31 Ocak 2024 Çarşamba

Haçlı Seferleri*


 

Dokuz yüz yıl önce Avrupalı Hıristiyanlar hem Hıristiyanlar hem Müslümanlar için kutsalolan bir bölgeye -Kutsal Topraklara- egemen olmak amacıyla İslam dünyasını hedef alan bir dizi kutsal savaş başlattılar. Bugün bu girişimi Haçlı Seferleri adıyla biliyoruz.Bu kanlı mücadele iki yüz yıl sürdü ve hem İslam’ın hem de Batı’nın geçmişini yeniden şekillendirdi.Bu muazzam seferlerde yüz binlerce Haçlı Kutsal Kent Kudüs’ü çevreleyen bir bölgeyi önce ele geçirmek, sonra da korumak için dünyanın bilinen yüzünü baştan başa geçti. Bu askerler İngiltere’nin savaşçı kralı Aslan Yürekli Richard ve Fransa’nın dindar kralı IX. Louis gibi komutanların emrinde zorlu kuşatmalara ve korkunç savaşlara giriştiler, sık ormanlardan ve kupkuru çöllerden geçtiler, açlık ve hastalıklarla savaştılar, efsanevi Bizans imparatorları ile karşılaştılar ve acımasız Tapınak Şövalyelerin yanı sıra yürüdüler. Ölenlere şehit gözü ile bakıldı, sağ kalanlar ise günahkâr ruhlarının savaş fırtınaları ve zorlu göç koşulları cezalandırıldığına inandılar.

Bu Haçlı Seferleri girişimi İslam’ı harekete geçirdi ve cihat davasına bağlılığını yeniden canlandırdı. Suriye, Mısır ve Irak’taki Müslümanlar Hristiyan düşmanlarını Kutsal Topraklardan atmak için savaştılar; acımasız savaş beyi Zengi, kudretli Selahaddin, seçkin mumlukların yani köle askerlerin komutanı Baybars onlara önderlik etti. kimi zaman da eşi az bulunur Haşhaşilerin entrikaları yardımlarına koştu. Yıllar süren çatışma kaçınılmaz olarak her iki tarafın birbirini daha yakından tanımasına, hatta zaman zaman birbirine saygı duymasına, ateşkes ve ticaret anlaşmalarıyla barışçıl ilişkiler kurulmasına yol açtı. Öte yandan yıllar içinde çatışmanın ateşi yanmaya devam etti ve zamanla durum yavaş yavaş İslam’ın lehine döndü. Hıristiyan zafer düşü devam ettiyse de Müslüman dünya ağır bastı ve Kudüs’e ve Yakındoğu’ya sürekli egemen oldu.

Bu durumda öykü her zaman hayalleri harekete geçirmiş ve tartışmaları alevlendirmiştir. Yüzyıllar boyu Haçlı Seferleri çok farklı şekillerde yorumlanmıştır: Kimi zaman dinsel inancın çılgınlığına ve insan yaratılışının temelinde yatan vahşete kanıt olarak gösterilmiş, kimi zamanda Hıristiyanlığın yiğitliğine ve

19 Ocak 2024 Cuma

Ölüler Evinden Notlar*


 

… .. 1861 yılında yayımlanan Ölüler Evinden Notlar, Dostoyevski’nin 1846 yılında yayımlanan İkiz’inden sonra eleştirmenlerden heyecan yaratan ilk kitabı, yazarın küllenmiş ününü alevlendiren kitaptır. … ..

Rus İmparatorluğu, Alaska’ya kadar uzanan sömürge topraklarında (tıpkı Avrupa devletlerinin Avustralya ve Amerika kıtasında yaptığı gibi ) çok sayıda sömürge şehri kurmuştu ve bu sömürge topraklarındaki yerleşimleri, cezası kesinleşmiş mahkûmları bu bölgelerde kurulan kamplara, zorunlu çalışmaya göndererek destekliyordu. Dostoyevski’nin sürgüne gittiği (bugün Kazakistan’ın biraz kuzeyinde bulunan) Omsk şehri de bu yerleşimlerden biriydi. Ölüler Evinden Notlar adlı kurgusal kitabın kaynağı, Dostoyevski'nin Omsk şehrinin kıyısındaki kampta geçen mahkûmluk hayatıdır. … ..  (zapiski, aynı zamanda “anılar”, hatıralar” demektir ve Yeraltından Notlar adıyla çevrilen eserin başlığında da kullanılmıştır) bu notlara gönderme olabilir. … ..

Kitabın adı Hıristiyan dünyasının geleneklerinde somut bir karşılığa sahip. Rusçasıyla Myortviy Dom, yani Ölü Evi” kilisenin yanında inşa edilen ve Rusya’nın ki gibi soğuk iklimlerde cenazelerin belli bir süre saklanmasını da sağlayan binalara verilen ad.  Fransızca karşılığı morgue, XIX. yüzyılda teşhis için cesetlerin konulduğu yer anlamının dışında, tutukluların birbirinden ayrılmadan önce toplandığı yer anlamında da kullanılıyor. Dostoyevski’nin kitaba bu adı, bu ikili anlamı gözeterek koyduğunu düşünmek makul. … ..

… ..  sonuçta kitap büyük bir Sibirya sürgünü tanıklığıdır. Kitabın kahramanı sürgün edildiği kampı bir “Ölü Evi” olarak yorumlar. … ..tutukluların evi .. ..

… ..


Sibirya’nın uzak köşelerinde, bozkırlar, dağlar ya da geçit vermez ormanlar arasında yer alan bin, en çok iki bin nüfuslu, ahşap, gösterişsiz; bir şehirden çok, Moskova’nın hali vakti yerinde köylerine benzeyen

Yüzüncü Ad*


 

Doğuda’ki son Cenevizlilerden, antika tüccarı Embriaco, 1665 yılı sonlarında, soyunun yüzyıllardır yaşadığı Lübnan’dan yollara düşer.

Ertesi yıl, İncil’e göre ”Canavar’ın Yılı"dır. Kimilerine göre düpedüz Mahşer: Kan, ateş, yıkım ve her şeyin sonu… Zamanın sonu…

Dünyaya ve Baldassarre’yi kurtarabilecek tek şeyse, Yüzüncü Ad’dır. Kimselerin görmediği bir yazma kitap ve bu kitapta açıklandığı söylenen bir ad: Allah’ın Kuran’da doksan dokuz adının, sıradan ölümlülere bildirilmemiş olan yüzüncüsü…

Tanrı’nın gizli ve yüce adı…

Yüzüncü Ad’ın peşinden önce İstanbul’a uğrar Baldassare’nin yolu; oradan İzmir’e, Sakız’a, Cenova’ya, Amsterdam’a, sonra da Londra’ya. Konya’da vebanın kıyımına, İzmir’de Sabetay Sevi’nin şaşırtıcı başlkaldırısına, İngiltere’de büyük Londra yangınına tanık olur.

Korku, şaşkınlık, düş kırıklığı ve aldanma, menzil taşlarıdır bu uzun yolun. Bir de en beklenmedik yolcunun karşısına dikiliveren aşk. Sevincin, mutluluğun tek kaynağı aşk!



Canavar’ın yılına girmemize dört uzun ay var, oysa gelmiş dayanmış bile kapıya. Gölgesi, yüreklerimizi ve evlerimizin pencerelerini örtüyor.

Çevremdeki insanlar başka bir şeyden söz edemez oldular. Yaklaşan yıl, ön belirtiler, kehanetler… Gelsin! diyorum kimi zaman kendi kendime; boşaltsın artık mucize ve felaketlerle dolu heybesini! Sonra cayıyorum bu düşünceden; tüm o güzel yıllara geri gidiyorum belleğimde, her günü akşamın zevklerini beklemekle geçirdiğimiz o sıradan iyi yıllara. Ve ağız dolusu lanet okuyorum kıyamete tapanlara.

Nasıl başladı bu çılgınlık? Önce kimin kafasında filizlendi? Hangi gök kubbenin altında? Kesin olarak söyleyemem, yine de bir biçimde biliyorum bunu. Bulunduğum yerden korkuyu gördüm; o iğrenç korkunun

Güneş Yiyen Çingene*


 

Güneş Yiyen Çingene

Mor ve Ötesi

Bir Yaz Dönümü İçin Suit

Haziran Başı

… .. İnsan ancak çok sevdiğini sıkmadan kucaklayabilir. … ..

… ..

Düşmekten korkmadan yükselmek ne güzeldir!

Her şeyin uyumlu, canlı, neşeli , dehşetli, sevinç dolu olduğu kısa zamanlı bir sevgi tünelinde doludizgin koşuyoruz. Bir yerlere çarparsak, bir yanımız incinse, kanasa, kırılsa, ancak bu tünelin dışına çıktığımızda canımız yanacak, çok iyi biliyoruz. Bu tünelin içinde hiçbir sorun, kaygı, hiçbir tehlike yok… Benliğe, gurura, onura yönelecek hiçbir dış saldırı beklenmediğinden, bütün maskelerin, bütün savunma mekânizmalarının ve alaycı gülümsemelerin soğuk, en iyi terzinin elinden çıksa bile yapaylığı ütü çizgileri arasından sırıtan kat kat üstümüze dolanmış liflerden, tellerinden arınıyoruz. Bir de bedenlerimizi örten giysiler var. Onlarıda çıkartıyoruz. Göle giriyor, gölde yürüyoruz.

Ne güzel yüzüyoruz!

Hiç kimsenin aramıza giremeyeceği kadar yakınız.

Hiç kimse umrumuzda olamayacak kadar birbirimizle doluyuz.

Hiç kimse!

Hepsi hepsi; kısa bir zaman tüneli bu.

Soğuk gölün kenarında, sıcak bedenlerimizle, diz dize, … .. oturuyoruz… .

… ..


Gerçekliğe ve Ülkesine Yenik Düşmeyen Düşler

12 Ocak 2024 Cuma

Uygarlıkların Batışı*


 

 … .. İki dedem, iki ninem ve tüm atalarım on iki kuşaktan beri aynı Osmanlı hanedanının egemenliğinde doğmuşlardı, bu hanedanın ezeli ve ebedi olduğuna inanmamaları mümkün müydü?

Aydınlanma çağının Fransız filozofları ülkelerinin toplumsal düzenini ve monarşisini kastederek, “Ölçü güllerin belleğiyse, bir bahçıvanın öldüğü asla görülmemiştir” diye iç geçiriyorlardı. Bugün biz düşünen güllerin ömrü giderek uzuyor ve bahçıvanlar ölüyorlar. Bir yıllık süre ülkelerin, imparatorlukların, hakların, dillerin, uygarlıkların yok olduklarını göremeye yetiyor.

İnsanlık gözlerimizin önünde başkalaşıyor. Serüveni hiç bu kadar vaatkâr ve hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı. Tarihçi açısından, dünya büyüleyici bir manzara sunuyor. Tabii yakınlarının sıkıntılarına ve kendi kaygılarına alışabilmek koşuluyla… Ben Levant (Doğu Akdeniz) dünyasında doğdum. Ama söz konusu dünya günümüzde öyle unutuldu ki çağdaşlarımın çoğu bunun neyi ifade ettiğini herhalde bilmiyorlardır.

Gerçi bu ismi taşıyan hiçbir ulus olmadı. Bazı kitaplarda Levant’tan söz edildiğinde , tarihi belirsiz, coğrafyası ise değişken kalıyor - İskenderiye’den Beyrut, Trablusşam, Halep veya İzmir’e Bağdat'tan Musul, İstanbul, Selanik, Odessa veya Saraybosna’ya kadar uzanan, hepsi değil ama çoğu kıyıda yer alan bir ticari kentler kümesi.

Zaman aşımına uğramış bu sözcük. benim kullandığım haliyle, Akdeniz Doğusu’nun kadim kültürlerinin Batı’nın daha genç kültürleriyle tanıştıkları yerlerin bütününü temsil ediyor. Bu yakınlaşmadan az daha tüm insanlar için farklı bir gelecek doğacaktı. Ama düşüncemi açıkça belirtebilmek için şimdiden bu konuda bir çift söz söylemeliyim: Eğer farklı ulusların ve tek tanrılı dinlerin mensupları dünyanın bu bölgesinde birlikte yaşamaya devam etseler ve yanılgılarını uzlaştırmayı başarsalardı, tüm insanlık ahenkli içinde bir arada yaşama ve refah konusunda ilham alabileceği, yolunu aydınlatacak anlamlı bir model bulmuş olacaktı. Ne yazık ki bunun tam tersi cereyan etti, nefret ağır bastı, birlikte yaşama konusundaki

Ölümcül Kimlikler*


 

1976’da Lübnan’ı terk edip Fransa’ya yerleştiğimden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendimi “daha çok Fransız” mı yoksa” daha çok Lübnanlı” mı hissettiğim ne kadar çok sorulmuştur bana. Cevabım hiç değişmez: “Her ikisi de!” Herhangi bir denge ya da haktanırlık endişesi yüzünden değil, ama cevabım farklı olsaydı, yalan söylemiş olurdum. Beni bir başkası değil de ben yapan şey, bu şekilde iki ülkenin, iki üçdilin, pek çok kültür geleneğinin sınırında bulmuşumdur. Benim kimliğimi tanımlayan da tam olarak budur. Kendimden bir parçayı kesip atmış olsaydım, daha mı gerçek olurdum?

Yani bana soru soranlara sabırla Lübnan’da doğduğumu, yirmi yedi yaşıma kadar orada yaşadığımı, Arapçanın anadilim olduğunu, Dumas ve Dickens’i, Güliver’in Seyahatleri’ni ilk kez Arapça çevirisinden keşfettiğimi ve çocukluğumun ilk sevinçlerini atalarımın köyü olan dağ köyümde tattığımı, ilerde romanlarımda esinleneceğim bazı öyküleri orada dinlediğimi açıklıyorum. Bunu nasıl unutabilirim? Bunlardan nasıl olur da kopabilirim? Ama öte yandan, yirmi iki yıldan beri Fransa topraklarında yaşamaktayım, on un suyunu ve şarabını içiyorum, ellerim her gün onun o eski taşlarını okşamakta, kitaplarımı onun diliyle yazıyorum, o artık benim için asla yabancı bir ülke olamaz.

Yani, yarı Fransız, yarı Lübnanlı mı? Hiç de değil! Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımdan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir “dozda” onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş       tek bir kimliğim var.

Bazen, bin bir ayrıntıya girerek tam olarak hangi nedenlerle aidiyetlerimin tümü dolu dolu istediğimi açıkladığımda, biri yanıma gelerek elimi omzuma koyup mırıldanıyor: “Böyle konuşmakta haklısınız, ama içinizin derinliğinde ne hissediyorsunuz?

Bu ısrarcı sorgulama beni uzun zaman gülümsetmiştir. Bugün buna gülümsemiyorum artık. Çünkü bu bana insanlarda pek yaygın ve benim gözümde tehlikeli bir bakış açısının ortaya konuluşu gibi geliyor. Bana ”içimin derinliğinde” ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin “içinin derinliğinde” ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma “kişinin derin gerçekliğinin”, doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan “öz”ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın-özgür insan olarak kattettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının- hiçbir önemi yokmuş gibi. Bugün çok sık yapıldığı üzere, çağdaşlarımız “kimliklerimi vurgulamaya” yöneltildiğinde, bununla onlara söylenmek istenen, içlerindeki, çoğu

Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği*


 

Ağırlık ve Hafiflik

Ebedi Dönüş düşüncesinde gizemli bir yan vardır ve Nietzsche öteki düşünürleri sık sık şaşırtmıştır bu düşüncesiyle; düşünün bir kere, her şey tıpkı ilk yaşandığı biçimiyle yineleniyor ve yinelenmenin kendisi de sonsuza kadar koşuluyla yineleniyor! Ne anlama gelir bu çılgın mitos?

… ..

Daha geçenlerde, son derece inanılmaz bir duyum anında yakaladım kendimi. Hitler hakkında bir kitabı karıştırırken portrelerinden bazısı birden içime dokundu; çocukluğumu hatırlattı bana. Çocukluğum savaş sırasına rastlar; ailemden birçok kişi toplama kamplarında yok olup gitti; ama yaşamın kaybolmuş, bir daha hiç geriye gelmeyecek bir dönemi ile karşılaştırıldığında onların ölümünün söz mü olur?

Benim Hitler’le bu uzlaşmam, temelden geriye dönmenin var olmaması üzerine kurulmuş bir dünyanın derin mi derin ahlâki çarpıklığının kanıtıdır. Çünkü böyle bir dünyada her şey daha baştan bağışlanır ve bu da demektir ki müstehzi bir sırıtışla her şeye izin verilir.,

Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa’nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza Kadar Yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, Sonsuza Kadar Yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir (das scwerste Gewicht)

Sonsuza Kadar Yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.

Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?

Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin

9 Ocak 2024 Salı

İstanbul'u Dolaşırken*


 

Hillary Sumner-Boyd, (1910-1976) Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’nde Temel Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı.


John Freely, 1926 yılında New York’ta dünyaya geldi. 17 yaşında denizci olarak II. Dünya Savaşı’na katıldı. Savaştan sonra eğitimine devam etti, 1960 yılında New York Üniversitesi’nde fizik doktorasını tamamladı. Aynı yılın Eylül ayında eşi ve üç çocuğu ile İstanbul’a gelerek Robert Kolej’de fizik öğretmenliği yapmaya başladı. 1976’ya kadar İstanbul’da kaldı. Atişna, Boston, New York, Londra ve Venedik'ten sonra 1993 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne döndü.


Bu kitap Strolling Through İstanbul’un 1972’deki ilk basımından bu yana … .. güncellenmiş ilk basımı. Bu zaman zarfında kitabın kıdemli yazarı Hilary-Boyd aramızdan ayrıldı. … .. Bu kitap yazıldığından bu yana İstanbul çok değişti. O zamanlar nüfusu iki milyonun biraz üstündeydi ve şimdi, bazı tahminlere göre, on iki milyonu aştı., Anadolu’dan gelen göçü emebilmek için yirmi beş belediyenin eklenmesiyle, 197’dekinin dört katı bir alana yayıldı. Hem şehrin içinde hem dışında otoyollar inşa edildi, şu anda Boğaz’ı bağlayan iki köprü var, Asya ve Avrupa kıyısındaki yerleşim yerleri, tüm boğazı kapladı, Karadeniz ve Marmara boyunca yayıldı, artık Trakya tepelerinde iş merkezlerinin gökdelenleri, bir zamanların orman ve kırlık arazilerinde her gün yeni bir uydu-kent yükseliyor.

Ama bu büyüme fırtınası tarihi kalbine dokunmadı, kuzeyde Haliç, güneyde Marmara ve karda Theodosios surları ile çevrelenmiş olan yedi tepeli yarımada , bu kitabı revize ederken gördüğüm kadarıyla, turistler tarafından en çok ziyaret edilen bölge olmasına rağmen, buradaki yollar trafiğe kapatılmış, kaldırımlarda yaya kalabalığı var. Eski şehirde yeniden dolaşmaya başladığımda en