28 Nisan 2022 Perşembe

Kırım Hanlığı Tarihi *

… .. Yarımada, Ortaçağ boyunca onu zapteden pek çok halk tarafından adeta elekten geçirilerek yağma akınlarıyla başbaşa bırakılmıştır. Bu durum, Kırım'ın on üçüncü yüzyılın ortasında Moğollar tarafından zaptedilmesine kadar devam etti ve Yarımada’nın Altın Ordu/Orda Devleti’nin(*50) egemenliği altına girmesiyle kesildi. Burada sözünü ettiğimiz kaynaklar tarafından yalanlanan bir beyana göre, Altın Ordu hükümdarlarının sonucusunun saltanatı ile Giray hanedanının başlaması aynı zaman diliminde vuku bulmuştur. … ..

… ..

I. Hacı Giray’ın Kökeni

… .. I. Hacı Giray’ın Cengiz Han’ın soyundan geldiğini ve Kırım Hanlığı’nın da Kıpçak ulus”larından birine ait bulunan Tatar Hanlığı’nın sadece bir kolu olduğunu söyleme konusunda ağız birliği etmiş durumdadırlar. … .. 

I.Hacı Giray

I. Hacı Giray her kimin oğlu olursa olsun, şüpheye yer olmayacak husus şudur ki, o gerçekten Cengiz Han’ın soyundan gelen bir aileye mensuptur ve onun Osmanlı egemenliği altında Kırım hanı olarak hüküm süren bütün  halefleri  bu soyun üyesidirler. Bu durum, Tatar ismini çok iyi bir şekilde açıklamaktadır. Öyle ki sakinleri hiç bir şekilde Tatar veya Moğol olmadıkları halde, Ortaçağ boyunca sadece Rusya’da değil, bütün bir Avrupa genelinde ittifakla bu isim altında anılmışlardır. Kırımlılar gibi Kazan ve Astrahan halkı da özel bir hanlık olarak Altın Ordu/Orda devletinin genel hakimiyeti altına girmişlerdir. … ..

… ..

… .. “Giray”, Tatar padişahlarının soy adıdır. Muhammed Giray, Selim Giray gibi; her ülkenin padişahı, biri diğerinden ayırt edilebilsin diye, bu şekilde özel bir sime sahiptir….  .. O nedenle Tatarların padişahı Giray, İranlıların ki Kisra ve Key olarak adlandırılır; bu yüzden eski İran krallarının ikinci hanedanı Keyâni (Keyler) olarak isimlendirilmiştir.(*65) Turan padişahına Hakan, Çin’inkine Fağfur, Hindistan’ınkine Ray

Panislamizm - Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere *

İlişkilerin Başlangıcı

… .. Hilâfet müessesi, Hz. Ebû Bekir’in (632-34), Hz. Peygamber’in halefi seçilmesiyle ihdas olunmuştur. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, özel konumu itibariyle Allah'ın elçisi olarak manevi önderlik ve toplumun günlük işlerini düzenleyen bir idareci olarak iki türlü sorumluluk icra etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatı ile tabii olarak birinci hususiyet sona erdi. Fakat kendisinden sonra işleri düzenleyecek idareciye ihtiyaç duyulması böyle birinin bulunmasını gerekli kılıyordu. Hz. Ebû Bekir’in seçimi işte bu mecburiyetin bir ifadesidir ve bu sebeple ona Resûlullahı’ın halifesi denir. Ondan sonra gelen Hz. Ömer (634-44), Hz. Osman (644-56) ve Hz. Ali de (656-61) Hz. Ebû Bekir’le birlikte bu müessesenin ideal ölçülerini temsil etmektedir.


Dördüncü halife Hz. Al’den sonra, Emevilerle (661-750 birlikte bu müessesenin seçme ve seçilme ölçüsünü kaybedip bir çeşit saltanata dönüştüğü bilinen bir gerçektir. Bu şekilde 750’de Abbbâsiler’e intikal eden hilâfeti, 1258’de Moğollar’ın Bağdat’ı tahrip etmelerine kadar devam etmiştir. Ancak üç sene sonra Mısır hâkimi Memlüklüler, kendilerine sığınan Abbâsî oğullarının bu unvanı taşımalarına müsaade etmişlerdir.(*8)


Osmanlı geleneklerine göre, son Abbâsî halifesi Mütevekkil Alellah, Mısır’ın fethinden sonra bu ünvanın ı Yavuz Sultan Selim’e devretmiştir. (1517) Günümüz /özellikle Batılı) tarihçileri ise bu devretme rivayetinin güvenilir kaynaklarla desteklenmediğini dolayısıyla da gerçek olmadığını söylemektedirler.(*9)

Bu noktada ifade edilmelidir ki klasik hilâfet sona erdikten sona erdikten sonra nüfuzu bütün İslam âlemi tarafından tanınmış bir halife olmamıştır. Değişik zaman ve mekânlarda bazı sultanlar kendi topraklarında bu sıfatı kullanmışlardır. Bu durum İslam’ın hızlı gelişmesiyle dünyanın birçok yerinde bağımsız sultanlıkların ortaya çıkmasının bir neticesidir. … ..  Şüphesiz Osmanlılar da bundan istisna değillerdi ve I. Murad’dan (1362-1389) beri Osmanlı sultanları bu sıfatı bir âdet olarak kullanılmaktaydı.

15 Nisan 2022 Cuma

Dolunayın Özgür Kadınları*

… .. Evrendeki düzen bize gerçekleri fısıldasa da kendimize uzak, kendimize yabancı, kendimize düşmanca bir tavırla ite kaka yaşıyoruz. Varoluşumuzun temeli mnestruasyon döngüsünün rollerinden habersiz, döngüselliğin cazibesinden , faydalarından, güüücünden uzaklaştık. Tam tersine unuttuğumuz, yok saydığımız hatta yük gördüğümüz yaşam döngüsünün ritmini merkeze alıp doğal halimizle kalmalıyız. Kozmik senfonide raks edebilmek için içimizdeki senfoniyi hatırlamalı, tekrar duymaya başlamalıyız. 

Hatırlamalıyız, çünkü unuttuk. Özden, çoşkudan, bilgelikten uzaklaşıp hâkim sisteme uyum sağlamaya çalıştık. Günbegün değişip dönüşen-dönüştüren, dinamik ritmimi unutup stabil sistemin pasif rolünde sıkışıp kaldık. Erkek dünyasının kalıplarıyla deforme olduk. Döngüselliğin yerini stabilliğe bırakırken, aşkımız, sevgimiz, çoşkumuz utanç kanağı oluverdi. Kısacası kadınlığımızdan uzaklaştık, kadın olmaktan utandık. Kadınlık yükümüz oldu., çöktü omuzlarımız. … ..

… ..

Cevaplar için yola çıktığımda yol uzundu ama eski çağların keşif ve fetih saplantısından daha heyecan verici bir yolculuktu! Antik dünyadan bilim laboratuvarlarına, gök cisimlerinden hücre çekirdeğin ruhban sınıfından kadın tüccarlarına, kadim bilgilerden popüler kültüre kadar çok katmanlı ve eğlenceli, hayret uyandırıcı, üzücü, heyecan verici, umutlandırıcı, dönüştürücü bir yolculuk…

… ..

İstedim ki  kadınlar kendi bedenlerine hayretle, sevgiyle, gülümsemeyle bakabilsin.

İstedim ki kadınlar bedenleri üzerinden kurgulanan oyunların figüranı olmasın, kadına rağmen kadına yapılan dayatmalardan sıyrılabilsin.

İstedim ki her kadın kendi ritmini fark etsin, latif duyguların tınısıyla bedenleri kendi ritminde yaşam içinde dans etsin.

İnsanın Fabrika Ayarları İFA & Beden *

Diğer insanlar olmadan, sevmeden ve sevilmeden, güvenebileceğimiz az sayıda insanla beraber olmadan yaşayamıyoruz; ömrümüz kısalıyor ve erkenden ölüyoruz.

… ..

… .. Özellikle kendini özel hissetmekten zevk alan, buna aşırı ihtiyaç duyan duygusal bir donanıma sahip olan biz insanlar, bizzat gözümüzün önünde cereyan gerçekleri, doğru olduğundan her nasılsa sorgusuz sualsiz emin olduğumuz inanç ve kabullerimiz çerçevesinde, kendi lehimize eğip bükmeye çok meyilliyiz. … ..

… ..

Kaos Güzeldir

… .. “Kaos kuramı” ve bu teorinin kitabî tarifi, “kompleks dinamik sistemleri inceleyen bir matematik dalı”dır.

… ..ne yaparsak yapalım, rutinden kaçınalım; kaosu hayatımıza davet edip, onu kullanmanın yollarını öğrenelim. Arada bir kaçamaklar, arada bir ihmalkarlıklar da lazımdır. Fazla programlı bir yaşam, beden sistemimizle uzun vadede bozuşmamıza neden olabilir.

Kaos Güzeldir

… .. fiziksel egzersiz yapan canlıların ömürleri, yapmayanların ömürlerinden daha uzun oluyor. … .. Aynı zamanda hareketsizlik de canlıların kanser gibi hastalıklara yakalanma riskini bir şekilde arttırıyor.

… ..

Zihin ve Beden İçin Hareket

… .. “hareketsizlik” sayısız hastalığın temelini oluşturuyor. … ..

Moltke'nin Türkiye Mektupları*

Feldmareşal Helmuth Moltke 1800 yılında Almanya’da doğdu, eski bir aristokrat aileye mensuptu. 1836- 1839 yılları arasında gezmek için geldiği Türkiye’de askeri uzman ve danışman olarak kaldı. Başta İstanbul ve Boğaziçi olmak üzere birçok yerin haritasını yaptı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok yerini gezdi, doğu illerinde küçük askeri hatreketlere katıldı; Mısır ordusuyla Nizip’te yapılan ve bozgunla sonuçlanan savaşta aktif rol aldı, ama bütün çabalarına rağmen sonucu önleyemedi.

1858- 1888 yılları arasından Prusya devleti genelkurmay başkanlığına atandı. 

1891’de Berlin’de ölen Moltke, alışılagelmiş komutan tiplerinden fazla, bir bilgine benzerdi; çok az konuşur, gözlemlerinde yanılmaz ve bunları arı bir dille yansıtırdı.

Özgün adıyla Türkiye’deki olaylar ve Durum Üzerine Mektuplar olan bu eser, Moltke’nin aile ve dostlarına Türkiye’den yolladığı mektupların bir araya toplanmasıyla meydana gelmiştir. XIX: yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili, gözleme dayanılarak yazılmış, yansız ve seçkin bir eserdir.


Yeni Orsova paşasını ziyaret. Eflak’ta yolculuk

Eflak’ta durum. Uzun bir köleliğin izleri. Konsolosluklar

Hükümetin memlekete etkisinin pek az oluşu

Sırbistan’la karşılaştırma

Eflak kızları. Yerköy, Ruscuk, Tatarlarla Seyahat

Şumnu. Trük hamamları. Balkan. Edirne

İstanbul’a varış

İstanbul’dan Boğaziçi’ni geçerek Büyükdere’ye yolculuk

Vicdan Zorbalığa Karşı*


 

Vicdan Zorbalığa Karşı yada Castellio Calvin’e, okutu fransız reformcu Jean Calvin’in  diktatörlüğünün hüküm sürdüğü XVI: yüzyıl Cenevre’sine götürür. Calvin’in farklı görüşlere gösterdiği tahammülsüzlük, hümanist din adamı Miguel Serveto’nun resmi öğretiye ters düşen görüşleri nedeniyle ölüm cezasına çarptırılmasıyla zirveye tırmanır. Tam  da bu noktada SEbastian Castellio, Calvin’in karşısında tarih sahnesindeki yerini alır.

Bu kitap, Zweig’in, kendi yaşamını belirleyecek Nasyonal Sosyalizm de dahil olmak üzere totaliter rejimlewre yönelttiği bir eleştiri olarak da anlaşılabilir. Katı ideolojilerin beraberinde getirdiği tehlikelerin göz önüğne serildiği, insanca yaşamak için düşünce özgürlüğünün, hoşgörünün altının çizildiği Vicdan Zırbalıpğa Karşı ya da Castello Calvin’e, bu özellikleriyle evrensel nitelikte.


… ..Var olmanın yüklediği sorunlardan kurtulmayı sağlayacak bir Mesih’e yönelik özlem, toplumsal ve dinsel peygamberlerin yolunu açan mayanın özünü oluşturur. Bir nesil, ideallerini, ateşini ve renklerini yitirdiği anda, ortaya etkileyici bir adamın çıkması, kendisinin, sadece kendisinin, yeni bir formül bulduğunu ya da yarattığını buyurgan bir biçimde açıklaması daima yeterli olur; binlerce kişinin güveni hemen o anda bu sözüm ona halk kurtarıcısına, dünya kurtarıcısına doğru akar - ve her yeni ideoloji (bu aslında onun metafizik anlamıdır) her seferinde, derhal yeni bir idealizm yaratır dünyada. Zira insanlarla birlik ve temizlik diye yeni kuruntular bağışlayan

Yabancı*

Meursault, annesinin öldüğünü öğrendiği gün cenazeye katılmak üzere yola çıkar, hava çok sıcaktır. Gün boyu hissettikleri dış dünyaya ait uyarıcılardan öteye geçmez, Sıcak onu rahatsız eder, dikkati kendi bedeni üzerindedir. Herkes ondan bir oğul olarak duygusal tepki beklerken o duyusal dünyaya dikkat kesilmiştir. Halbuki onun kayıtsızlığı, sadece annesinin ölümüyle ilgili değildir. Birkaç gün sonra ıssız bir kumsalda yürürken, onu telafi edilmez bir eylemde bulunmaya sevk edecek olan da aynı kayıtsızlıktır.

Meursault, anlamın olmadığı yerde bir anlam varmış gibi davranmayı reddeder, Yabancı’nın ortaya çıkış noktasını oluşturan da budur. Camus, saçma felsefesinin temel unsurlarını Meursaul’da bir araya getirerek, toplumsal düzenle bireyin özgürlüğü arasındaki açmazı, kişinin kendine ve topluma karşı yabancılaşmasını açığa vuran kült bir roman ortaya koyar. 


… .. Akşam marie beni almaya geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, o istese evlenebileceğimizi söyledim. Bunun üzerine onu sevip sevmediğimi sordu. Daha önce yanıtladığım gibi, bunun bir anlam ifade etmediğini ama sevdiğimi sanmadığımı söyledim. “O halde neden benimle evlenesin ki?” dedi. Bunun hiçbir önemi olmadığını, ama eğer o arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım. Zaten bunu isteyen kendisiydi, ben de evet demekle yetiniyordum. Marie evliliğin ciddi bir iş olduğunu belirtti. “Değil,” dedim. Bir an sustu, sessizce yüzüme baktı. Sonra yine konuştu. Aynı biçimde bağlı olduğum başka bir kadından aynı teklif gelse kabul eder miydim, bir tek bunu öğrenmek isitiyordu. “Elbette,” diye karşılık verdim. Bu kez de kendisinin beni sevip sevmediğimi sorguladı, benim bu konuda bir fikrimin olması mümkün değildi. Yine bir süre sustuktan sonra tuhaf biri olduğumu, beni hiç şüphesiz sevdiğini ama belki de günün birinde, yine aynı sebepten ötürü benden nefret

12 Nisan 2022 Salı

‘Yerel’den ‘Global’e THY’nin Yükseliş Dönemi *


… ..Ekmeğin Hikâyesi, Ülkenin Hikâyesidir

Fırıncılık bizim ata mesleğiydi. Dedemin dedesinin de fırıncı olduğunu biliyorum. Ekme, bizim gibi ülkelerin temel gıda ürünüdür. Ülkemizde, özellikle İstanbul’da eski fırıncıların Rum olduğunu, onlardan Safranbolululara geçtiğini, cumhuriyetin ilk 50 yılında Rizelilerin de meslekte ilerlediğini biliyoruz. Daha sonra Erzurum-İspir’in de hatırı sayılı ölçüde bu mesleğe dahil olduğunu görüyoruz. Şu anda da özellikle İstanbul fırıncıları arasında Rizeli, İspirli ve Safranbolulular ağırlıktadır…. ..

… ..

… ..1970’li yıllara kadar en kıymetli buğday Trakya buğdayı idi. 70’li yıllarda fırınların önünden geçerken, o muazzam ekmek kokusunu hissederdiniz. Genellikle ekşi maya , tuz, su ve undan oluşan hammaddeler, fenni yaş maya çıkınca değişti. Ancak bu durum çok tartışılmasına rağmen fırıncının işine geliyordu. Kapasiteyi artırıyor, işçiliği düşürüyordu. İyi kabaran ekmek yapmak buğdayın kuvvetine ve kalitesine göre değişiyordu. 

Tam bu sıralarda Trakya buğdayına süne zararlısı bulunduğu ileri sürülerek, ABD’den ithal edilen, süneye dayanıklı tohum kullanılmaya başlandı. Verim dekar başına 3-4 kata yakın artıyordu ama buğday kuvvetli değildi. Ekmek fenni maya ile bile kabarmıyordu. Yine bu dönemde ekmek katkı maddeleri yurdumuzda da satılmaya başlandı. Fransa, Hollanda, İtalya firmaları pazarı paylaşıyordu. Katkı tozu, ekmeği kabartıyordu. İçeriğini kimse bilmiyordu.

1970’li yıllarda fırınlara gelen unlar, yaz aylarında en fazla 45 gün stoklanırdı. Daha sonra unda acılanma başlardı. Raf ömür kısaydı. Fırınlarda genellikle 71 randıman un kullanılırdı. Bazen ekmek