20 Aralık 2020 Pazar

son cüret *

 … .. 15 Mayıs 1919.

Perşembe’ydi.

Sabah saat tam 07.00

Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktasıydı… Yunanistan,

Truva Savaşı’ndan üç bin yıl sonra Anadolu topraklarına asker çıkardı.

Megali İdea…

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethedip, Bizans İmparatorluğu’na son verdiği günden beri hayalini kurdukları, “büyük fikir”di.

Efsaneye göre … Bizans imparatoru Konstantin ölmemiş,

Mermerleşmişti, bir melek tarafından Türklerin adım atamayacağı bir mağaraya götürülmüştü, orada uykuya dalmıştı, bir gün, bir başka melek gelecek, imparatora kılıcını getirecek, onu uyandıracak ve imparator Konstantin de Konstantinoplis’i geri alacaktı.

 Yunan kilisesi tarafından kuşaktan kuşağa aktarılan

Papazlar tarafından Yunan halkının beynine çivi gibi

saplanan “büyük fikir” işte buydu!

Incognito *

… .. Beynin işi, özünde bilgi toplayıp davranışları uygun biçimde yönlendirmektir. Karar verme sürecinde bilincin devreye girip girmemesi durumu değiştirmez çoğunlukla da girmez zaten. İster büyümüş gözbebeklerinden söz ediyor olalım, ister kıskançlıktan, cinsler arasındaki çekimden, yağlı yiyeceklere düşkün olmaktan ya da geçen haftaki müthiş fikrinizden, beynin işleyişi içindeki en küçük rol, bilince ait olanıdır. Beyinlerimiz çoğunlukla otomatik pilot üzerinde çalışır; bilinçli zihin, altında işleyip duran dev ve esrarengiz fabrikaya erişimi ise son derece kısıtlıdır.

Bunun kanıtlarından biri, kırmızı bir Toyota’nın garajdan geri geri çıkıp bulunduğumuz yola doğru ilerlemekte olduğunu fark ettiğiniz anda, ayağınızı frene doğru çoktan hamle yapmış olmasıdır. Odanın diğer köşesinde  dinlemediğinizi sandığınız bir konuşma sırasında isminizin telaffuz edildiğini duymanız, nedenini bilmeden birinci çekici bulmanız, sinir sisteminin vereceği karar konusunda  size bir “önsezi” sunması da yine hep aynı olguya verilebilecek örneklerdir.

Beynin karmaşık bir sistem olması, yine de onun kavranamaz olduğu anlamına gelmez. Nöral devrelerimiz, türümüzün evrimsel tarihi içinde atalarımızın karşılaştığı sorunları çözmek üzere doğal seçilim tarafından biçimlendirilmiştir. Dalağınız ve ve gözleriniz nasıl evrimsel baskıların etkisiyle biçimlenmişse, beyniniz için de geçerlidir aynı şey. Ve bilinciniz için de. Bilinç, avantaj sağladığı için gelişmiştir ama sağladığı avantaj sınırlıdır.

… .. Beynin işi, özünde bilgi toplayıp davranışları uygun biçimde yönlendirmektir. Karar verme sürecinde bilincin devreye girip girmemesi durumu değiştirmez çoğunlukla da girmez zaten. İster büyümüş gözbebeklerinden söz ediyor olalım, ister kıskançlıktan, cinsler arasındaki çekimden, yağlı yiyeceklere düşkün olmaktan ya da geçen haftaki müthiş fikrinizden, beynin işleyişi içindeki en küçük rol, bilince ait olanıdır. Beyinlerimiz çoğunlukla otomatik pilot üzerinde çalışır; bilinçli zihin, altında işleyip

18 Aralık 2020 Cuma

Geleceği Değiştiren Dokuz Algoritma*

Bilgisayarlarımızı her gün kullanarak şaşılacak işler yaparız. Dünyanın en büyük saman yığınından, milyarlarca sayfalık çevrimiçi içerikten, işimize yarayan iğneleri bulup çıkarırız. Çevrimiçi alışveriş yapar, sosyal medyada paylaşımda bulunur ya da alışveriş yaparız. Peki, bilgisayarlarımız bütün bu görevleri nasıl böyle kolaylıkla yerine getirebiliyor? Geleceği Değiştiren Dokuz Algoritma bu soruyu ve yapay zekâdan Google Page Rank’a, veri sıkıştırma algoritmalarından hata düzeltme algoritmalarına kadar dünyamızı değiştiren  dokuz temel bilgisayar algoritmasının ardındaki incelikleri çarpıcı örneklerle ve herkesin anlayabileceği bir dille açıklayan, başucu niteliğinde bir kitap... .. 

1.Bilgisayarların Her Gün Kullandığı Olağanüstü Fikirler Nelerdir?

   … .. Kitabı okuduktan sonra çok daha büyük beceriye sahip bir bilgisayar kullanıcısı olmayacaksınız. Ancak elinizin altındaki bütün bilgi işlem cihazlarında her gün sürekli kullandığınız işlemlerin ardındaki fikirlerin güzelliği konusunda daha derin bir anlayışa ulaşacaksınız.

2.Arama Motoru İndeksleme:

   Dünyanın En Büyük Samanlığında İğne Aramak

3.Page Rank: Google’ı Yaratan Teknoloji

4.Açık anahtarlı Şifreleme Kartpostalla Sır İletme

5.Hata Düzeltme Kodları:

   Kendi Kendini Düzelten  Hatalar

6.Biçim Tanıma: Deneyerek Öğrenme

11 Aralık 2020 Cuma

Balkan Savaşı Günlüğü*

Osmanlı Devleti’nin,1912 yılında tarihinin en ağır askeri hezimetini yaşadığı ve İstanbul hariç Balkanlar’daki  neredeyse bütün topraklarını kaybettiği 1. Balkan Savaşı, Türk tarihinin en ağır travmalarından biridir. Öyle ki bu savaşın neticesinde Balkanlar’da bugün bile hesaplanamayan Müslüman Türk ya katledildi ya da yüzyıllardır yaşadıkları yurtlarından oldu. Bu savaşa subay olarak katılan Ömer Seyfettin; savaş meydanı izlenimlerini, yaşanan çaresizlikleri, Osmanlı ordusunun her kademesinde gözlenen bozgunu ve daha pek çok sıkıntıyı günlüklerine dikkatli bir şekilde kaydetmiştir. Ömer Seyfettin’in daha önce Hayat dergisinde yayımlanan bu günlükleri, son nefesini vermemek için direnen bir devletin ve çaresizlik içinde hayatta kalmaya çalışan bir milletin tüyleri ürperten panoramasını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

… ..23 Ekim 1912.

Dün buraya gelmiş ve portatif çadırlarımızı kurmuştuk. Top ve tüfek sesleri işittik. Gece hareket emri verildi. Şimdi yola düzüldük. Yine nereye gideceğimizi bilmiyoruz.

Garibi şu ki kurmay subaylar da bu muammayı bilmiyor. Yolda bizi görünce şaşırdılar.

***

Bugün çatışmaya girdik. Daha düşmanı örmeden dört kişi yaralandı. Üçü öldü.

6 Aralık 2020 Pazar

birbirimizi sevebilmek*

... .. Seviyorsanız saf, saf sayılıyorsunuz. Mutluysanız, önemsiz ve basit diyorlar size. Açık elli ve özverili iseniz, size kuşkuyla bakıyorlar. Bağışlayıcı bir tipseniz, zayıf deniliyor sizin için. Baş kaldırma güveniyorsanız, aptal diyorlar size. Bütün bu iyi özelliklere tümüyle sahip olmak istediğinizde, insanlar hemen sizin sahte olduğunuza inanıyorlar. Bu bilir bilmez davranışlar birbirini sevmeyen ve birbirinden kopuk insanları, kafalarındaki karışıklığı ve mutsuzlukları itiraf edemeyecek denli kültürlü ve bunlara karşı bir şey yapmaya cesaret etmeyecek denli egolarının tutsağı olan kişiler. Bu tür davranışlar, insanlar arasındaki ilişkileri sürekli olarak koparıyor ve temel insani değerlerin yok olmasına neden oluşturuyor. Geçmiş yıllarda yayınlanmış pek çok bilimsel yapıt insanlar arasındaki ilişkilerin önemini kanıtlıyor; insanlar arasındaki içtenliğin iyi ve üretken bir yaşam için gerekli olduğunu gösteriyor; sevgi dolu bir dokunuşun ya da yürekten bir gülüşün insanı iyileştirdiğini belirtiyor ve olumlu  ilişkilerin insana fiziksel, psikolojik ve akılsal yönden iyilik getirdiğini vurguluyorlar.

… .. Birbirimizle ilişki kurma yolunda giderek artan yetersizliğimiz korkutucu boyutlara varıyor. Yakın bir gelecekte iki ebeveynli aileler istisna sayılacaklar. Evlilik, uzun süren dostluklar ve bunlara benzer kavramlar her gün daha çok modası geçmiş fikirler olarak kabul ediliyor. … ..Bireysellik, bağımsızlık ve kişisel özgürlük; hoşlanma, sevgi ve işbirliğinden daha çok değerli sayılıyor. … ..

… . Bu bilgiler olmaksızın bizler nefret, korku ve yalnızlık içinde birlikte yaşayan ve umursamazlıkla sürekli birbirini inciten insanlar haline geliriz. Ne mutlu bize ki, şimdi de bu konda seçimi yapabilmek bizim elimizde.

… .. İlişkilerim bana yenilgiyi olgun karşılama, buna üzülmeme ve korkuyu yenme dersleri verdiler. Ruhumun özgürlüğünü kazanmasına ve bende sevgiden korkma olayının kökünden kazınmasına neden oldular. İyi ve kötü ilişkiler şimdi de benim temel teşvik kaynağımı oluşturuyor; topluma açık, meraklı, öğrenme heveslisi

28 Kasım 2020 Cumartesi

fıkra bu ya... ..

Kabil'de kitap satan bir kız sevgilisinin geldiğini gördü. Bu sırada babası da yanında duruyordu.

Kız sevgilisine;- Alman yazar Yorg Daniel'in "Baban evde mi?" kitabını almaya geldin galiba? dedi.

 Arkadaşı;- Hayır, dedi. Ben İngiliz yazar Tomas Munis'in "Seni nerde görebilirim?" kitabını almaya gelmiştim.

 Kız;- O kitap yok ama ABD'li yazar, Patrice Olfer in "Elma ağaçlarının altında" kitabını önerebilirim.

 Arkadaşı;- Çok güzel! Belçika'lı yazar Jean Barner'in "5 dakika sonra ararım" kitabını yarın getirebilir misin?

Kız;- Memnuniyetle. Ayrıca Fransız yazar Mishel Daniel'in "Asla yanlız

8 Kasım 2020 Pazar

Vanya Dayı*

Emekliye ayrılmış Profesör Srenryakov, yeni eşi Yelena’yla birlikte; önceki eşinden olan kızı Sonya, Sonya’nın dayısı Vanya ve eski kayınvalidesi Maria’nın yaşadığı çiftliğe taşınmasıyla olaylar başlar. Çehov’un kendine özgü mizah anlayışıyla aktardığı Vanya Dayı oyunu bir yandan da aile ilişkileri üzerinden sistem eleştirisi yapar.

… ..Yelena: Ormanlara ne kadar düşkün olduğunuzu hep duyardım. İnsanın ormanları koruması elbette çok faydalı bir şey; ancak bu iş sizi esas mesleğinizden alıkoymuyor mu? Sonuçta siz doktorsunuz.

Astrov. Esas mesleğimin ne olduğunu yalnızca Tanrı bilir.

Yelena: Peki bu işi ilginç buluyor musunuz?

Astrov: Evet, hem de çok.

Voynistki: (Alay ederek) Ah, hem de çok!

Yelena: Hala çok gençsiniz, diyeceğim o ki otuz altı, ebn fazla otuz yedi yaşındasınız. Ormanlarla söylediğiniz kadar ilgilenmediğinizden şüpheleniyorum. Ağaç, ağaç; başka hiçbir şey yok. Bunu sıkıcı bulacağınızı düşünüyorum.

Sonya: Hayır, aslında bu oldukça ilginç bir iş. Doktor Astrov yaşlı ormanları korur veher yıl yeni ağaçlar diker; hatta bu konuda bir diploma ve bronz madalya kazandı. Eğer söylediklerini dinleyecek olursanız görüşlerine tamamen katılacaksınız. Ormanların dünyanın süsleri olduğunu, insanlığa güzelliği öğrettiğini ve içimizi yüce duygularla doldurduğunu söylüyor. Ormanlar sert iklimin yumuşak olduğu ülkelerde doğayla savaşa daha az güç harcanır; insanlarsa daha kibar ve narin olurlar. Bu tür ülkelerin vatandaşları daha güzel, daha uysal ve daha duyarlıdırlar; hareketleri ve konuşmaları daha zariftir. Felsefeleri neşelidir, sanay ve bilim gelişmiştir, kadınlara soylu

            Kadının psikolojik doğasında, korunma, sevilme ihtiyacı vardır. Aynı zamanda etrafında kendisini seven, kendisini ait hissedebileceği, kendisini koruyabilen, güçlü bir erkeğin varlığına gereksinim duyar. Batı, ne yazık ki kadını erkek gibi olmaya iterken, kadının cinsel kimliğine zarar verdiğini fark edemedi. Kadının özgürleşmesi istendi. İdeal kadın tipinde yüksek idealler taşıyan hem çok başarılı bir iş kadını hem de entelektüel düzeyi yüksek biri olması hedeflendi.

 Bu gaye gerçekleşirken kadının duygusal ihtiyaçları ikinci plana itildi. Kadın özgürleşirken mutluluğu yakalayamadı. Çünkü toplumdaki sosyolojik gelişim içinde, psikolojik değişim sosyolojik değişime uyum sağlayamadı. Kadının da erkeğin de ruh dünyası, bu hızlı gelişen sosyolojik değişime uyum gösteremediğinden çelişki yaşandı ve bir ara form meydana geldi. Oysa insanın psikolojik doğası, kadının kadı, erkeğin erkek kimliğine uygun bir şekilde yaşaması gerektiğini söyler. İhtiyaç varsa tabii ki kadın çalışır; ama annelik rolü zayıflatılmamalıydı.

Bu gaye gerçekleşirken kadının duygusal ihtiyaçları ikinci plana itildi. Kadın özgürleşirken mutluluğu yakalayamadı. Çünkü toplumdaki sosyolojik gelişim içinde, psikolojik değişim sosyolojik değişime uyum sağlayamadı. Kadının da erkeğin de ruh dünyası, bu hızlı gelişen sosyolojik değişime uyum gösteremediğinden çelişki yaşandı ve bir ara form meydana geldi. Oysa insanın psikolojik doğası, kadının kadı, erkeğin erkek kimliğine uygun bir şekilde yaşaması gerektiğini söyler. İhtiyaç varsa tabii ki kadın çalışır; ama annelik rolü zayıflatılmamalıydı. .. ..

Eşler arası iletişim

Sözlü iletişimin üç şekli vardır. Sağlıklı iletişim… çatışmalı iletişim .. .. iletişimsizlik. En kötü olanı iletişimsizliktir. Çünkü iletişimsizlik, sorunları uzatmak, biriktirmek ve ileriye atmak demektir.

1 Kasım 2020 Pazar

Camdaki Kız *

… .. hayatın kendine göre bir adaleti var. İlahi adalet… Bunu hayatın içinde yaşarken, oradan oraya koştururken göremiyoruz. Adaleti hemen, o anda görmek istiyoruz, ama hayat bizim kadar aceleci değil. O, neyi, ne zaman yapacağını çok daha iyi biliyor.

Ödül de ceza da duygularımız aracılığıyla geliyor bize. Zaten insanoğlu hayatı duyguları üzerinden yaşıyor. Sevinç de mutluluk da, acı da, hüzün de, aşk da hep bu duygular aracılığıyla ulaşıyor bize. Her ne kadar tüm kararlarımızı düşüne taşına, aklımızı kullanarak aldığımızı sansak da, bu kararları bile çoğu zaman duygularımız aldırıyor bize.

Aslında bizim kaderimiz biz daha dünyaya gelmeden  yazılmaya başlıyor. Bizi kucağına almaya hazırlanan ya da hazırlanmayan, bizi dört gözle bekleyen ya da beklemeyen evlerde açıyoruz gözlerimizi. O evde büyüyor, şekilleniyor ve bize doğru diye tanıtılan şeylere inanıyoruz. Sonradan bir türlü değiştiremediğimiz, kadrimize yön veren katı çocukluk inançlarımız, yine o evlerde kazınıyor zihinlerimize. Duygularımız ise doğduğumuz evlerde şekilleniyor, güçleniyor ve yaralanıyor.

Ah bu yaralar… Kaderimizi de o evlerde aldığımız bu yaralar yazmıyor mu?

… .. Bir bebek istenmediği, sevilmediği, değer verilmediği, güvenebileceği bir sahibinin olmadığı bir dünyaya gözlerini açarsa, sonradan bu dünyaya güvenmesi, huzurla, keyifle, mutlu mesut yaşaması zordur. O zavallı çocuğun bu işte hiç suçu yoksa da hayat daha ilk günden ona açılan güzel yolların önünü keser. O çocuklar da sonradan ortaya çıkan duygusal açlıklarını bazen gerekli gereksiz alışverişler yaparak, bazen durmadan yiyerek, bazen de madde kullanarak doyurmaya çalışırlar.

… .. Mutluluk bir karardır sevgili dostlarım. Eğer bir insan mutsuzsa, onu bu dünyada hiçbir şeyle mutlu edemeyiz. … .. ama ona zamanında mutlu olmayı kimse öğretemediyse, ruhu her zaman bir şeylere isyan ediyorsa,

23 Ekim 2020 Cuma

Yıl 1925. Büyük Atatürk, genç Cumhuriyet’in  yurttaşlarına ve dış ülkelere şu tarihi mesajı veriyordu: Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler ve meczuplar memleketi olamaz…”

Yıl 2002. Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor… Geçtiğimiz yüzyılın başında, İngiliz işbirlikçisi Derviş Vahdeti, Sait Molla, Dürizade Abdullah, İskilipli Atıf gibi mürtecilerin tasfiyesi üzerine Cumhuriyet kurulmuştu. Bugün, küreselleştiği iddia olunan dünyada, gerçek anlamda küreselleşen Türkiye vatandaşı mürteciler, İngiltere’nin yanı sıra, ABD, Almanya Libya, Suudi Arabistan gibi ülkelerden yönetilmeye, yönlendirilmeye devam ediyorlar. Yalnız bir farkla ki ABD’den gelen kimi müritler, Türkiye’de milletvekili seçilip “türban krizi” yarattıktan sonra tekrar ana vatanlarına geri dönerken, kimi dervişler de, milletvekili olmadıkları halde, Türk Hükümeti’ne dışarıdan bakan olarak girebiliyor, yabancı taleplerinin takipçiliğini yapabiliyor. Ve bu araştırma konusu olan, yasadışı hocaefendi sanını (!) kullanmayı yeğleyen kimi şeyhler de, sanki gizli bir mübadele protokolü varmış gibi, kendi ülkesinden yeni vatan ABD’ye rahatlıkla hicret edebiliyor…

    Yeni binyılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin ve meczuplarının amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil. Şeriat, iktidarı, parayı, her türlü geçirmenin sadece simgesel , klişeleşmiş adı. Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor. Tam bağımsız bir devleti ve kazanımlarını ortadan kaldırarak, düyunu umumiye döneminde  olduğu gibi, ülkeyi uluslararası finans merkezlerinin denetimine sokmak da, geriye gitmek anlamında mürtecilik olarak değerlendiriliyor. Aynı şekilde, koşulsuz AB teslimiyetçiliğini savunarak, devlet egemenliğini kayıtsız şartsız ulusa değil, Brüksel’e bağlamaya çalışanlar da, Hürriyet  ve İtilaf Fırkası’nın uzantıları olarak bu anlamda mürteciliği temsil ediyor. Anavatan kavramını Türkiye sınırlarından çıkarıp, AB sınırlarına mal edenlerin milliyetçi-muhafazakârlığı ile, IMF, Dünya Bankası ve AB çıkarlarının sözcülüğünü yapanların yeni solculuğu, tıpkı Fethullah Gülen’in ve müritlerinin din ve vatan anlayışı ile birebir örtüşüyor…

… .. Karşı tarafta ise, ülkeyi etnik ve mezhepsel esasa dayalı olarak bölmeye, yeraltı-yerüstü ekonomik kaynaklarını

14 Ekim 2020 Çarşamba

Madalyonun İçi *

… .. Bir ruh doktorunun hem kendisini hem de hastalarını hem de onlara nasıl yaklaştığını teşhir etmesi, binlerce kişinin gözleri önüne sermesi o kadar kolay bir iş değil. Kitap okunurken daha iyi anlaşılacağı gibi, bizim işimiz, enfeksiyonu olan bir hastaya antibiyotik vermeye benzemiyor. Çok daha soyut bir iş yapıyoruz. Psikoterapi iki insan arasında kurulan sıcak ve yakın bir ilişki biçimidir. Terapist bir yandan hastasını ve onun sorunlarını tanımaya ve anlamaya çalışırken, bir yandan da onun yaşamına girmek, etkilemek ve etkilenmek durumundadır. Yani bu ikili bir süreçtir ve terapisti de en az hastası kadar etkiler ve zorlar. Terapistlerin , hastalarını önceden bilinen, sistematik, kesin hatları ve kuralları olan evrelerden geçirip baştan beri bilinen bir hedefe doğru yönlendirdikleri sanılabilir. Ancak bu sık görülen bir durum değildir. Aksine terapistler de sık sık yalpalar ve el yordamıyla, göz kararıyla, kendi bilgi ve deneyimlerine dayanarak bir yön ve çıkış bulmaya çalışırlar.

Görüldüğü gibi psikoterapi kesin hatları olmayan, içten, doğal, doğruları oldukça belirsiz, ancak yanlışları buna göre daha belirli ve objektif bir ilişki biçimidir… Bazen doktorun küçücük bir mimiği bile karşısındaki hastayı olumsuz etkileyebilir ya da o anki ruh haliyle hastayla ilişkisini bozabilir. Bu konuda her ruh doktorunun kendine has bir yöntemi vardır. Yani psikiyatri bilimi, uygulamada bir çeşit sanattır.

… ..Terapide öncelikle hastanın kendisiyle ilgili sorunlar ve yaşadığı olumsuzluklar karşısında kendi sorumluluğunu görmesi sağlanmalıdır. İnsan sorunlarının sebebini tamamen dışarıda arar ve bu konuda sorumluluk almak istemezse terapinin bir yararı olmaz. İnsanların çoğu, sorunlarının sebeplerini çevrede, yani yakın ilişki içinde oldukları insanlardaki aile ve iş çevresinde arar. Bu nedenle terapide doktoru en çok zorlayan konuların başında bu gelir. Her birimiz kendi yaşam biçimimizin sorumlusu ve yaratıcısı olmak zorundayız. Sonuç olarak terapi süreci, iç çatışmalara rehberlik edecek olan sorgulayıcı bir benlik bilincinin ve kaygının oluşturulmasını sağlamaya çalışır. Bir gün ölüp gideceğini ve her şeyin geçici olduğunu bilerek yaşayan ve hayatında sürekli bir anlam arayan biz insanlar bu anlamı, anlamlı şeyler yaparak bulabiliriz.

Her ne kadar psikiyatri bilimi de artık müspet ilimler grubuna dahil olmuş ve ruhsal hastalıkların pek çoğu ilaçlarla

13 Ekim 2020 Salı

Sarmal *


1950’li yıllardan itibaren önce ABD destekli sonra Suudi Arabistan sermayesinin katkılarıyla bir “siyasal İslam “organizasyonu kuruldu.

Bu örgüt/organizasyon gelişti, büyüdü, çeşitli kollarıyla ağ gibi ülkemizi sarmaladı. Kadrolar yetiştirdi, kurumlara sızdı, bürokrasiye yerleşti, parça parça devleti ele geçirdi ve en sonunda “tam iktidar oldu. Uzun yıllardır da Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetiyor.

Şimdi ise onların çocukları, tıpkı1950’li ve 60’lı yıllarda babalarının dedelerinin devraldığı gibi bu organizasyonu babalarından devralmaya hazırlanıyor. Birinci kuşak oluşturdu, ikinci kuşak büyüttü, üçüncü kuşak ise günümüz Rabıta’sını kurarak hanedanlaşmaya hazırlanıyor.

Kısacası MTTB’den TÜRGEV’e bu “Sarmal”, cumhuriyetimizi dönüştürüyor.  … ..

Emperyalizm, hem Türkiye’yi hem de Ortadoğu’yu şekillendirmeye çalışmakta ve bunu “din” olgusunu işleyerek yapmaktadır. Bunun için de en kullanışlı araç olan “Siyasal İslam”ı ve dinci siyasetçileri kullanıyorlar. Yıllardır…

Bugünü daha iyi anlamamız için geçmişi çok iyi bilmemiz gerekiyor. Çünkü bugünkü din, siyaset, ticaret ve vakıf dörtlüsü bir anda ortaya çıkmadı. Tarihsel bir süreci var. Bugünün kadroları geçmişin öğrencileriydi. Şimdi ise  bugünün kadroları yarının karanlık Türkiye’sini inşa ediyor. … ..

… ..

6-7 Eylül olayları… ..

2 Ekim 2020 Cuma

Türkiye ve Oniki Ada 1912-1947*

Ege Denizi’nin güneydoğusunda yer alan Oniki Ada, diğer adıyla Menteşe ada grubu hem uluslararası düzeyde, hem de Türkiye’nin dış politikasına yönelik iç siyasi değerlendirmelerde yüz yılı aşan  bir süredir pek çok tartışmanın odak noktasında yer almaktadır.

Oniki Ada, Savaşı sırasında, 1913’te İtalya tarafından işgal edildikten sonra, Türkiye ve Yunanistan arasında süren ve diğer büyük devletlerin de zaman zaman rol oynadığı uluslararası çekişmelerin konusu haline geldi. İç politikada ise Lozan zafer miydi hezimet mi tartışmaları ne zaman yeniden alevlense, Oniki Ada bu temcit pilavının hiç vazgeçilmeyen tuzu biberioldu.

… .. Türkiye, Balkanlar’da savaş haline geçtikten bir süre sonra, pek istekli olmasa da İtalya ile bir barış antlaşması imzaladı. İmparatorluk Libya’da iyi direnmiş, fakat çoğunlukla Balkanlar’daki durum nedeniyle Uşi Antlaşması’nı imzalamıştı. Tarihte 1. Lozan Antlaşması olarak da bilinen bu antlaşma ile Türkiye Libya’yı İtalyanlara bıraktı. Antlaşmanın 2. Maddesine göre, Osmanlı İmparatorluğu sivil bürokratlarını Libya’dan çektiğinde, İtalya da Oniki Ada’dan çekilecekti. Buna ek olarak, 16 Ekim’de Babıâli, adalarda din ve mezhep ayırımı yapmadan idari ve adli reformlar  uygulayacağına dair bir kararname ilan etti. İtalyanlar ise bunun karşılığında bu süre zarfında Güney Ege’de  Osmanlı donanmasının hareket kabiliyetine zarar verecek davranışlardan kaçınılacağı sözünü verdi.

Balkan Savaşları’nın patlak vermesi bölgedeki durumu iyice bulanıklaştırdı.. harbin birinci fazında Osmanlı kuvvetleri savaştıkları tüm cephelerde yenilgiye uğradı. Bu öylesine bir felaketti ki, Balkan devletlerinin orduları Edirne’yi işgal ettikten sonra neredeyse payitahtın sınırlarına ulaşmıştı. Ege’deki durum da karadakinden farksız değildi. 1911 yılında Averof zırhlısını alan Yunanistan, savaşan tüm devletlerden üstn bir donanmaya sahipti. Bu donanmanın Balkan Savaşı sırasındaki görevi Çanakkale Boğazı ve Batı Anadolu sahillerini abluka altına alıp Osmanlı donanmasının Trakya’ya denizden yapabileceği yardım ve ikmali engellemekti. Bunu başarmak içinse Yunanistan savaşın hemen başında Kuzeydoğu Ege adalarını tek tek

18 Ağustos 2020 Salı

günahın üç rengi*

 Hepimiz hayatın içinde bir şekilde yaralanıyoruz. Özellikle bizi dünyaya getiren yakınlarımızdan alıyoruz bu yaraları. Anne babalarımız genellikle bilmeden, bir yandan bilinç dışımızı özene bezene doldururken, bir yandan da kaderimizi çizdiklerini fark etmiyorlar. İnsanın karanlık ve kuytu delhizlerinde saklanan hayatın kirinin, pasının, tozunun yansıması herkeste aynı değildir.

Daha her birimiz küçücükken doldurulan bu delhizlerde başlıyor kaderimiz yazılmaya. Bu karanlık yumağın içindeki acımasızlığı, korkuyu, bencilliği, kıskançlığı, hırsı, öfkeyi, saldırganlık duygusunu ve doymak bilmeyen cinsel istekleri fark etmek, dayanabileceğimizin çok üzerinde bir rahatsızlık hissi verir bizlere. İşin en acıklı yanı ise, bu yumağın şekillenmesinde em büyük rolün, yine en yakınlarımızla olan ilişkilerimizden  kaynaklanıyor olmasıdır.

Hastalarımı dinlerken ne zaman, nerede ve kimler tarafından yaralandıklarını gördükçe her zaman içim sızlar. Yaralayanlar ise genellikle yaraları en derin olanlardır. Bu zincir eğer bir yerlerinden kırılmazsa kuşaklar boyu sürüp gider. Çocuk yetiştirirken  bunları unutmayalım. Unutmayalım ki, çocuklarımızın kaderi güzel olsun.

… ..

Benim hastalarımın çoğu hanımdır. Eğer bir erkek kalkıp psikiyatriye geliyorsa, mutlaka çok önemli bir nedeni vardır. Kadınlar kadar kendilerine ilgi göstermez erkekler. Çok zorda kalmadıkça gelmezler. … ..

 … .. Çok ilginç şeyler anlatıyor Şevket Bey. Umduğumdan çok farklı, çok derin sorunlar bunlar. Yıllardır çok şey dinledim insanlardan. Hiçbiri, diğerine benzemedi. Ve yıllar sonra işte böyle, yine şaşkın, yine merakla dinliyorum hastalarımı. Ve diyorum ki içimden, “hayat hiç de göründüğü gibi düz ve basit değil.Bu senaryoyu yazan, bizden çok önde. … ..

10 Haziran 2020 Çarşamba

hayata dön*

… Acı katlana katlana bu kızın yüreğini doldurmuş. Yaşadığımız acılar, taşıyabileçeğimizin çok üzerine çıkınca işte böyle taş gibi olur insan. Beyin ilginç bir organdır. Bir insanın o anda acı hissedip hissetmeyeceğine o karar verir. Beyin tarafından izin verilmeyen hiçbir acı hissedilmez çünkü bir acı eşiği vardır. O eşiği aşan, yani  insanın tahammül edemeyeceği acıyı beyin bloke eder. Bir anne hatırlıyorum. Gencecik oğlunu bir hiç yüzünden kaybetmiş bir anne. Cenazeye pembe elbiselerle gelmişti. Herkes katıla katıla ağlarken, bir tek ağlamayan oydu. Bomboş, buz gibi donmuş gözlerle bakıyordu etrafına. Bazen ağlayabilmek bile lüks galiba. … ..
… ..Güç çok güçlü bir mıknatıstır ve güce tapanları kendine çeker… Bir kız bende gücü görüyor. Bu, aslında insanca bir refleks! İnsanlar gücün etrafında toplandıklarında kendilerini daha güvende hissederler. Yani üç bir çeşit alternatif Tanrı’dır. Her ne kadar Tanrı’ya şimdilik küsmüşse de, güçten vazgeçmiyor. Bu konuları uzun uzun konuşabilmeliyiz onunla ama buna ne ben hazırım, ne de o. … ..
… .. Yaşadıkların öyle hafife alınacak türden şeyler değil galiba ama Tanrı’ya kızma. Bunu sana o yapmadı. Bazen insanların başına da kötü şeyler gelebilir. Bazen güçlü olabilmek için önce zayıf olmak, acı çekmek gerekebilir. Belki bu yaşadıkların sayesinde çok güçlü, hayatta çok başarılı bir kız olacaksın.. … ..
Biz istesek de istemesek de acı bu dünyada hep var… ve var olmaya devam edecek… Bunu ne siz durdurabilirsiniz, nede ben… İşte buradayım… ve size teslim ettim kendimi … Üstelik hiç anlatamam sandığım bazı şeyler anlattım size… Belki bir gün devamını da anlatırım… Ama siz de bırakıp gitmeyin beni… Korkuyorum.
… ..
Bu kızda İD yani arzu ve isteklerin yer aldığı alt-benlik hiç doyurulmamış. SÜPEREGO yani yasak ve kuralların içinde bulunduğu üst-benlik ise ilkel ve vahşi. Bu ikisinin ortasında kalan EGO  yani benlik ise her şeye rağmen yıkılmamış. İşte bu çok iyi! Ona yardım etmeli, bu karanlık kuyudan çıkması için elimi daha da derinlere uzatmaktan çekinmemeliyim.
… ..İnanç ve şüphe gece ile gündüz gibidir, birbirlerinden ayrılmazlar.
… ..Her insan okunacak bir kitap gibidir ama bu kızın kitabı hep kapalı. .. ..

20 Mayıs 2020 Çarşamba

sahip olma ya da olmak *

….. Erich Fromm “sahip olmak” ile “olmak” ilkelerini ya da yönelişlerini, insan varoluşunun iki temel kategorisi olarak değerlendirir. Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye “sahip olmak” onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak anlamına gelir. Ama bu maddesel sahip oluşların sonu yoktur.  İnsan hiçbir zaman yeterince şeye sahip olamayacaktır. Çünkü maddesel olan, elle tutulan aldatıcı ve geçicidir. Bu nedenle “sahip olmak” tutkusundaki insanlar hep kendilerinden fazla şeye sahip olanları kıskanacak, az şeye sahip olanlardan ise korkacaklardır.
Olmak” ise “sahip olmak”ın karşıtıdır. Hiçbir şeyi elde etmeye, kendine mal etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz. “Olmak” her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı, yaşamı ve gelişimi içinde sevmek demektir. Böyle davranan bir insan, dışsal ve maddesel olana bağlanmaksızın kendini geliştirip evrimselleşmeye çalışır ve insanlık bilinci ile diğer insan kardeşlerini sevme, onlarla bir olma arzusu taşır. “Olmak” sözcüklerle anlatılamaz. O, ancak yaşanılan ve içte hissedilen bir özellik, bir süreç, bir canlılıktır. … ..
… .. Günümüz toplumları tamamen sahip olmak” ilkesine göre yaşamaktadır. İster kapitalist, ister sosyalist olsun tüm düzenle; mal, mülk, kazanç, daha çok kazanç tutkusu, açgözlülük, şöhret, iktidar gibi yanlış temeller üzerine kurulmuşlardır. Sistemlerin yaşayabilmesi için, insan ve onun değerleri, yerini makinelere ve ekonomik gelişimin bürokrasi çarkına bırakmıştır. … ..
Albert Scweitzer 1952’de Nobel Barış Ödülü’nü almak üzere Oslo’ya geldiğinde, bütün dünyaya şöyle seslenmişti: “Olayları oldukları gibi görmeye cesaret edelim. İnsan, insanüstüne çıkmıştır… Ama insanüstü güce erişmenin gerektirdiği insanüstü akılcılığı gösterememektedir.. Artık şu gerçeği itiraf etmenin zamanı gelmiştir sanırım: Üstün insan, gücünün artmasıyla birlikte, gerçekte zavallı ve acınacak insan haline gelmiştir…. Uzun süredir anlamamız gereken bu gerçeği, şimdi lütfen kabul edelim. Üstün insan olmakla, gerçekte, insan dışı bir varlık olduk.
            Çalışma yaşamının güç ve zorlayıcı koşulları kadar, hiçbir şey yapmamak da insanı bunaltır ve sıkar. Yaşamın dayanılır olması için, bu iki karşıt özelliğin kombine edilmesi ve birbirleriyle dengelenmeleri gerekmektedir. Bu iki

4 Mayıs 2020 Pazartesi

Amok Koşucusu *

... .. Karanlığın içindeki ses duraksadı. “Size bir şey sormak istiyorum... Hatta bir şey anlatmak isitiyorum... Karşıma çıkan ilk kişiye  bunları anlatmamın ne kadar tuhaf olduğunu biliyorum ama ... ben... Çok kötü bir ruhsal durumdayım... Muhakkak biriyle konuşmam  gerektiğini hissediyorum... Aksi halde mahvolurum... Size bunları neden anlattığımı anlayacaksınız... Bana yardım edemeyeceğinizi biliyorum... Ama bu suskunluk beni hasta etti.... ve hasta biri sağlıklı olan için her zaman gülünç durumdadır. ...”
“Yardım etme görevini sunmak... Denemek zorunda olmak... Siz de... demek ki yardıma hazır olduğunuzu söylemenin bir görev olduğunu söylüyorsunuz.”
Söylediğini üç defa tekrarladı. Bu kadar donuk tekrarlamasından ürkmüştüm. Bu adan kafayı sıyırmış olabilir miydi? Sorhoş muydu? Tüm tahminlerim sanki dudağımdan çıkıvermiş gibi adam bambaşka bir ses tonuyla, “Şimdi benim deli ya da sarhoş olduğumu düşünüyorsunuzdur. Hayır değilim, henüz değilim. Yalnızca sarf ettiğiniz o kelime bana tuhaf bir şekilde dokundu... O kadar dokundu ki ıstırabımın nedeni tam da buydu... Görev... İnsanın görevi...”
... ..
Almanya’da tıp okumuştum. Hatta iyi bir doktordum.Leipzig Kliniği’nde bir işim vardı, yeni bir iğneyi ilk kez ben kullandığım için eski tıp dergilerinin birinde kıyamet kopmuştu. ... .. Baskıcı ve yaramaz kadınlar beni her zman avuçlarında hissedebilme özelliğine sahiplerdi ama bu kadın beni avucunda kemiklerimi kıracak derecede eziyordu. Ne dediyse yaptım –neden söylemeyeyim ki, ne deolsa aradan sekiz yıl geçti- ve onun için hastanenin kasasından para çaldım. Ortaya çıktığında da kıyamet koptu. Üstü örtüldü ama bu kariyerimin sonuydu. O dönemlerde  Hollanda hükümetinin doktorları kolonilere gönderdiğini ve onlara avans verdiğini duymuştum. Avans verdiklerini duyduğumda hemen bunun temiz bir iş olduğunu düşünmüştüm. ... .. gençken ölüm ya da sıtmanın her zaman seni es geçerek öbürünü yakalayacağını düşünürsün. Çok fazla seçeneğim yoktu ve Rotterdam’a gittim, on yıllık sözleşme imzaladım. Elime kalın bir deste para verdiler.. ... ..
... ..
Amok’un ne olduğunu biliyor musunuz?

kağnı-ses *

… .. Dünyada hiçbir aşkın ebedi, hatta uzun ömürlü olmadığı muhakkaktır. Bunun aksini düşünenler başkalarını veya kendilerini aldatmaya çalışan divanelerdir.

Dünyada en tahammül  edilemeyecek şey de artık âşık olmadığımız birisiyle beraber yaşamak mecburiyetidir. Şu halde âşık olduğumuz birisisiyle hayatımızı birleştirmek , en hafif tabiriyle düşüncesizliktir.

Eğer ben bu kızla buna rağmen hayatımı birleştirmek istiyorsam, bu sebepsiz değildi. Ben bu kızı gördüğüm zaman ona malik olmak, onu öpmek arzuları duymuş değilim. Yalnız bir beraberlik, hiç bitmeyecek bir beraberlik istiyordum, başka bir şey değil. Ve çok samimi olarak daha evvel de söylediğim gibi kendisine karşı olan hissiyatımda biraz da, hatta  birçok da kardeşlik vardı. Bir içgüdü bizim birbirimize herkesten daha yakın olduğumuzu bana fısıldıyordu. Bilmediğimiz bir kuvvet her ikimizin içine müşterek bir şey koymuştu. Bunun ne olduğunu bilemiyorduk, fakat cinsi arzuların üstünde bir şey olduğu şüphesizdi.

Biliyordum ki, bu herkesinkine benzeyen aşk az bir zaman sonra yok olunca arkasında bir boşluk değil, bizi asıl birbirimize bağlayan bu ebedi anlaşmayı bırakacaktır. Biliyordum ki, biz birbirimizi bu aşk geçtikten sonra nihayetsiz bir sükûn içinde ve hiç yorulmadan daha çok seveceğiz.

Hatta bazen çok olumsuz düşünür, dünyevi ve adi birtakım sebeplerin (çok kere hayatımızda asıl istikameti veren bu hiç ehemmiyet vermediğimiz adi ver küçük şeylerdir) bizi birleştirmekten men edebileceğini düşünürdüm. Hayatın hiç mantığı olmayan cereyanı bizi başka başka istikametlere sürükleyebilirdi ve biz, bu kadar birbirimize yaklaştığımız halde, tekrar ve her zaman için ayrılabilirdik. Fakat bu bizim hayatımızdaki iştirak noktasını yok edemezdi. Mademki bir kere birbirimizi görmüştük, ne vaziyette ve nerede olursak olalım, artık unutamazdık. Artık bundan sonraki hayatımız, tekrar birbirimizi bulmak için sessiz, fakat ebedi bir didinme olurdu. Biri diğerine yaşayabilmesi için elzem olan iki mahluktuk biz, bunu istesek de, istemesek de …

gülnihal *

Bu oyunun asıl adı Raz-ı Dil’dir (Gönül Sırrı) ama bu ad, sansür tarafından Gülnihal’e çevrilmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da belirtiği gibi , oyunda söz konusu edilen “sancak”, Rumeli’dedir. Oyunun konusu, Osmanlı tarihinde, özellikle XVII: yüzyılla XIX. Yüzyılın başında sık sık geçen yerel zorbalık ve isyan olaylarından alınmışa benzer.

Rumeli şehirlerinden birinde sancak bayi olan Kaplan Paşa, birçok kişinin canına kıyarak zorba bir yönetim kurmuş, ilişkisini koparmıştır. Karşısında, engel olarak yalnızca akrabası Muhtar Bey vardır. Kaplan Paşa, Muhtar Bey’in sevgilisi İsmet’le evlenmek ister. Böylece hem siyasal iktidarını sağlayacak hem de sevdiğine kavuşacaktır. Kaplan Paşa ile Muhtar Bey hem siyasal iktidar, hem de gönül ilişkileri bakımından rakiptirler. Görüleceği gibi, oyunun çıkış noktasında temel iz olarak, çoşumluluğun (romantizm), “aynı kadını seven iki erkek” işlevi vardır. Oyunun temel olaylarını, bu iki erkeğin hem siyasal hem siyasal aşk konusundaki çekişmeleri oluşturur…. ..

Gülnihal’deyse Namık Kemal’in bu coşkusu durulmuş, daha akılcı bir yola girmiş gibi görünür. Muhtar Bey, yurtseverliği ve insansal zayıflıklarıyla, ayakları yere basan bir tiptir. İslam Bey’in “yurt için savaşmaya” doğuştan hazır olmasına karşılık Muhtar Bey, “Hepimiz, kendimize dokununca zulmün etkisini hissettik.” diyerek özeleştiride bile bulunur. Aynı söz, Zülfikar için de geçerlidir. O da zalim Kaplan Paşa’ya, kardeşini öldürdüğü için karşı çıkmaktadır. Bunu, yapıtın sonlarında öğreniriz. Her iki oyunun kadı kahramanlarının canlandırılışı arasında tam bir karşıtlık vardır. Vatan Yahut Silistre’nin kadın kahramanı Zekiye, tıpkı sevgilisi İslam Bey gibi, “Yurt için gözünü kırpmadan ölüme gidecek” bir tiptir. Erkek kılığına girerek, sevgilisinin peşinden kuşatma altındaki Silistre Kalesi’ne gitmekten, gönüllüler arasına katılmaktan çekinmez. Gülnihal’in kadın kahramanı İsmet’se, tam tersi bir tip olarak çizilmiştir.

sergüzeşt *

O devirde … .. Boğaziçi’nin, bir kıyısından diğer kıyısına geçmek yasaklanmıştı. Oysa o kıyılar, bazen cennetten bir görüntüye benzeyen Boğaziçi’ne hayalin damlası için çiçeklerden yapılmış dünyanın en yumuşak yastığıydı.

O zamanki hâlimi tasavvur için otuz beş yıl önce şöyle birkaç söz söylemiştim.

“İntizara kalmadı bak iktidar

Köşe-i uzlette oldum ihtiyar

İntizarım hep vatan ikbalidir,

Kaldı ki bir düşman eline tarumar

Bu vatanda gördüğüm her gün benim,

Ah ve efgan ile hâl-i ihtihzar

Karşı durdum lütfuna, tehdidine 

Merlikte işte ettim iştiha”

… ..  Celâl Bey, kardeşi Tesliye, kendisinin dadısı olan bu yaşlı Fransız hanım, Türkçe olarak: “Bakalım, kısmet… yavaş yavaş.” Gibi bir iki kelimeden başka bir şey bilmez; fakat misyonerlerin Protestanlığı yaymak için gösterdikleri kadar bir tutuculukla kendi milletinin dilini herkese öğretmek isterdi.

“Volter’in Hugo’nun Jan Jak Russo’nun dilini insanlık âlemi öğrenmek zorundadır derdi.” Türkçe’nin kendine

intibah *

Gel ey fasl-ı baharân mâye-i ârâm ı hâbımsın
Enîs-i hâtırım kâm-ı dil-i ıztırabımsın**

Bahar günleri, bu köhne dünyada, genç delikanlının neşeli, sabahı gibidir. Bahar erişip toprağın her tarafı tazelik kazanınca, “Yuhyi’l arza ba’de mevtiha”(1) sırrı açığa çıkar. O kuru kuru ağaçlar, mahşere rastlamış gibi, yeniden can bulmaya başlar. Bir hâlde ki; tazeliklerine ibret gözüyle bakarsanız, vücutlarına akan hayatı görebilirsiniz. En üstündeki büyümeye bakılsa, âlemin her parçasında bir ruh ortaya çıkıyor sanılır. Öyle ki, kırların her yanına canlanmış ruhsal zevkler ya da ruh bulmuş bedensel zevkler yayılmış dense, abartılmamış olur.
İlkbaharın en büyük güzelliği, bol olduğu için ve alışıldığı için çok hor gördüğümüz çimenlerdir. Dünyada renklerin en yumuşağı olan yeşilden tatlı renk mi olur? Bahar mevsimindeyse sanki yeryüzünün her köşesi yeşildir.
(Hatta kendini insan sanan ama aslına bakılırsa, bitkiden tek farkı, istediği zaman istediği yere kendi isteğiyle gidebilme gücünden ibaret olan birtakım beylerimiz de ötede beride rast geldikleri hanımlarla yeşillenmeye çalışırlar.)

Hele bir kez çimenler açıklı koyulu renkleriyle toprağı sarmaya, bir kez bahar yağmurları yönelerek çimenlik üzerine dalgalar, menevişler oluşturmaya, bir kez kırların ötesinde berisinde yığın yığın çiçekler açılmaya başladı mı! Bir kez deniz dalgalanmaya ve rüzgâr, aheste aheste eserek suyun üzerinde temiz bir alındaki çizgilere benzeyen kırşıklıklar oluşturmaya başladı mı, ufak dalgacıklarla su kabarcıkları, rüzgârın önüne düşerek bir yere toplanmış ve etrafa saçılmış yasemen döküntülerini anımsatmaya yüz tuttu mu; kırları neşesinden dalgalanmaya başlamış kırlara benzetir.
Güller görüldükçe, sanılır ki birçok yeni yetişmiş taze, güzel fidan yabancıların bakışlarından kaçarak ağaç gölgelerine, yaprak aralarına saklanmış, ara sıra rüzgârı uygun buldukça saklandıkları örtülerinden çıkarak birbirleriyle dudak dudağa gelirler. Rüzgâr, düşmanlığa başlayıp ters taraftan esmeye başlayınca, yine köşelerine çekilir ve birbirlerine özlemle, yeniden kavuşma isteğiyle hafifçe gülüşürler.

25 Nisan 2020 Cumartesi

Takkeli Fravunlar *

...Cemaatlere göre kim iktidar ya da başbakan olursa evliyalık makamı onundur. Cemaatlerin pek çoğu durakta yani muhalefette beklemez ve amblemi ne olursa olsun iktidar otobüsüne binerler.
... ..
İhlas Grubu yürü ya kulum dedi...
AKP döneminde silinen vergi borçları ve TOKİ’nin İhlas’a verdiği devas ihalelelr birbirini izledi...
İhlas Finans olayı tabiri yerindeyse Allah’ı ve dini kullanarak yapılan büyük bir dolandırıcılık ve hatta soygundur.
İnançlı insanların “faiz haramdır” diye kandırılıp mütevazı tasarruflarının elinden alındığı bir tezgâhın örgütlenme biçimidir.İhşas Finans Kurumu Türkiye’deki fazisiz bankacılık teşebbüsünün ilk örneğiydi ve DYP-SHP iktidarı döneminde kuruldu.... ..
Milyonlarca Dolar Nereye Gitti
Gelelim İhlas Finans Kurumu’nın seyri ya da serüvenine..
İhlas Finans tahmin edilenin ötesinde mebduat topladı ve faiz  her ay kâr payı adı altında mudilere ödenmeye başlandı.
Toplanan mevduat ise yatırıma, şuraya buraya değil borsaya yönlendirildi ki batış sonrası yapılan incelemede toplanan paraların çok çok az kısmının kredi talebinde bulunan sanayiye aktarıldığı, büyük kısmının ise İhlas’ın içinde kullanıldığı belgelendi.
Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun kesin rakamlarına göre İhlas Finans’ta hortumlanan paranın toplamı 750 milyon dolardır.
Bu kadar büyük para nereye savruldu sorusuna gelince ....
Bir kısmı yurt dışına gitti.
Mesela ABD’nin Florida eyaletindeki Mami’de çiftlik evler projesi için binlerce dönüm arazi alındığını Enver Ören’den duymuştum. Arazi alındı ama inşaat yapılamadı ve proje fiyaskoyla sonuçlandı. ... ..

Böl ve Yut*

… .. İngilizlerin “böl ve hükmet” (divide and rule) olarak özetlediği sömürge kuralını kitaba ad olarak seçmiştim. Ama Bertan Abi’nin (Onaran) önerisiyle Böl ve Yut olarak değiştirdim. Sınırlar arasında programının son yolculuk notlarını kapsayan bu Kitap’ta Ortadoğu’da İngiliz eliyle yaratılan İsrail devletini, Balkanlar’da, Kafkaslar ’da, Afrika ve Uzak Asya’da kopyalama çalışmalarından  örnekler sunulmaktadır. Batı emperyalizminin düşmanının çeşitli coğrafyalarda yer alan bir çok ülkede “Böl ve Yut” şablonunu nasıl uyguladığını anlatmaya çalıştım. Bu şablon ilk kez Ortadoğu’da İsrail devleti yaratılarak uygulandı.

Kitapta, bu 13 ülkede, benzer metotlar uygulanarak halkların nasıl birbirine kırdırıldığını, komşu devletlerin arasına nasıl kamalar sokulduğunu ve “amaca” ulaşmak için “değişmez bir yöntemin” işbirlikçiler vasıtasıyla nasıl sahnelendiğini okuyacaksınız.

Emperyalizmin baskısına başkaldıranları, boyun eğenlerle kıyaslayacaksınız. Gözyaşı ve kana bulanmış ülkelerde iç ve dış bedhahların marifetlerinden örnekler bulacaksınız… Ve her ülkede sahneye konulan oyunların şifresinin yüzyıllardır ne kadar benzer olduğuna bir kez daha şaşacaksınız…

Batı’nın “Böl ve Yut” oyunu aslında zayıf temeller üzerinde duruyor. Halkın örgütlü birliği Batı’nın oyununu bozuyor.

O yüzden bunca cefa, işkence, yalan ve kan!

Ama her şeye rağmen, tarih, sahnelenen oyunun uzun vadede işe yaramadığını birçok örnekle anlatıyor…. Durum, direnen halkların yeni destansı örneklerine şahit olacağımızı müjdeliyor…

Rusya, Çin ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bir araya geldiği Şanghang İşbirliği Örgütü toplantılarına artık İran, Hindistan, Pakistan da gözlemci olarak katılıyor. Bu ülkeler Afrika ve Güney Amerika’nın çeşitli devletleriyle

Almanların Büyük Tuzağı*

Türk Savunma Planı ve Değerlendirilmesi
İhtilaf Kuvvetleri’nin Karaya Çıkarma vr Türklerin Savunma Planı
25 Nisan 1915 Çıkarma Harekâtı’nda 5’nci Ordu Komutanı Sanders’in Tutumu
Çıkarma Harekâtı ve Kara Taarruzları
Limon Van Sanders’in Savunma Plânı’na karşı çıkan Türk Komutanların Görevden Alınması
Çanakkale Muharebeleri’nde İki Tarafın zayiat Durumu

Çanakkale Muharebeleri, Birinci Dünya Savaşı’nın ve savaş sonrası dönemin gelişmelerine damga vuran önemli bir cephe olmakla beraber, her iki tarafın verdiği aşırı insan kaybı açısından üzerinde durulması gereken dikkat çekici bir örnektir. İngiltere ve Fransa, Batı Cephesi başta olmak üzere tüm cephelerde  ihtiyaç duyduklar asker ve gemi ihtiyaçlarına rağmen, büyük bir donanmayı ve yaklaşık 500.000 askeri Gelibolu Yarımadası’nda tutmak zorunda kaldı.
İtilaf kuvvetlerinin Bpğaz’ı donanmayla geçme planı, 18 Mart 1915’te başarısız oldu ve donanma büyük bozguna uğradı. Yalnız donanmayla Boğaz’ın geçilemeyeceğini anlayan İtilaf Devletleri, 25 Nisan 1915’te Kara Harekâtı başlattılar; fakat hedeflerine ulaşamadan, büyük bir yenilgiyle 9 Ocak 1915’te geri çekildiler.
Türk savunması, başlagıçta kıyı hattını kuvvetli tutmak esasından hareketle, Türk komutanlatı tarafından hazırlanmıştı. Çanakkale Cephesi’nden sorumlu Ordu Komutanı Alman General Limon von Sanders, Türk komutanların hazırlamış olduğu Savunma Plnı’nı değiştirmiş ve savunmayı, kıyıları zayıf kuvvetlerle tutmak esasına dayandırarak, İtilâf kuvvetlerinin karaya çıkmasına fırsat sağlamıştır.Alman komutanların esas amacı, Almanya’yı Batı Cephesi’nde rahatlatmak için; İtilâf kuvetlerini mümkün olduğu kadar Çanakkle Cephesi’nde tutmaktı. Bu gerçeği anlayan Türk komutanların karşı çıkmalarına rağmen, Alman komutanların muharebelerdeki Harp Prensipleri’yle çelişen uygulamaları, hem savaş süresinin uzamasına hem de aşırı zayiat verilmesine neden olunmuştur.

İtilaf Devletleri , büyük umutlarla başladıkları Gelibolu Harekâtı sonunda, Seddülbahir Bölgesi’nde sadece beş,

Köstebek*


... ..Kafatası avcılarının resmi adı Yolculuk Bölümü’ydü. Bu bölüm soğuk savaşın ilk günlerinde, Bill Haydon’un önerisile Contro tarafından kurulmuştu. Suikastın, adam kaçırmanın ve şantajın olağan sayıldığı günledi bunlar. Bölümün ilk şefi de Bill Hayton tarafından seçilmişti. Aşağı yukarı on iki kişilk küçük bir birlikti bu, yabancı ülkelerde çalışan ajanlar için fazla kirli bve tehlikeli vur-kaç işlerini yürütmekti görevleri. İyi haber alma görevi sakin ve kademeli yürütülmelidir, derd, Control. Ama kafatası avcılarının çalışmaları Control’un öne sürdüğü bu kurlın istisnasıydı. Onların işlerinde ne sakin ne de kademeli bir yan vardı. Örgüt, Control’un kişiliğinden çok Haydon’un kişiliğini yansıtıyordu.Kafatası avcıları yalnız çalışırlar, bu yüzden de kalın, tepesi kırık cam ve dikenli tellerle çevrili bir duvar arkasında barınırlardı. … ..
…. .. Ivlov’un görevi bir Köstebek’e yardım etmekti. Köstebek en gizli ve en güç işlerin içine sızabilen ajana verilen addır. Ona böyle denmesinin nedeni de, emperyalizmin ulaşılması en güç ve en gizli deliklerine sokulabilmesidir. Buradaki söz konusu Köstebek İngiliz’di, Moskova’daki Merkez için köstebeklerin değeri büyüktü. Çünkü bunların yetiştirilmeleri ve yerlerine monte edilmeleri yaklaşık on beş, yirmi yılı alır. İngiliz köstebeklerinin çoğu savaştan önce Karla tarafından göreve alınmışlardı. Bunlar yüksek burjuva, aristoktrrat, hatta köklerinden tiksinen soyluların arasından seçilmişlerdi. … ..
… .. Bu belgelerde, Londra’da, maskeli ya da maskesiz iki ya da üç yüz kadar Rus gizli servis ajanının adları ve paravan işleri yazlıydı: Ticaret Ataşeliği, Tass Ajansı, Aeroflot, Moskova Radyosu, konsolosluk ve elçilik hizmetleri… Estehase’nin adamı tarafından yapılan soruşturmaların tarihleri, gözetleme sırasında keşfedilen ve izi sürülemeyen temaslar da belirtilmişti. Raporlar koca bir yıllık cildi ve aylık ekleri içeriyordu. … ..
… .. Stanley, pis bir iş için Lahey’deyken Batı’ya geçti. Mesleği suikastçıydı. Hollanda’ya da bir süreden beri Merkez’in sinirine dokunan bir Rus mültecisini öldürmek için  gönderilmişti. Ama adamı öldüreceğine teslim olmaya karar vermişti Stanley. “Bir kıza kapılmış salak, “dedi Connie nefretle. “Evet sevgili George, Hollandalılar ona bir baltuzağı hazırlamışlar, bizimki de gözleri kapalı içine düşüvermiş.”

Papaz Her Zaman Pilav Yemez*

“Nişanlım filân yok. Uydurdum ben. Mesele o değil.”
Yeniden hıçkırıklara boğuldu. “Oh Thomas, Thomas...”
            Bir andaThomas’ın başına buz dolu bir kova geçirilmiş gibi oldu..
            “Ne dedin?”
            “Nişanlım filen olmadığını söyledim.”
            “Hayır ondan bahsetmiyorum.” Bir kere yutkundu. “Bana Thomas dedin değil mi?”
“Evet.” Genç kadın yeniden hışkırıklara boğuldu. Göz yaşları iri damlalar halinde yanaklarına, boğazına ve güzel göğüslerine iniyordu.”Evet ‘Thomas’ dedim. Zavallı sevgilim. Gerçekadın Thomas Lieven değil mi?... Neden sana rastladım bilmem ki... Keşke hiç karşılaşmasaydık .... Şimdiye kadar kimseyi böyle sevmemiştim. Bir de sana bütün bu oyunları oynadım...”
“Ne oyunu?”
“Ben Amerikan Gizli Servisi hesabına çalışıyorum.” Diye zorlukla konuşabildi Helene.
Thomas sigarasının bittiğin, parmakları yanınca faretti ancak. Bir süre hiç konuşmadı. Sonra derinden iç çekti. “Tanrım... yeniden başlamasın bu saçmalıklar.” Helene tane tane konuşabiliyordu:
“Söylemek istediğim sana... Söylemem yasaktı zaten... İhtar ettiler, ama bu geceden sonra seni aldatmaya devam edemezdim... Çıldırırdım söylmezsem..”
“Sakin ol ve her şeyi baştan anlat.” Thomas yavaş yavaş kendine geliyordu. “Demek Amerikan ajanısın.”
“Evet.”
“Ya amcan?”
“O da şefim Albay Herric.”
“Montenac Şatosu?”
“Kiraladık orasını. Almanya’daki ajanlarımız büyük bir iş peşinde olduğunu bildirdiler. Sonra Zürih’e geldin. Gazetede ilanın çıkınca sana 100 bin frankı geçmemek şartıyla borç para vermemiz emredildi.”

18 Nisan 2020 Cumartesi

odessa

.. .. Konuğuna oturması için birkoltuğu gösterdi. Karşısındaki adam da Alman’dı. Eski bir SS subayı, şimdi Odessa’nın Bat Almanya içindeki örgütünün başıydı. Böyle üst kademedeki bir subay tarafından kişisel bir görüşme için Madrit’e çağrılmış olmaktan ötürü büyük bir şeref duyuyor ; bu buluşmanın otuz altı saat önce ölen Başkan Kennedy’nin ölümü ile bir ilişkisi olduğunu sanıyordu.  Yanılmamıştı.
General Gluecks yanındaki kahvaltı tepsisinden kendine bir fincan kahve doldurdu ve dikkatle büuük bir Corana yaktı.
“Avrupa’ya bu beklenmedik ve biraz de tehlikeli gelişimin nedenini belki tahmin etmişsinizdir” dedi. “Bu kırada gereğinden fazla kalmaktan hoşlanmadığım için hemen konuya gireceğim ve çok kısa konuşacağım.
Almanya’dan gelen küçükrütbeli, öne doğru eğilerek bekledi. Genetral devam etti:
“Bizim için çok iyi bir bahtlılık sonucu olarak, Kennedy artık ölmüş bulunuyor. Bu olaydan mümkün olan faydayı sağlamak için hiç bir şeyi ihmal etmemek gerek. Beni anlıyor musun?”
Genç adam istekle cevağp verdi:
“Prensip olarak elbette Generalim. Fakat hangi konuda?”
“Bonn’daki hainler ayak takımıyla Tel Aviv’deki domuzlar arasında söz konusu olan silâh pazarlığını amaçlıyorum. Bu silâh pazarlığını biliyorsun, değil mi? Şu sırada bile Almanya’dan İsrael’e hâlâ akmakta olan tankları, topları ve bütün öteki silahları?”
“Evet elbette.”
“Gelecek çatışmada tam bir zafere ulaşması için Mısır’ın davasna yardımcı olmak üzere örgütümüzün elinden gelen her şeyi yaptığını da biliyorsun?”
“Elbette. Oraya gönderilmek üzere birçok Alman bilim adamının toplanmasını örgütlendirmiş bulunuyoruz.”
General Gluecks başını salladı.
“O konuya daha sonra gireceğim. Benim sözünü etmek istediğim şey, diplomatik yollardan en güçlü
biçimde Bonn’a direnebilmeleri için, Arap dostlarımızı bu haince pazarlıktan mümkün olduğu kadar haberdar