Pertevniyal Valide Sultan
1857 yılında İstanbul’da bir sonbahar sabahı. Yılın ilk yağmurları yağdıktan sonra havalar serinlemiş. Gökyüzü parça parça bulutlu. Boğaz kıyılarında tatlı bir rügâr esiyor. Ağaçların yaprakları kızarmış. Korular pas rengine bürünmüş. Karadeniz'de balıkçı tekneleri dönüyor. Kayıkçılar Üsküdar’dan Beşiktaş'a oradan da Sirkeci’ye yolcu taşıyorlar. Rumeli hisarı, Bebek, Ortaköy ve Beşiktaş kıyılarında yalılar ve sahilhaneler denizle iç içe girmiş, Boğaz’a hüzünlü bir görünüm veriyorlar. Abdülmecit Han’ın yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı Fransa, Avusturya ve İtalya’daki krallık saraylarını kıskandıracak çapta görkemli bir zenginlikle Boğaz’a yeni bir siluet kazandırmış.
Abdülmecit harem halkıyla birlikte Dolmabahçe Sarayı’nda yaşıyor ama öteki kardeşler ve damatla başka saraylara dağılmışlar, ancak bayramlarda bir araya geliyorlar.
Abdülmecit’in kardeşi Abdülaziz Efendi de annesi Pertevniyal Sultan ve eşi Dürrinev’le birlikte Beşiktaş’ta eski sahilsarayın veliaht dairesinde yaşıyor. Aziz Efendi o yıl yirmi sekiz yaşında, aslan yapılı kumral, ela gözlü, hafifi top sakallı, yakışıklı bir delikanlı. Zaman zaman kispet giyip en ünlü güreşçilerle güreş tutuyor. İştahı yerinde, bir oturuşta bir kuzu yediği anlatılıyor. Okumaya, yazmaya pek meraklı değil. Babası II. Mahmut’un sağlığında, Saray’da hocalardan ders alarak Arapça ve Farsça öğrenmiş, güzel sanatlara büyük yeteneği var, kurşun kalemle peyzaj resimleri çiziyor. Müziğe meraklı, ney üflüyor. Zaman zaman Belgrad Ormanları’nda ava çıkıyor.
Kadınlara ve kızlara aşırı düşkünlüğü yok. Dürrinev adında bir cariyeyi sevmiş, gözü başkalarını görmüyor. Babası II. Mahmut'un ve ağabeyi Abdülmecit’in bol kadınlı harem yaşantılarından biraz
tiksinmiş, tahta çıktığı zaman yalnız tek kadınla yaşayacağını söylüyor.Aziz Efendi’nin üzerinde en çok annesi Pertevniyal Sultan’ın etkisi olduğunu bilmeyen yok. Pertevniyal Sultan’ı II. Mahmut’un kardeşi Esma Sultan yetiştirmiş. Çerkezlere komşu Şapsığ kökenli olan Pertevniyal çok güzel, ince endamlı, kumral, zarif bir cariyeymiş. II. Mahmut Pertevniyal’i kız kardeşinin Eyüp'teki sarayına götürmüş, çok hoşlanmış ve Esma Sultan’a, “Bu güzel cariyeyi bana vereceksin, hiç anlamam kaçırırım,” demiş. Esma Sultan da, “Onu senden mi esirgeyeceğim, hemen yarın bir araba gönder al senin olsun,” demiş. Sultan Mahmut o zaman kırk dört yaşındaymış, Pertevniyal da on altı.
… ..
... ..
… .. Harem bütün cariyeler için bir umut kaynağı . Padişah ile sevişenin yaşam statüsü değişir, hele padişahtan gebe kalacak olursa ikbal olur, kadınefendi olur, şehzâde ya da sultan anası olur, veliaht anası ve valide sultan olabilir. Cariyelik çok şey vaat eden bir mesleğin ilk basamağı. O yüzden de cariyeler kendilerini padişaha beğendirmek için her türlü cilveyi yaparlar. Onların arasında kıskançlık ve rekabet yok
mudur? Olmaz olur mu, hem de nasıl! Birbirlerinin gözünü oyabilirler, birbirleriyle anlaşıp başkalarını gözden
düşürmeye çalışırlar, ortak cephe oluştururlar, başkalarının ayağını kaydırırlar, türlü söylentiler ve dedikodular
yaratırlar. Ama bazıları da birbirleriyle can ciğer dost olur , aralarından su sızmaz, birbirlerine iki sevgili gibi
davranırlar. … ..
… ..
1785’te doğan II. Mahmut’un babası I. Abdülhamit’ti, anası da Nakşidil Sultan. BU nakşidil Sultan’ın Fransız kökenli olduğu anlatılır. … ..
… ..
… .. Bu kız ileride Napolyon Bonapart’la evlenecek olan İmparatoriçe Josephine’in amca kızıdır. Aimee … ..
… .. Amiee’nin adının adı Nakşidil olur. Bir süre sonra genç Fransız kızı , Hünkâr’dan gebe kalır ve ertesi yıl bir oğlan çocuk doğurur. .Annesi gibi güzel, ince yapılı ve zarif olan
çocuk II. Mahmut’tur.
II. Mahmut da hiç öyle kolayca padişah olmamıştır. I. Abdülhamit 1789’da, Fransız Devrimi’nin olduğu yıl veremden öldü, yerine II. Selim geçti. Yeni padişah yirmi sekiz yaşındaydı. Kendisini, annesi Gürcü güzeli Mihrişah Sultan yetiştirdi. III. Sultan Selim ince ve zarif bir adamdı, şiirler yazdı, besteler yaptı, devrimci işlere girişti.Fransa ve İsveç'ten subaylar getirterek ‘Nizamı Cedid’ denilen yeni bir düzen içinde disiplinli bir ordu kurmaya yöneldi, Selimiye Kışlası’nı yaptırdı.Yeniçeriler bundan hiç hoşlanmadılar. Hünkâr yobaz takımını da kızdırdı, medreselerde ulema, yani
imam-hatip yetiştiren müderrisler ve kadı efendiler kendisine ‘Gâvur Padişah’ dediler.
… ..
… ..
… .. Sonunda Yeniçeriler kazan kaldırdı, başlarında Kabakçı Mustafa vardı, ortalık birbirine girdi. Yobazlar sokaklara döküldüler, Padişah, Nizamı Cedid’i dağıtmak zorunda kaldı. Ama yobazlar bununla yetinmedi
onların amacı Padişah’ı tahttan indirmekti ve bunu başardılar. 29 Mayıs 1807’de Şeyhülislam, III. Selim’in halli (devrilmesi) için fetva verdi, yerine IV. Mustafa heçti, III. Selim de Topkapı Sarayı’na hapsedildi.
Yobaz takımı muradına ermişti, ama devrimlere inanmış insanlar boş durmadılar. Alemdar Mustafa Paşa
III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak için on dört ay sonra, yirmi bin askeriyle Ruscuk’tan gelip Topkapı Sarayı’nı bastı.
Gericiler bu kez de IV. Mustafa’ya gidip , “Aman Hünkârım” dediler, “durum çok tehlikeli, bunlar amcanızı yeniden padişah yapacaklar. İyisi mi
onu öldürelim, kurtulalım. Biraderiniz Şehzâde Mahmut’u da sallandıralım, artık tahta kimse çıkamaz.” IV. Mustafa da, “Tamam,” dedi, “dediğiniz gibi yapalım.” Yallah
yobazlar yüklendiler kapılara, III. Selim’i en sevgili kadını Refet Kadın’la birlikte bastılar, kılıç ve hançer darbeleriyle paramparça ettiler ve cesedini Arz
Odası’nın yanındaki taşlığa bırakıp kaçtılar. Şehzâde Mahmut kapatıldığı odanın bacasından kaçarak canını kurtarabildi.
Alemdar Mustafa Paşa da yirmi bin askeriyle Enderun’a daldı. Katiller kaçacak delik arıyorlardı. Hepsi darmadağın oldu. IV. Mustafa da on dört aylık bir saltanat
döneminden sonra kardeşi II. Mustafa Paşa Sultan Selim’in intikamını alıyordu. Üç ay içinde üç bin gerici idam edildi. II. Mahmut yirmi dört yaşında işte böyle kanlara bulanmış bir ortamda tahta oturdu. ve orada on yedi yıl kaldı.
Zamanında çok iyi şeyler yaptığı anlatılır. “Biz Batı uygarlığının mensubuyuz,” diyen ilk padişah odur. İlk
kılık kıyafet devrimini o yaptı, askerlerden ve memurlardan cepkeni, kaftanı, entariyi, şalvarı, poturu, kavuğu,
külahı çıkarttı, setreyi, pantalonu ve fesi o getirdi. Şiir yazdı, resim yaptı, şarkı besteledi, ‘Rüştiye mektepleri’
denen ortaokulları açtı, ilk gazete, Takvimi Vekâyi onun zamanında çıktı, Avrupa’ya öğrenci yolladı. Vatandaşın din, mezhep ve milliyet ayırımı gözetilmeden yasalar karşısında eşit olduklarını
ilk o ilan etti ve şöyle dedi: “Müslümanı camide, Hıristiyanı kilisede, Museviyi havrada tanıyorum., mabetleri
dışında hepsi aynı insanlık haklarına sahip, bu vatanının evlatlarıdır.” Kolay mıydı o zamanlarda o kara yobazların
karşısında bunları söylemek? II. Mahmut Türkiye’de laikliği başlatanların başında yer alır.
İşte Pertevniyal Sultan böyle bir padişaha eş oldu, oğlu Abdülaziz’i de pencereleri batıya açılan bir sarayda yetiştirmeye çalıştı. Abdülaziz ne yazık ki, daha on yaşındayken babasını yitirdi.
… ..
… ..
… .. “İlerleme, din işlerinde olduğu kadar dünya işlerinde de cahilliğin kaldırılmasına bağlıdır. İlim, fen ve sanat
öğretimini sağlayan okullar açacaksınız.” Bunu üzerine ilkokulların ulemanın elinden akarak devlete verilmesi,
ortaokulların ve bir darülfünunun açılması kararlaştırıldı. Abdülmecid imam-hatip okullarıyla devlet okullarının birbirinden ayrılmasını daha o yıllarda ortaya atmıştı. Tabii o zaman da
yobazlar kıyameti kopardılar. “Padişah Frenk oldu,” dediler. Sadrazamlar, “Ah Tanzimat! Ah Tanzimat!” diye
kılıçlarıyla minderleri parçaladılar.
Damat Sait Paşa denen bir gerici, Padişah’ın karşısına dikilerek, coğrafya derslerinde öğrencilere
gösterilen haritaların kâfir işi olduğunu ve şeriatın buna cevaz vermediğini söyledi.
Gülhane Hattı Hümayunu okunduktan sonra o tarihsel belge, kırmızı atlastan yapılmış bir keseye konunca, Rum Patriği, “İnşallah bir daha
bu keseden dışarı çıkmaz,” dedi. Çünkü Rum Patriği de bütün dinlere eşitlik sağlandığı için bildirgeyi
beğenmemiş.Çünkü Rum Patriği Ortodoksluğun ayrıcalıklı olmasını savunuyormuş.
Abdülmecid bütün bu bozgunculuk eylemlerine karşı direndi.
Gerçekte kendisi ince ve nazik bir adamdı. İstanbul halkı Padişah’ı kız gibi zarif buluyordu. Sert
davranışlardan kaçındı. Hatta kendisine karşı yapılan ve ‘Kuleli Vakası’ denen bir suikast girişimi
sonunda idama mahkûm olanların cezalarını, “Beni öldüremediler, ben de onları öldürmek istemem,” diye
yaşam boyu hapse çevirtmişti.
… ..
…..
Gerçekten de Abdülaziz, ağabeyinin ölümünü beklemiyordu. Abdülmecid 1850 Mayıs’ında Girit’i görmeye giderken kardeşi Abdülaziz’i de yanına almış ve bu olay birtakım söylentilere yol açmıştı. Halk, “Kardeşi bir darbe yaparak tahta çıkar diye
korktu da ondan Abdülaziz’i yanından uzaklaştırmadı,” dediler. … ..
… ..
… .. Abdülmecid Fransızca öğrenmiş ve Voltaire hakkında yazılar yazmıştı. Yabancı konukları ve dostlarıyla Fransızca konuşuyordu. Kerdeşi Abdülaziz kendisine taban tabana zıt ve sert karakterde olduğu için ondan her zaman çekinirdi.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa kemdisini ziyarete geldiği zaman büyük bir pot kırarak Padişaha, “Oğul,” diyecak olmuş ve hemen kendisini
toparlayarak önünde diz çökmüş ve özür dilemişti. Abdülmecid ise çok nazik bir davranışla… …
Abdülmecid döneminde yeni saraylar ve köşkler yaptırıldı, saraylılar sonsuz masraflar ederek hazineyi güç duruma düşürdüler. Genç Padişah bütün çabalarına karşın bunları ödeyemiyordu. … ..
…..
…..
Abdülmecid döneminde Aziz Efendi’nin dairesinde elli sekiz, Murat Efendi’nin dairesinde kırk iki, Abdülhamit Efendi’nin dairesinde otuz dört, Reşat Efendi’nin dairesinde yirmi dört cariye bulunuyordu. Öbür efendi ve sultanların dairelerindeki cariyelerin toplamıyla bu sayı altı yüz seksen sekize ulaşıyordu. Yani, böylesine bir cariye ve gözde bolluğu vardı Osmanlı sarayında.
Saraylara şöyle bir gelenek vardı: Sancakbeyleri, vezirle, sadrazamlar ve padişahın kız kardeşleri
hümkâra cariye sunuyorlardı. Bu cariyeler de esir pazarlarından satın alınıyordu.
… ..
… ..
Ne var ki Abdülmecid 1846’da Bâbıâli’de Meclisi Umumi’nin bir toplantısında esir pazarlarının hemen kaldırılmasını emretti. Sadrazam bunu tüm valiliklere duyurdu. İngilizler köle ticaretinin yasaklanması için baskı yapıyorlardı. Ama bütün yasak ve baskılara karşın İstanbul’daki eski esir pazarlarında, Galata ve Beyoğlu’nda köleler caddelerde açıkça ya da evlerde gizlice satılıyorlardı. Bunların da önlenmesi için 1855’te yeni önlemler alındı. Çünkü o sıralar Kırım Savaşı başlamıştı ve İstanbul’a İngiliz ve Fransız askerleri gelmişti, esir pazarlarını gizlemek kolay olmuyordu. Afrika’dan getirilecek zenci kölelerin de satışı 1856’da yasaklandı. Ama harem ağalarının ve zenci kızların satışı yine gizli gizli 1880’lere kadar sürüdürüldü.
Meyyale
O yıl Kafkasya kana bulanmıştı. Çünkü Ruslar, Kırım Savaşı’nda uğradıkları yenilginin acısını Kafkas ülkelerinden çıkarmaya yönelmişlerdi.
Osmanlılar, 1829’da imzaladıkları Edirne Antlaşması’yla Doğu Karadeniz kıyılarında kurdukları kaleleri boşaltmayı kabul etmişler ve çekilip gitmişlerdi. O bölgede çeşitli halklar
yaşıyordu: Çerkezler, Abhazlar, Şapsığlar ve Ubıhlar.
Rusların 1830’da Abhaz seferini düzenlemeleri üzerine, bölgede yaşayan halklar direnişe geçmişlerdi, savunmanın çelik gücünü de
Ubıhlar oluşturuyordu. Ubıh halkı topu topu yetmiş beş bin kişilik bir topluluktu. Abdülmecit’ten yardım istediler, ama Osmanlılar Ruslarla yeni bir serüvene atılma niyetinde olmadıkları için bunu duymazlıktan geldiler.
Rus Çarı I. Nikola bölgedeki askerlerini Kafkasya halkları üzerine gönderdi, ama karşılarında çelik gibi bir perde buldular. Kırım Savaşı patlak verince Kafkasya halkları rahat bir nefes aldı, Çarlık ordusu ve donanması perisan oldu, 1856’da Paris Anlaşması imzalandı ve Ruslar yenilgiyi kabul ettiler. Güney Besarabya ve Karadeniz kıyıları silahtan arındırıldı. İçerde de huzursuzluklar başladı. Serflik düzeni kaldırıldı, soylular baş kaldırdı.Çar Nikola ölmüş ve yerine II. Aleksandr geçmişti. Yeni Çar, Başkomutan Baryatinski ile General Milyutin’e Çeçenistan’a saldırı emrini verdi ve savaş başladı.
Çerkez, Şapsığ ve Ubıh halklarının ünlü aile başkanları bu durumda bir araya gelerek bir dayanışma ve işbirliği antlaşması
imzaladılar. Ubıh Barzak ailesinin büyükleri yöneticilik rolünü üstlendiler. Rus ordusuyla birlikte bölgedeki Rus köylüleri de yağmacılığa
başladılar. Köyler ve hayvanlar yakıldı, insanlar perişan oldu. Ruslar Hacı Berzak Bey’in başını getirecek olana ödüller vereceklerini ilan ettiler. On binlerce insan göce zorlandı. Ama halk direnişten vaz geçmedi.
Ubıhlar savaşçı, mert ve dürüst insanlardı. İyi de ata binerlerdi, kendi dilleri ve gelenekleri vardı. Yüzlerce yıl Çerkezlerin içinde erimeden kimliklerini korumuşlardı. Ne Çerkezce bilirlerdi ne Abazaca ne de Türkçe. Ama bir dönemde Çerkezlerin içinde azınlık sayılmamak için kendi dillerinin yanında Çerkezce de öğrenip konuşmak zorunda kaldılar, yabancı onları Çerkezlerin içinde bir kabile sandı.Ubıhça yavaş yavaş yitirilen bir dil oldu.
1857 yılında General Milyutin’in askerleri her yeri kasıp kavurarak Kafkas topraklarında ilerlemeye başlayınca göç de başladı… Düşmanın yaklaştığını gören köylüler karılarını, kızlarını, kardeşlerini kaçırmaktan başka çare göremediler.
Nereye kaçacaklardı? Osmanlı topraklarına, yani, Anadolu’ya. Düşman kovulduktan sonra onları yurtlarına geri getireceklerdi.
… ..
… ..
… … yeşil gözlü sarışın iki aylık çocuğun yanaklarını okşadı. Çocuk gülümsedi. Sonra annesine dönerek Çerkezce, “Yavrun çok güzel maşallah,” dedi. “Onu bana satar mısın? … ..
… ..
Pertevniyal Kadınefendi:
“Evet,” dedi. “Satmazsın, haklısın. Ben de anayım. Beni de beş yaşında Çerkezistan’dan getirdiler, sonra da cariye olarak sattılar. Ama Allah’ın talihli kuluy muşumü, saraylara girdim, ikbal oldum,
padişah karısı oldum, kadınefendi oldum, Şehzâde anası oldum.” … ..
… ..
“Korkma,” dedi, “kızını zorla elinden almayacağım. İkinizi de saraya götüreceğim, … ..
… ..
Pertevniyal Kadınefendi:
“Ben bu kıza gönül verdim, … … Onun adını Meyyâle koyuyorum,” dedi. … ..
… ..
Abdülaziz Tahta Çıkıyor
… ..
… ..
Pertevniyal Kadınefendi artık Valide Sultan olmuştu. … ..
… ..
… ..
O dönemin önemli olaylarından biri de Kafkasya’daki Çerkez ve Ubıh yenilgisidir. … 1857’de başlattıkları saldırıyı sürdürerek Çerkez, Şapsığ, Ubıh ve Abaza topraklarında yüzlerce kişiyi kılıçtan geçirmişler ve halkı göç etmeye zorlamışlardır. … ..
Çerkezler, sayıca kendilerinden çok üstün ve çok iyi silahlanmış Ruslar karşısında yenilgiyi kabul etmek zorunda kabul etmek zorunda kalırlar. 6 Mart 1864’te savaş sona erer, bir
milyona yakın Çerkes Anadolu’ya göç eder, geri kalanlar da önce Kuban Irmağı’nın kuzeyine sürülürler, sonra Sibirya’ya. Çerkezlerin kendi topraklarında ancak bir kaç yüz bin kişi kalır.
… .. Buna göre Ubıhlar ya Anadolu’ya göç edecekler ya da Sibirya'ya sürüleceklerdir. Ubıhlar göçü kabul ederler ve Ubıh ülkesi, halkıyla birlikte haritadan silinir.
Abdülaziz Kafkasya göçmenlerine yakın ilgi gösterir. Çünkü son yıllarda padişahların pek çoğunun anası Çerkez, Şapsığ, Ubıh ve Gürcü kökenlidir. … .. Çerkezler İznik, Adapazarı, Hendek, Düzce, Bursa, Bandırma, Sivas,, Adana,Konya yörelerine
yerleştirilirler. Çerkezlerin bir bölümü de Mısır’a ve Ürdün’e göç eder.
…..
…..
Cariyelerin ve sultanların eğitiminde müzik eğitiminde derslerinin ayrı bir yeri vardır. Kızların içinde yetenekli olanlar için bale dersleri düzenlenir. Abdülmecid
döneminde,
Saray’da iki kez konser ve bale gösterileri yapılırdı. Abdülaziz döneminde bu gelenek sürdürüldü.
Pertevniyal Sultan bale dersi görecek kızların arasına Meyyâle ile Çeşmidil’i de kattı. … ..,
… ..
… ..
Abdülaziz gençliğinde her ne kadar Batılılardan nefret ediyorduysa da tahta çıktıktan sonra Ali ve Fuat Paşalar kendisine Avrupa ile dostluk ilişkilerini geliştirmenin önemini anlattılar. Sonunda 1867’de Padişah, III. Napolyon’un davetini kabul ederek bir Avrupa gezisine çıktı. Programa göre önce Paris’e gitti, oradan da Londra’ya, Brüksel’e, Berlinê ve Viyana’ya.
…..
… ..
… ..Abdülaziz bu gezisinde Avrupa’ya hayran kalmış, saraylar ve o çağın zenginliği Padişah’ın gözlerini kamaştırmış. Dönüşte de bunlardan esinlenerek yeni saraylar ve kökler yaptırmış. Bakanlarla birlikte sofraya oturup yemek yemeye başlamış.
Yıl 1869, Fransızlar Süveyş Kanalı’nı yaptırmışlar. Kanalın açılışı dolayısıyla Mısır’da büyük bir tören düzenleniyor. Avusturya İmparatoru Franz Josef ve III. Napolyon’un eşi İmparatorice Eugenie de törene davet edilmişler. Yolları İstanbul’dan geçiyor.
Eugenie iki yıl önce Paris’te Abdülaziz’i tanıdığı için İstanbul gezisine büyük önem veriyor. Padişahı bir de kendi ülkesinde görecek.
Süveyş Kanalı’nın da İ.Ö. 6. yüzyıla uzanan bir tarihi var. Önce Mısırlılar Kızıl Deniz’le Timsah Gölü ve Nil arasında ufak kanallar açarak Akdeniz’e tekneler geçirmişler. 8. yüzyılda bu kanallar işe yaramaz olmuş ve bir daha kullanılmamış.
19. yüzyılın ilk yarısında İskenderiye’de konsolos olarak bulunan Ferdinand de Lesses (1805-1814) bu kanal işini yeniden ele almış. Hidiv Sait Halim Paşa ile genç konsolos çok dost olmuşlar, Paşa da kendisine böyle bir girişimin gerçekleşmesi için doksan dokuz yıllık bir imtiyaz vermiş. Büyük bir ortaklık kurulmuş. Kanalın getireceği gelirlerin yüzde 75’inin Süveyş Kanalı ortaklığına, yüzde 15’inin Mısır’a, yüzde 10’unun da kuruculara bırakılması kararlaştırılmış.
Sait Halim Paşa’nın ücretsiz çalıştırdığı yirmi bin Fellah köleyle kazılara başlamışlar. İngilizler hiç hoşlanmamışlar bu kanal işinden. 1863’te İsmail Paşa Hidiv olunca, İngilizler köle çalıştırmanın yasak edilmesine dayanarak, Abdülaziz’den aldıkları bir fermanla kazıları durdurmuşlar. İngiltere ile Fransa arasında bu yüzden bir gerginlik çıkmış, tam o sırada III. Napolyon İmparatoriçe Eugenie’nin dilekleri doğrultusunda Ferdinand de Lesseps’in imdadına yetişiyor. Fransızlar Fellahların yaptıkları işleri Fransa’dan getirecekleri makinelerle yapmayı üstlenmişler ve kazılar yeniden başlamış.
Peki İmparatoriçe Eugenie kimdir? Gerçek adı Eugenia Maria de Montijo de Guzman olan Eugenie, 1826’da İspanya'da Granada’da doğdu. Soylub bir aileden geliyordu. Teba Kontesi diye anılırdı. Paris’e geldi, güzelliği ile o dönemin en ünlü kadını oldu, peşinde sayısız hayranları vardı. Yıllar sonra Süveyş Kanalı’nı yapacak olan Ferdinand de Lesseps de bunların arasındaydı.
Eugenie çok hırslı bir kadındı, her isteğine ulaşmak için yapmayacağı şey yoktu. 1859’da III. Napolyon’la evlendi, imparatoru gittikçe artan etkisi altına aldı, Prusya’ya karşı savaşa girilmesinde de imparatoriçenin büyük rolü oldu. Ama Fransız Ordusu Sedan’da yenilgiye uğrayınca Eugenie çareyi Londra’ya kaçmakta buldu. İmparator Almanlar’a esir düştü. Paris en ateşli devrim günlerini yaşadı. Komün yönetimi kuruldu. İmparatorluk artık çökmüştü. Askerler Komün’ü silah gücüyle dağıttılar, Komün’ü savunanlar tutuklandı ve kurşuna dizildiler. Almanlar III. Napolyon’u bir süre sonra salıverdiler, o da Londra’ya sığınmak zorunda kaldı, iki yıl sonra da orada öldü. Eugenie işte böyle felaketler getiren bir kadın olarak Fransız tarihine geçer… Bir daha Paris’e dinmez, 1920 yılında doksan dört yaşında Londra’da hiç tanınmayacak durumda yaşama gözlerini yumar.
… ..
Dönelim yine Osmanlı Sarayı’na… Abdülaziz Bat’da gördüğü saraylara özenerek saraylar, köşkler yaptırmış ama, Avrupa’nın endüstri devriminden ve sosyal düzeninden hiç etkilenmemişti. … ..
… .. Saraydan geçinenlerin sayısı altı bin kişiyi bulmuştu.
Halk ise yoksulluk içindeydi. Bunlar Padişah’ın umrunda değildi. Dışarıdan alınan borçların tutarı 3 milyon 3 yüz bin, iç borçların tutarı da 2 milyon kese altına yükselmişti. Bu borçlar için yılda 544 bin kese altın faiz ödeniyordu. İmparatorluk tam bir çöküntü içindeydi.
Meyyalenin Evlililik Serüvenleri
… ..
… .. Şeyhülislam Efendi Meyyâle ile Nevres Paşa’nın geleneklere uyularak nikâhını kıydı…
Bu tantanalı düğün günüden bir hafta sonra Meyyâle Nevres Paşa’ya bu evliliği sürdüremyeceğini anlattı. Bu kararının nedeni hakkında da yakınlarına hiçbir şey söylemedi. Paşa olgun adamdı, genç eşine karşı anlayış gösterdi. … ..
“Pekâlâ Meyyâle Hanım,” dedi, “Siz nasıl uygun görüyorsanız öyle yapalım. İkimiz de zaten bu evliliği pek istememiştik. Yalnız, durumu Vaalide Sultan hazretlerine nasıl arz edeceğiz, bilemiyorum.
… ..
… .. Kendisini teselli eden tek şey yine bâkire olarak Saray’a dönmesiydi.
… .. Vaaalide Sultan, Meyyâlenin Saray’daki derecesini haznedarlığa yükseltti.
Haznedarlık Osmanlı Sarayı’ndaki kızlara ve kadınlara verilen bir derecedir, bunun parasal işlerle hiçbir ilgisi yoktur.
… ..
… .. Meyyâle ile Hasan Hilmi Bey arasında sadece on yaş fark vardır….
… .. Hasan Hilmi’nin yakın arkadaşları ve kerdeşleri çağrıldı. Meyyal kocasıyla işte ilk kez, düğününde konuştu. … ..
… ..
Sosyalizm , Genç Osmalılar ve Devleti Âliye
… ..
“Fermanın okunmasıyla bize Avrupa’nın kapılaeı açlımış oldu.Söz dinleyerek uslu bir devlet olduğumuzu böylece kanıtlamamızdan sonra bizi Paris Konferansı’na çağırdılar, 30 Mart 1856’da, yani Islahat Fermanı’ından bir ay sonra Paris Antlaşması’nı imzaladık.
Paris Antlaşması’nın 9. maddesinde de Islahat Fermanı’na gönderme yapılıyor ve dolayısıyla bizim yabancı sermayenin yerleşmesine ve yabancıların mülk sahibi olmaları hakkını kabul etmemiz vurgulanıyordu.
“İşte olanlar bundan sonra oldu. Yeni ticaret anlaşmaları imzalandı ve biz sömürge olmayı kabullendik. Yabancı ürünler ülkeyi istila etti, yerli sermaye yok oldu, Osmanlı İmparatorluğu büyük devletlerin , yabancı sermayenin pazarı oldu, halk boğaz tokluğuna çalışmak zorunda kaldı…Sömürücü yabancı ekonominin egemenliği altında halk ezildi. Abdülaziz Efendimiz de ülkemize sermaye giriyor, demiryolları yapılıyor diye bayram etti. Oysa demiryolları bir sömürü politikasının ilk basamaklarıydı.”
… ..
… ..
……..Sadrazam Sait Halim Paşa da İngilizlerin çok tutuğu bir kişiydi. Sait Halim Paşa İngilizlerin iyi niyetinden kuşkulanmayı vatan hainliği sayacak kadar İngiliz dostuydu. Paşa İngiliz elçisinden hiçbir şeyi gizlemiyor İngiltere'nin her şeyi bilmesi gerektiğini sanıyordu…. ..
Ağabey, İngilizler İzmir’e bu yüzyılın ilk yarısında el atmaya başladılar. İlk başlarda bazı Fransız tüccarlar da onlarla işbirliği yapıyorlardı. Duyduğuma göre bundan otuz yıl önce İzmir’de otuz beş İngiliz ticaret evi varmış. Bunlar İzmir’deki Rum, Ermeni ve Yahudi komisyoncularla birlikte çalışıyorlarmış. Bilirsiniz herhalde , İzmir’in en güzel yerleri onların elindedir. Neden İzmir’e ‘Gâvur İzmir’ demişler,işte bu yüzden. İngilizler bölgede maden işletme imtiyazları da aldılar. İngilizler le çalışan bazı Türk, Ermeni, Rum ve Yahudi tüccarlarının da adlarını değiştirip İngiliz vatandaşı olduklarını da duyduk.
Hasan Hilmi Bey,
“Evet,” ded, doğrudur, bunları biz de duyduk. Ama İngilizlerin hizmetlerini küçümsemek doğru olur mu? İzmir-Aydın demiryolunu İngilizler yapmadı mı?
“Evet ağabey doğru, İngilizler bu yolu yapmakla çok övünürler. Ama bu işin bir de perde arkası var, onu da anlatayım. İzmir’de o tarihlerde James Whittall adlı ünlü bir İngiliz tüccarı. ‘Bizim ilk işimiz burada bir demiryolu yapmak olmalı, bunu biz işletmeliyiz, demiryolunun uzandığı yerler tarıma açılmalı. Bunda çok iş var. Demiryolu şirketleri özerk cumhuriyetler gibi çalışmalı,’ demiş. Ne buyurur ağabey bu şirketler bizim mahkemelerin yetkilerini de kabul etmediler.”
“Evet, bu işlere hep konsolosluk mahkemeleri baktı. Ben de şöyle bir olay anlatayım. Maltalı bir İngiliz makinist bir kadını çiğnemişti. Adam Denizli’de altı aya mahkum oldu. Sen misin İngiliz’i mahkum eden, İngilizler kıyameti kopardılar, suçluyu zabıtaya teslim etmediler. Halk baş kaldırdı, demiryolu tesislerini yıkmaya kalktılar. Onun üzerine İngilizler korkup makinisti teslim ettiler. Adam hapisjhaneye kondu, ama nasıl? İngilizle makiniste cezaevinde özel bir oda döşediler, suçlu o odada prensler gibi yaşadı
“Evet ağabey, demiryolları politikası sömürgecilerin politikasıdır. Onlar ülkeleri daha iyi yönetebilmek daha iyi sömürebilmek için demiryolu döşerler. Kırım Savaşı’nın yarattığı çoşku içinde Babıâli de bu imtiyazı vermiş. Hem de ne türlü bir imtiyaz! Şirket vergi ödemeyecek, toprakları, ormanları ve madenleri bedava kullanacak. Bizimkiler de hiç onların işine karışmayacaklar. … ..
… ..
… .. Bu kadar basit. Kapitülasyonlara karşı hiçbir direnişimiz olmadı.Gümrük engelleri yaratmadık. İngilizler Osmanlı topraklarını pazar olarak kullandılar. İngiliz kumaşları,pamuklular, demir, çelik, şeker, yünlüler, ipekliler hep İngiltere’den getirildi. Biz de ne sattık onlara? Kök boya, palamut, buğday… Bunlarla da dış ticaret dengesini tutturamadık. Ormanlarımız yok oldu: Onlar tarımda yeni araçlar kullandılar, biz karasabandan, orakla ekin biçmekten de vazgeçmedik. Geri kaldık, geri. Dışarıdan araç getirtemedik, toprak sahipleri ne yeni tarım araçlarının değerini anlıyorlardı ne de dışarıdan makineli araç getirecek paraları .ve birikimleri vardı. Yabancı sermaye girdi, şirketler kuruldu, imtiyazlar verildi ve biz hep böyle çöktük. Bakalım ne zamana kadar dayanacağız? Biz kendi gücümüzle değil, İngiltere ile Fransa’nın Rusya ile aralarındaki rekabet yüzünden ayakta duruyoruz. Bizim yokn olmamızı şimdilik istemiyorlar. Padişahımız efendimizin bunda hiçbir katkısı yok.”
… .. “sen daha doğmamıştın, biz neler duyduk. II. Mahmut döneminde imparatorluk Avrupa mallarının istilasına uğramıştı. O zamanla Nizamı Cedid Ordusu kuruluyordu, askerin giyeceği elbiselerin kumaşı da Fransa’dan getirtilkiyordu. Bu yüzden de her yıl elli bin kese altın ödüyorduk. Baktılar ki buna para dayanmayacak, yabancı kumal yasak edildi. Bu kez de tefeciler yerli kumaşlarn fiyatını artırdılar. III. Selim de buna çare bulamadı ve piyasa yabancıların eline geçti.
… ..
… ..
Abdülaziz’in Devrilmesi
… ..
Sultan Aziz, Fahri Bey’e,
“Bu ne haldir?” diye sormuş, O da,
“‘Kuşatıldık efendim,’ demiş. Sultan Aziz ise,
“Eyvah, Murat Efendi’yi cülûs ettirdiler herhalde,’ diye karşılık vermiş.
… ..
… ..
“Nereye götürmüşler?”
“Topkapı Sarayı'na.”
“Murat Efendi’yi mi tahta çıkarıyorlar?”
“Evet öyle oluyor.”
“Kimler yapmış bu hainliği?”
“Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sadrazam Rüştü Paşa, Şûrayı Devlet Reisi Mithat Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa, Mektebi Harbiye Kumandanı Süleyman Paşa ve Şeyhülislam Hayrullah Efendi.
… ..
Pertevniyal Sultan ve Meyyâle
Abdülhamid
Meşrutiyet ve Düzmece Yıldız Mahkemesi
Pertevniyal Sultan'a Veda
Hicaz'da Vali Ratip Paşa ve Hasan Paşa
Meyyâle’ye Rakip Geliyor
Meyyale & Hıfzı Topuz
Remzi Kitabevi, 1977
*Pertevniyal Sultan - Vikipedi
*Pertevniyal Sultan (ö. 5 Şubat 1883[3]) Osmanlı padişahı Abdülaziz'in annesi, Valide Sultan ve II. Mahmud'un eşidir.
Hayatı:
Pertevniyal Valide Sultan'ın kökeni hakkında kesin bilgi olmamakla[2] beraber büyük olasılıkla Rumen kökenlidir.[4][5][6] Kürt veya Çerkes asıllı olduğu da iddia edilir.[7] 1829 yılında II. Mahmud'un eşi oldu. 10 yıllık bir evlilikten sonra eşi öldü. 25 Haziran 1861 tarihinde Sultan Abdülmecid'in ölümü üzerine oğlu Abdülaziz tahta geçince Pertevniyal Sultan da Valide Sultan unvanını aldı. Oğlunun bütün saltanatı boyunca Valide Sultan kaldı. Hayır hasenata çok önem verirdi. Pertevniyal Lisesi'ni, Pertevniyal Valide Sultan Camii'ni yaptırdı. Konya Aziziye Camii'nin yapımında da büyük maddi yardımları oldu (1867).
Oğlu hayatını kaybedince Valide Sultanlık dönemi bitti ama 7 yıl daha yaşadı. Ayrıca Yusufpaşa'da bulunan Aksaray Mahmudiye İlk Öğretim Okulunu'nu eşi II. Mahmud'un anısına yaptırmıştır. Okul birkaç kez talihsizliklerle karşılaşmasına rağmen bugün hala hizmet vermektedir.
5 Şubat 1883 tarihinde Dolmabahçe Sarayı'nda öldü.[8] İstanbul'un Aksaray semtinde bulunan kendisinin yaptırmış olduğu Pertevniyal Valide Sultan Camii'ndeki Pertevniyal Sultan Türbesine defnedildi.
*I. Abdülmecid (Osmanlıca: سلطان عبدالمجيد, 25 Nisan 1823, İstanbul – 26 Haziran 1861, İstanbul), 31. Osmanlı padişahı ve 110. İslam halifesidir. II. Mahmud'un, Bezmialem Sultan'dan olan oğludur. Döneminde Tanzimat Fermanı'nı ilan ettirmesiyle ünlüdür. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dört padişahının babası olarak, en çok sayıda oğlu padişahlık yapmış Osmanlı hükümdarı olan[1] Abdülmecid, babası II. Mahmud gibi vereme yakalanmıştı. Ihlamur Kasrı'nda öldüğünde 38 yaşındaydı. Fatih'in Sultan Selim semtinde, Yavuz Selim Camii Haziresi'ne defnedildi ve bugün adı verilen bir türbesi bulunmaktadır.[2]
Yaşamı:.
Batı kültürüyle yetiştirilmiştir. İyi Fransızca konuşur ve batı müziğini severdi. Babası II. Mahmud gibi yenilik yanlısıydı. Babasının ölümü üzerine tahta çıktı. Abdülmecid'in tahta çıkışı sevinç uyandırmıştı. Talihi, Mustafa Reşit, Mehmet Emin Ali Paşa, Fuat Paşa gibi devlet adamlarına rastlamasıydı. Saltanatı sırasında en çok tutucuların muhalefetiyle karşılaştı. 1840'lı yıllarda İrlanda'da ortaya çıkan ve milyonu aşkın insanın ölümüyle sonuçlanan kıtlık esnasında, İrlandalı bir doktor ziyaretçisinin kendi ailesini de bu kıtlığa kurban verdiğini söylemesi üzerine gemiyle bu ülkeye gıda yardımı yapılmasını sağlamıştır. Bu davranış hâlen İrlanda halkı tarafından takdir edilmektedir.[3]
Saltanatı:
Londra ve Paris'te, Osmanlı devletindeki ıslahat hazırlıkları konusunda görüşmelerde bulunan hariciye nazırı Mustafa Reşit Paşa, bir ıslahat programının gerekliliğine padişahı inandırdı. Hazırlanan Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Hatt-ı Şerif ya da Tanzimat Fermanı da denir) Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım'da Gülhane'de okundu. Tanzimat dönemini açan bu belgeyle, yargılamasız kimsenin cezalandırılamayacağı, mal ve mülkünün zorla alımına gidilemeyeceği ilkesi getiriliyor, devletle birey arasındaki ilişkileri düzenleyecek yasaların çıkarılacağı açıklanıyordu.
Tanzimat Fermanı'nın uyandırdığı olumlu hava Mısır sorununun çözümünü kolaylaştırdı. Birleşik Krallık'ın önerisiyle, beş büyük devlet Londra'da bir araya geldiler. Mısır valisini destekleyen Fransa dışlanarak, 15 Temmuz 1840'ta Birleşik Krallık, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Antlaşması imzalandı. Mısır valiliği veraset yoluyla Mehmet Ali Paşa'ya bırakılarak, ele geçirdiği topraklar ve Osmanlı donanması geri alındı. Aynı devletler, aralarına Osmanlı Devletiyle Fransa'yı da alarak imzaladıkları Boğazlar Sözleşmesi ile (13 Temmuz 1841) Osmanlı Devleti'nin boğazlar üzerindeki egemenliği tanındı ve boğazlar yabancı savaş gemilerine kapatıldı.[6]
Tanzimatın öngördüğü ilkeleri uygulamak için Meclis-i Âli-i Tanzimat kuruldu (1853). Her eyaletten, yörelerinin gereksinmelerini bildirmek üzere ikişer temsilci İstanbul'da toplantıya çağrıldı. Merkezden her bölgeye gönderilen imar meclisleri çalışmaya başladı. Mâliye, Fransa'daki örgütlenme temel alınarak düzenlendi. Mâli yetkililer, idare amirlerinden alınarak defterdarlara verildi. Vergilerin saptanması vilâyet meclislerine, toplanması da muhassıl adı verilen vergi memurlarına bırakıldı. İltizam yöntemi kaldırıldı. Aşar, her yerde eşit olarak alınmaya başladı. Hristiyanlardan alınan vergilerin toplanmasında patrikhanelerin aracılığı kabul edildi. Ticaret meclisleri kuruldu. Fransız ceza kanunu çevrilerek uygulamaya konuldu. Meclis-i Maarif-i Umumiye toplandı (1845). İlk idâdiler açıldı. 1847'de Maârif-i Umûmiye Nezâreti kuruldu. 1848'de ilk muallim mektebi, aynı yıl Harbiye'de kurmay sınıfı, 1850'de Darülmaarif adı verilen lise, 1851'de ilk bilim akademisi sayılan Encümen-i Daniş açıldı. 1846'da Darülfünun binasının temeli atıldı.[7] Askerlik yasası çıkarılarak (6 Eylül 1843) kura yöntemi benimsendi, askerlik süresi 4-5 yıl olarak sınırlandı.
Abdülmecid, Tanzimat'ın uygulanmasında karşılaşılan zorlukları yerinde görmek amacıyla yurt gezilerine çıktı. 1844'te İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu, Çanakkale, Limni, Midilli, Sakız'ı ziyaret etti; 1846'da Silistre'ye kadar uzanan bir Rumeli gezisi yaptı. Her yıl Meclisi Vâlâyı Ahkâmı Adliye'yi bir nutukla açması, onun milletvekili düzenine yakın olduğu görüşünü destekler.
Tanzimat sonrası gelişmeler ve Kırım Savaşı:
Devletin bütün kurumlarında başlatılan yenileşme çabaları, karşılaşılan tepkiler dolayısıyla istenilen sonucu vermedi. Abdülmecid zaman zaman tutucuları görevlendirmek zorunda kaldı. İmkansızlıklar nedeniyle yeniden iltizam yöntemine dönüldü. 1840'ta kâime-i mutebere adıyla ilk kâğıt para çıkarıldı. Devlet ıslahat işleriyle uğraştığı sırada Birleşik Krallık ve Fransa'nın çıkar çatışmaları ve kışkırtmalarıyla Suriye ve Lübnan'da Dürziler ile Maruniler arasında olaylar çıktı (1845).
1848 ihtilâlleri sırasında Avusturya'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Macar yurtseverleri Türkiye'ye sığındı. Bab-ı Âli'nin, Avusturya ve Rusya'nın baskı ve tehditlerine karşın sığınanları geri vermemesi Avrupa'da Osmanlı Devleti'nin saygınlığını yükseltti. Eflak ve Boğdan'a da yansıyan ayaklanma, İngilizlerle yapılan Baltalimanı Antlaşmasıyla (1 Mayıs 1849) geçici olarak sonuca bağlandı.
Bir süre sonra ortaya çıkan kutsal yerler sorunu, Osmanlı Devleti ile Rusya'yı savaşa sürükledi. Kudüs'teki katolikleri korumak için başvuran Fransa'ya karşı, Rusya da ortodoksların haklarını korumak için harekete geçti. Bab-ı Âli'ye verdiği bir nota ile ortodokslara geniş haklar tanınmasını, bunların koruyuculuk hakkının da kendisine verilmesini istedi. Osmanlı hükûmeti bunu kabul etmeyince de Eflâk ve Boğdan'ı işgal etti. Bunun üzerine Abdülmecid, Rusya'ya savaş açtı (4 Ekim 1853). Osmanlı Devleti, müttefikleri Birleşik Krallık, Fransa, Piyemonte ile birlikte Kırım Savaşı'nı kazandı.[8]
Yalnız, Paris'te imzalanacak barış antlaşmasından önce padişah, Tanzimat Fermanı'nı tamamlayan Islahat Fermanı'nı ilân etmek zorunda bırakıldı (18 Şubat 1856). Azınlıklara, savaştan önce Rusların istediğinden daha fazla haklar veren bu belge, Paris Antlaşması'nı (30 Mart 1856)'da imzalayan Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Avusturya ve Piyemonte tarafından senet kabul edildi. Böylece, bir iç sorun olan ıslahat konusunda yabancılara müdahale hakkı tanınmış oldu. Buna karşılık Osmanlı Devleti imzacı devletlerin güvencesi altında bütünlüğünü koruyor ve Avrupa devletleriyle eşit haklara sahip sayılıyordu.[9]
Siyasi buhranları bu şekilde atlatan Abdülmecid, yeniden ıslahat işlerine döndü. 1856'da askerlik teşkilâtı yedi ordu esası üzerine kuruldu ve Hristiyanlar da askere alınmaya başlandı. Maarif-i Umumiye nezareti kuruldu (28 Nisan 1857). Avrupa'ya öğrenci gönderildi (1857). Mülkiye Mahreç Mektebi (1859), Telgraf Mektebi (1860) gibi bazı meslek okulları açıldı. Yeni toprak kanunu (Arazi kanunnamesi) yayınlandı (1857). Devletin gelir ve giderleri bir bütçeye bağlandı. Tersane yeniden düzenlendi.
Abdülmecid, çeşitli toplulukları eşitlik ilkesi içinde ve Osmanlılık düşüncesi çevresinde birleştirmeye çalıştı. Fakat, özellikle Gayrimüslimlerde uyanan ve batılı devletlerce desteklenen ulusçuluk duyguları böyle bir birliğin kurulmasını olanaksızlaştırıyordu. 1856 Islahat Fermanı'yla Gayrimüslimlere verilen geniş ayrıcalıklar, Müslümanların tepkisine yol açtığı gibi, Gayrimüslimler de askere alınma kararına karşı çıktılar.[10] Osmanlı toplumu yeniden huzursuz bir ortama sürüklendi. Cidde'de (1857), Karadağ'da (1858) olaylar çıktı. Avrupa devletleri olayların bir Avrupa kurulunca denetlenmesini istediler.
Avrupa devletlerinin devletin içişlerine karışmasından hoşlanmayanlar, padişahı ve hükûmet erkânını öldürüp Abdülaziz'i tahta çıkarmak için örgütlendiler. Kuleli Vakası olarak bilinen bu örgütlenme, bir ihbar üzerine dağıtıldı (14 Eylül 1859), önderleri cezalandırıldı.[11]
Bu sırada mâli durum da çıkmaza girmişti. Savaş giderlerini karşılamak üzere ağır koşullarla alınan dış borçların hazineye büyük yükü yanında padişahın ve sarayın sorumsuz harcamaları da durumu gittikçe ağırlaştırıyordu. Devlet, Kırım Savaşı sırasında ilk kez dışarıdan borç almak zorunda kalmıştı (24 Ağustos 1854). Bunu ikinci (1855), üçüncü (1858), dördüncü (1860), borçlanmaları izledi.[12] Beyoğlu sarraflarından alınan borçlar da 80 milyon altın lirayı aştı. Bunlar için rehin verilen mücevherlerle borç senetlerinin bir bölümü yabancı tüccar ve bankerlerin eline geçti. Durumu sert biçimde eleştiren sadrazam Mehmet Emin Âli Paşa azledildi (18 Ekim 1859). Birleşik Krallık, Fransa, Avusturya, Prusya ve Rusya Bab-ı Âli'ye bir nota vererek, Islahat Fermanı'nda söz konusu edilen ıslahatların gerçekleştirilmesini istediler (Ekim 1859). Bunların sağlanması için ayrı ayrı müdahalede bulunacaklarını da belirttiler.
Nitekim Rusya ilk adımı atarak, Bosna-Hersek ve Bulgaristan'daki Hristiyanların durumunu uluslararası bir kurulun incelemesini istedi. Bu sorun çözülmeden, Lübnan olayları yeniden alevlendi (1860). Ardından Şam olayı patlak verdi. Hollanda ve Amerikan konsolosları bu karışıklıklar sırasında öldürüldü (1860). Hariciye nazırı Fuat Paşa, olağanüstü yetkili olarak Lübnan'a yollandı. Fransa, Beyrut'a asker çıkardı. 9 Haziran 1868'de Lübnan ayrıcalıklı sancak durumuna getirildi.[13]
Mimari çalışmalar[değiştir | kaynağı değiştir]
Sultan Abdülmecid, dışarıdan aldığı borçların bir kısmıyla saray ve köşkler yaptırdı. Dolmabahçe Sarayı (1853), Beykoz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857), Edirne Meriç Köprüsü (1847), Büyük Mecidiye Camii (Ortaköy Camii) (1853) Küçük Mecidiye Camii (1849), Teşvikiye Camii (1854) Hırka-i Şerif Camii (1851), döneminin başlıca yapıtlarıdır. Bezmiâlem Valide Sultan Gureba Hastanesi'ni yaptırdı (1845-1846). Yeni Galata Köprüsü de aynı tarihte hizmete girdi.[14] Yine İstanbul'daki Mecidiyeköy semti adını ondan almıştır.
Ailesi:
II. Mahmud: Babası
Bezmialem Sultan: Annesi
Esma Sultan: Halası
Eşleri:
Kadınefendileri:
Servetsezâ Kadınefendi: Başkadınefendi
Şevkefza Valide Sultan: İkinci Kadınefendi ve V. Murad'ın annesi
Tirimüjgan Kadınefendi: Üçüncü Kadınefendi ve II. Abdülhamid'in annesi
Verdicenan Kadınefendi: Üçüncü Kadınefendi
Düzdidil Kadınefendi: Üçüncü Kadınefendi
Gülcemal Kadınefendi: Dördüncü Kadınefendi ve V. Mehmed Reşad'ın annesi
Rahime Perestu Valide Sultan: Dördüncü Kadınefendi ve II. Abdülhamid'in manevi annesi
Mahitab Kadınefendi: Beşinci Kadınefendi
Bezmiara Kadınefendi: Altıncı Kadınefendi
İkballeri[değiştir | kaynağı değiştir]
Nükhetsezâ Hanım: Baş İkbal
Nesrin Hanım: İkinci İkbal
Ceylânyar Hanım: İkinci İkbal
Serfiraz Hanım: İkinci İkbal
Nalândil Hanım: Üçüncü İkbal
Gülüstü Hanım: Dördüncü İkbal ve VI. Mehmed'in annesi
Nergizev Hanım: Dördüncü İkbal
Navekmisal Hanım: Dördüncü ikbal
Şayeste Hanım: Dördüncü İkbal
Gözdeler[değiştir | kaynağı değiştir]
Feleksu Hanımefendi: 1. Gözde ve Zülüflü İsmail Paşa'nın annesi
Yıldız Hanımefendi: 2. Gözde
Saf-derun Hanımefendi: 4. Gözde
Hüsn-i Cenan Hanımefendi: 3. Gözde
Erkek çocukları[değiştir | kaynağı değiştir]
Kız çocukları[değiştir | kaynağı değiştir]
Bedia Sultan
Samiye Sultan
Şehime Sultan
Sabiha Sultan
Aliye Sultan
Fehime Sultan
Mühibe Sultan
Mukbile Sultan
Naime Sultan
Neyyire Sultan
Behiye Sultan
Zekiye Sultan
Nazime Sultan
*Abdülaziz veya diğer bilinen adıyla Padişah Abdülaziz (Osmanlıca: عبد العزيز; 8 Şubat 1830 - 4 Haziran 1876), 32. Osmanlı padişahı ve 111. İslam halifesidir. II. Mahmud ve Pertevniyal Valide Sultan'ın oğlu, Padişah Abdülmecid'in kardeşidir. Padişah Abdülaziz, 25 Haziran 1861 tarihinde kardeşinin ölümü üzerine 31 yaşında tahta geçmiştir.
Saltanatı:
Güreş, cirit, av ve bilek güreşi sporlarına meraklı olan padişahın tahtta kaldığı sürece en çok üzerinde çalıştığı konu Osmanlı Donanması'nın modernizasyonu idi. Bu nedenle o dönemlerde Avrupa devletlerinden alınan kredilerin çoğu bu konuda harcandı. Sayısı gün geçtikçe artan Osmanlı Ordusu'nun askerlerine yetecek dönemin son model top ve tüfeklerinin sağlanması da Abdülaziz döneminde gerçekleşmiştir.
Hükümdarlığı süresince sık sık ülke içi ve ülke dışı temaslarda bulunmuş geziler düzenlemiştir. I. Selim'den sonra Mısır'ı ziyaret eden ilk ve tek Osmanlı Padişahı'dır.
Eyaletlerin yanı sıra Batı Avrupa'da ziyaretler yapan ilk ve tek padişahtır. 1867 yılında Paris'te açılan büyük bir sanat sergisine III. Napolyon'un daveti üzerine katıldı. Sergiden sonra imparator ile temaslarda bulunmuş İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gezilerinden sonra da geri dönmüştür. Ayrıca Richard Wagner'in Bayreuth operasına maddi yardımda bulunmuş ve davet edilmiştir. Seyahatlerinde İngiltere kraliçesi Victoria, Belçika kralı II. Leopold, Prusya kralı I. Wilhelm, Avusturya-Macaristan imparatoruFrançois-Josef ve Romanya Prensi I. Karol ile görüşmüştür.
Osmanlı'da Abdülaziz döneminde Batı'yla iyi ilişkiler kurulmasına özellikle dikkat edildi. Tanzimat Fermanı ile Osmanlı'nın girdiği Batılılaşma süreci bu dönemde de devam etti. Ülke genelinde yeni vilâyetler ilân edildi ve İstanbul Üniversitesi Fransız Eğitim sistemi örnek alınarak tekrar düzenlendi. Doğu Ekspres'inin bir durağı olan Sirkeci Garı'nın temelleri Abdülaziz döneminde atılmıştır. Rumeli ve Anadolu'da demiryolu ağı kurmaya çalışmıştır. Abdülaziz'in 15 senelik hükümdarlığı boyunca yaptığı bazı yenilikler şunlardır;
İlk kez posta pulu basıldı (1863).
Bank-ı Osmani-i Şahane açıldı (1863).
Osmanlı Donanması'na ilk zırhlı savaş gemisi katıldı (1864).
Vilayet Nizamnamesi ile yeni idari yapı ve bunun uygulanmasıyla vilayet meclisleri oluşturuldu (1864).
Mekteb-i Sanayi (Sanayi Okulu) açıldı (1865).
Darülfünûn (İstanbul Üniversitesi) faaliyete geçti (1868).
Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) açıldı (1868).
Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye (Yargıtay) kuruldu (1868).
Şura-yı Devlet (Danıştay) kuruldu (1868).
Mecelle yayınlandı (1869).
Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) açıldı (1870).
Belediyeye bağlı ilk modern İtfaiye teşkilâtı kuruldu (1871).
Darüşşafaka açıldı (1873).
Mekteb-i Maadin (Maden Mektebi) açıldı (1874).
Döneminde yaşanan önemli olaylardan bir kısmı ise Rusya ve Avrupa devletlerinin kışkırttığı Balkan isyanlarıdır. 1861-64 yılları arasındaki Karadağ İsyanı İkinci Karadağ Harekatı ile bastırılmasına rağmen, Karadağ sorunu büyümeye devam etti. 1861-66 yılları arasındaki Eflak-Boğdan olayları Birleşik Romanya'nın doğuşunu ve bağımsızlık mücadelesini hızlandırdı. 1862-67 yılları arasındaki Sırbistan olayları ise Türk askerlerinin Sırbistan'daki Belgrad başta olmak üzere çeşitli kalelerden çekilmesiyle kısacası Sırbistan Prensi'nin askeri bir kolluk kuvvetine, orduya sahip olacak şekilde fiilen özerkliğinin daha da genişletilmesiyle sonuçlandı. Bu yönde eleştiri yapan basın gazeteler sert şekilde cezalandırıldı veya sansür uygulandı. Basın özgürlükleri sınırlandırıldı. 1866-68 arasındaki Girit Ayaklanması, Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa'nın hazırladığı Girit Nizamnamesi ile çözümlenmeye çalışıldıysa da Girit'in kaybına giden olaylar dizisi başlamış oldu. Buna rağmen kendi hukuken ve fiilen Osmanlı sınırlarının güneyde genişlemesini sağladı. Zira;
Kendisi Midhat Paşa ile birlikte bir ordu gönderilmesini organize ederek Lahsa Seferi ile Osmanlı'nın uzun bir süre önce kaybettiği 1670lerden beri denetimini sağlayamadığı Arabistan'daki Lahsa bölgesini ve Katar'ı ele geçirdi.[1] Necid Kaymakamı İmam Abdullah bin Faysal, 29 Mart 1871'de elçisi Abdülâziz bin Suvaylem'i Midhat Paşa'ya göndererek, Al-Ahsa ve Katif'i hakimiyetinde bulunduran kardeşi Suud bin Faysal'a karşı destek talebi Osmanlılar açısından açılacak seferin meşru zeminini oluşturdu.[2] 2. Necid Emirliği'nin Arabistan'daki gücü kırıldı ve böylece ileride 1891'e kadar yine Osmanlılarca desteklenen Cebeli Şammar Emirliği'nce yıkılmasının da önü açıldı. Bu bölge, 1913 sonrası Sultan Reşad döneminde İngilizler ve Kuveyt Emirinin destekleri ile tekrar kurulan ileri de Suudi Arabistan adını alacak 3.Necid Emirliği'nin saldırıları ile elden çıkmıştır.
1872'de ise yerel soyluların yeteneksiz Zeydi İmamlar karşısında daveti üzerine, Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki orduyu Yemen'e gönderip Yemen'in dağlık kısmı, Sanaa ve çevresini ele geçirip[3] İngiliz işgalindeki Aden ve Yemen'in en güneydeki sahil kesimi dışındaki yerlerde Yemen Vilayeti'ni kurdurdu.[3] Bu bölge çıkan isyanlara karşın 1.Dünya Savaşı'nın sonuna kadar elde tutuldu.
Mısır Hidivi İsmail Paşa ile birlikte ortaklaşa hareket ederek Sudan ve Afrika'nın Doğu sahillerinin ele geçirilmesini sağladı tabii bunda İngilizlerin Fransızlar yerine daha zayıf Mısır ve Osmanlı Askerlerinin kendi bölgeleri ile arasında tampon görevi görmesine rıza göstermesi de etkili olmuştur.Ras Hafun, Cape Guardafui ve Zanzibar Krallığı'na kadar binlerce km2lik alan bu sayede Osmanlı İmparatorluğu ve vassalı Mısır Hidivliği'nin eline geçmiştir.[4] Bu bağlamda üstelik Osmanlı'nın dağılma döneminde Sırbistan'da boşaltılan kaleler sayılmazsa neredeyse hiç toprak kaybetmeyip, topraklarını genişleten son Osmanlı padişahıdır. Afrika'daki bu ele geçirilen topraklar ile Osmanlı'nın elindeki Doğu Afrika topraklarının tamamı (Trablusgarb haricinde) II. Abdülhamid döneminde kaybedilecektir.
Abdülaziz orduyu da güçlendirmiş ve özellikle donanmaya yeni gemi alımları ile personel eğitimi açısından olmasa da yeni alınan, yaptırılan modern gemilerle; gemi sayısı bağlamında Osmanlı donanması dünyanın en güçlü 3. donanması arasına girmiştir. Ancak ne yazık ki bu başarılarını mali alanda sanayi alanında gerçekleştirememiştir. Yaptığı aşırı borçlanmalar yanında ve aldığı paraları yerli sanayi gelişiminde, Osmanlı'ya uzun vadede maddi yarar sağlayacak ekonomik dönüşü olacak şekilde kullanamamış ve iktidarının son yılları hem mali hem de siyasi bunalımlar içinde geçmiştir. Özellikle maliye, ekonomi, sanayi alandaki hataları ile Osmanlı'nın ekonomik anlamda çöküşünün ve toprak kayıplarının da önünü açmıştır. Zira Osmanlı İmparatorluğu ilk dış borçlanmasını Kırım savaşına finansman bulabilmek için 1854 yılında yaptı. Bu yıldan 1874 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede 15 ayrı dış borçlanma yapıldı ve Sultan Abdülaziz döneminde bu borçlanmalar iyice hızlandı, borç paralar geri kazanç sağlayacak şekilde kullanılamadı, 1875'e gelindiğinde ise toplamda 239 milyona yakın dış borç yılda 11 milyon taksitle ödenmeliydi. Osmanlı hazinesi ise yılda ortalama 18 milyon gelir elde ediyordu, kısacası Osmanlı faizleri bile ödeyemez hale gelmişti.1875'te kendi döneminin sonunda Rus taraftarlığıyla tanındığı için halkın «Nedimof» adını taktığı Mahmut Nedim Paşa'nın sadrazamlığında (1875) çıkarılan Ramazan Kararnamesi ile durduruldu. Kısaca Osmanlı devleti kendi iktidarının sonuna doğru iflasını ilan etti.[5]
Öte yandan onun döneminde Osmanlı'ya bağlı Mısır Hidivliği’nde Süveyş Kanalı açıldı ki bu kanal Dünya Ticaret yollarını 300 yıl sonra Osmanlı-Mısır yararına değiştirecek nitelikteydi. Ancak Midhat Paşa'nın Osmanlı'dan bağımsız borçlanma yetkisi verilmemesi yönündeki itirazları göz ardı edilerek Hidivlikle yönetilen Mısır'ın özerklik haklarının genişletilmesi, özellikle Hidiv İsmail Paşa'ya verilen bağımsız borçlanma yetkisi bu eyaletin 1882'de Sudan ile birlikte kesin olarak kaybına yol açan Mısır'ın borç sorununun ortaya çıkmasına başlangıç teşkil etti. Zira Mısır Hidivi bu kanalı yabancı uluslararası konsorsiyuma üstelik onlardan aldığı borçla yaptırmıştı, geç açılması yanında Abdülaziz'in mali yönden yaptığı hataların aynısını da kendi yaptı. Yine Abdülaziz'in hükümdarlığının son yılları ise 1875-76 yılındaki Hersek İsyanı ile 1867'de başlayan ve 1876'da iyice yayılan Bulgar İsyanları ile mücadele ederek geçti. İktidarının son yıllarındaki mevcut bunalımlar, yaşanan mali siyasi sorunlar, veliaht V. Murad ve annesinin kendi aleyhine olan faaliyetleri yanında, veliaht sistemini değiştireceği yine saltanatı kendi oğullarına bırakacağı yolundaki söylentiler ve bunu destekler hareketleri de kendine karşı darbenin önünü açtı. Zira saltanatı kendi çocuklarına intikal ettirmek isteyen Sultan Abdülaziz bu hususta ağabeyi Sultan Abdülmecid'den daha ileri gitmiş, Mısır ziyareti dönüşünde Nisan 1863'te seyahatte yanında bulunan henüz altı yaşındaki Yûsuf İzzeddin'i kara kuvvetlerine, diğer oğlu Mahmud Celâleddin'i deniz kuvvetlerine kaydettirerek ileride yapmayı düşündüğü veraset değişikliği için muhtemel itirazlarını önlemeyi amaçladığı güçlerden biri olan askerî bürokrasiyi yanına çekmeye çalışmıştır.[6] Hatta 1867'deki yurtdışı gezisinde bu amaçla protokol kurallarına aykırı 5.Murat'tan önce şehzade Yusuf İzzeddin'in kabulüne uğraşılması, 1866'da Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın kendinden sonra oğlunun geçmesine yönelik Mısır'da veraset sistemi değişikliğine izin verilmesinin bu amaca halka yurtdışına babadan oğula verasetin eski sistemdeki gibi geçişine bunu benimsemeye hukuki zemin yaratmaya yönelik olduğu iddia edilmektedir. Hatta Eylül 1871'de sadrazamlığa getirilen Mahmud Nedim Paşa'da onun bu amacına destek vermiştir.[7][8] Ancak 1860ların sonundan 1876'ya kadar olan dönemde ne yazık ki yaptığı hataların etkisi ile halk desteği azalmıştı. Zira tahta geçtiğinde kendinin sade yaşantısı, tek hanımla yetineceği, sarayda kısıntılara gitme vaatleri epey beğeni toplamıştır, kendinin tahta çıktığında adeta ikinci bir Yavuz Sultan Selim olacağına inanılmaktaydı, ancak zaman içinde durum değişmiş ve özellikle Mısır gezisi sırasında oradaki eğlenceli gece hayatı ile kendini tanıştıran Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın ve 1867'de yurtdışı gezisinin de etkisinin olduğu iddia edilen lüks, müsrif harcamaları ve mali sorunlar, keyfi davranışları[9] veliaht V. Murad ve özellikle annesi Şevkefza Sultan'ın çevirdiği entrikalar ile, Genç Osmanlılar denen aydın kitlenin kendi aleyhine dönmesi ve ordudan gelen tepkilerle toplumun belli kesimlerindeki desteğini ne yazık ki kaybeden Abdülaziz'e karşı önce kendi ile arası bozulan Midhat Paşa dahil bir kısım devlet adamlarının olumsuz propagandası ile 10 Mayıs 1876'da softalar isyanı denen bir öğrenci isyanı çıktı. 10 Mayıs 1876 günü, Fatih, Süleymaniye ve Beyazıt Medreseleri öğrencilerinin çoğunluğunu teşkil ettiği, sayılan onbini aşkın bir topluluk, Padişahın en büyük oğlu İzzettin Efendi'nin yolunu keserek, kendinden babasına gidip Sadrazam Mahmut Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi'yi görevden uzaklaştırmasını istemesini söylemişler ve gösterilerde bulunmuşlardır. Özellikle Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'nın Rus yanlısı tutumu, çıkan Balkan isyanlarındaki pasif tutumu, bozuk kontrolden çıkan ekonomik durumla zaten büyük bir tepki yaratmaktaydı. İsyan sonrası çıkan karışıklıklar neticesinde 30 Mayıs 1876 Darbesi denen Orduda bazı subaylar ve Genç Osmanlılar hatta askeri öğrencilerin bile karıştığı planlı bir darbe ile kendi tahttan indirilmiştir.[10]'
Gözaltında bulundurulduğu Feriye Sarayı'nda 4 Haziran 1876 tarihinde bilekleri kesilmiş olarak ölü bulundu. Ölümü hep tartışma konusu olmuştur. Resmî tarih olarak intihar ettiği yazılsa da özellikle son yıllarda öldürüldüğüne bu işin darbe girişimin esas mimarı olan Hüseyin Avni Paşa tarafından planlandığına dair iddialar daha da artmıştır. Bahattin Öztuncay'ın hazırladığı ve Aygaz tarafından yayımlanan Hatıra-i Uhuvvet: Portre Fotoğraflarının Cazibesi 1846-1950 adlı kitapta ilk kez yayınlanan bir resimde Abdülaziz'in tahttan indirildikten sonra ve ölmeden önce çekilmiş son fotoğrafı yer almaktadır. Bu resimde saray hizmetçileri laubali bir şekilde padişaha dirsek dayamış, padişah ise eski bir üst baş ve etrafa öfkeyle bakan gözlerle görülmektedir.[11]
Kişiliği ve ilgi alanları:
Abdülaziz ilk başlarda Batılı yanı olmayan bir padişahtı. Tahta çıktıktan sonra saray bando ve orkestralarını kaldırtmış, yerine klasik Türk müziği saz takımını getirtmiş, tiyatro yerine orta oyununu seyretmiştir. 1867 yılında Avrupa seyahatinden döndükten sonra Batı'ya karşı fikirleri değişmiştir. Avrupa'nın gelişmişliği kendini cezbetmiş ve köşkler, saraylar yaptırtarak Batı'yı taklit etmeye çalışmış ve saray bando ve orkestralarını tekrar kurdurmuştur. Başlangıçta tasarruf tedbirleri almış ancak zamanla israfa meyletmiştir.[9]
Abdülaziz iyi bir bestekâr olup, lavta ve neyi çok iyi çalar, resim yapardı ve aynı zamanda hattattı. Dindar olup, her sabah Kur'an okurdu ve alafrangalığı dinsizlik sayardı.[9]
Ailesi:
Eşleri:
Dürrinev Kadınefendi: Başkadınefendi (15 Mart 1835-4 Aralık 1892)
Hayranıdil Kadınefendi: İkinci Kadınefendi (2 Kasım 1846-26 Kasım 1898)
Edâdil Kadınefendi: İkinci Kadınefendi (25 Temmuz 1845-12 Aralık 1875)
Neşerek Kadınefendi: Üçüncü Kadınefendi (1 Nisan 1848-11 Haziran 1876)
Gevheri Kadınefendi: Dördüncü Kadınefendi (8 Temmuz 1856-20 Eylül 1894)
Gözdeler:
Çeşmidil Hanımefendi: İlk Gözde
Yıldız: Gözde (24 Mart 1860-29 Eylül 1895)
Mihrişah
Erkek çocukları:
Yusuf İzzeddin Efendi (10 Ekim 1857 - 1 Şubat 1916)
Mahmud Celaleddin Efendi (16 Kasım 1862 - 1 Eylül 1888)
Mehmed Selim Efendi (28 Ekim 1866 - 21 Ekim 1867)
Abdülmecid Efendi (30 Mayıs 1868 - 23 Ağustos 1944)
Mehmed Şevket Efendi (5 Haziran 1872 - 22 Ekim 1899)
Mehmed Seyfeddin Efendi (21 Eylül 1874 - 19 Ekim 1927)
Kız çocukları:
Nazime Sultan (14 Şubat 1866 - 1947)
Esma Sultan (21 Mart 1873 - 7 Mayıs 1899)
Emine Sultan (24 Ağustos 1874 - 29 Ocak 1920)
Saliha Sultan (9 Ağustos 1862 - 1942)
Emine Sultan (30 Kasım 1866 - 23 Ocak 1867)
Fâtıma Sultan (1874 - 1875)
Münire Sultan (1877)
*Dolmabahçe Sarayı, İstanbul, Beşiktaş'ta, Kabataş'tan Beşiktaş'a uzanan Dolmabahçe Caddesi'yle İstanbul Boğazı arasında, 250.000 m²'lik bir alan üzerinde bulunan Osmanlı sarayı. Marmara Denizi'nden Boğaziçi'ne deniz yoluyla girişte sol kıyıda, Üsküdar ve Kuzguncuk'un karşısında yer alır. Sultan Abdülmecid tarafından inşa ettirilen sarayın yapımı 1843 yılında başlayıp 1856 yılında bitirilmiştir. Günümüzde müze olarak kullanılmaktadır.
Tarihi:
Dolmabahçe Sarayı'nın bugün bulunduğu alan, bundan dört yüzyıl öncesine kadar Osmanlı Kaptan-ı Derya'sının gemileri demirlediği, Boğaziçi'nin büyük bir koyu idi. Geleneksel denizcilik törenlerinin yapıldığı bu koy zamanla bir bataklık hâline geldi. 17. yüzyılda doldurulmaya başlanan koy,[3] padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye (hadayik-hassâ) dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre "Beşiktaş Sahil Sarayı" adıyla anıldı.
… ..
*Nakşidil Sultan (d. 1768 - ö. 28 Temmuz 1817[2] veya 22 Ağustos 1817[5]), Osmanlı padişahı II. Mahmud'un annesi, Valide Sultan ve I. Abdülhamid'in eşiydi.
Hayatı:
Fransız asıllı olduğu doğru değildir.[1][4] Milliyeti ve saray öncesi hayatına dair kesin bir bilgi bulunmamakla beraber Kafkas kökenli olabileceği söylenmektedir.[1][4] Nakşidil Valide Sultan 1783 yılında I. Abdülhamid'in eşi oldu. Osmanlı kaynaklarında padişah II. Mahmud'un öz annesi olarak bilinmekle birlikte, bazı batı kaynaklarında II. Mahmud'u evlat edinerek yetiştiren kadın olduğu öne sürülmüştür. II. Mahmud 1808 yılında tahta çıktığında Nakşidil Valide Sultan oldu. 28 Temmuz 1817 tarihinde öldü.[3] Cenazesi İstanbul Fatih Camii avlusundaki Nakşidil Sultan Türbesi'ne gömüldü.
Kökeni:
Nakşidil Sultan'ın kökeni ölümünden sonraki yıllarda batı ülkelerinde birçok söylentilere yol açmış, çok sayıda romana konu olmuştur. Bu söylentiler genel olarak Nakşidil Sultan'ın Fransız imparatoru Napolyon Bonapart'ın eşi Josephine'in kuzeni olduğu yolunda yoğunlaşmaktadır. Söylentilere göre Nakşidil Sultan Temmuz veya Ağustos 1768'de Marthe Aimée du Buc de Rivery[7] adıyla Fransa'nın bir kolonisi olan Martinik adasında zengin bir ailenin kızı olarak doğmuştu. Sonradan Napolyon Bonapart'ın eşi olacak olan Josephine, Aimée'nin kuzeniydi. Aimée, Fransa'ya eğitim için yollanmıştı. Bir gün Fransa'daki okulundan memleketine geri dönerken Mayorka açıklarında seyahat etmekte olduğu gemiye Cezayirli korsanlar saldırarak onu esir aldılar. Daha sonra Aimée, Cezayir'in beyi tarafından padişaha hediye olarak İstanbul'a gönderildi. Haremde Nakşidil adını aldı. Günümüzde Martinik adasını ziyaret eden turistlere, dünyanın iki büyük imparatorluğunun en yüksek düzeyine yükselmiş iki kuzen olan Josephine Bonapart ve Nakşidil Sultan'ın o adada doğmuş olduğu anlatılmaktadır ve bu söylenti ada için önemli bir ilgi alanı haline gelmiştir.
Christine Isom-Verhaaren'e[8] göre doğruluğu kanıtlanmamış olan bu söylentilerin yayılmasında Fransız ve Osmanlı Devletlerinin de payı vardır. Osmanlı padişahı Abdülaziz'in 1867 yılında Fransa'ya yaptığı seyahat sırasında III. Napolyon (Napolyon Bonapart'ın eşi Josephine'in torunu) Fransız basınına Abdülaziz Sultan'la akraba olduklarını söylemiştir. Ancak o dönemde Fransız ve Osmanlı İmparatorluklarının bir ittifak içinde oldukları düşünülürse bu söylentilerin siyasi amaçlı olması oldukça mümkündür.
Necdet Sakaoğlu'nun bildirdiğine göre, Nakşîdil Sultan hakkında Gürcü asıllı olduğu söylenir ancak harem öncesi hayatı ve milliyeti hakkında kesin bilgi yoktur.[4] Aimée du Buc de Rivéry'nin Nakşîdil Sultan olduğu iddiası ise bir yakıştırmadan ibaret olup, Aimée du Buc de Rivéry Martinik adasına dönerken yolda boğulmuştur.[9]
*Şapsığlar (Rusça: шапсуги; Şapsığca: адыгэ, шапсыгъ), Kuzey Kafkasya'nın yerli halklarından olan Batı Çerkeslerine mensup topluluklardan biridir. Tarihi Şapsığya bölgesinde yaşıyorlardı. Bugün çoğunluğu, Krasnodar Krayı Tuapse rayonu ve Soçi'nin Lazarevsk rayonunda ve Rusya'ya bağlı Adıgey Cumhuriyeti'nde yaşar. Dilleri olan Şapsığca 1945 yılına kadar yazı ve edebiyat dili olmuştur. Eskiden onlardan ayrı olan Hakuçlar günümüzde resmî olarak Şapsığlardan kabul edilmektedir.
Şapsığ Çerkeslerinden olan Ahlat Çerkeslerinin eskiden sekiz dokuz olan köy sayısı günümüzde bire (Adilcevaz'da) düşmüş olup çoğu Ahlat merkezde yaşamaktadır.[3]
Tarihsel topraklar:
Yerli Kafkas halklarından biri olan Şapsığlar, Kuzey Kafkasya'da Karadeniz kıyısındaki en büyük topluluklardan biridir ve Çerkeslerin en büyük topluluklarından biri idi. 1864 yılı öncesinde kuzeyde Kuban nehrinden güneyde Şahe nehrine kadar uzanan geniş bir alanda yaşarlardı. Kuzeyde Kuban Irmağı boylarında, şimdiki Krasnodar kentine değin uzanan yöreye Büyük Şapsığ, Karadeniz kıyısındaki kesime de Küçük Şapsığ denirdi. Günümüzde Şapsığ etnik kimliği taşıyan insanlar, Karadeniz kıyısında kuzeyde Cubga, güneyde de Şahe nehirleri arasında bulunan bölgede yaşarlar. 1922'de Şapsığ halk temsilcilerinin kararıyla Rusya Sovyet Cumhuriyeti'ne bağlı Şapsığ Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu.Cumhuriyetin nüfusu 50 bin idi ve 1864'te Türkiye'ye sürülmüş olan Çerkes-Şapsığların geri getirilmesini programına koymuştu.Cumhuriyet'in sınırları güneyde,Soçi'de dahil Abhazya'ya değin uzanan geniş bir alanı kapsıyordu. Ancak 1924'te Şapsığ Cumhuriyeti Moskova'dan onay alamadı, onun yerine toprakları daraltılmış bir Şapsığ Ulusal Rayonu oluşturuldu, rayon 1945'te kaldırıldı.Birçok Şapsığ ileri geleni cezalandırıldığı gibi, birçok Şapsığ da Sibirya'ya sürülerek telef edildi. Kafkas dağlarının kuzey eteklerinde Anthir, Abin, Afips, Bakan, Şips ve diğer akarsuların bulunduğu bölgeye ise Büyük Şapsığ denir. Büyük Şapsığ'dan arta kalmış olan dört köy (Afıpsıpe, Penehes, Haştuk ve Pseytuk) ile bir de Natuhay köyü Adıge Cumhuriyeti’nin Tahtamukay Rayonu’nda bulunuyor.Adıgey'deki Adıge olarak tanınıyor.Şapsığlar 1945-1999 yılları arasında etnik haklar tanınmamıştı.
Nüfus:
Bazı verilere göre 1926’da Rusya’da 4 binin üzerinde Şapsığ yaşıyordu. 2010 yılı nüfus sayımına göre dağınık biçimde, Soçi ve Tuapse yörelerinde yaşayan Şapsığların toplam nüfusu 3882’dir.Ancak Şapsığların büyük bölümü,örneğin Tuapse Şapsığları, 2002 yılı nüfus sayımı sırasında, Şapsığ etnik kimliği ile kayda geçirilmemiştir. Karadeniz kıyılarında 2002'de 8376 (Soçi- 4854, Tuapse- 3522) Şapsığ-Çerkes nüfusu (aslında hepsi Şapsığ) kayda geçirilmişti. Şapsığların kendi ifadelerine göre Karadeniz kıyısındaki (Soçi ve Tuapse rayonundaki) Şapsığ nüfusu 2 bin kadardır.
Dil:
Din:
Tarih:
Kültür:
Şapsığ sülaleler:
*Paris Antlaşması (1856) - Vikipedi
*Paris Antlaşması, Rusya ile Kırım Savaşı'nı kazanan Osmanlı İmparatorluğu, Birleşik Krallık ve Fransa arasında 30 Mart 1856 tarihinde imzalanmış bir barış antlaşmasıdır.[1]
Maddeler:
Sonuçlar:
Antlaşmanın Avrupa için önemi, Rusya tarafından bozulan uluslararası dengenin tekrar tesis edilmesidir.
Osmanlı İmparatorluğu açısından ise: Başlangıçta Rus tehlikesi bertaraf edildi; Osmanlı İmparatorluğu, devletler genel hak ve hukukundan faydalanma imkânı elde etti; Avrupa konseyine girme hakkını kazandı. Ancak, toprak bütünlüğü ve bekası Avrupa büyük devletlerinin kefilliği altına girdi. Karadeniz'de Rusya ile aynı muameleye tabi tutulması haksızlık olarak ortaya çıktı. Keza devletin tamamen bir iç meselesi olan Islahat Fermanı'na antlaşma metni içinde yer verilmesi, müteakip yıllarda iç işlerine müdahale zemini hazırladı.
Birleşik Krallık, Akdeniz ve Hindistan'a giden ticaret yollarını güvenceye aldı. Özellikle Rus Karadeniz donanmasının yok edilmesi, İngiltere'nin sömürgeleri ve Akdeniz ticareti için değerli bir garanti oldu.
Fransa da İngiltere gibi ekonomik çıkarlar elde etti. Doğu Akdeniz'e yönelik Rus tehlikesi bertaraf edildi ve Napolyon döneminde Fransa'ya karşı kurulmuş olan devletler cephesi parçalanmış oldu.
Piyemonte, İtalya Birliği konusunu Avrupa siyasetinin gündem konusu olmasını sağladı.
Rusya, kuvvetli bir devlet olduğunu kanıtladı. Osmanlı İmparatorluğu konusunu ileri bir döneme erteledi.
Paris Antlaşması ile yeniden kurulan uluslararası denge 1870'te Prusya'nın Fransa'yı mağlup etmesi ve Alman Milli Birliği'nin kurulmasına kadar devam etti. Bu tarihten itibaren Avrupa'da Alman üstünlüğü dönemi başladı.
*Islahat Fermanı veya Islâhat Hatt-ı Humâyûnu, Tanzimat'ın ilanından sonraki uygulamalarla ilgili olarak özellikle gayrimüslimlere yeni haklar tanıyan 18 Şubat 1856 tarihli hatt-ı hümâyun.
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde devletin yıkılmaktan kurtarılması amacıyla; siyasi kuruluşlar, kişi hakları ve yeni kurumların kurulması konularında yapılması tasarlanan köklü değişiklikler için Sultan Abdülmecid zamanında yayımlanan fermandır. Tanzimat Dönemi'nin önde gelen devlet adamlarından biri olan Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa tarafından büyük Avrupa devletlerinin arzuları doğrultusunda hazırlanarak yürürlüğe konmuştur.
İlan edilme sebebi, Tanzimat Fermanı ile benzerlik gösterir. Bu ferman da Avrupalı devletlerin desteğini almak ve Kırım Savaşı'nı sona erdirecek Paris Antlaşması'nda kazanımlar elde etmek amacıyla ilan edilmiştir.
İmparatorluk boyunca en önemli fermanlar: 3 Kasım 1839'da Tanzimat Fermanı, 18 Şubat 1856'da Islahat Fermanı ve 1860'ta da Sultan Abdülaziz fermanları olarak sıralanır. Bu fermanlarla, devletin çöküşünün toplumsal ve ekonomik nedenleri araştırılmadan, bazı Batı kuruluşlarını ve anlayışını devlete getirmekle devletin kurtarılabileceği sanılmış fakat bu fermanlarla toplumdaki kuruluş ve anlayış ikileme düşmüş, din merkezli dünya görüşü ve bu anlayışla kurulan kuruluşlarla birlikte Batı asıllı kuruluşlar arasındaki çatışmalar sonucunda toplumun içinde daha büyük sorunlar çıkmış, çöküşü önleyeceği düşünülen ıslahat fermanları, beklenen etkiyi gösterememiştir.
Bu dönemde Batı'nın ekonomik desteğine, vereceği borçlara gereksinim duyan Osmanlı Devleti, bunları ancak Batı devletlerine çeşitli imtiyazlar tanımak koşuluyla elde edebilmiştir. Bu imtiyazlar sayesinde Osmanlı topraklarına giren yabancı sermaye ve yatırım, sahip olduğu imkân ve güçle yerli sanayiyi büyük ölçüde öldürmüştür. Böylece Osmanlı Devleti yarı sömürge bir devlet hâline gelmiş, bütün ekonomisi ve zengin kaynakları Batılı devletlerin eline geçmiştir.
Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanının devamı olarak nitelendirilebilecek bir değişim olarak da kabul edilebilir. Zaten fermân Paris Antlaşması metni içerisinde yer almış; antlaşmanın imza aşamasında ise Batılı devletler tarafından Rusya'nın Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasının engellenmesi neticesinde yapılan baskı ile ilân edilmek durumunda kalmıştır.
1856 Islahat Fermanı, Osmanlı tebâası içerisinde gayrimüslimlere yönelik birtakım hakların verilmesini içermektedir. Avrupalı devletlerin Fransız İhtilali'nin yaymış olduğu milliyetçilik akımlarından etkilenerek Balkanlar'da isyanlar çıkarmakta olan gayrimüslim azınlıkları ülkeye bağlamayı amaçlamaktadır ve dolayısıyla amaçlanan hedeflerden biri de Avrupalı devletlerin bunları bahane ederek Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasını önlemektir.
Ferman, bir Osmanlı toplumu oluşturmayı amaçlar. Irk, dil, din vb. ayrımı yapmaksızın bir Osmanlı milleti oluşturmayı amaçlar ki 19. yüzyılda devletin kötü gidişâtını durdurmak amacıyla ortaya çıkan fikir akımlarından Osmanlıcılık kapsamındadır. Tanzimât Fermânı (Gülhane Hatt-ı Şerif-î, 3 Kasım 1839)'nın amacı azınlık isyanlarını önlemek, azınlıkları bahane ederek Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasını önlemek ve toprak bütünlüğünü korumaktır.
Ferman:
I. Meşrutiyet:
II. Meşrutiyet:
*Said Halim Paşa (Osmanlıca: سعيد حليم پاشا; 19 Şubat 1864, Kahire – 5 Aralık 1921, Roma),[1] 12 Haziran 1913 - 3 Şubat 1917 tarihleri arasında, fiili gücün İttihat ve Terakki ve özellikle de Talat Paşa - Enver Paşa - Cemal Paşa üçlüsü elinde olduğu bir dönemde sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Hayatı:
İlk yılları:
19 Şubat 1864 tarihinde Kahire'de doğdu. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın dört oğlundan biri olan Mehmet Abdülhalim Paşa'nın oğludur. Said Halim Paşa, ilk ve orta tahsilini Kahire'de özel olarak yaptı, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca öğrendi. Daha sonra İsviçre'de beş yıl siyasal bilgiler öğrenimi gördü.
Memurluğu ve siyasi kariyeri:
1888'de Mîr-i Mîran rütbesi ile ve Mecîdî nişanı ile Şûra-yı Devlet (Danıştay) âzâsı oldu. Kendisine, 1889'da II. ve 1892'de I. rütbe Osmânî ve 1899'da murassa Mecîdî nişanı, 1900'de de Rumeli Beylerbeyi pâyesi verildi. 1908'de ise bulunduğu Şûrâ-yı Devlet âzâlığından kadro dışı bırakıldı, ancak aynı dönemde Belediye genel seçimlerinde Yeniköy Belediye Dairesi Reisliği'ne tayin olundu. Daha sonra Cemiyet-i Umumiye-i Belediye İkinci Reisliği, 1908'de de Âyân Meclisi âzâlığı yaptı. 23 Ocak 1912-23 Temmuz 1912 tarihlerinde Şura-yı Devlet Reisliği de kendisine verildi.
1912'de Reislikten çekildi. Bu sırada İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Genel Sekreterliği'ne seçildi, Mahmut Şevket Paşa'nın sadrazamlığı sırasında 1913'te de ikinci defa Şûrâ-yı Devlet Reisliği'ne ve üç gün sonra Hariciye Nezareti'ne (Dışişleri Bakanlığı'na) atandı. Mahmut Şevket Paşa'nın 11 Haziran 1913'te öldürülmesinin ardından, önce vezirlik rütbesi verilerek Sadâret Kaymakamlığı'na, ertesi gün de (12 Haziran 1913) Sadrazamlık (Başbakanlık) makamına getirildi.
1913 Eylül'ünde, Bulgarlarla Edirne'nin Osmanlı Devleti'nde kalması ve Meriç nehri hudut olmak üzere sulh imzalanması hizmeti sebebi ile Padişah tarafından İmtiyaz Nişanı ile onurlandırıldı.Osmanlı Devleti 1914 yılında tarafsızlığının ihlal edilmesi nedeni ile I. Dünya Savaşı'na katıldı. Bu süreçte Almanya sefiri Baron Wangenheim ile Yeniköy'de Said Halim Paşa Yalısı'nda ittifak anlaşması imza edildi. 1915'te Hariciye Nazırlığı'ndan, 3 Şubat 1917'de Sadrazamlıktan çekildi (yerine Talat Paşa geçti).
Mondros mütarekesinin imzalanmasından sonra Ermeni kırımında rol oynadığı suçlaması ile 10 Mart 1919'da tutuklandı ve 28 Mayıs 1919'da önce Limni'ye ardından Malta'ya sürüldü. Ankara Hükûmeti'nin İngilizlerle yaptığı 23 Ekim 1921 tarihli anlaşma gereğince serbest kaldığı 29 Nisan 1921'de İtalya'nın başkenti Roma'ya yerleşti.[2]
Öldürülmesi:
6 Aralık 1921 akşamı araba ile otelinin kapısına geldiği sırada Arşavir Şıracıyan adlı bir Ermeni bir militanın silahlı saldırısına uğrayarak hayatını kaybetti.
Cinayet günü katil tarafından anlatılanlara göre Said Halim Paşa kahvaltıdan sonra dostu Azmi Bey ile Capitol’deki müzeleri ziyaret ettikten sonra Guglielmo Fiori’nin idaresindeki arabayla eve döndü. Eve döndüğünde saat 17.35'ti. Azmi Bey ödemeyi yaparken kısa boylu, tıknaz, koyu renk giyinmiş biri arabaya yöneldi ve Said Halim Paşayı alnından tek el ateş ederek vurdu. Kovalamaca sonrası katil kaçarken hastaneye kaldırılan eski paşanın vefat ettiği öğrenildi.[3]
Naaşı İstanbul'a getirildi, Yeniköy'deki yalısından alınarak 20 Ocak 1922 günü büyük bir törenle II. Mahmut Türbesi'nin bahçesine, babası Halim Paşa'nın yanına defnedildi.[2][4][5]
*
*
*
*Ahmed Şefik Midhat Paşa (18 Ekim 1822, İstanbul - 8 Mayıs 1884, Taif), Osmanlı devlet adamıdır. İki kez sadrazam, Tuna, Aydın ve Suriye Valisi olan Midhat Paşa, ilk Osmanlı anayasası olan Kânûn-ı Esâsî'yi hazırlayan kurulun başkanlığını yaptı.
Midhat Paşa, Padişah Abdülaziz (1861-1876) döneminde savunduğu reform politikalarıyla tanınmış ve iki kez sadrazamlık yapmıştır. Valilikteki başarılarını sadrazamlığında gösterememiştir. İlk sadrazamlığında açığı olan bütçeyi fazla vermiş gibi göstermesi, saray erkanı ile rüşvet ve yolsuzlukla mücadele kapsamında girdiği mücadele ve sürtüşmeler[1] görevden alınmasına sebep olmuştur. Öte yandan ilk sadaretinde Abdüllaziz'in arasının iyi olduğu Mısır hidivi İbrahim Paşa'ca iknası akabinde Mısır'a dış borçlanma yetkisi veren fermana karşı çıkmış ancak bunda başarılı olamamış, neticede Mısır İngiliz hâkimiyetine girmiştir.[1] 1876'da Abdülaziz'in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan askeri darbenin liderlerinden biri olmuş, aynı yıl padişah V. Murat'ın tahttan indirilerek II. Abdülhamid'in tahta geçirilmesi olayında da belirleyici rol oynamıştır. Abdülhamid döneminde 2. sadareti başlamıştır. Abdülhamid'in 23 Aralık 1876'da ilan ettiği Kanun-u Esasinin mimarlarından biridir. Balkanlarda Rusya’nın kışkırtmalarıyla çıkan ayaklanmalar ve Rusya’nın savaş tehditleri karşısında, padişahın karşı görüşü ve Lord Salisbury’nin uyarılarına rağmen[2] İngiltere’nin yardım edeceğine inanarak İmparatorluğu Rusya ile savaşa sürüklemiş ve bu savaş Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihindeki en büyük felaketlerden biri olan 93 Harbi olarak tarihe geçmiştir. Bu olaylardan kısa bir süre sonra Mithat Paşa Abdülhamid’in gözünden düşerek sürgüne gönderilmiş, 1881’de Abdülaziz’e suikast suçlamasıyla Yıldız Sarayı’nda kurulan Yıldız mahkemesi tarafından idama mahkûm edilmiştir.[3] Cezası Abdülhamid tarafından Taif’te hapis cezasına çevrilmiş ancak üç yıl sonra muhafızları tarafından öldürülmüştür. Cinayetin II. Abdülhamid’in emriyle işlendiğinden şüphelenildiyse de kesinlikle kanıtlanamamıştır.
Mithat Paşa Tanzimat reformlarını gerçekleştiren kuşağın önde gelen temsilcilerinden biridir. Ancak Tanzimat’ın asıl lider kadrosunu oluşturan Mustafa Reşit, Âli ve Keçecizade Fuat Paşalarca fazla radikal ve istikrarsız bulunarak dışlanmış ve nispeten geç yaşta ön plana çıkma olanağı bulabilmiştir. 1860’larda Tuna ve Bağdat vilayetlerindeki başarılı reform çalışmaları Mithat Paşa’nın kariyerinin zirve noktası olarak görülür. 1870’lerdeki iki kısa sadrazamlığı siyasi çatışmaların ve büyüyen mali krizin gölgesinde kalmıştır. 1876 krizinde Mithat Paşa’nın bir Cumhuriyet rejimi tasarladığı iddia edilmiştir. Bu iddia Abdülhamid yıllarında paşanın zevaline yol açmış, ancak 1908 ve 1923’ten sonraki yıllarda yeniden kazandığı itibarın temelini oluşturmuştur.
Dolmabahçe’de 1947’de inşa edilen BJK İnönü Stadyumu 1951’de Demokrat Parti hükûmetince Mithatpaşa Stadyumu olarak adlandırılmış, ancak 1973’te İnönü Stadyumu adı iade edilmiştir.
Hayatı:
Niş valiliği:
Tuna Vilayeti Nizamnâmesi:
Tuna valiliği:
1868 Bulgar İsyanı:
Şura-yı Devlet başkanlığı:
Bağdat valiliği:
İlk sadrazamlığı:
Adliye Nazırlığı:
1876 İhtilalleri ve Kânûn-ı Esâsî:
Düşüş ve Sürgün:
*Kayserili Ahmed Paşa - Vikipedi
*Kayserili Ahmed Paşa (1806, Kayseri - 1878, İstanbul), Türk denizci ve siyaset adamı.
10 yaşında babasıyla beraber İstanbul'a geldi ve 1825 yılında bahriye neferi olarak askerliğe başladı. Daha sonra çavuş oldu. Gösterdiği bazı başarılarla, önce mülâzımlığa, sonra da yüzbaşılığa terfi ettirilip, korvet kaptanlığına tayin edilerek Sisam ayaklanmasını bastırmakla görevlendirildi. Burada ve daha sonraları Trablusgarp ve Mısır'da gösterdiği başarılar sebebiyle miralay rütbesine terfi etti. 1840 yılında riyale (tuğamiral), 1845 yılında patrona (tümamiral), 1850 yılında kapudan (oramiral) oldu. Kırım Savaşı'na (1853-1856) Karadeniz Filosu komutanı olarak katıldı. 1855 yılında Sivastopol'un alınmasında önemli rol oynadığından vezirlik payesiyle taltif edilerek müşir rütbesine terfi ettirildi. Cezayir-i Bahr-i Sefid, İzmir, Sayda ve Yanya valiliklerinde bulunduktan sonra 1873 yılında Bahriye Nazırı oldu.
30 Mayıs 1876 tarihinde Sultan Abdülaziz'e yapılan darbeye Dolmabahçe Sarayı'nı donanmayla denizden ablukaya alarak katıldı. Çerkes Hasan Olayı'nda ağır yaralandı, V. Murad döneminde ikinci kez Bahriye Nazırı oldu ve unvanı haziran ayında Kaptan-ı Derya oldu. II. Abdülhamid tarafından Ocak 1877'de görevden alınarak Tuna valiliğiyle İstanbul'dan uzaklaştırıldı.
1877-1878 Türk-Rus Savaşı sırasında Rusçuk muhafızı olarak görev yaparken, yaşlılık ve hastalığı nedeniyle İstanbul'a dönmesine izin verildi. Gelişinden az sonra öldü ve Süleymaniye Camii kabristanına gömüldü.
… ..
*Hasan Hayrullah Efendi - Vikipedi
*Hasan Hayrullah Efendi (d. 1834, İstanbul - ö. 1898, Taif) Osmanlı Devleti'nde 1874-1877 yılları arasında iki kez şeyhülislamlık yapmıştır. Sultan Abdülaziz'i tahttan indiren hükûmet darbesini yapanların arasında yer almıştır.
Hasan Hayrullah Efendi 1834 yılında İstanbul'da doğdu. Hasan Hayrullah Efendi, 1853 yılında Sultan Abdülmecid'in ikinci imamı olarak intisab ettiği Osmanlı sarayında, 1861 yılında Sultan Abdülaziz''in birinci imamı olmuştur.
Sultan Abdülaziz, 1862'de Bursa'ya, 1863'te Mısır'a, 1867'de Avrupa Seyahati'nde padişah imamı olarak Hasan Hayrullah Efendi'yi yanında götürmüştür. Hayrullah Efendi, bu ziyaret kapsamında Paris'te Papa'nın Paris Sefirine makamında ziyarette bulunmuş, böylece tarihte ilk defa Müslüman bir ilim adamı, Hristiyan âleminin temsilcisini makamında ziyaret etmiştir. Sultan Abdülaziz, ilmi olarak yüksek seviyede olmamasına karşın Hayrullah Efendi'yi ilmiyenin en yüksek makamı addedilen Şeyhülislamlık makamına iki kez getirmiştir. İlki 42 gün, ikincisi bir yıl iki ay on dört gün süren Şeyhülislamlık dönemleri olmuştur.
11 Haziran 1874 tarihinde ilk olarak şeyhülislam oldu.[1] Görevde 40 gün kaldı. İkinci defa göreve getirilişi 12 Mayıs 1876 tarihinde oldu. Göreve gelişinden iki hafta sonra 30 Mayıs 1876 tarihinde Abdülaziz'in tahttan indirilişine fetva vererek, Midhat Paşa'nın liderliğini yaptığı 30 Mayıs 1876 Darbesi'nde yer aldı. Bundan 3 ay sonra da 31 Ağustos 1876 tarihinde V. Murat'ın tahttan indirilmesine fetva verdi. II. Abdülhamit döneminde 8 ay daha şeyhülislamlık görevini sürdürdü. Ancak II. Abdülhamit, 2 padişahı tahttan indirmiş bu şeyhülislamı kendisine tehdit olarak gördü ve 26 Temmuz 1877 tarihinde onu Hicaz'ın Taif kentine sürgüne gönderdi.
Hasan Hayrullah Efendi Taif'te sürgündeyken padişah Abdülaziz'i öldürmekle suçlanarak, 27-29 Haziran 1881 tarihleri arasında II. Abdülhamit'in emriyle sarayın bahçesinde kurulan Yıldız mahkemesinde gıyabında yargılandı. Aralarında Midhat Paşa'nın da bulunduğu diğer sanıklarla birlikte idama mahkûm edildi. Cezası diğer sanıklarla birlikte Taif'te sürgüne çevrildi. Böylece Hasan Hayrullah Efendi ömrünün geri kalan kısmını Taif'te geçirdi. 1898 yılında orada öldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder