26 Temmuz 2022 Salı

Savaş ve Barış & Mustafa Kemal Anlatıyor *


 

İlker Başbuğ, Mustafa Kemal Anlatıyor: Savaş ve Barış kitabıyla, doğrudan Atatürk’ün gözünden 1. Dünya Savaşı sürecini inceliyor.

Başbuğ, uzun bir film izleme duygusu uyandıran bu çalışmasında, okuru, şu üç nedenle Mustafa Kemal’in düşünce dünyasına girebilmeye yöneltiyor.:

Birincisi, Mustafa Kemal’in kabul ettiği ve hiç vazgeçmediği hayati nitelikteki prensipleri ortaya koymak için.

İkincisi, Mustafa Kemal’in, o günlerin koşullarında karşılaştığı sorunların çözümünde uyguladığı modelleri anlayabilmek için.

Üçüncüsü ise Mustafa Kemal’i kişi olarak güçlü kılan nitelikleri ortaya çıkarmak için.

Çünkü…

Başbuğ’a göre Mustafa kemal’i daha iyi anlamak, prensiplerini, düşünce sistemini ve sahip olduğu kişisel nitelikleri benimsemek durumunda çözülemeyecek sorun yok.

… .. Bu durumda Mustafa Kemal’i dar kalıplara, sloganlara sıkıştırmak ve onun düşüncelerinden dogmalar çıkarmaya çalışmak; onu hiç anlayamamış olmanın yanında, belki de ona yapılabilecek en büyük kötülüktür. … ..

Sadettin Ökten & Örselenmiş Osmanlı'dan Medeniyet Umuduna *


 

“Bundan sonra insanlara ve bizim topluma yeni ve daha kalıcı bir şey lazım olacak. O lazım olacak şeyin adının kim doğru koyar, zamanın ruhunu kim doğru okur ve Kaderullah'ın yardımını alırsa, o üretir buradan çıkacak olan medeniyet tasavvurunu. Zamanın ruhunu kim okursa gelecek de onundur. Bir Müslüman olarak hayata bakıyorsam, bir Osmanlı Müslüman’ı, bir Türk Müslüman’ı olarak hayata bakıyorsam niye olmayacak diyeyim? Pekâlâ  olur derim.”


Sadettin Ökten, Müslümanlığı umdeleriyle mühendisliği bir arada yaşamak ve öğretmek gibi bir imtihanın içinde doğmuş. Din ise onun için bir kimlik meselesi değil, hayatın bizzat kendisi. Parayla imanın aynı yerde buluşabileceğini am Türkiyeli dindarların bunu yapamadığını düşünüyor, İslam dünyasının ruhi fukaralığından söz ediyor.


Osmanlı onun gözünde kadim medeniyetimizin son yorumu, fakat Osmanlı’ya bakamıyoruz!


İşte zamanı kutsayan, ‘vaktin babası^’ olma iddiasındaki bir mutasavvıfın gözünden modernizm ve kapitalizm analizi… Aydınlanma’dan İslam toplumlarına, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine ve günümüz Türkiyeli

 Müslüman’ına uzanan eleştirel bir bakış.

… ..

Osmanlı bakiyesi bir aile

Çocukluk ve delikanlılık

Mühendislik, dindarlık, muhafazakârlık

Bir medeniyet tasavvur etmek

23 Temmuz 2022 Cumartesi

Kadın Pençesi *

 


… .. bu adamı sevmemek mümkün değildi. Onun içindir ki bana hikâyesine dair ayrıntı vermeye başlayan o iki arkadaşıyla ben onu hem sever hem de sevilmesi bu zor olduğu için ona acırdık. Ben gene bilirdim ki bu adamın bir türlü tatmin edilemeyen sevmek ihtiyaçları birike birike bir gün birdenbire taşmış ve hep birden kümelenerek bir genç kızın üzerine toplanırvermişti. Bu hadiseyi bir evlilik takip etti. Onu tanıyanlar, bizler, sanki bir ağızdan, “zavallı!” dedik.

Zavallı… Zira bu çirkin adam muhakemesini iptal eden, yapılacak işin kaçınılmaz akıbetini önceden örten bir gafletle iyi yaşamış fakat fakir düşmüş bir ailenin enişteler, amcalar elinde, daha doğrusu ortada kalmış pek güzel bir kızını almıştı. Bu kızı bütün İstanbul’un hususi bir sınıfa mensup halkıyla beraber bizler de tanırdık, hep bilirdik. Onun, parlaklığı halka halka açılan ve açıldıkça gözleri kamaştıran bir güzelliği, sonra bu güzelliğe pek iyi eşlik eden bir şuhluğu, ince dudaklarının daima yarı açık bıraktığı düzgün beyaz dişlerinin hayatta ne olursa olsun, zevk namına ne varsa onu ısırıp yemek isteyen öyle hırslı bir görüntüsü vardı ki hiç kimse onun varlığından taşan cazibe halkalarının kemendine takılmak cesaretini bulamamıştı.

Bu cesareti o buldu. Onun içindir ki bu evliliğin doğuracağı neticeyi önceden görmekte hiç zorluk çekmeyerek “Zavallı!” diye acımıştık. Bu acıyışın doğruluğunu yaşanan olaylar ispat etti. Bir gün haber aldım ki nihayet kendisine takdir edilen bahtı en geniş derecede vermekten çekinmeyen bu kadın, bir gün güzelliğinin zevklerini etrafa, şuna buna, her yolunun üzerine tesadüf edene, ölçüsüz, sayısız savurup serpebilmek için onu bırakmış, o da birdenbire hakikati gözlerinin önüne seriveren bir şimşek arasında nasılsa bulunabilmiş, bir azimle ondan ayrılmıştı.

O vakitten sonra onu görmemiş ve hikâyesinin devamını öğrenmemiştim. Genç dostlarımın ağzından dinledim ki kadın beş ay, üç hafta, iki gün süren, kendisini şurada  burada kapatan münasebetlerden sonra bir gün birdenbire; şakraklığından zevkine olanca bolluğuyla gıda arayan  açlığından hiçbir şey

21 Temmuz 2022 Perşembe

Halûk'un Defteri *


İstanbul’da 24 Aralık 1867’de dünyaya gelen Tevfik Fikret’in baba soyu Çankırı, anne soyu Sakız’a dayanır. … .. Mekteb-i Sultâni’de (Şimdiki Galatasaray Lisesi) sürdürür. … .. Hariciye Nezareti İstişare Odasında görev alır. … .. 1892’de … Galatasaray’da Türkçe öğretmeni olur.  1895’de devletin, bütçe açığını kapatmak üzere memur aylıklarında kesintiye gitmesi üzerine, tüm görevlerinden istifa eder. Bu arada, Fikret’in, ileride onun şahsında tüm gençlere yol göstermek üzere yazacağı şiirlerine ilham kaynağı olan oğlu Halûk dünyaya gelir.

… .. II. Meşrutiyet ile yerini umuda bırakır. Fikret de birçok aydın gibi gelecek aydınlık günlere inanmaya başlar. Ancak Hüseyin Cahit Yalçın’la birlikte Tanin gazetesini  çıkarmakta olan şairin umutları, kısa süre sonra sonlanır. Gazetenin, İttihat ve Terakki'yi tutması üzerine, Tanin ‘le ilgisini keser. Üniversitede edebiyat dersleri veriyorken kendiliğinden görevden çekilir. Bir dönem Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne getirildiyse de Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) ile çatışınca ayrılır. Robert Koleji’ndeki öğretmenliği dışında bir görev alınmaz, Aşiyan’da tan bir yalnızlığa çekilir. Ömrünün son günlerinde, edebiyatımızdaki başarılı ilk çocuk şiirlerini (Şermin) yazan şair, 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybeder. Önce Eyüp Mezarlığına gömülen Fikret, sonra Aşiyan'a taşınır. … ..

… … 

… ..Halûk’un Defteri, 1911’de yayımladığı ikinci şiir kitabıdır. “Halû'kun Defteri, Hayata Karşı, Beşer, Hitabeler” başlıklı üç bölümden oluşan ve Fikret’in kendi el yazısı ile yayımlanan eserde, yirmi üç şiir bulunur. Çoğu, mühendislik tahsili yapmak üzere 1909'da İskoçya’ya gönderdiği oğlu Halûk’un şahsında Türk gençlerine seslendiği şiirlerde, Batılılaşmayı savunan bir düşünce adamı olan şairin emel, ümit ve idealleriyle memleketin gençler sayesinde yükseleceğine duyduğu inanç görülür. … ..

... ..

Devenin Başı

Vaktiyle büyük bir devenin bir başı varmış…

Biruni *

 


… ..Biruni tam adı Abu’l-Reyhan Muhammed Bin Ahmed El-Biruni El-Harezmi, sadece Türk ve İslam dünyasının değil, dünyanın en büyük bilim adamlarından biri sayılmaktadır. Yaşadığı çağa damgasını vurup “Biruni Asrı” denmesine sebep olan zeka harikası bilgin 15 Eylül 973 tarihinde Ceyhun Nehri kıyısındaki Hive kasabasında doğmuştur.

Batı dillerinde adı “Alberuni” veya “Aliboron” olarak geçer. Gökbilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki çalışmalarıyla tanınır.

Biruni hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş,, Sultan Mesut’un gözünü tedavi etmişti. Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir. 

Biruni; cebir, geometri ve coğrafya konularında bile o konuyla ilgili bir ayet zikretmiş, ayette bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fenni ilimlerle ilahi bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiştir. 

Son eseri olan Kitabü’s Saydele fi’t Tıb’bı yazdığında yaklaşık 77 yaşında idi. Üstad diye yad edilen yalnız İslam aleminin değil, tüm dünyada çağının en büyük bilgini olan Biruni, 1051 yılında Gazne’de hayata gözlerini yumdu.

… ..

Kısaca Biruni Kuralı

Onun tabiat ilimleriyle yakından ilgilenmesi , Allah'ın ayetlerini anlamak, kainatın yapı ve

düzeninden Allah’a ulaşmak, O’nu yüceltmek gayesine yönelikti.

Eserlerinde çok defa kur’an-ı Kerim’in ayetlerine başvurur, onların çeşitli ilimler açısından

yorumlanmasını amaçlardır. Kur’an’a hayranlığını her vesileyle dile getirirdi. İlmî kaynaklara

14 Temmuz 2022 Perşembe

İçtihad Kapısı*


 … ..Müslüman Dünyanın Bin Yıllık Dramı

Bu kitap, İslam dünyasının neden geri kaldığını, bugün içinde bulunduğu düşünsel sefalet, ilkelilik ve yoksulluğun nedenlerinin hikâyesidir. Müslümanların bin yıl önce içine girdiği ve hâlâ aşamadığı Ortaçağının nedenlerini; İslamcı terör örgütleri ve eylemlerinin tarihsel, sosyolojik, teolokik ve kültürel kaynaklarını ortaya çıkarmayı amaçlayan bir çalışmadır. Modern dünyadan tecrid edilmenin ve aşağılanmanın sorgulanmasıdır. Daha da önemlisi, insanlık tarihinin bu en büyük entelektüel intiharının kaynaklarına inme girişimidir. Müslüman aklının nasıl, ne zaman ve hangi gerekçelerle kapandığı ya da kapatıldığının dramatik bir anlatısıdır. İslam’da yorum ve güncelleme yolunun neden kesildiğini, “İçtihad Kapısı”nın niçin kapatıldığını ortaya çıkarma çabasıdır.

Dolayısıyla bu kitap, insanın muhakeme ve akıl yoluyla gerçeğin bilgisine ulaşma yeteneğini yok eden, Müslüman dünyayı kendine özgü bir “Ortaçağ” karanlığının içine iten tarihsel kırılma noktasını açığa çıkarma çalışmasıdır. 

Diğer yandan bu kitap, İslam dünyasının günümüzde yaşadığı entelektüel krizin, geriliğin, sefaletin, akıl ve bilimden kopuşun tarihsel nedenlerini araştırarak, bu büyük coğrafyada filozoflar çağının sonlaşına odaklanmaktadır. İslam’da rasyonel (akılcı) düşüncenin çöküşü ile selefilik akımının ortaya çıkışı ve güç kazanmasının nedenleri tartışılmaktadır.

Temelini doktora çalışmamın oluşturduğu bu kitapta, din-devlet-toplum ilişkilerinin İslam âleminde nasıl şekillendiğini inceleyerek, dünya tarihinin en büyük entelektüel damarlarından birini anlatmayı denedim. Büyük Selçuklu Vezir-i Azamı Nizamü’l-Mülk’ün devlet ve siyaset felsefesi üzerinden, İslam dininin siyasallaşma süreçlerinin temellerinin nasıl atıldığını ortaya çıkarmaya çalıştım. Bir zamanlar, Antik Grek felsefesi ile zenginleşmiş ve döneminin en büyük filozoflarını çıkarmış toplumlarında Müslüman aklının nasıl

10 Temmuz 2022 Pazar

Yaşamışsın Sevaplar Gibi & Cemile Sümeyra Kitabı*


 

… .. Engin bir kalbe erişmemizi, ince şeyler üzerine durup düşünmemizi sağlıyor. Cemile Sümeyra’nın arkadaşlarıyla bir araya geldiğimizde, sanki bir yerlerden çıkıp geleceğini ummak, “Bir telefon açsak, belki Cemile de gelir ,” duygusuyla dolmak, ölümün, hafızamızdan ve kalbimizden silmediği gerçeği değil midir? Bir Hint öğretisine göre de ölüm, bize dokunduğunda yok etmez; yalnızca görünmez kılarmış bizi.

Bir yazar/ sanatçıyı anlamak için onun bize bıraktığı eserler yeterlidir. Fakat yine de hakkında bir şeyler yazabilmek, konuşabilmek, onu anlamak ve anmak için elinizde ne kadar veri olduğu önemlidir. Örneğin verdiği söyleşiler, yazdığı günlükler, hatıralar, anekdotlar, fotoğraflar… Tabii ki bunlar yanıltıcı da olabiliyor yerine göre . Nihayetinde olmayanı olmuş gibi gösterme, çarpıtma, başka türlü anlatma, farklı kurgulama yeteneği edebiyatçının/ sanatçının elindedir. Bu nedenle kendi hayatı hakkında bile olsa yazdığı her şeyin doğru olduğu sonucuna varmamamız gerekir. Cemile Sümeyra’yı ayrı bir yere koyansa hem babası hem de eşi cihetiyle edebiyatın içerisinde, merkezinde bulunmasına rağmen, üstelik kendisi de bir şeyler yazıyor olmasına rağmen ‘görünür’ olmamasıdır. Kendi öyküleri ve öykü anlayışı üzerine bile elimizde hiçbir not yoktur. Takvim Yırtıkları’nda, çocukluğuna dair birkaç anı ve Derin Dalış’ın öykülerinde, bu anıların, anlatıcı tarafından söze dökülmesi, Cemile Sümeyra’nın portresini biraz olsun gözümüzde canlandırmamızı sağlıyor. Örneklendirmek gerekirse şu ili pasajı karşılaştırabiliriz: “Cemil, mürekkeple çok güzel bir portre yapmış. Resim öğretmenine de benim portrem olduğunu söylemiş. Güzel öyküler ve yazılar da yazıyor. Bir de çok güzel mektup yazdı geçen gün. Ben de daktiloda temize çektim. Öğretmeni almış mektubu. Yazıları ve resimleri için bir dosya tutmasını söylüyorum. Cemile'ye.” (Hüseyin Su, Takvim Yırtıkları III; Şule Y., s.209) Bu cümleler, Derin Dalış’ın bir öyküsünde geçen şu cümleyle birlikte düşünüldüğünde çocukluğundan itibaren sanata yatkınlığını ifade eder v e Takvim Yırtıkları’nda, babasının kendisine dair gözlemini destekler: “Çünkü ben kendimi bildim bileli hassas bir kız çocuğu olmuşumdur hep. Sanata yakın duran, sanatçı ruhlu gibi çabucak incinen, kırılan, hatta derin düşünen biri.

Naimâ *


 

… .. Naimâ’’nın yaşadığı devir hakikaten bir mağlubiyet ve felâket devri idi. Memlekette kanun, nizam ve intizam, inzibat diye bir şey kalmamıştı. Herkes büyüklerden birisine intisap etmek sûretiyleyaşamak imkânlarını arıyordu. Riyakârlığın, hileni, cehaletin alabi

ldiğine hüküm sürdüğü bir zamandı. Bu şekilde kazanılmış servetler eskisinden daha fazla, daha göze batar bir şekilde mütemadiyen el değiştiriyor, en âdi, en pespâye meşgalelerden inanılmaz bir servete kavuşuveren sonradan görmeler türediler her zamankinden fazla kendini hissettiriyordu. Büyük memuriyetler ehillerine verilmiyordu. İlim ve marifete kimsenin aldırış ettiği yoktu. Bilhâssa halkın yaşayışı da ızdıraplı ve huzursuzdu. 

… .. Hicrî 1605’te (M1649) Halep’te doğmuştu. Sultan VI. Mehmed zamanında Halep’te yaşayan istikbalin büyük müverrihi İstanbul’a pek genç yaşında gelmişti. … … Sultan III. Süleyman devrinde Saray Baltacıları zümresine dahil olmuştu. Burada, Sultan III. Ahmed’in Lâle Devri’ni açacak olan meşhur, müstakbel vezir-i a’zamı ve damadı Nevşehirli İbrahim Efendi ile tanışmıştı. … .. O zamanlarda  da Sultan II. Hamid devrine kadar devam eden bir an’aneye göre, devlet memuriyetine intisap eden kimselere resmî bir ünvan verilirdi; böylece Mustafa Naim Efendi de Nâima oluvermişti. … .. 

… ..

… .. Sultan II. Mustafa devrinde … .. “vak’a- nevîslik” pâyesi verilmişti. Bu, devletin resmi tarihçisi demekti.  … .. İşte Naimâ böylece Ravzatu’l- Huseyn fî Hulusâtî Ahbâri’l-Hâfikîn adındaki altı ciltlik meşhur tarihini yazmaya başladı. … ..… ..

… .. Naimâ, Baltacı Mehmed Paşa ’nın sadaretini, Ruslara, Büyük Petro ya karşı açılan Prut

seferinin bütün safhalarını  görmüştü. … Prut seferiyle birlikte Baltacı’nın ikbali de sönmüş … … 

Naimâ da İstanbul’a dönmüştü. … ….. .. More seferine … .. Ali Paşa… .. Dönüşünde Naimâ’yı

İstanbul’a getirmedi. More’ye Defterdar Emaneti vekâletiyle bıraktı. Naimâ bu idbardan müteessir oldu.

Harezmi


 

Uluğ Bey *


 

… .. Türk dünyasının 15. asırda yetiştirdiği en büyük astronomi bilgini ve Timur Han’ın torunu olan Uluğ Bry, 22 Mart 1394’te Güney Azerbaycan’daki Sultaniyye’de doğdu. İyi bir eğitim görerek, 13 yaşındayken Horasan ve Maveraünnehir eyaletlerine hakan naibi oldu. Fen bilimleri ve astronomiye merakı, kendisini dünya tarihinin en büyük astronomlarından biri haline getirdi. İlim adamlığı yanında devlet adamlığı vasfı da yüksek olan Uluğ Bey, Semerkant’ta 38 yıl hükümdarlık yaptı. Bir akademi haline getirdiği sarayı, devrin meşhur âlimlerinin toplanıp tartıştığı bir mekan oldu. İktidar döneminde, başta Semerkant ve Buhara olmak üzere tüm ülke, Türk mimarisinin seçkin eserleriyle donatıldı. Uluğ Bey’in Semerkant’ta kurduğu rasathanedeki astronomi çalışmaları, astronomi ilminin bugünkü seviyeye gelmesinde büyük pay sahibidir. Uluğ Bey, astronomi çalışmalarının temelini teşkil eden trigonometri ilmi üzerinde geniş çalışmalar yaptı. Kendisinden önceki Doğu - Batı dünyasının tahmini ve yaklaşık bilgilerini bırakıp bilimsel esasları tespit ederek, trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı. Dünya onu astronomi alanındaki eserleriyle tanıdı. Semerkant’taki rasathanesinde yapılan çalışmalar, bugünkü astronomiye hâlâ  ışık tutmaktadır. Oğlu Abdüllatif tarafından tahttan indirilen Uluğ Bey, 25 Ekim 1449’da Abbas adlı bir düşmanı tarafından öldürüldü ve dedesi Timur Han’ın yanına defnedildi.

… ..

İstanbul Rasathanesi

Osmanlılarda ilk rasathane İstanbul’da Sultan III: Murad döneminde (1574-1595)  Takiyüddin Râşit tarafından kurulmuştur. … .. 

…mesleğinin ehli olan Takiyüddin’in kurmak istediği rasathane projesi ile Sultan III.ün hocası, Saadettin Efendi ve Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ilgilendiler. … .. 

Sultan ve Divan tarafından kabul edildi. Rasathanenin yeri İstanbul’un Avrupa yakasında Tophane sırtlarında seçildi. Rasathanenin inşaatı ve aletler 1577 yılında tamamlandı ve hemen rasatlara

6 Temmuz 2022 Çarşamba

Milli Eğitim'de Üç-Beş Nöbeti*


 

Bu kitap kronolojik bir hatırat kitabı değildir. Çok partili sıyası hayata geçildiğinden beri en uzun süre Milli Eğitim Bakanlığı yapmış bir eğitimci ve siyasetçinin, belli zaman aralığında, eğitim ağırlıklı olmak üzere memleket meselelerine bakışıdır.

 Bu kitapta, aynı zamanda, 28 Şubat Postmodern Darbesi’nden kısa bir süre sonra iktidara gelen bir sıyası partinin vesayetçi güçlerle yüzleşmesinin hikayesini bulacaksınız.1950’de Demokrat Parti’nin millet iradesiyle iktidara gelmesiyle birlikte kendilerine “devlet iktidarı” diyen güçle, halkın iktidarına ya tahammül edemeyerek askeri darbe yapmışlar ya da iktidara talip sıyası partileri yargı darbesiyle kapatma yoluna gitmişlerdir.

İster “müesses nizam”, ister “statüko” ister “Kemalist rejim” ne derseniz deyin, “devlet iktidarı” daima kendi doğrularını millet iradesinin üzerinde görmüş, ayakta durmaya çalışan demokrasiye ise kerhen katlanmıştır.

… ..… ..

Ruhban Okulu

.. ..

… .. Kendimiz için hak olarak gördüğümüz şeyleri, başkasına kabahat olarak gördüğümüz sürece biz insanlığın  ve medeniyetin kıyısından bile geçemeyiz. … ..

… .. Esasen Muaviye'den beri Müslüman halifelerin, şahların, padişahların, kralların, emirlerin ve maalesef Cumhurbaşkanlarının çoğu, dünyevi iktidar ve icraatlarını meşrulaştırmak için dini ve dini müesseseleri ve din adamlarını kullanmışlardır. Atatürk de bu halkanın bir devamı idi. Diyanet İşleri Başkanlığı, Sünni, Hanefi ve Maturidi bir din anlayışına göre şekillendirilmiştir. Atatürk bir dindar değildi, din onun için sadece pragmatizmin bir aracı idi. Sultan Abdülhamid’in, hal fetvasında da yazıldığı üzere, başta Sahih-i  Buhari olmak üzere temel dini eserleri tahrif edip oralardaki, İslam

2 Temmuz 2022 Cumartesi

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu*


 

Karşılaştığı bir takım olağanüstü olayları benimsediği materyalist ve pozitivist felsefenin ilkeleriyle açıklanamayan, şüphe, tereddüt ve bunalımları içinde kıvranan Ferit, tıp fakültesini bırakıp felsefe bölümüne geçen fakat içinde bulunduğu mütereddit ruh halı sebebiyle buraya da düzenli olarak gitmeyen bir üniversite öğrencisidir. Ferit, Yüksekkaldırım’da içinde garip insanların yaşadığı bir pansiyonda kalmaktadır. Pansiyonda kaldığı altı gün boyunca karşılaştığı olağanüstü olaylar ve kız arkadaşı Selma ile arasında geçen tartışmalar, ciddim bir psikolojik bunalımdan geçen Ferit'in durumunu daha da kötüleşir. Pansiyonda tanıştığı Azız, bu sıkıntılı günlerinde en büyük destekçisi olur. Teyzesinin gizemli bir şekilde ölümü ile yüklü bir mirasa kavuşan Fert, yaşadığı travmayı atlatabilmek için Aziz'in tavsiyesiyle Ada’da bir ev kiralar. Bu ev bir yıl önce ölmüş, gizemli bir kadın olan Matmazel Noraliya’ya aittir. Peyami Safa'nın kaleme aldığı romanlar içinde en fazla beğendiğini ifade ettiği romanı Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, anlatım tekniği ve olay örgüsü bakımından bütün eleştirmenlerce Türk edebiyatının en ciddi psikolojik romanı olarak kabul edilmektedir. 

.. ..Tasarladığım ekonomik dünya, nazarî bakımdan çok sadedir; istihsali vücuda getiren  sermaye ve çalışma arasında âdil bir paylaşma olmalıdır. Sermaye arslan payını almamalıdır. Bu ikisinden birinin tahakkümü üstüne kurulmuş ve kurulacak kapitalist veya komünist cemiyetlerin arasında, içtimai adalet bakımından fark olmadığına kanıyım. Ne çalışmayı ne de sermayeyi çalışmaya esir eden, fakat ikisini de birbirine karşı denkleştiren bir nizam imkânsız değildir. Televizyonun keşfedildiği bir devirde insanlık isterse, böyle bir içtimaı adaletin tekniğini de kolayca bulabilir. Birini yapan, ötekinden âciz kalamaz. Adaletin ölçüsü, ehliyet ve liyakattır. O zaman cahil bir Kayserili pastırmacının milyoner olduğunu ve fikir adamının süründüğünü göremezsiniz. Kazanç, sermaye ile çalışma arasında birinciye arslan payını vererek değil, eşit olarak da değil, istihsalde ikisinin tesir derecelerine, yanı liyakate göre paylaşılır. ... .

1 Temmuz 2022 Cuma

Şermin*


 

… .. Otuz bir çocuk şiirinden oluşan Şermin’de, şairin “ideal çocuk tipi”ni buluruz. Şermin adlı küçük kız çocuğu özelinde çocuklara kazandırılması gereken değerler ve duyarlılıklar, öğretilmesi gereken bilgiler konu edilmiştir. Sekizli hece ölçüsünün kullanıldığı Şermin, şairin hece ölçüsüyle yazdığı tek eserdir. Fikret'in çocuk sevgisi ve pedagojik yetkinliğinin yansıdığı bu şiirlerde yalın, eğlenceli bir dil ve anlatım vardır.


Hasbıhâl


Ooh, yavrular! Seyrederken

Sızı her gün penceremden 

Hatırıma neler gelir…

-Mâzi, o bir definedir;

Onu biraz açsan fırlar

Birçok hatıralar;

O mezarın çıyanları,

Akrepleri, yılanları…

Fakat sakın korkma, ara;

Ara, ara, daha ara;

Ara, ara, daha ara;

Göreceksin, o medfenin

Biraz kuytu, biraz derin

Yerlerinde neler neler,