3 Nisan 2019 Çarşamba

Çerkes Soykırımı*

-Çerkesler, 19. Yüzyıl ortaralarına kadar Karadeniz’in kuzeydoğu kıyılarında Kafkasya içlerine doğru yayılan Çerkesya topraklarında yaşayan bir halktı. Rusya İmparatorluğu için İran ve Osmanlı ile ilişkilerinde stratejik değerde olan bu topraklar, 19. Yüzyılda Rusya tarafından yapılan soykırımda bu halka mezar oldu. 18. Yüzyıl sonlarından itibaren gittikçe artan yoğunlukla devam eden Rus saldırıları nedeniyle 1864’e gelindiğinde kendi topraklarında istenmeyen halk olan Çerkeslerin yaklaşık dörtte üçü yok edilmişti. Kalanların büyük çoğunluğu ise Osmanlı topraklarına sürgün edildiler.
-Bu soykırımın üzerinden yaklaşık geçen 150 yıl boyunca belki de modern tarihin bu ilk soykırımı neredeyse tamamen unutuldu.1990’larda yazılan bir kitap ve birkaç makale dışında Çerkes soykırımı hiçbir zaman ne akademik ne de politik alanda kendisine yer bulabildi,  ta ki Uluslararası Olimpiyat Komitesi 2014 Kış Olimpiyatlarını Rusların Çerkeslere son yenilgilerini yaşatarak bir kutlama töreni yaptıkları Soçi’ye verene kadar.
-Walter Richmond, şimdiye kadar hiç kullanılmamış arşiv belgelerinden faydalanarak bu unutulmuş soykırımın ayrıntılı bir tarihi değerlendirmesini yapıyor ve yaklaşık beş nesildir diasporada devam eden var olma mücadelelerine ışık tutuyor. 2014 Soçi Kış Olimpiyatlarının nasıl olup da Çerkes aktivizminin ve Rusya Federasyonu’nun bir mücadele alanına dönüştüğünü de bu kitapta
okuyabilirsiniz.... ..
            20 Mayıs 2011 tarihinde Gürcistan Parlemetosu, 1860’larda Çerkeslerin Rusya İmparatorluk ordusu tarafından “önceden planlanmış” bir şekilde kitlesel olarak katledilmelerini soykırım olarak niteleyen bir kararı kabul etti. Söz konusu kararda ayrıca, hayatta kalan fakat anavatanlarından sürülenlerin ve bunların torunlarının mülteci olarak kabul edilmesi gerektiği de belirtiliyordu. Bu hamle, Çerkes soykırımının yanı sıra Çerkeslerin kendilerinin de 1864’te ulusça yok edildikten sonraki on yıllar

Özgür Ruhların Efsanesi*

Özgür Ruhların Efsanesi*
 “Kafkas dağı bir gün tersine dönecek, o zaman tüm kartallar yuvasına dönecek,” diyenim ben. Özgür ruhlar efsanesi‘nin sonsuzlupğa ilk kanat çırpanayım ben. Yirmili yaşlarda geldiğim vatanımdan o günden sonra hiç ayrılmadım ben...
            Söylediğim sözü tutmuşum, sürülmüş vatanımda gökyüzünde kanat çırpan bir kartaldım artık; ismimi sonsuzluğa yazdırdım.
            Bir vatan bırakırken size geride, gençliğimizi bıraktık bir yanda, yaşanmamış aşklarımızı, doğmamış çocuklarımızı bıraktık geride, bayramda eli öpülmemiş ana- babamızı, sevdiklerimizle aynı masada edemediğimiz dost sohbetlerini, Apsuva Koşara oynayamadığımız düğünleri, yaşanmamış yaşlarımızı bıraktık geride... Biliyorum, nefes aldıkları sürece burunlarının direğini sızlatan bir özlem olduk sevdiklerimizde  ama bir gün olsun pişman olmadık bağımsız Abhazya uğruna  vazgeçtiklerimizden ...
            Kuzey Kafkasya halklarının kardeşliği o zaman da inanıyordum fakat şimdi daha fazla inanıyorum. Şu an buna çok daha fazla ihtiyacımız var. Devlet ve toplum olarak buna çok önem vermeli üzerinde diaspora olarak da çok çalışmalıyız. Abhazya savaşında Kafkasya’nın gözüpek yiğiytleriher zaman kolkola mücadele etti, bizlerde nefes aldığımız sürece Kafkas halklarının kardeşliğini savunacağız.
... ..
            “Havaalanında kendilerinin istihbarat teşkilatından olduğunu düşündüğümüz bir grup peşimize taklıdı. Aramızda şöyel bir konuşma geçti:

Ustam ve Ben*

- Tarihimizin en önemli ve çalkantılı dönemlerinden biri olan 16. Yüzyılda İstanbul... Hindisten’dan gelen beyaz bir fil ve onun sırlarla dolu bakıcısı: Çota ile Cihan. Filbaz aynı zamanda bir üstadın çırağı. Ustası ise Sinan.Bu toprakların yetiştirdiği en büyük mimar.
-Elir Şafak’ın muazzam hayal gücü ve zengin diliyle Osmanlı tarihinin derinliklerine doğru şaşırtıcı bir yolculuğa çıkıyoruz. Karşılıksız bir aşk, iktidar kavgalar, yobazlığın ortasında yeşeren sanat ve beklenmedik bir ihanet...
-Bir tarafta bilime ve öğrenmeye inananlar, bir tarafta gelişmeyi durduranlar...
-Ustam ve Ben, , tarihi kişiliklerin, camilerin,kütüphanelerin, türbelerin, köprülerin resmi geöçit yaptığı, rengârenk, canlı, sürprizlerle dolu bir dönem hikâyesi...
..... ..
-... .. Böyle derdi ustam Sinan, biz dört çırağına. Başını yana eğip gözlerimizin içine bakardı, ruhumuzu görmek istercesine . Biliyorum doğru değildi böyle düşünmem;  kendim ki ben, cahil bir oğlan, ama ne vakit ustam bu hikâyeyi anlatsa, diğer üçünden ziyade bana hitap ettiği hissine kapılırdım.Sanki bir şey vardı benden, en genç çırağından beklediği. Bakışları yüzümde oyalanırdı. Gözlerimi kaçırırdım onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkarak. Kim bilir, belkide anlamıştı huyumu. Daha başından biliyordu ne kadar azimli bir öğrenci olacağımı ama iş sevmeye gelince hep geride, hep geride acemi kalacağımı.
-Keşke geçmişe balıp diyebilsem ki, öğrenmeye sevdalandığım kadar sevmeyi de öğrendim şu hayatta. Ama yalan söylersem yarın bir gün cehennemde benim için de bir kazan kaynayabilir. Zira çok yaşlandım. Bir çınar ağacıyım burada, bir ayağım çukurda.
-Biz altı can idik: usta, dört çırak ve beyaz fil. Beraber yaptık her şeyi. Köprüler camiler, medreseler, kervansaraylar inşa ettik. O kadar uzun süre önceydi ki hafızam hatıraları eritip som bir sızıya çavirdi.