarak çıkmasaydı, nesneler bütün olarak görülemezlerdi. Buna rağmen, Batlamyus'un görsel piramit fikri, optikçiler arasında rağbet görmemiş ve görme söz konusu olduğunda daha çok koni biçimi göz önüne alınmıştır. Daha sonra da İslam dünyasında bilginlerin görsel koni fikrine dayandıkları ve görme geometrisini bunun üzerine kurdukları görülmektedir.
Batlamyus, katoptrik (yansıma) konusuyla da ilgilenmiş ve ayrıntılı deneyler sonucunda üç prensip ileri sürmüştür:
Aynada görünen nesne, gözün konumuna bağlı olarak aynadan nesneye yansıyan görsel ışın yönünde görünür.
Aynadaki görüntü, nesneden ayna yüzeyine çizilen dikme yönünde ortaya çıkar.
Geliş ve yansıma açıları eşittir.
Bu üç prensipten ilk ikisini kuramsal, üçüncüsünü ise deneysel olarak kanıtlayan Batlamyus, ayna yüzeyine gelen ışının eşit açıyla yansıdığını gösterebilmek için, derecelenmiş ve tabanına ayna yerleştirilmiş olan bakır bir levha kullanmıştır. Bir ışın hüzmesini levhaya teğet biçimde ayna yüzeyine gönderip, gelme ve yansıma açılarının büyüklüklerini belirlemiş ve bunların eşit olduğunu görmüştür. Batlamyus bu deneyini küresel ve parabolik bütün aynalar için tekrarlayarak, sonucun doğruluğunu kanıtlamıştır.
Batlamyus, dioptrik (kırılma) konusuyla da ilgilenmiş ve ışığın bir ortamdan diğerine geçerken yoğunluk farkından dolayı yön değiştirmesinin nedenini araştırmıştır. Bu araştırmanın sonucunda, az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçen ışının, normale yaklaşarak ve çok yoğun ortamdan az yoğun ortama geçen ışının ise normalden uzaklaşarak kırıldığını ve kırılma miktarının yoğunluk farkına bağlı olduğunu ileri sürmüştür.
Konuyu ele alırken benimsediği bazı prensiplerde bunu açıkça görmek olanaklıdır:
Görsel ışın az yoğundan çok yoğuna veya çok yoğundan az yoğuna geçtiğinde kırılır.
Görsel ışın doğrusal olarak yayılır ve farklı yoğunluktaki iki ortamı birbirinden ayıran sınırda yön değiştirir.
Gelme ve kırılma açıları eşit değildir, fakat aralarında niceliksel bir ilişki vardır.
Görüntü, gözden çıkan ışının devamında ortaya çıkar.
Batlamyus ortam farklılıklarından dolayı ışığın uğradığı değişimleri, aynı zamanda kırılma kanununu da içerecek şekilde deneysel olarak göstermeye çalışmış ve çeşitli ortamlardaki (havadan cama, havadan suya ve sudan cama) kırılma derecelerini gösteren cetveller hazırlamıştır. Ancak verdiği değerler küçük açılar dışında tutarlı olmadığı için kırılma kanununu elde edememiştir.
Astrolojik çalışmaları:
Batlamyus, daha önce Babil ve Yunan astronomları ve astrologları tarafından derlenmiş bilgi birikiminden yararlanarak astrolojiyi de sistematize etmiştir. Dört bölümden oluştuğu için Tetrabiblos (Dört Kitap) olarak adlandırdığı yapıtında, gezegenlerin nitelik ve etkileri, burçların özellikleri, uğurlu ve uğursuz günlerin belirlenmesi gibi astroloji kapsamındaki konular hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Orta Çağ ve Yeni Çağ astrolojisi bu kitabın sunmuş olduğu birikime dayanacaktır.
Astroloji bir bilim değildir, ama astronomi ile birlikte doğmuş ve yaklaşık olarak 18. yüzyıl'a kadar bu bilimin gelişimini, kısmen olumlu kısmen de olumsuz yönde etkilemiştir; bu nedenle astronomi tarihi araştırmalarında astrolojiye ilişkin gelişmelerden de bahsetmek gerekir.
ilim ve teknoloji tarihi alanında çalışmalarıyla tanınmaktadır.
Hayatı:
*İznikli Hipparkos veya Nikaialı Hipparhus (/hɪˈpɑːrkəs/; Yunanca: Ἵππαρχος Hipparkhos; y. MÖ 190 – y. 120) bir Yunan astronom, coğrafyacı ve matematikçiydi.
Anadolu'daki Nikea (bugünkü İznik) kentinde doğdu. Yaşamının büyük bölümünü Rodos'ta geçiren ve orada ölen Hipparkos,[1] daha çok yıldızlara ilişkin gözlemleriyle tanındı. Çıplak gözle görülebilen yıldızları parlaklıklarına göre sınıflandırdı. Ayın ve Güneş'in uzaklıklarını bulmaya yönelik çalışmalar da yapan Hipparkos, matematiğin bir dalı olan trigonometriyi bulmasının yanında yeryüzündeki her noktanın yerini enlem-boylam dereceleriyle belirtme yöntemini ilk uygulayan kişi oldu.
Trigonometrinin[2] kurucusu olarak kabul edilir, ancak en çok ekinoksların devinimini tesadüfen keşfetmesiyle ünlüdür.[3] Hipparchus Nikaea, Bitinya'da doğdu ve muhtemelen Yunanistan'ın Rodos adasında öldü. MÖ 162 ile 127 yılları arasında çalışan bir astronom olduğu bilinmektedir.[1]
Hipparchus, antik çağın en büyük astronomik gözlemcisi ve bazıları tarafından antik çağın en büyük genel astronomu olarak kabul edilir.[4][5] Güneş ve Ay'ın hareketi için nicel ve doğru modelleri hayatta kalan ilk kişiydi. Bunun için kesinlikle Babilliler ve Atinalı Meton (MÖ beşinci yüzyıl), Timoharis, Aristillus, Samoslu Aristarhus ve Eratosthenes tarafından yüzyıllar boyunca biriken gözlemlerden ve belki de matematiksel tekniklerden yararlandı.[6]
Trigonometri geliştirdi ve trigonometrik tablolar oluşturdu ve küresel trigonometrinin çeşitli problemlerini çözdü. Güneş ve ay teorileri ile trigonometrisiyle, güneş tutulmalarını tahmin etmek için güvenilir bir yöntem geliştiren ilk kişi olabilir.
Diğer tanınmış başarıları arasında, Dünya'nın hareketinin keşfi ve ölçümü, batı dünyasının ilk kapsamlı yıldız kataloğunun derlenmesi ve muhtemelen usturlabın icadı ve ayrıca yıldız kataloglarının çoğunun yaratılması sırasında kullandığı çemberli kürenin (ekinoksları ve gün dönümü tarihlerini gösteren bir astronomik alet) icadı yer alıyor. Bazen Hipparkus "astronominin babası" olarak anılır,[7][8] ona ilk olarak Jean-Baptiste Joseph Delambre tarafından verilen bir unvandır.[9]
Yaşamı ve çalışmaları:
Babil kaynakları:
Geometri, trigonometri ve diğer matematiksel teknikler:
Ay ve güneş teorisi:
Ayın Hareketi:
Ay'ın yörüngesi:
Güneşin görünür hareketi:
Güneşin yörüngesi:
Uzaklık, paralaks, Ay ve Güneş'in boyutu:
Tutulmalar:
Astronomik aletler ve astrometri:
*İznikli Hipparkos veya Nikaialı Hipparhus (/hɪˈpɑːrkəs/; Yunanca: Ἵππαρχος Hipparkhos; y. MÖ 190 – y. 120) bir Yunan astronom, coğrafyacı ve matematikçiydi.
Anadolu'daki Nikea (bugünkü İznik) kentinde doğdu. Yaşamının büyük bölümünü Rodos'ta geçiren ve orada ölen Hipparkos,[1] daha çok yıldızlara ilişkin gözlemleriyle tanındı. Çıplak gözle görülebilen yıldızları parlaklıklarına göre sınıflandırdı. Ayın ve Güneş'in uzaklıklarını bulmaya yönelik çalışmalar da yapan Hipparkos, matematiğin bir dalı olan trigonometriyi bulmasının yanında yeryüzündeki her noktanın yerini enlem-boylam dereceleriyle belirtme yöntemini ilk uygulayan kişi oldu.
Trigonometrinin[2] kurucusu olarak kabul edilir, ancak en çok ekinoksların devinimini tesadüfen keşfetmesiyle ünlüdür.[3] Hipparchus Nikaea, Bitinya'da doğdu ve muhtemelen Yunanistan'ın Rodos adasında öldü. MÖ 162 ile 127 yılları arasında çalışan bir astronom olduğu bilinmektedir.[1]
Hipparchus, antik çağın en büyük astronomik gözlemcisi ve bazıları tarafından antik çağın en büyük genel astronomu olarak kabul edilir.[4][5] Güneş ve Ay'ın hareketi için nicel ve doğru modelleri hayatta kalan ilk kişiydi. Bunun için kesinlikle Babilliler ve Atinalı Meton (MÖ beşinci yüzyıl), Timoharis, Aristillus, Samoslu Aristarhus ve Eratosthenes tarafından yüzyıllar boyunca biriken gözlemlerden ve belki de matematiksel tekniklerden yararlandı.[6]
Trigonometri geliştirdi ve trigonometrik tablolar oluşturdu ve küresel trigonometrinin çeşitli problemlerini çözdü. Güneş ve ay teorileri ile trigonometrisiyle, güneş tutulmalarını tahmin etmek için güvenilir bir yöntem geliştiren ilk kişi olabilir.
Diğer tanınmış başarıları arasında, Dünya'nın hareketinin keşfi ve ölçümü, batı dünyasının ilk kapsamlı yıldız kataloğunun derlenmesi ve muhtemelen usturlabın icadı ve ayrıca yıldız kataloglarının çoğunun yaratılması sırasında kullandığı çemberli kürenin (ekinoksları ve gün dönümü tarihlerini gösteren bir astronomik alet) icadı yer alıyor. Bazen Hipparkus "astronominin babası" olarak anılır,[7][8] ona ilk olarak Jean-Baptiste Joseph Delambre tarafından verilen bir unvandır.[9]
Yaşamı ve çalışmaları:
Babil kaynakları:
Geometri, trigonometri ve diğer matematiksel teknikler:
Ay ve güneş teorisi:
Ayın Hareketi:
Ay'ın yörüngesi:
Güneşin görünür hareketi:
Güneşin yörüngesi:
Uzaklık, paralaks, Ay ve Güneş'in boyutu:
Tutulmalar:
Astronomik aletler ve astrometri:
Yıldız kataloğu:
Yıldız büyüklüğü:
Ekinoksların devinimi (MÖ 146-127):
Coğrafya:
Modern spekülasyon:
Mirası:
Yıldız kataloğu:
Yıldız büyüklüğü:
Ekinoksların devinimi (MÖ 146-127):
Coğrafya:
Modern spekülasyon:
*Farnese Atlas, Helenistik bir orijinalin Roma kopyası (Napoli Arkeoloji Müzesi).
*Abdurrahman es-Sufî - Vikipedi
*Abdurrahman es-Sufî (Farsça: عبدالرحمن صوفی, Aralık 903 – 25 Mayıs 986), 10. yüzyılda yaşamış Farisi gökbilimci.
Ayrıca Abdülrahman Ebu el-Hüseyin, Abdülrahman Sufi, Abdurrahman Sufi ve batı dünyasında 'Azophi' olarak da bilinir; Ay krateri Azophi ve küçük gezegen 12621 Alsufi onun adına isimlendirilmiştir.
Biyografi:
Abdurrahman es-Sufi, 903'te İran'ın Rey şehrinde doğdu. İran İsfahan'da Emir Adud ad-Daula'nın sarayında yaşamış, Batlamyus'un Almagest'inden yararlanarak hazırlamış olduğu yıldız kataloğu ile tanınmıştır. Bu katalogda, kırk sekiz yıldız takımında bulunan yıldızları tanıtıp bunların gökyüzündeki konum ve parlaklıkları bildirdikten sonra, Almagest'te geçen yıldız isimlerinin Arapça karşılıkları vererek, bu konuda Arapçadaki önemli bir boşluğu doldurmuştur. Abdurrahman el-Sufi'nin önerdiği terimler, daha sonra doğulu ve batılı gök bilimciler tarafından kullanılmış ve bunlardan 94 tanesi modern gökbilim literatürüne girmiştir. Batı dillerinde adı, farklı telaffuzların bir sonucu olarak 'Azophi', 'İlbermosofim', 'Jeber Mosphim' ve 'Abuhassin' gibi çeşitli şekillerde yer almaktadır.
Abdurrahman el-Sufi'nin gök cisimlerinin uzaklığını ölçmek için kullandığı rumh = 14B = Andromedae ve Pegasi'nin uzaklığı; zira' = 1 /6 rumh = ZB 20; şibr 113 zira'; esba = 1/32 zira' gibi birimler, uzaklıkların belirlenmesinde çok sağlıklı bir şekilde kullanılmıştır.
Abdurrahman el-Sufi, her yıldız takımının bir defa gökyüzünde görüldüğü, bir defa da gök küresinde görüleceği tarzda resmini çizmiş, daha sonra her yıldızın boylam, enlem, büyüklük ve rengini vererek yıldız kümelerine göre bir cetvel katalog meydana getirmiştir. Bu yıldız cetvelinin başlangıcı, İskender takviminin 1276 yılının ilk günüdür Hicri 20 Ramazan 353 Miladi Takvim 30 Eylül 964.
Boylamları, Batlamyus'un bulduğu boylamlara 66 yıl için 1 derece olmak üzere, toplam 42 derece 41 dakikalık bir sabit miktar ekleyerek bulmuştur. Hâlbuki Halife Me'mün zamanında "zicü'l-mümtehan'ın hazırlanmasında kullanılan Batlamyus'un cetveli, Menelaos'un verdiği değerlere 100 yıl için 1 derece eklenerek düzenlenmişti. Batlamyus'la başlayan kozmografik haritalar hazırlama geleneğinin Abdurrahman el-Sufi'den geçerek çağımıza kadar ulaştığı kabul edilmektedir.
Abdurrahman el-Sufi'nin astronomi aletlerinin ve enstrümantal tekniklerin geliştirilmesinde de önemli yardımları olmuştur. İbnü'l-Kıfti, 1043 tarihinde, onun tarafından yapıldığı rivayet edilen üç bin dirhem (10 kg kadar) ağırlığında gümüş bir gök küresinin Kahire'de bulunduğunu kaydetmektedir. 0 yaptığı düzenlemelerle usturlapların ölçme hassasiyetini de arttırmıştır. Biruni, Abdurrahman el-Sufi'nin 123,5 cm çaplı bir halka kullanarak ekliptiğin eğimini ölçtüğünü, İbn Yunus ise bu eğimi 23B 33' 45" olarak bulduğunu ve onun geometrik ispatlar alanında da büyük bir bilgin olduğunu kaydetmektedir.
Abdurrahman el-Sufi'nin birçok Batılı astronoma tesir ettiği bilinmektedir. 13. yüzyılda Castilla-Leon Kralı X. Alfonso'nun hazırlattığı Libros dei Saber de Astronomia (astronomi bilgisi kitabı) adlı dört kitaptan oluşan İspanyolca ansiklopedi, onun Kitabü Suveri'l-kevakibi's-sabite'siyle diğer müslüman astronomi bilginlerinin eserlerinden alınan bilgilere dayanılarak hazırlanmıştır. Abdurrahman el-Sufi'nin bu eseri, Libros dei Saber de Astrorzomia'da, Libros de los Estrellas (yıldızlar kitabı) başlığı altında ve yalnız tercüme edenlerin adıyla yayımlanmıştır. 16. yüzyıla ait Codices Latini Catinenses adlı astronomi ve astroloji katalogu da onun eserlerinden hareket edilerek kaleme alınmıştır. 15. ve 16. yüzyıllarda Viyana ve Nürnberg'deki ilim çevrelerinin de ondan faydalandıkları bilinmektedir. Ay'ın bir krateri onun adıyla anılmaktadır.
Abdurrahman es-Sufi, gök bilimsel aletlerin geliştirilmesinde de önemli hizmetlerde bulunmuştur. Güneş'in yüksekliğini ölçmekte kullanılan usturlapların ölçme duyarlılığını arttırmış ve 10 kg ağırlığında gümüşten bir gök küresi yapmıştır. Ayrıca, 123.5 cm çaplı bir halka kullanarak ekliptiğin eğimini 23º 33' 45” olarak belirlediği bilinmektedir.
*Uluğ Bey (Özbekçe: Mirzo Ulug'bek, Çağatayca: الغبیگ Ulug Beg; asıl adı: میرزا محمد طاراغایای بن شاه رخ - Mīrzā Muhammed Ṭaragay bin Şāh Ruḫ; 22 Mart 1394[1] - 27 Ekim 1449), Timur İmparatorluğu'nun 4. sultanı Türk matematikçi ve astronomi bilgini.
Babası Timur'un küçük oğlu Şahruh, annesi Gevher Şâd'dır. 1394 yılında Azerbaycan'ın Sultaniye kentinde doğmuştur. Asıl adı Muhammed Taragay olup Timur tarafından sevilmesi nedeniyle
Timurlular'daki "emîr-i kebîr"'in Türkçe karşılığı olan "Uluğ Bey" unvanıyla anılmaya başladı. 1394-1405 yılları arasında sarayda dinî ilimlerin yanı sıra mantık, matematik ve
hey'et (astronomi) tahsili gördü. 1404’te Timur tarafından Muhammed Sultan’ın kızı Öge Begüm (Öge Biki) ile evlendirildi.[2] Timur'un Çin üzerine gerçekleştireceği sefere katıldı. Ancak Timur'un 18 Şubat 1405 tarihinde Otrar'da ölmesi üzerine onun naaşıyla birlikte Semerkant'a geri dönmek üzere harekete geçti. Timur ölmeden önce torunlarından Pir Muhammed'i varisi seçmesine rağmen Timur'un diğer torunlarından Halil Sultan, taht üzerinde hak iddia etmeye başladı. Semerkant savunucuları Uluğ Bey ve beraberindeki emirleri şehre sokmayınca Buhara'ya geçmek zorunda kaldı. Buhara'da da can güvenliği kalmayınca gizlice babası Şahruh'un bulunduğu Herat'a kaçtı. 1406 yılında babası ve kuzeni Pir Muhammed'in ordularının başında Ceyhun dolaylarında Sultan Halil ile karşılaştı. Ancak meydana gelen savaşta Sultan Halil'in galip gelmesi üzerine
Herat'a kaçmak zorunda kaldı. 1409 yılında Şahruh, Sultan Halil'i ele geçirerek Semerkant'a hakim oldu. Uluğ Bey de
Emir Şah Melik'in gözetiminde buranın hükümdarı oldu. Sonrasında Emir Nureddin isyanının bastırılması, Emir
Şah Melik'in Herat valisi olmasıyla da Semerkant merkezli Mâverâünnehir bölgesinde tek başına hüküm sürmeye başladı.[2]
1414 baharında amcası Şeyh Ömer'in oğlu Ahmet denetimindeki Fergana'ya sefer düzenledi. Semerkant'ta hüküm sürerken genel olarak avcılık, eğlence ve alimlerle sohbetlerle geçiren Uluğ Bey, şeyh, molla ve
dervişlerle iyi ilişkiler sağlayamamıştı. Bu dönemde saray kuşçularından Alaaddin Ali bin Muhammed (Ali Kuşçu) ile dostluk kurmaya başladı. 1425 yılında Moğollar üzerine sefer düzenleyerek Issık Gölü dolaylarına kadar geldi. Moğolları dağıtarak önemli miktarda ganimetle Semerkant'a döndü. Sonrasında babasından aldığı destek kuvvetlerle Özbekler üzerine sefer düzenlese de yenilerek Semerkant'a çekilmek zorunda kaldı. Şeyhler, mollalar ve dervişler tarafından şehre sokulmak istenmese de kendisine sadık
adamlarının desteğiyle Semerkant'a girerek düzeni yeniden sağladı. Daha sonra yeniden Özbekler'e sefer düzenleyerek Taşkent'e kadar ilerledi. Buradan Semerkant'a döndükten sonra av ve eğlence yaşantısını bırakan Uluğ Bey, ilim çalışmalarıyla uğraşmaya başladı. İlmî sohbetler, matematik ve astronomi konularında kendini eğiterek
kendini geliştirmeye başladı. Bu dönemde önemli alimler Kadızade Rumî, Gıyaseddin Cemşid ve Ali Kuşçu ile çalışmalar yaptı. Semerkant yakınlarında rasathane kurulması çalışmaları başlattı. 1429 Ekim'inde rasathaneyi
tamamladı.
Şahruh'un 12 Mart 1447 yılında ölümüyle yeniden Timurlu tahtı için yaşanan mücadeleye katıldı. Herat'a sefere çıktı ve karşısına çıkan Ebubekir Mirza'yı ele geçirerek onun kuvvetlerini de ordusuna kattı. Herat'ta
hâkim olan annesi Gevher Şâd ve kardeşi Baysungur'un oğlu Alaüddevle ile anlaşarak eski sınırları kabul etti. Ancak oğlu Abdüllatif, valisi olduğu Belh şehrinde Alaüddevle tarafından kuşatılınca yeniden sefere çıktı. 1448 yılı baharında Alaüddevle'nin kuvvetlerini
yenerek Herat'a girerek tahtta egemenliğini sağladı. Herat'a oğlu Abdüllatif'i vali yaparak batıya doğru harekete geçti. Kışın
yaşanan isyanı bastırmak için Herat'a döndü ve şehri yağmalattı. Buradan Buhara'ya geçen Uluğ Bey bir süre burada kaldı. Bu sıralarda Gevher Şâd Sultan da Herat'ı geri aldı. 1449 yılında Belh'te bulunan oğlu Abdüllatif'in kendine sefer düzenleyeceği haberi üzerine
onun üzerine harekete geçti. Ceyhun kıyılarında karşılaşan kuvvetler küçük çaplı çarpışmalarda bulundu. Bu esnada Semerkant'ta yaşanan isyanı
bastırarak tekrar Abdüllatif üzerine harekete geçen Uluğ Bey, Semerkant yakınlarındaki Dımaşk köyü yakınlarında oğluna yenildi. Bir süre kaçtıktan sonra Semerkant'a dönerek oğluna teslim oldu. Teslim olduktan sonra Hacca gitmek için oğlunun iznini alan Uluğ Bey, yolda oğlunun adamları tarafından öldürüldü.[1]
Çalışmaları:
Uluğ Bey, Semerkant'ta bir medrese ve bir de rasathane yaptırmıştır. Kadızade Rumi bu medreseye başkanlık etmiştir. Rasathane için yörede bulunan tüm mühendis, alim ve ustaları Semerkant'a çağırmıştır. Kendisi için de bu rasathanede bir oda yaptırarak tüm duvar ve tavanları gök cisimlerinin
manzaralarıyla ve resimleriyle süsletmişti. Rasathanenin yapım ve rasat aletleri için hiçbir harcamadan kaçınmamıştır. Bu gözlemevinde yapılan gözlemler, ancak on iki
yılda bitirilebilmiştir. Gözlemevinin yönetimini Bursalı Kadızade Rumi ile Cemşid'e vermiştir. Cemşid, gözlemlere başlandığı sırada ve Kadızade' de gözlemler bitmeden ölmüştür. Gözlemevinin tüm işleri o zaman genç olan Ali Kuşçu'ya kalmıştır. Bu gözlem üzerine Uluğ Bey, ünlü "Zeycini" düzenlemiş ve bitirmiştir. Zeyç Kürkani veya Zeyç Cedit Sultani adı verilen bu eser, birkaç yüzyıl doğuda ve batıda faydalanılacak bir eser olmuştur. Zeyç Kürkani, bazı kimseler tarafından açıklanmış ve Zeyç'in iki makalesi 1650 yılında Londra'da ilk olarak basılmıştır. Avrupa
dillerinin birçoğuna, çevrilmiştir. 1839 yılında cetvelleri Fransızca tercümeleriyle birlikte, asıl eser de 1846 yılında aynen basılmıştır. Zeyç Kürkani'nin asıl kopyalarından biri Irak ve İran savaşlarından sonra Türkiye'ye getirilmiş ve hâlen Ayasofya
kütüphanesindedir. Uluğ Bey'in yönetimi zamanında fetihlerden çok babası zamanında olduğu gibi yönetim güçlendirilmiş ve önemli bilimsel
gelişmeler yaşanmıştır.
*Takiyüddin bin Maruf-i (Osmanlıca: تقي الدين محمد بن معروف الشامي السعدي ; İngilizce: Taqi al-Din) (14 Haziran 1521 - 18 Şubat 1585), Osmanlı Türkü[2][3] hezârfen, gökbilimci, mühendis, matematikçi ve mekanik bilimci.[4]
Osmanlı'nın en önemli astronomlarından olan Takiyüddin, 14 Haziran 1521 tarihinde Şam'da doğdu ve Mısır ve Şam'da yetişti. 1550 yılında İstanbul'a gelen Takiyüddin, 1577 yılında III. Murat'ın fermanıyla Tophane sırtlarında bir gözlemevi kurmuştur. Sinüs/tanjant hesaplarını tablolar halinde kullanıma sunmuş, 841'i Türkçe 1337 eser oluşturmuştur. Akıldışı söylentiler sonucu
Tophane sırtlarındaki gözlemevi Padişah (III. Murat) emriyle yıkılmıştır. Yeni bir gözlemevi ancak 300 yıl sonra kurulmuş ancak bu sefer de 31 Mart ayaklanmasına kurban gitmiştir.
Kepler'in hocası Tycho Brahe ile aynı zamanda yaşamış ve yaklaşık aynı gözlemleri yapmıştır. Rasathane yıkıldığı için çalışmaları son
bulmuştur. Diğer taraftan Kepler, Brahe'nin gözlemlerini kullanarak Kepler yasaları diye bilinen gezegenlerin dönüşleri ile ilgili yasaları keşfetmiştir.[5][sayfa belirt]
Hayatı:
Ana madde: Takiyüddin'in Rasathanesi
1521‘de Türk kökenli bir ailenin üyesi olarak Şam'da doğdu.[6] Eğitiminden sonra Tennis kadılığına atandı. Kadılığı sırasında yaptığı gözlemler ile ün kazandı. 1571'de Mustafa
Çelebi'nin ölümünden sonra II. Selim tarafından saray müneccimbaşılığına atandı.[5][sayfa belirt] 1574 yılında Galata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştır. Hoca Saadettin ve Sokullu Mehmet Paşa'nın desteği ve Padişah III. Murat'ın fermanıyla 1577 yılında Tophane sırtlarında Takîyüddîn'in yönetimi altında bir gözlemevi olan Takiyüddin'in Rasathanesi kurulmuştur.[7] 1580 yılında topa tutularak yıkılmıştır.
Matematik, Astronomi ve Trigonometrik Değerler:
Takiyüddin, sinus, kosinus, tanjant ve kotanjantın tanımlarını vermiş, ispatlarını sergilemiş ve cetvellerini hazırlamıştır. Ekliptik ile ekvator arasındaki 23° 27' lik açıyı, 1 dakika 40 saniye farkla 23° 28' 40" şeklinde bularak o tarihte ilk kez gerçeğe en
yakın ve doğru dereceyi hesaplamıştır. Ayrıca çok eskiden beri kullanılmakta olan altmışlık kesirlerin yerine
ondalık kesirleri
Astronomi'de ilk kez kullanmaya başlamışOptik:
Takiyüddin, bir astronom olarak optiğe ve ışığın doğasının incelenmesine çok aşinaydı. Bu çalışmalardan Kitābi (Takîyüddîn'in Optik Kitabi veya Taqī al-Dīn's Book of Optics) bir kitap doğdu. Çalışmalarının deneysel kanıtlara dayandığını ve daha önceki edebi eserlerle ilgili vardığı sonuçlarla hiçbir ilgisi olmadığını kaydetti ve araştırdığı fenomenlerin her birinde ışığın aynı olduğunun altını çizdi ., İbn-i Heysem'in yazdıklarıyla çelişen bu.
Görüş:
Eski çağlarda Yunanlar üzerinde yapılan ilk çalışmalarda, görmenin doğasına ilişkin farklı görüşler birbirine zıttı. Biri gözden bir nesneye doğru yayılan ışınlardan bahsederken, bir diğeri ışığın nesnelerden yayıldığını ve gözümüzün sadece gözlemlediğini belirtiyordu. Her iki teori de taraftarlarıyla övünürdü ama Takiyüddin, ışığın bir cisimden çıktığını ve gözümüzle algılandığını deneysel olarak gözlemleyebilmişti. ” Geceleri yıldızları gecikmeden görebildiğimiz için, ışığın bizim ürettiğimiz bir şey değil onlardan geldiği açıktır. Bundan, ışığın renginin bu nedenle nesnenin ışığında kapsandığı sonucuna vardı. Ayrıca, tek bir noktadan gelen ışığın bir küre içinde dışarı doğru hareket edebileceğini, bireysel ışık ışınlarının ise düz çizgiler halinde ilerlediğini iddia etti. Son olarak, bir nesnenin renginin, bir nesnenin yansıma ve kırılma özelliklerinden kaynaklandığını gösterdi.
Refleks:
Refraksiyon:
Saat Mekaniği:
İncelenen saat türleri:
Buhar:
Astronomi:
Saatler ve mekanik:
Fizik ve Optik:
İstanbul Rasathanesi:
Kuruluşu:
Konumu Düzenle:
Yıkılışı:
Rasathanede Kullanılan Araçlar:
Kitapları ve Eserleri:
Astronomi:
Saatler ve mekanik:
Fizik ve Optik:
*Muhammed bin Ahmed Şemsüddin el-Mukaddesi (Arapça:محمد بن أحمد شمس الدين المقدسي), aynı zamanda el-Makdisi ve el-Mukaddesi olarak da bilinmektedir, (945/46 - 1000) önemli bir Orta Çağ Arap coğrafyacısıydı. Ahsen at-Tekasim fi Ma`rifet il-Akalim (Bölgelere dair Bilgiler için En İyi Rehber).
*İbn-i Heysem (Arapça: ابن الهيثم), Ḥasan Ibn el-Heysem,[12] Batılıların söyleyişiyle Alhazen[n 1] (/ælˈhæzən/) veya tam ismiyle Ebū ʿAlī el-Ḥasan ibn el-Ḥasan ibn el-Heysem (Arapça: أبو علي، الحسن بن الحسن بن الهيثم; y. 965 – 1038 / 1040), Arap[13][14] matematikçi,[15] astronom,[16] ve İslam'ın Altın Çağının önemli fizikçilerinden biriydi.[17][18] "Modern optiğin babası" olarak da anılır.[19][20] Özellikle görsel algı dinamiklerine önemli katkılarda bulunmuştur. En etkili eseri, 1011–21 yılları arasında oluşturduğu ve Latince baskılar sayesinde günümüze kadar gelmiş Kitāb el-Manāzir (كتاب المناظر, anlamı "Optik Kitabı") olmuştur.[21] Polimat, felsefe, teoloji ve tıp üzerine yaptığı birçok çalışmayı da kitaplarına kaydetmiştir.[22]
İbn-i Heysem, ışığın bir nesneden yansıdığı, sonra gözlerine geldiğini ve böylece görüntünün gerçekleştiğini ilk açıklayan kişiydi.[23] Aynı zamanda görüntülenmenin, gözler yerine beyinde meydana geldiğini ispatlarıyla birlikte ilk gösterendi.[24] Antik Yunanistan'da ilk Aristoteles'in öncülük ettiği doğa olaylarını inceleme felsefesinin, ampirik bir yöntem üzerine inşa edilmediğini düşünen İbn-i Heysem, belirlenmiş prosedürlere veya matematiksel ispatlara dayanan deneylerle desteklenmesi gerekildiği fikrini, Rönesans bilim insanlarından çok daha önce ilk savunucusu oldu.[25] Bu da onu, bilimsel yöntemi kullanan ilk insan, yani ilk bilim insanı yaptı.[26][27
*Muhammed bin Cerîr Taberî (839 - 923), 9. yüzyılda yaşamış din ve tarih bilgini. İran'da tarihî bir bölge olan Taberistan'da (günümüzde Mazenderan) doğduğu için 'Taberî' olarak ünlenmiştir.
En önemli eserlerinden ikisi, İslâm dünyasında çok rağbet görmüş bir tefsir kitabı olan 'Tefsîru'l-Taberî' (Türkiye'de 'Taberî Tefsîri' ismiyle bilinmekte ve yayınlanmaktadır) ve Taberî Tarihi'dir.
Hayatı:
Ebu Cafer Taberî, Taberistan'da Hazar Denizi'ne sahili olan Mazenderan Eyaleti'ne bağlı Amul şehrinde varlıklı bir ailede tahminen 838-9[1] yılında kış aylarında doğmuş ve ilk eğitimini burada yapmıştır. O erken büyümüş[2] yedi yaşında hafız olmuş, sekiz yaşında imam, dokuz yaşında hadis ezberlemeye başlamıştır. 12[3] yaşında iken doğduğu memleketi bırakıp, İlim tahsili için Rey, Basra, Kufe, Medine, Suriye ve Mısır gibi şehir ve ülkeleri dolaştıktan sonra, Hilâfet merkezi olan Bağdat'a yerleşmiştir. Zamanında hadis, fıkıh (Hanefi, Şafiî ve Malikî fıkıhları), kırâat, tarih ve edebiyat sahalarında meşhur olan birçok âlimden ders almıştır, yetiştikten sonra da bütün bu ilimlerde eserler vermiştir.
Fıkıhta önceleri Şafiî mezhebine mensup iken, sonradan mutlak müctehidlik mertebesine ulaşmıştır. Kaynaklar onun, Cerirî[4] adında sonraları ortadan kalkmış olan bir mezhebin imamı olduğunu kaydederler. Kaynaklar Taberî'nin; Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel'den ilim almak üzere Bağdat'a geldiğini ancak onun vefatından[5] sonra Bağdat'a ulaşabildiğini, bunun üzerine memleketine dönmeyerek Basra, Kufa ve Vasit'de[5] bilginlerden ilim tahsiline devam ettiğini belirtiyorlar.[6]
Ölümü:
19 Şubat 923[7] yılında Bağdat'ta ölmüş ve muhaliflerinin çokluğu sebebiyle, ölümü gizli tutularak geceleyin öldüğü eve defnedilmiştir.
Eserleri:
Ebu Cafer Taberî'nin yazdığı eserlerin birçoğu kaybolmuş ve zamanımıza kadar ulaşamamıştır. Taberî'nin eserlerinden bazıları şunlardır:
Peygamberler ve Melikler Tarihi (Tarih er-Rusül ve'l Muluk ve'l Hulafa): Bu tarihsel kayıtlar eseri, İslâm erken tarihi ve Emeviler ile Abbasiler hanedanlığı üzerine bir kaynak oluşturur.
Cami'ul Beyân an Tevil'il Kur'ân: Kısa adıyla Tefsir'ut Ṭaberi, 883 yılında tamamladığı bu eseri 'Taberî Tefsiri' olarak da bilinir. Taberî bir tarihçi olması kadar rivayet tefsirlerinin anası' olarak kabul edilen bu tefsiri ile de şöhret olmuştur. 1903 yılında ilk defa Kahire'de 30 cilt kapsayan kitap olarak basılmıştır.
İhtilafu'l Fukaha: Bu eseri İhtilâfu Ulemâi'l-Emsar f Ahkâmi Şerâii'l-İslâm adıyla 1933'te yayımlanmıştır.
Letâifu'l Kavl fi Ahkam-i Şerai'l İslâm: Usul-i fıkha dair yazdığı bir eserdir.
Kitabu Şerhi's Sünne: Mezhebî ve itikâdî konuları içeren eser Mısır ve Mumbai'de (1321) basılmıştır.
*Ebû Mûsa Câbir bin Hayyân (Arapça: ابو موسی جابربن حیان, Latince: "Geber" ya da "Geberus"; (al-Barigi Kabilesi / al-Azdi / al-Kufi / al-Tusi / al-Sufi),[4] (doğum: 721, Tus, İran, Horasan; ölüm: 815, Kufe, Irak)[5] Batıda daha ziyâde Geber olarak tanınan, Abbâsîler döneminde yaşamış ve İslâmiyet'te fen bilimlerinin temelini atmış olan Farsî çok yönlü bir fen bilgini; simyacı, kimyacı ve eczacı; fizikçi, astronom ve astrolog; tıp ve fizik tedavi uzmanı; mühendis, coğrafyacı, filozof ve sûfi.
Hayâtı:
Tus, İran'da eğitimini aldıktan sonra Kûfe'ye göç etti. Câbir bin Hayyân bilinen ilk pratik Simya (Alşimi) âlimdir.[6] Orta Çağ Avrupası'nın Simya alanına büyük ölçüde etki etmiş ve Kimya'nın da esasını oluşturmuştur. İmâm Câʿfer-i Sâdık'ın öğrencisidir.
İcatları:
Kimyager ve Eczacı olan bir babanın oğlu olarak Câbir, Horasan'da doğmuş ve Yemen'de okuduktan sonra Kufe'ye giderek Abbâsî halifesi Harun Reşid'e saray âlimi olarak hizmet etmiştir.
Kimya dışında Eczacılık, Metalürji, Astroloji, Felsefe, Fizik ve Müzik gibi geniş alanda 400' ü aşan eser bıraktığı söylense de ancak 20 civarında eseri bugüne kalmıştır.
Nitrik asit, hidrojen klorür ve sülfürik asit'in rafine ve kristalize yöntemlerini bulduğu Kral suyu'nu icat ettiği ve dietil eter, sitrik asit, asetik asit ve tartarik asiti keşfetiği düşünülmektedir. "İmbik" (الأنبيق al-inbiq) geliştirmiş ve kendisinin ortaya attığı baz kavramıyla Kimya'nın gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Ayrıca daha sonra zehirli olan arsenik tozunu elde eden ilk kişidir.
Agathondaemon, Hermes Trismegistus, Pisagor ve Sokrates'i saydığı ve Eski Yunan, Eski Mısır ve Şia Sufizminden etkilendiği düşünülmektedir.
Eserlerinden 12. yüzyılda Latinceye çevrilmiş olan Kitab al-Kimya adlı eseri, "Simya/Alşimi" ve "Kimya" kelimelerinin kökeni olmuştur.
Canlıların kendiliğinden oluşumu ve suni yolla canlı üretme" fikrini savunmaktaydı. Cabir'e göre Allah ilk önce dört unsuru yani hava, su, ateş ve toprağı yarattı, sonra da onlardan maden, bitki, hayvan ve insan varlıklarının oluşumunu ve üremesini "irade" etti. Temelde ilahi yaratma fikrini kabul eden Câbir, bazı bitki ve hayvan türlerinin, hatta ilk insanın, kendiliğinden vücut bulduğunu kabul etmekten öte, minerallerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların suni olarak laboratuvarda üretilebileceğini bile iddia etmektedir. Câbir, kendiliğinden oluşu tevlid ve tevellud, suni oluşumu tevalud ve tekvin, ilahî yaratma fikrini de kevn ve halk terimleriyle açıklamaktaydı.[7]
*Halid bin Yezid (d. ? - ö. 708), 8. Yüzyıl'da yaşamış Arap kimyacı.
Muaviye'nin torunu olup kimya ilmine merakı da yine onun sayesinde olmuştur. Yezid'in ölümünden sonra halifelik için adı geçmişse de olamayınca kendisini tamamen ilme vermiştir.
Simya, Halid bir tarihsel figür anlamına gelir, Halid ibn Yezid (704 öldü). O bir Emevi prensi, kısaca halife oldu kardeşim ya Muaviye II idi. Prens Halid başlığı miras şansını kaybetti, ancak Mısır'da, simya çalışmada bir ilgi aldı. Bir kitap koleksiyoncusu, o mevcut literatür Arapça çeviriler kolaylaştırdı. Bu Geçerli rex (Kral Khalid) daha sonra imalar bakın bu Khalid etmektir.
Bu simya yazı Halid ibn Yezid için atıflar haklı olup olmadığını tartışmalı. Popüler bir efsane onu ileri sürülen (1144 yılında Chester Robert) Khalid Marianos bir mektubunu Latince Arapça tercüme ilk simya işti bir Bizans keşiş Mariano'nın (Morienus Yunanca) .The Liber de compositione alchemiae, oldu danışmanlık vardı.
Başka geleneksel atıf geçerlidir adlı diğerlerinden ibn Yezid'i ayırt etmek Geçerli filius Ysidro girişimi olarak Liber Trium Verborum. Forms biridir. Geçerli filius Hamil kesinlikle ibn Umail niyetinde. Onun 1702 Derleme Kütüphanesi Curiosa Chemica bir atfedilen Liber Secretorum Artist içeren Jean-Jacques Manget tarafından belirtilen bir geçerli filius Jaici vardır.*Huneyn bin İshak (d. 810[?]- ö. 873), Abbasi döneminde yaşamış ünlü bir mütercim ve hekimdir. Tam künyesi Ebu Zeyd Huneyn bin İshak el-İbadi'dir. Hristiyan bir Arap aşireti olan İbad'a mensuptur.[1] Arapça, Süryanice, Grekçe'yi çok iyi derecede bilen Huneyn, bu, dillerdeki yetkinliği ve tercümelerinin kalitesi sebebiyle Abbasi halifesi Memun döneminden El-Mutasım dönemine kadar Bağdat'a hekimlik ve mütercimlik yapmıştır.[2] Pehlevice bildiği rivayet edilse de ders aldığı kişi, Halil bin Ahmed (ö. 791), o dünyaya gelmeden ölmüştür.[3] İki oğlu vardır: Birinin adı Davut'tur ve çağında yetkin bir pratisyen hekim olarak tanınmıştır. Diğerinin adı ise İshak'tır ve İshak, babasından bile yetenekli tercüman olarak tanınmıştır;[4][5]
15 yaşında Bağdat'a giden[2] ve hocası İbn Maseveyh tarafından hakir bir tenkit yüzünden Bağdat'tan, iki yıl boyunca, ayrılmış ve Bizans'a giderek Grekçe'yi Homeros'tan ezbere şiir okuyacak kadar öğrenip geri dönmüştür.[6] Gabriel bin Buhtişu, Şakiroğulları ve halifelerin desteğiyle Grek bilim kitaplarını Arapça ve Süryanice'ye aktarmıştır. Bağdat sarayında -Beytü'l-Hikme'de- oğlu İshak, kız kardeşinin oğlu Hubeyş bin El-Hasan el-Asem, Yahya bin Harun, İsa bin Halid, İstefan bin Basil, İsa bin Yahya gibi; neredeyse tamamı Süryani olan;[7] mütercimlerle hem tercüme yapmış hem de onları yetiştirmiştir. Platon'un Cumhuriyet, Timaios ve Yasalar'nı; Aristoteles'in de beş kadar eserinin tercümesinde rol almıştır.[8] İlk tercümesi 17 yaşında iken Galenos'un bir eseriyle yapan Huneyn bin İshak, Galenos'un yüz kadar eserini Süryanice'ye elli kadarını da Arapçaya tercüme etmiştir.[9] Devrinin en büyük hekimlerindendir ve bilinen en eski göz çizimleri ona aittir.[10]
*HUNEYN b. İSHAK - TDV İslâm Ansiklopedisi
*Eski Yunan tıbbı ve felsefesinin İslâm dünyasına intikalinde önemli rol oynayan mütercim ve hekim.
… ..
*Bergamalı Galen (Grekçe: Κλαύδιος Γαληνός; Yunanca: Klávdios Galīnós/ Galênós; Latince: Claudius Galenus[3]; İngilizce: Galen veya Galen of Pergamum[4]; Arapça: جالينوس Calinus; Eylül 129 – y. M.S. 216), Romalı ve Yunan bir hekim, cerrah ve filozoftur.[5][6][7]
Antik dönemin en başarılı tıp araştırmacılarından biri olarak kabul edilen Galen, anatomi,[8] fizyoloji, patoloji,[9] farmakoloji,[10] nöroloji ile birlikte felsefe[11] ve mantık gibi birçok bilim dalının gelişimine katkıda bulunmuştur.
Zengin bir Yunan mimarı ve bilimsel ilgi alanlarına sahip olan Aelius Nikon’un oğlu olan Galen, kendisini başarılı bir hekim ve filozof kariyerine hazırlayan kapsamlı bir eğitim almıştır. Eski Pergamon (Grekçe: Πέργαμον) (günümüzde Bergama, Türkiye) şehrinde doğmuş olan Galen, Roma'ya yerleşmeden önce tıbbi teoriler ve keşifler hakkında geniş bir bilgi birikimi edinmek amacıyla çeşitli seyahatler yapmıştır.
Antik Roma'nın en önemli hekimlerindendir. Roma'da, hem Roma toplumunun önde gelen üyelerine hizmet etmiş hem de birkaç imparatorun özel hekimi olarak atanmıştır.
Deneysel fizyolojinin kurucusu ve Roma dünyasının ilk spor hekimi olarak kabul edilmiş ve Hekimlerin İmparatoru, Şeyhû’s Seyadile (hekimlerin babası) gibi ünvanlarla anılmıştır.[12] Galen'in tıbbi görüşleri “Galenizm” olarak adlandırılır ve yüzyıllar boyunca tıpta etkisini sürdürmüştür.[13]
Öte yandan Galen'in İslam tıp dünyası üzerinde büyük etkisi olduğu bilinmektedir. Mevlana C. Rumi: "Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun'umuz. Ey bizim Calinus'umuz." (Mesnevi 24. beyit) diye söz etmiştir.[14]
Galen'in anatomi ve tıp anlayışı esas olarak, Hipokrat Külliyatı'nda (Corpus Hippocraticum)[15] İnsanın Doğası Üzerine adlı eserin yazarı tarafından ilk kez ortaya atılan ve o zamanlar geçerli olan dört iç salgı teorisinden (kara safra, sarı safra, kan ve balgam) etkilenmiştir.[16]
Başlangıçta isteksiz olsa da, sonrasında artan bir coşkuyla Galen, Hipokrat'ın veneseksiyon (damar kesimi) ve kan aldırma uygulamalarını Roma'da bilinmediği bir dönemde tanıtmıştır. Bu durum, damarların kan değil, pneuma (canlandırıcı ruh) taşıdığına inanan Erasistratosçular tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Ancak Galen, bu uygulamayı hem bu konuda yazdığı üç kitabında[17] hem de halka açık tartışmalarında ve gösterilerinde şiddetle savunmuştur.
Galen'in görüşleri, Batı tıp bilimine 1.300 yıldan fazla bir süre boyunca egemen olmuş ve onu derinden etkilemiştir. Anatomi raporları, esas olarak, Berberi maymunlarının diseksiyonlarına dayanıyordu.[18] Ancak, bu maymunların yüz ifadelerinin insanlara çok benzediğini fark ettiğinde, domuz gibi başka hayvanlara yönelmiştir.
Galen, kendisini hem hekim hem de filozof olarak görüyordu; bunu En İyi Hekim Aynı Zamanda Bir Filozof Olmalıdır başlıklı risalesinde açıkça dile getirmiştir.[19][20][21][22]
Galen, insan bedeninin çalışmasını sağlayan üç birbiriyle bağlantılı sistem olduğunu düşünmüştür. İlk sistem, düşünce ve duyuların kontrolünden sorumlu olan beyin ve sinirlerdir. İkinci sistem, yaşam enerjisi sağladığını düşündüğü kalp ve arterlerden oluşmaktadır. Üçüncü sistem ise, beslenme ve büyümeden sorumlu olduğunu öne sürdüğü karaciğer ve damarlardan oluşmaktaydı. Ayrıca, kanın karaciğerde üretildiğini ve vücuda bu şekilde dağıldığını ileri sürmüştür.
Galen, rasyonalist ve empirist tıp mezhepleri arasındaki tartışmalara büyük ilgi duymuştur.[23] Onun doğrudan gözlem, diseksiyon ve viviseksiyon kullanımı, bu iki görüşün aşırılıkları arasında karmaşık bir orta yol temsil eder.[24][25][26] Çoğu çalışması korunmuş ve/veya orijinal Yunanca metinlerden tercüme edilmiştir, ancak birçok eser yok olmuştur ve bazıları ona atfedilmesine rağmen sahte olduğu düşünülmektedir.
Ölüm tarihi üzerinde bir miktar tartışma bulunsa da, öldüğünde yetmiş yaşından küçük olmadığı kesindir.[27]
Yaşamı:
Bergama’da Çocukluk Dönemi (M.S. 129-143):
Felsefeden Tıbba Geçiş (M.S. 143-148):
Smirnia'dan İskenderiye'ye Eğitim Seyahatleri (M.S. 148-157):
Pergamon'da Gladyatörlerin Hekimi (M.S. 157-161)
Roma’daki İlk Dönemi (M.S. 162-166):
Galen'in Roma'daki Gösterileri:
Eudemus’un Hastalığı:
Roma'da Yazdığı Eserler:
Roma'dan İlk Çıkışı:
Roma'ya Geri Dönüşü (M.S. 166-169):
Antoninus Salgını:
Galen’in İmparatorların Hizmetinde İkinci Roma Dönemi (M.S. 169-193):
Commodus Antoninus Döneminde Galen’in Hizmetleri:
Septimius Severus Döneminde Galen’in Hizmetleri:
Yaşlılık ve Ölüm (M.S. 193-216):
Çalışmaları:
Tıp:
Anatomi:
Fizyoloji:
Tıbbi Fizik:
Patoloji:
Diyet:
Farmakoloji:
Cerrahi:
Psikoloji:
Zihin-Beden Problemi:
Psikoterapi:
Felsefe:
Stoacılara Karşı Çıkış:
Yayınlanmış Eserleri:
Mirası:
Geç Antik Çağ:
Orta Çağ - İslam Dünyası:
Galen'in tıbba yaklaşımı, İslam dünyasında etkili olmuş ve etkisini günümüzde de sürdürmektedir. Galen'in eserlerini Arapçaya çeviren ilk önemli kişi, Arap Hristiyan tercüman Huneyn bin İshak’tır. Huneyn, yaklaşık 830–870 yılları arasında "Calinos" adıyla anılan 129 eseri Arapçaya çevirmiştir.[146] Muhammed bin Zekeriya er-Razi (MS 865–925) gibi Arap kaynakları, Galen'e ait yeni ya da nispeten erişilemeyen eserlerin keşfi için önemli kaynaklar olmaya devam etmektedir.[135] Huneyn'in Arapça çevirilerinden biri olan Kitab ila Aglooqan fi Shifa al Amrad, İbn Sina Orta Çağ Tıp ve Bilim Akademisi Kütüphanesi'nde bulunan bir eserdir ve Galen'in edebi eserleri arasında başyapıt olarak kabul edilmektedir. Galen'in İskenderiye özetlerinden bir bölüm olan bu 10. yüzyıla ait el yazması, iki bölümden oluşmaktadır ve çeşitli ateş türleri ile vücuttaki farklı inflamasyon durumlarla ilgili ayrıntılar içermektedir. Daha önemlisi, bu eserde hem bitkisel hem de hayvansal kökenli Greko-Romen dönemde kullanılan 150'den fazla tek ve birleşik formülasyonun ayrıntıları bulunmaktadır. Bu kitap, Yunan ve Roma dönemlerindeki tedavi geleneklerini ve yöntemlerini anlamaya dair bir bakış sunmaktadır.
Er-Razi'nin Şüpheler Kitabı (Doubts on Galen) gibi eserlerinden ve İbn Zühr ile İbnü'n-Nefîs gibi hekimlerin yazılarından da anlaşılacağı üzere, Galen'in eserleri sorgulanmadan kabul edilmemiş, aksine yeni araştırmalar için meydan okunabilir bir temel olarak ele alınmıştır.[147] Deney ve gözleme büyük önem veren İslam dünyası hekimleri, Galen'in teorilerini hem karşılaştırmış hem de yeni sonuç ve gözlemleri onun çalışmalarıyla birleştirmiştir. Er-Razi, Ali bin Abbas el-Mecusi, Ebu’l Kasım el-Zehravi, İbn Sina (Avicenna), İbn Zühr ve İbnü'n-Nefîs gibi yazarlar bu yöntemleri izlemiştir. Örneğin, İbnü'n-Nefîs'in küçük kan dolaşımını keşfetmesi, Galen'in kalp üzerine olan teorisiyle çelişmiştir.[148]
Galen'in eserlerinin, özellikle de hıltlar teorisinin, etkisi modern Yunanı tıbbında güçlü bir şekilde devam etmektedir. Günümüzde İslam kültürüyle yakından özdeşleşen bu tıp yöntemi, Hindistan'dan (resmi olarak tanındığı yer) Fas'a kadar yaygın şekilde uygulanmaktadır. Maimonides de Galen'den etkilenmiş, tıbbi eserlerinde onu en çok alıntılayan kişi olmuştur ve Galen'i tüm zamanların en büyük hekimi olarak görmüştür.[149][150] Hindistan'da birçok Hindu hekim, Farsça ve Urduca öğrenmiş ve Galenik tıbbı incelemiştir. Hindu hekimler arasındaki bu çalışma eğilimi 17. yüzyılda başlamış ve 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir.[151]
Orta Çağ:
Rönesans:
Günümüz Bergama'da Galen:
Bibliyografi:
Yunanca Baskı:
Yayımlanan Eserler:
*Orta Çağ İslam dünyasında bilim - Vikipedi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder