20 Mayıs 2020 Çarşamba

sahip olma ya da olmak *

….. Erich Fromm “sahip olmak” ile “olmak” ilkelerini ya da yönelişlerini, insan varoluşunun iki temel kategorisi olarak değerlendirir. Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye “sahip olmak” onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak anlamına gelir. Ama bu maddesel sahip oluşların sonu yoktur.  İnsan hiçbir zaman yeterince şeye sahip olamayacaktır. Çünkü maddesel olan, elle tutulan aldatıcı ve geçicidir. Bu nedenle “sahip olmak” tutkusundaki insanlar hep kendilerinden fazla şeye sahip olanları kıskanacak, az şeye sahip olanlardan ise korkacaklardır.
Olmak” ise “sahip olmak”ın karşıtıdır. Hiçbir şeyi elde etmeye, kendine mal etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz. “Olmak” her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı, yaşamı ve gelişimi içinde sevmek demektir. Böyle davranan bir insan, dışsal ve maddesel olana bağlanmaksızın kendini geliştirip evrimselleşmeye çalışır ve insanlık bilinci ile diğer insan kardeşlerini sevme, onlarla bir olma arzusu taşır. “Olmak” sözcüklerle anlatılamaz. O, ancak yaşanılan ve içte hissedilen bir özellik, bir süreç, bir canlılıktır. … ..
… .. Günümüz toplumları tamamen sahip olmak” ilkesine göre yaşamaktadır. İster kapitalist, ister sosyalist olsun tüm düzenle; mal, mülk, kazanç, daha çok kazanç tutkusu, açgözlülük, şöhret, iktidar gibi yanlış temeller üzerine kurulmuşlardır. Sistemlerin yaşayabilmesi için, insan ve onun değerleri, yerini makinelere ve ekonomik gelişimin bürokrasi çarkına bırakmıştır. … ..
Albert Scweitzer 1952’de Nobel Barış Ödülü’nü almak üzere Oslo’ya geldiğinde, bütün dünyaya şöyle seslenmişti: “Olayları oldukları gibi görmeye cesaret edelim. İnsan, insanüstüne çıkmıştır… Ama insanüstü güce erişmenin gerektirdiği insanüstü akılcılığı gösterememektedir.. Artık şu gerçeği itiraf etmenin zamanı gelmiştir sanırım: Üstün insan, gücünün artmasıyla birlikte, gerçekte zavallı ve acınacak insan haline gelmiştir…. Uzun süredir anlamamız gereken bu gerçeği, şimdi lütfen kabul edelim. Üstün insan olmakla, gerçekte, insan dışı bir varlık olduk.
            Çalışma yaşamının güç ve zorlayıcı koşulları kadar, hiçbir şey yapmamak da insanı bunaltır ve sıkar. Yaşamın dayanılır olması için, bu iki karşıt özelliğin kombine edilmesi ve birbirleriyle dengelenmeleri gerekmektedir. Bu iki

4 Mayıs 2020 Pazartesi

Amok Koşucusu *

... .. Karanlığın içindeki ses duraksadı. “Size bir şey sormak istiyorum... Hatta bir şey anlatmak isitiyorum... Karşıma çıkan ilk kişiye  bunları anlatmamın ne kadar tuhaf olduğunu biliyorum ama ... ben... Çok kötü bir ruhsal durumdayım... Muhakkak biriyle konuşmam  gerektiğini hissediyorum... Aksi halde mahvolurum... Size bunları neden anlattığımı anlayacaksınız... Bana yardım edemeyeceğinizi biliyorum... Ama bu suskunluk beni hasta etti.... ve hasta biri sağlıklı olan için her zaman gülünç durumdadır. ...”
“Yardım etme görevini sunmak... Denemek zorunda olmak... Siz de... demek ki yardıma hazır olduğunuzu söylemenin bir görev olduğunu söylüyorsunuz.”
Söylediğini üç defa tekrarladı. Bu kadar donuk tekrarlamasından ürkmüştüm. Bu adan kafayı sıyırmış olabilir miydi? Sorhoş muydu? Tüm tahminlerim sanki dudağımdan çıkıvermiş gibi adam bambaşka bir ses tonuyla, “Şimdi benim deli ya da sarhoş olduğumu düşünüyorsunuzdur. Hayır değilim, henüz değilim. Yalnızca sarf ettiğiniz o kelime bana tuhaf bir şekilde dokundu... O kadar dokundu ki ıstırabımın nedeni tam da buydu... Görev... İnsanın görevi...”
... ..
Almanya’da tıp okumuştum. Hatta iyi bir doktordum.Leipzig Kliniği’nde bir işim vardı, yeni bir iğneyi ilk kez ben kullandığım için eski tıp dergilerinin birinde kıyamet kopmuştu. ... .. Baskıcı ve yaramaz kadınlar beni her zman avuçlarında hissedebilme özelliğine sahiplerdi ama bu kadın beni avucunda kemiklerimi kıracak derecede eziyordu. Ne dediyse yaptım –neden söylemeyeyim ki, ne deolsa aradan sekiz yıl geçti- ve onun için hastanenin kasasından para çaldım. Ortaya çıktığında da kıyamet koptu. Üstü örtüldü ama bu kariyerimin sonuydu. O dönemlerde  Hollanda hükümetinin doktorları kolonilere gönderdiğini ve onlara avans verdiğini duymuştum. Avans verdiklerini duyduğumda hemen bunun temiz bir iş olduğunu düşünmüştüm. ... .. gençken ölüm ya da sıtmanın her zaman seni es geçerek öbürünü yakalayacağını düşünürsün. Çok fazla seçeneğim yoktu ve Rotterdam’a gittim, on yıllık sözleşme imzaladım. Elime kalın bir deste para verdiler.. ... ..
... ..
Amok’un ne olduğunu biliyor musunuz?

kağnı-ses *

… .. Dünyada hiçbir aşkın ebedi, hatta uzun ömürlü olmadığı muhakkaktır. Bunun aksini düşünenler başkalarını veya kendilerini aldatmaya çalışan divanelerdir.

Dünyada en tahammül  edilemeyecek şey de artık âşık olmadığımız birisiyle beraber yaşamak mecburiyetidir. Şu halde âşık olduğumuz birisisiyle hayatımızı birleştirmek , en hafif tabiriyle düşüncesizliktir.

Eğer ben bu kızla buna rağmen hayatımı birleştirmek istiyorsam, bu sebepsiz değildi. Ben bu kızı gördüğüm zaman ona malik olmak, onu öpmek arzuları duymuş değilim. Yalnız bir beraberlik, hiç bitmeyecek bir beraberlik istiyordum, başka bir şey değil. Ve çok samimi olarak daha evvel de söylediğim gibi kendisine karşı olan hissiyatımda biraz da, hatta  birçok da kardeşlik vardı. Bir içgüdü bizim birbirimize herkesten daha yakın olduğumuzu bana fısıldıyordu. Bilmediğimiz bir kuvvet her ikimizin içine müşterek bir şey koymuştu. Bunun ne olduğunu bilemiyorduk, fakat cinsi arzuların üstünde bir şey olduğu şüphesizdi.

Biliyordum ki, bu herkesinkine benzeyen aşk az bir zaman sonra yok olunca arkasında bir boşluk değil, bizi asıl birbirimize bağlayan bu ebedi anlaşmayı bırakacaktır. Biliyordum ki, biz birbirimizi bu aşk geçtikten sonra nihayetsiz bir sükûn içinde ve hiç yorulmadan daha çok seveceğiz.

Hatta bazen çok olumsuz düşünür, dünyevi ve adi birtakım sebeplerin (çok kere hayatımızda asıl istikameti veren bu hiç ehemmiyet vermediğimiz adi ver küçük şeylerdir) bizi birleştirmekten men edebileceğini düşünürdüm. Hayatın hiç mantığı olmayan cereyanı bizi başka başka istikametlere sürükleyebilirdi ve biz, bu kadar birbirimize yaklaştığımız halde, tekrar ve her zaman için ayrılabilirdik. Fakat bu bizim hayatımızdaki iştirak noktasını yok edemezdi. Mademki bir kere birbirimizi görmüştük, ne vaziyette ve nerede olursak olalım, artık unutamazdık. Artık bundan sonraki hayatımız, tekrar birbirimizi bulmak için sessiz, fakat ebedi bir didinme olurdu. Biri diğerine yaşayabilmesi için elzem olan iki mahluktuk biz, bunu istesek de, istemesek de …

gülnihal *

Bu oyunun asıl adı Raz-ı Dil’dir (Gönül Sırrı) ama bu ad, sansür tarafından Gülnihal’e çevrilmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da belirtiği gibi , oyunda söz konusu edilen “sancak”, Rumeli’dedir. Oyunun konusu, Osmanlı tarihinde, özellikle XVII: yüzyılla XIX. Yüzyılın başında sık sık geçen yerel zorbalık ve isyan olaylarından alınmışa benzer.

Rumeli şehirlerinden birinde sancak bayi olan Kaplan Paşa, birçok kişinin canına kıyarak zorba bir yönetim kurmuş, ilişkisini koparmıştır. Karşısında, engel olarak yalnızca akrabası Muhtar Bey vardır. Kaplan Paşa, Muhtar Bey’in sevgilisi İsmet’le evlenmek ister. Böylece hem siyasal iktidarını sağlayacak hem de sevdiğine kavuşacaktır. Kaplan Paşa ile Muhtar Bey hem siyasal iktidar, hem de gönül ilişkileri bakımından rakiptirler. Görüleceği gibi, oyunun çıkış noktasında temel iz olarak, çoşumluluğun (romantizm), “aynı kadını seven iki erkek” işlevi vardır. Oyunun temel olaylarını, bu iki erkeğin hem siyasal hem siyasal aşk konusundaki çekişmeleri oluşturur…. ..

Gülnihal’deyse Namık Kemal’in bu coşkusu durulmuş, daha akılcı bir yola girmiş gibi görünür. Muhtar Bey, yurtseverliği ve insansal zayıflıklarıyla, ayakları yere basan bir tiptir. İslam Bey’in “yurt için savaşmaya” doğuştan hazır olmasına karşılık Muhtar Bey, “Hepimiz, kendimize dokununca zulmün etkisini hissettik.” diyerek özeleştiride bile bulunur. Aynı söz, Zülfikar için de geçerlidir. O da zalim Kaplan Paşa’ya, kardeşini öldürdüğü için karşı çıkmaktadır. Bunu, yapıtın sonlarında öğreniriz. Her iki oyunun kadı kahramanlarının canlandırılışı arasında tam bir karşıtlık vardır. Vatan Yahut Silistre’nin kadın kahramanı Zekiye, tıpkı sevgilisi İslam Bey gibi, “Yurt için gözünü kırpmadan ölüme gidecek” bir tiptir. Erkek kılığına girerek, sevgilisinin peşinden kuşatma altındaki Silistre Kalesi’ne gitmekten, gönüllüler arasına katılmaktan çekinmez. Gülnihal’in kadın kahramanı İsmet’se, tam tersi bir tip olarak çizilmiştir.

sergüzeşt *

O devirde … .. Boğaziçi’nin, bir kıyısından diğer kıyısına geçmek yasaklanmıştı. Oysa o kıyılar, bazen cennetten bir görüntüye benzeyen Boğaziçi’ne hayalin damlası için çiçeklerden yapılmış dünyanın en yumuşak yastığıydı.

O zamanki hâlimi tasavvur için otuz beş yıl önce şöyle birkaç söz söylemiştim.

“İntizara kalmadı bak iktidar

Köşe-i uzlette oldum ihtiyar

İntizarım hep vatan ikbalidir,

Kaldı ki bir düşman eline tarumar

Bu vatanda gördüğüm her gün benim,

Ah ve efgan ile hâl-i ihtihzar

Karşı durdum lütfuna, tehdidine 

Merlikte işte ettim iştiha”

… ..  Celâl Bey, kardeşi Tesliye, kendisinin dadısı olan bu yaşlı Fransız hanım, Türkçe olarak: “Bakalım, kısmet… yavaş yavaş.” Gibi bir iki kelimeden başka bir şey bilmez; fakat misyonerlerin Protestanlığı yaymak için gösterdikleri kadar bir tutuculukla kendi milletinin dilini herkese öğretmek isterdi.

“Volter’in Hugo’nun Jan Jak Russo’nun dilini insanlık âlemi öğrenmek zorundadır derdi.” Türkçe’nin kendine

intibah *

Gel ey fasl-ı baharân mâye-i ârâm ı hâbımsın
Enîs-i hâtırım kâm-ı dil-i ıztırabımsın**

Bahar günleri, bu köhne dünyada, genç delikanlının neşeli, sabahı gibidir. Bahar erişip toprağın her tarafı tazelik kazanınca, “Yuhyi’l arza ba’de mevtiha”(1) sırrı açığa çıkar. O kuru kuru ağaçlar, mahşere rastlamış gibi, yeniden can bulmaya başlar. Bir hâlde ki; tazeliklerine ibret gözüyle bakarsanız, vücutlarına akan hayatı görebilirsiniz. En üstündeki büyümeye bakılsa, âlemin her parçasında bir ruh ortaya çıkıyor sanılır. Öyle ki, kırların her yanına canlanmış ruhsal zevkler ya da ruh bulmuş bedensel zevkler yayılmış dense, abartılmamış olur.
İlkbaharın en büyük güzelliği, bol olduğu için ve alışıldığı için çok hor gördüğümüz çimenlerdir. Dünyada renklerin en yumuşağı olan yeşilden tatlı renk mi olur? Bahar mevsimindeyse sanki yeryüzünün her köşesi yeşildir.
(Hatta kendini insan sanan ama aslına bakılırsa, bitkiden tek farkı, istediği zaman istediği yere kendi isteğiyle gidebilme gücünden ibaret olan birtakım beylerimiz de ötede beride rast geldikleri hanımlarla yeşillenmeye çalışırlar.)

Hele bir kez çimenler açıklı koyulu renkleriyle toprağı sarmaya, bir kez bahar yağmurları yönelerek çimenlik üzerine dalgalar, menevişler oluşturmaya, bir kez kırların ötesinde berisinde yığın yığın çiçekler açılmaya başladı mı! Bir kez deniz dalgalanmaya ve rüzgâr, aheste aheste eserek suyun üzerinde temiz bir alındaki çizgilere benzeyen kırşıklıklar oluşturmaya başladı mı, ufak dalgacıklarla su kabarcıkları, rüzgârın önüne düşerek bir yere toplanmış ve etrafa saçılmış yasemen döküntülerini anımsatmaya yüz tuttu mu; kırları neşesinden dalgalanmaya başlamış kırlara benzetir.
Güller görüldükçe, sanılır ki birçok yeni yetişmiş taze, güzel fidan yabancıların bakışlarından kaçarak ağaç gölgelerine, yaprak aralarına saklanmış, ara sıra rüzgârı uygun buldukça saklandıkları örtülerinden çıkarak birbirleriyle dudak dudağa gelirler. Rüzgâr, düşmanlığa başlayıp ters taraftan esmeye başlayınca, yine köşelerine çekilir ve birbirlerine özlemle, yeniden kavuşma isteğiyle hafifçe gülüşürler.