Ağırlık ve Hafiflik
Ebedi Dönüş düşüncesinde gizemli bir yan vardır ve Nietzsche öteki düşünürleri sık sık şaşırtmıştır bu düşüncesiyle; düşünün bir kere, her şey tıpkı ilk yaşandığı biçimiyle yineleniyor ve yinelenmenin kendisi de sonsuza kadar koşuluyla yineleniyor! Ne anlama gelir bu çılgın mitos?
… ..
Daha geçenlerde, son derece inanılmaz bir duyum anında yakaladım kendimi. Hitler hakkında bir kitabı karıştırırken portrelerinden bazısı birden içime dokundu; çocukluğumu hatırlattı bana. Çocukluğum savaş sırasına rastlar; ailemden birçok kişi toplama kamplarında yok olup gitti; ama yaşamın kaybolmuş, bir daha hiç geriye gelmeyecek bir dönemi ile karşılaştırıldığında onların ölümünün söz mü olur?
Benim Hitler’le bu uzlaşmam, temelden geriye dönmenin var olmaması üzerine kurulmuş bir dünyanın derin mi derin ahlâki çarpıklığının kanıtıdır. Çünkü böyle bir dünyada her şey daha baştan bağışlanır ve bu da demektir ki müstehzi bir sırıtışla her şeye izin verilir.,
Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa’nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza Kadar Yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, Sonsuza Kadar Yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir (das scwerste Gewicht)
Sonsuza Kadar Yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.
Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?
Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin
en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa , yaşamlarımız o denli yaklaşır yer yüzüne, daha gerçek, daha içten olur.İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafifi kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir.
Hangisini seçmeli o halde? ağırlığı mu, hafifliği mi?
Parmenides aynı soruyu İsa’dan önce altıncı yüzyılda atmıştı ortaya. Dünyayı çifter çifter karşıtlıklara bölünmüş görüyordu: Aydınlık/karanlık, incelik/kabalık, sıcak/ soğuk, varlık/yokluk. Karşıtlıklardan her birinin bir yarısını olumlu (aydınlık/ incelik, sıcak, varlık) öteki yarısını da olumsuz olarak nitelendiriyordu. Bu olumlu ve olumsuz kutuplaştırmasını çocukça denecek kadar basit bulabiliriz.
Yalnız bir sorun var. Hangisi olumlu, ağırlık mı, hafiflik mi? Hafiflik olumludur, ağırlık olumsuz.
Doğru bilmiş miydi, bilememiş miydi? İşte burda, Bir tek şundan emin olabiliriz; hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır.
… ...
Oysa Karenin’in yardımıyla da olsa Tereza’yı mutlu edemedi Tomas. Bu başarısızlığını yıllar sonra, ülkesinin
Rus
tankları tarafından aşağı yukarı onuncu gününde fark etti. 1968 yılının Ağustos ayıydı ve Tomas İsviçre’deki bir hastaneden her gün telefonlar alıyordu. Oranın yöneticisi, Tomas’la uluslararası bir
konferansta tanışıp dostluk kuran bir hekim, Tomas için kaygılanıyor ve ona ısrarla bir iş önerisinde bulunuyordu.
Tomas İsviçre’deki doktorun önerisini hiç düşünmeden geri çevirdiyse bunu Tereza için yapmıştı. Onun gitmek
istemeyeceğini sanıyordu. İşgalin ilk haftası süresince neredeyse mutluluğu andıran bir kendinden geçme içindeydi Tereza. Elinde fotoğraf
makinesiyle sokak sokak dolaştıktan sonra, makinedeki filmleri yabancı gazetecilere veriyor, gazeteciler bu
filmler
için birbirlerine giriyorlardı. Bir keresinde çok fazla ileri gidip de, tabancasını bir grup insana çevirmiş bir Rus
subayının fotoğrafını yakından çekince tutuklandı ve geceyi Rus Karargâhında geçirdi. Orada kurşuna dizilmekle gözünü
korkuttular ama, salıverildiği an elinde makinesi gene sokaklardaydı.
… ..
Yedi yıl Tereza’nın kölesi olarak yaşamıştı, attığı tek bir adım bile onun gözünden kaçmadan. Bileklerine
demir gülleler bağlasa bu kadar olurdu ancak. Ayakları yerden kesildi, yükseldi. Parmenides’in büyülü alanına
girmişti; varolmanın o güzelim hafifliğini tadıyordu.
… .
… .. ve Tereza’nın gidişinin beşinci gününde Tomas çalıştığı hastanenin yöneticisine (Rus işgalinin ertesinde onu her gün Prag'dan arayan adam) bir an önce dönmesi gerektiğini bildirdi…. ..
… ..
… .. Beden bir kafesti ver bu kafesin içinde bakan, dinleyen, korkan, düşünen ve hayretlere düşen bir şey vardı;
bu
bir şey, beden çıkarıldıktan sonra geriye kalan, ruh idi.
… ..
Annesine çekmişti. Sadece dış görünüş olarak değil üstelik.Bazen, tıpkı bilardo masasındaki topun izlediği
çizginin
oyuncunun kol hareketinin uzantısından başka bir şey olmaması gibi, Tereza’nın tüm yaşamı da annesinin
yaşamını
n uzantısından başka birşey değilmiş gibi geliyor bana.
Nerde ve ne zaman başladı, sonraları Tereza’nın yaşamı olup çıkan bu hareket?
… ..
Tereza’nın annesi kızına, anne olmanın her şeyden vazgeçmek olduğunu hatırlatmaktan bir gün bile geri
durmadı. Çocuğu yüzünden her şeyini kaybetmiş bir kadının deneyiminden destek aldığı için sözlerinde bir
gerçek kokusu da vardı. Tereza onun söylediklerini dinler ve anne olmanın yaşamındaki en büyük değer,
anneliğin ise büyük bir özveri olduğuna inanç getirirdi. Eğer anne, ‘özveri’nin cisimleşmiş haliyse, o zaman kız
çocuk da onarılması mümkün olmayan ‘kabahat’ti demek ki.
… ..
Tereza’nın anneshak istiyorduYaşamındaki suçlunun cezalandırıldığını görmeliydi. Kızının kendisiyle birlikte
utabnma nedir bilmezlik dünyasında kalmasında bunun için diretiyordu; bu dünyada gençlikle güzelliğin bir
anlamı yoktu; birbirinin tıpatıp eşi, ruhları görünmez olmuş bedenlerle dolu uçsuz bucaksız bir toplama k
ampından başka bir şey değildi yaşadığımız dünya Tereza’nın gizli günahını , aynaya attığı kaçamak bakışları ya da uzun uzun dalıp gitmeleri daha iyi
değerlendirebiliriz şimdi…. ..
… ..
Ruh ve Beden
… ..Derken Tomas ona seslendi. Onun çağırması çok önemliydi Tereza için, çünkü bu çağrı ne nasını ne de her
gün
aynı açık seçik laflar eden sarhoşları tanımayanbirinden geliyordu. Dışarıdan biri olması onu ötekilerin üzerinde
bir yere çıkarıyordu.
Onu ötekilerinn üzerine çıkaran bir şey daha vardı; masasında açık bir kitap duruyordu. O lokantada masasında kitap okuyan tek kişi olmamıştı bundan önce. Tereza’nın gözünde kitaplar gizli bir kardeşlik bağının işaretiydi. Kendisini çevreleyen kaba saba dünyaya karşı tek bir silahı vardı çünkü; belediye kitaplığından aldığı kitaplar, her şeyden önce de romanlar. Fielding’ten Thomas Mann’a kadar sürüyle romanlar okumuştu. Romanlar, Tereza’ya yetersiz bulduğu yaşamından düşsel bir kaçış imkânı vermiyorlardı sadece; elle tutulup gözle
görülen nesneler olarak da anlam taşıyorlardı; sokakta, koltuğunun altında kitapla yürümek müthiş hoşuna
gidiyordu. Geçen yüzyılda zarif bir baston, şık beyler için ne anlam ve önem taşıyorsa, Tereza için kitap aynı
şeydi. Onu başkalarından farklı kılıyordu.
… ..
… ..
.. ..
Tereza’nın annesi, saldırganlığının kızı üzerinde artık bir etkisi kalmadığını anlayınca huysuz mektuplar yazmaya başladı; kocasından, patronundan, sağlığından, çocuklardan yakınıyor, Tereza’dan başka kimsesinin kalmadığını söylüyordu. Tereza sonunda , aradan yirmi yıl geçtikten sonra, annesinin sevgisinin sesini duyduğunu sandı ve geri dönmek geldi içinden. Üstelik kendisini öylesine zayıf hissediyordu, Tomas’ınkaçamaklarından o kadar sersemlemişti ki, bu duygusu giderek güçlendi. … ..
… ..
Rus devletinin bundan önceki bütün suçları son derece temkinli bir gölgenin koruyuculuğu altında işlenmişti. Bir milyon Litvanyalının yurtlarından sürülmeleri, yüz binlerce Polonyalının katledilmesi, Kırım Tatarlarının ortadan kaldırılmaları belleklerimizde hâlâ, ama ortada fotoğraflı belge yok; bu yüzden
er ya da geç bunlar da yalan, uydurma sırasına girecek. Oysa dünyanın dört bir yanındaki arşivlerde hem fotoğrafları, hem de filmleri saklı duran 1968 Çekoslovakya işgali böyle değil.
… ..
.. ..
Yanlış anlaşılan Sözcükler
Küçük “Yanlış anlaşılan Sözcükler” Sözlüğü
.. ..
… .. Franz ona garip bir biçimde üzerine basarak, “Sabina sen bir kadınsın,” demişti … .. Sabina onun bu apaçık gerçeği neden Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomb gibi vurguladığını anlayamadı. Franz’ -ın böylesine alışılmadık biçimde vurguladığı ‘kadın’ sözcüğünün onun gözünde iki cinsten birini göstermediğini çok sonra anladı; bu sözcük bir değerin ifadesiydi. Her kadın hak etmezdi kadın olarak nitelendirilmeyi.
KADIN
BAĞLILIK ve iHANET
MÜZİK
AYDINLIK ve KARANLIK
Küçük “Yanlış anlaşılan Sözcükler” Sözlüğü (devam)
RESMİ GEÇİTLER
NEW YORK’UN GÜZELLİĞİ
SABİNA’NIN ÜLKESİ
MEZARLIK
Küçük “Yanlış anlaşılan Sözcükler” Sözlüğü (son)
AMSTERDAM’DAKİ ESKİ KİLİSE
RUH ve BEDEN
AĞIRLIK ve HAFİFLİK
… ..
Terk edilmiş çocuk imgesi giderek Tomas’ın çok sevdiği bir şey oldu ve Tomas sık sık içinde bu imgenin yeraldığı eski efsaneler üzerine düşünmeye başladı. Sofokles’in Oedipus’unun çevirisine el atarken de aklında bu vardı anlaşılan.
Oedipus, Kral Polybus’a götürülür ve onun tarafından büyütülür. Delikanlı Oedipus, bir gün bir dağ yolunda at süren bir soyluya rastlar. Aralarında kavga çıkar ve Oedipus soyluyu öldürür. Sonra Kraliçe Jocasta’nın kocası ve Tebai kentinin kralı olur. Oysa ki dağlarda öldürdüğü adamın babası, yatağına girdiği kadının ise anası olduğundan haberi yoktur. Bu arada kader, halkına veba hastalığını musallat eder ve bu salgın hastalık nedeniyle onlara büyük acılar çektirir. Oedipus halkının çektiği acıların nedeninin kendisi olduğunu anlayınca, gözlerini kör eder ve o kör haliyle Tebai’den çıkar gider.
Orta Avrupa’daki komünist yönetimlerin sadece mücrimlerin(*) eseri olduğunu düşünenler temel bir gerçeği gözardı ediyorlar demektir; suç üzerine kurulu bu yönetimler mücrimler değil, cennete giden yolu bulduklarını sanan çoşkulu yandaşlar tarafından kurulmuştur. Bu yolu öylesine yiğitçe savundular ki bunlar, insan öldürmek zorunda kaldılar. Sonraları ortada cennet filan olmadığı anlaşıldı, demek ki çoşkulu yandaşlar birer katilden başka bir şey değildiler.
Derken hekes komünistlere bağırmaya başladı: Ülkemizin başına gelenlerden (yoksullaşmış, çoraklaşmıştı ülke), onun özgürlüğünü kaybetmesinden (Rusların eline düşmüştü), adalet önünde işlenen suçlardan sizler sorumlusunuz.
Suçlananlar cevap verdiler: Bilemedik! Aldatıldık! Bizler gerçekten inananlardandık! Yüreklerimizim derinlerinde bizler masumus!
Sonunda tartışma gelip tek soruya dayandı: Gerçekten bilememişler miydii yoksa öyleymiş gibi mi yapıyorlardı yalnızca?
Tomas tartışmayı (on milyon Çekle birlikte) izliyordu; yaşanan acımasız olaylardan habersiz olmayan komünistler vardı mutlaka (devrim sonrası Rusya’sında işlenen ve hâlâ işlenmekte olan korkunç suçlardan habersiz olamazlardı) ama o, komünistlerin çoğunluğunu gerçekten bunlardan hebersiz olduğu görüşündeydi.
Ama, diyordu kendi kendine, haberli ya da habersiz olmaları değil asıl sorun; aslı sorun, insanın habersiz olduğu için masum sayılıp sayılamayacağı. Tahta çıkmış bir budala sırf budala olduğu için bütün bu sorumluluklarından arınmış mı demekti?”
Demek ki, 1950’li yılların başında masum bir adamın idamını isteyen Çek savcısı, Rus gizli polisi ve kendi ülkesinin yönetimi tarafından oyuna getirilmiş olsun. Ama şu anda hepimiz suçlamaların saçma olduğunu, idam edilen kişinin masum olduğunu bildiğimize göre, nasıl polur da bu savcı kalkıp yumruğunu göğsüne vurarak, benim vicdanım temiz! Bilmiyordum! Ben inananlardandım! diyerek kalbinin temizliğini öne sürebilir? Bu “Bilmiyordum! Ben inananlardandım!” sözlerinin ta kendisi değil midir onarılması imkânsız suçunun temelinde yatan?
Tomas, Oedipus hikâyesini bu bağlamda görüyordu işte: Oedipus anasının yatağına girdiğini bilmiyordu, ama olup bitenlerin farkına varınca, kendini suçsuz saymadı. “Bilmeyerek” neden olduğu felâketleri görmeye dayanamadığı için gözlerini kör etti ve o kör haliyle Tebai’den çıktı gitti.
Tomas komünistlerin kalbimiz temiz diye bağırarak kendilerini savunduklarını duydukça kendi kendine, Sizin ’bilmemeniz’ sonucu bu ülke özgürlüğünü kaybetti, daha da yüzyıllarca kazanamayacak belki, hâlâ kalkmış kendinizi suçlu bulamadığınızı nasıl söyleyebiliyorsunuz? diyordu. Yaptıklarınızı görmeye nasıl dayanabiliyorsunuz? Görecek gözünüz yok mu? Gözünüz olsaydı, gözünüzü kör eder, Tebai’den çıkar giderdiniz.
Benzetme o kadar hoşuna gitmişti ki, dostlarıyla sohbet ederken sık sık buna başvuruyordu; giderek, sözleri çok güzel ifade edilmiş, şık bir formül haline geldi.
… ..
… ..
Bütün bunlar 1968 ilkbaharında oluyordu. Aleksander Dubçek, kendilerini suçlu bulan ve bu suçları
konusunda bir şeyler yapmaya hazır olan komünistlerle birlikte yönetimi elinde bulunduruyordu. Oysa öteki komünistler, nasıl masum olduklarını haykırıp duranlar adalet önüne çıkarmasından korkuyorlardı. Rus büyükelçisine her gün durmadan yakınıyorlar, patırtı çıkarıp destek almaya çalışıyorlardı.Tomas’ın mektubu yayımlandığında çığlıklar attılar: bakın işler ne raddeye geldi! Kalkmış, bize açık açık gözlerinizi kör edin diyorlar!
… ..
… … (ihanet edenlerin, inkâr edenlerin, işbirliği edenlerin kimler olduğuna ilişkin en son haberlerin tedirgin Prag’dan uğursuz, ilkel bir telgraf sistemi hızıyla geçip gittiği günlerdi); böyle olduğunu bilmesine rağmen elinden bir şey gelmiyordu. … ..
… ..
… .. Komünistler Stalin tarafından aldatıldıkları bahanesine sığınıyorlar. Katiller anaları tarafından sevilmedikleri bahanesine. Ve birden sen ortaya çıkıp ‘özür mözür yok’ diyorsun. Kimse, ruh ve vicdan olarak Oedipus’tan daha masum olamazdı. Ama gene de yaptığını anlayınca kendi kendini cezalandırdı. … .. İyi ile kötü arasındaki sınır korkunç derecede bulanık. Üstelik kimseyi cezalandırmak amacında da değilim. Ne yaptıklarını bilmeyen insanları cezalandırmak barbarca bir şey. Oedipus efsanesi güzel bir efsane, ama… ..
… ..
… ..
Şaşılacak bir şey değildi elbette. Komünist Parti tarafından düzenlenmeyen her türlü kamu girişiminin (miting, dilekçe, sokak gösterisi) doğrudan doğruya yasadışı sayıldığı ve katılanları tehlikeye soktuğu herkesce biliniyordu. … ..
… ..
… ..
1618 tarihinde Çek Prenslikleri bütün cesaretlerini toplayıp Viyana’da hüküm sürmekte olan imparatora duydukları hıncın belirtisi olmak üzere imparatorun yüksek düzeyde iki görevlisini Prag Şatosu’ndaki bir pencereden aşağıya attılar.Başkaldırıları Otuz Yıl Savaşları’na , bunlar da Çek ulusunun toptan yok edilmesine yol açtı. Çekler cesaret gösterecek yerde temkinli davransalardı? Cevabı basit gibi gelebilir; değildir.
Üç yüz yirmi yıl sonra, 1938’deki Münih Konferansı’nın ardından dünya Çeklerin ülkesini Hİtler’e
kurban etmeye karar verdi. Çekler kendilerinin sekiz katı bir güce karşı ayaklanmaya mı kalkışmışlardı? 1618’in aksine temkinli davranmayı seçtiler. Koşullu da olsa boyun eğmeleri II. Dünya Savaşı’na yol açtı, bu sa ülkelerinin bağımsızlığının on yıllar hatta belki de yüzyıllar boyunca elden gitmesiyle sonuçlandı. Temkinli davranacak yerde cesaret mi gösterselerdi? Ne yapsalardı?
… ..
… ..
Dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığına inananlarla kendi kendine varlığa kavuştuğunu düşünenler arasındaki tartışma, aklımızın ya da deneyimlerimizin çok ötesindeki fenomenler alanına girmektedir. Çok daha gerçek olan, varlığı insana armağan edildiği biçimiyle (nasıl ya da kimin tarafından olursa olsun) kuşkuyla karşılayanlarla onu olduğu gibi, hiç karşı çıkmadan kabul edenleri birbirinden ayıran çizgidir.
İster dini olsun ister politik, bütün Avrupalı inançların ardında, bize dünyanın eksiksiz yaratıldığını, insan varoluşunun iyi olduğunu, bu nedenle de çoğalmamız gerektiğini söyleyen Yaradılış Kitabı’nın birinci bölümünde yatar. Bu temel imana varoluşla kesin uzlama adını verelim.
… ..
… .. bir kocanın cenazesi karısının gerçek düğünüdür!BÜYÜK YÜRÜYÜŞ
KARENİN’İN GÜLÜMSEYİŞİ
*Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği & Milan Kundera
Özgün adı : The Unbearable Lightness of Being
Çeviren: Fatih Özgüven
1.Baskı: 1986
İletişim Yayınları
*https://enyiyiarkadaskitap.blogspot.com/2023/11/giderayak.html
*Mitoloji Tarihi: Mitos Logos ve Epos nedir arasındaki farklar
*Mitos (Mit) Nedir
İlk çağlarda tanrıların, yarı tanrıların, kahramanların ya da insanüstü varlıkların yaşam hikayesini anlatan efsanelere mitos denir. Mitos hakkında daha ayrıntılı bilgi almak için "Mitos Nedir" adlı yazımızı okumanızı tavsiye ederim.
Epos; mitosun, ölçülü şiirsel biçimidir. Mitos ile baştan aşağı bir yakınlık içerisindedir. Mitos, eposun çekirdeğini oluşturur. Bu iki kavramda da çoğunluğunda abartı vardır ve bir çok insan için gerçek değildir.
Logos, mitten sonra mitolojinin ikinci parçasıdır. Şöyle ki; mitoloji, mit (myth) ve logos kelimelerinin birleşiminden oluşur. Yani mitoloji temelinde mitleri ve logosları inceler.
Logos, mitos ile epostan çok farklı anlamdadır ve tam anlamıyla zıttıdır. Logos, gerçeğin insan sözüyle söylenmesidir. Logos akıldır ve yasal düzendir
*Friedrich Nietzsche - Vikipedi (wikipedia.org)
*Friedrich Wilhelm Nietzsche, (Almanca telaffuz: [ˈfʁiːdʁɪç ˈvɪlhɛlm ˈniːt͡sʃə] ( dinle); 15 Ekim 1844, Röcken, Almanya - 25 Ağustos 1900, Weimar, Almanya), Alman klasik filolog ve filozoftur. Nietzsche'nin fikirleri ve üslubu, yerleşik düşünce kalıplarını kırdı ve bu nedenle yaşadığı dönemde var olan bir klasik disipline sokulamamıştır. Nietzsche, günümüzde yepyeni bir felsefî ekol olarak yaşam felsefesi disiplininin kurucusu olarak kabul edilmektedir.
…. ..
*Parmanides (Yunanca: Παρμενίδης, MÖ 515 - MÖ 460), doğa filozoflarından sayılmakla birlikte, Antik Yunan felsefesinde rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biridir. Yalnızca düşünür olarak değil yasa koyucu ve devlet adamı olarak da rol oynadığı sanılmaktadır. Parmenides'e göre, evrende değişen hiçbir şey yoktur. Gerçeklik, yani Varlık, mutlak anlamda Bir'dir, kalıcıdır, süreklidir, yaratılmamıştır, yok edilemez; o ezeli ve ebedidir; onda hareket ve değişme yoktur. Heraklitos ile sürekli yaşadığı varlık ve evren hakkındaki tartışmalarıyla da ünlüdür.
… ..
*Çekoslovakya'nın İşgali - Vikipedi (wikipedia.org)
*Çekoslovakya'nın İşgali (1938-1945), Münih Antlaşması sonucu Almanya'nın, Südetler olarak bilinen bölgeyi işgal etmesiyle başlamıştır.[1] 16 Mart 1939'da Alman birlikleri Çekoslovakya'nın geri kalanını da işgal ederek II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar ülkenin varlığına son vermiştir.
Almanya'nın 1938 Martında Avusturya'yı ilhakının ardından Çekoslovakya'nın fethi Hitler'in bir sonraki hedefi oldu. Südetlerin Nazi Almanyası'na verilmesiyle Çekoslovakya çok zayıf duruma düştü ve geri kalan topraklarını herhangi bir işgale karşı savunamayacak kadar güçsüz hale geldi. 16 Mart 1939'da Alman ordusu Çekoslovakya'nın geri kalanına girdi ve Hitler, Prag Kalesinden Bohemya ve Moravya'yı Bohemya ve Moravya Eyaleti olarak ilan etti. İşgal, Almanya'nın 1945'te teslim olmasıyla son buldu.
Südetlerin otonomi talepleri:
Münih Antlaşması:
Birinci Viyana Hediyesi:
İkinci Cumhuriyet (Ekim 1938-Mart 1939):
*1968 kuşağı protestoları - Vikipedi (wikipedia.org)
*Prag Baharı - Vikipedi (wikipedia.org)
*Prag Baharı, (Çekçe: Pražské jaro, Slovakça: Pražská jar) 5 Ocak 1968 tarihinde başlayan ve Çekoslovakya'nın politik olarak liberalleşmeye çalıştığı bir dönemdir. Alexander Dubček'in iktidara gelmesi ile başlayıp aynı yıl 20-21 Ağustos gecesi Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona ermiştir.
1960'ların başından başlayarak Çekoslovakya ekonomik olarak dar boğaza girmeye başlamıştı. 1968 başında Çekoslovakya Komünist Partisinin başına Antonín Novotný yerine Slovakya Komünist Partisi lideri Alexander Dubček geçti. 22 Mart 1968 tarihinde Novotný Cumhurbaşkanlığından istifa edip yerini Ludvík Svoboda'ya bıraktı. Svoboda başlangıçta reformlardan yana bir politika izledi.
Nisan ayında Dubček, liberalleşme politikasının ilk adımlarını attı. Bu politika basının özgürleştirilmesi, tüketim maddelerine önem verilmesi, hatta daha demokratik ve çok partili bir hükûmet kurulması gibi değişik ve önemli düzenlemeler içeriyordu. Bu çerçevede federal bir anayasa yazılarak Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti'nin eşit iki ulusa bölünmesi de tasarlanmıştı.
Ancak tüm bu olan bitenler özellikle Sovyetler Birliği'ni rahatsız etmişti. Prag baharının diğer doğu bloğu ülkelerine yayılmasını istemiyordu. Haziran sonlarına doğru başlayan Sovyet ve Varşova Paktı'na bağlı müttefik devlet askerlerinin Çekoslovakya'ya girme hareketleri, Ağustos ayında yapılan müzakerelerden bir sonuç alınamayınca 20-21 Ağustos gecesi Çekoslovakya'nın işgal edilmesi ile sona erdi. İşgal sırasında 5.000 - 7.000 civarında tank ve sayısı 200.000 - 600.000 arasında değişen asker Çekoslovakya'ya girdi. Prag'da halk tankların ilerleyişini engellemeye çalıştı fakat başarılı olamadılar. Yer yer siviller ve Varşova Paktı'na bağlı askerler arasında çatışmalar yaşandı. Çatışmalar sırasında 72 Çekoslovakyalı öldü ve yüzlercesi de yaralandı. İşgalin sonucu olarak yaklaşık 300.000 civarında insan Batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldı. Dubçek tutuklandı ve 1970'te Ankara'ya sürüldü. ... ..
*Milan Kundera - Vikipedi (wikipedia.org)
*Milan Kundera (1 Nisan 1929 - 11 Temmuz 2023[1]), Çek asıllı Fransız romancı, yazar.[2] 1969 tarihli Gülünesi Aşklar başlıklı düzyazı çalışmasıyla meşhur oldu. Ticarî olarak en başarılı eseri ise 1984 tarihli Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği başlıklı romanı oldu. Eserlerini 1993 yılından beri Fransızca olarak kaleme almış ve hayatını Paris'te sürdürmüş olan Kundera, ölümünden önce yaşayan son varoluşçu olarak nitelendirilirmiştir.
Tüm akademik hayatını, Paris'in seçkin üniversitesi École des hautes études en sciences sociales'de geçirmiştir.
*Varoluşçuluk - Vikipedi (wikipedia.org)
*Varoluşçuluk veya egzistansiyalizm, 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılda kendi içlerindeki derin öğretisel farklılıklarına karşın[1][2][3] felsefi düşüncenin salt düşünen özne ile değil eyleyen, duyumsayan, yaşayan bir birey olarak insan öznesi ile başladığı inancını paylaşan belli başlı Avrupalı filozofların[4] çalışmalarına karşılık gelen terim. Varoluşçu düşüncede her ne kadar 'özgürlük' yaygın olarak tepe nokta kabul edilse de akımın ilksel erdemi, otantisitedir.[5] Varoluşçuluğa göre bireyin başlangıç noktası "varoluşsal tutum" olarak adlandırılan tutumla, yani görünürde anlamsız veya absürt bir dünya karşısında bir kopma ve keşmekeşlik duygusu ile nitelenir.[6] Pek çok Varoluşçu, geleneksel ya da akademik felsefeyi biçim ve biçemsel yönden gerçek insan deneyiminden fazlasıyla soyut ve uzak olarak görmüştür.[7][8] Ruhbilimsel ve kültürel devinimlerin bireysel deneyimlerle birlikte var olabileceğini savunan bu felsefi akımda, erdemlilik ve bilimsel düşünce birlikteliğinin insan varoluşunu anlamlandırmak için yeterli olamayacağını, bundan dolayı mevcut birlikteliğin gerçek değer yargıları içinde yönetilen ileri düzey bir kategori olduğu düşünülmüştür. İnsanın varoluşunu anlamlandırma, kesin olarak bahsedilen bu otantik gerçeklikle mümkündür.
… ..
*varolmanın dayanılmaz hafifliği - ekşi sözlük (eksisozluk111.com)
*hafiflik mi ağırlık mı?dialektiğe de esin kaynağı olmuş herşeyin zıddı ile varolduğunu söyleyen antik yunan filozoflarından da hareketle hangisinin daha olumlu olduğunu sorguluyo kendisi cevap vermeden, ahkam kesmeden.kadın erkek ilişkisi üzerinden yapıyo bunu.tomas'la tereza'nın ve frank'la sabina'nın ilişkileri üzerinden.tüm ilişkilerde olduğu gibi bu ilişkilerde eşit değil.tomas tereza dan daha ayrıcalıklı sabina da frank'tan.tomas çok sert bir matematikle değilde daha zarif bir kibirle bu ilişkinin kendisine ne getirdiğini ve ne götürdüğünü sorguluyo.hangi halinin daha iyi olduğu konusunda(terezalı mı teresasız mı)kafa patlatıyo.
*Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği - Milan Kundera - Kitap İncelemesi (kitapincelemesi.com)
*“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (1984)” kitabı, “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı (1978)” ve “Ölümsüzlük (1990)” üçlemesinin ikinci kitabıdır. Kundera, son kitabı olan Ölümsüzlük kitabının adı için Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği isminin daha uygun olduğunu, bu ismi artık ilk kitapta kullandığı için bir nevi heba ettiğini düşünmüş.
Milan Kundera felsefe ile romanı kendine özgü biçimde birleştiren bir roman filozofu. Gençliğinde müzik öğrenimi görmekle birlikte sonraları edebiyata yöneldi. Ayrıca Prag Sinema Okulu’nda okudu ve aynı okulda ders verdi. Komünistlerin 1948’de iktidara geçişini coşkuyla karşılayan romantik ve talihsiz bir karakteri anlatan ikinci romanı Yaşam
Başka Yerde ise yetkililerin suçlamalarına hedef oldu ve yasaklandı. Kundera öğretim üyeliğinden ve partiden uzaklaştırıldı. Ardından bütün yapıtlarına yasak getirildi. 1979’da Çek hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarıldı. Veda Oyunu, Gülüşün
ve Unutuşun Kitabı, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği gibi sonraki romanları Fransa’da ve birçok ülkede geniş bir okur kitlesi bulduysa da kendi ülkesinde yayımlanmadı.
Varoluşçuların sonuncusu olarak nitelendirilen Milan Kundera, itilip kakılmaktan bıktığı için dünyadan elini eteğini çekmeye karar vermiş. Karısıyla birlikte Paris’te yaşıyor.
Konu: Çekoslavakya’da bir demokratikleşme hareketi olarak Prag Baharı yaşanmış ama SSCB bu hareketi kendilerine karşı olarak görerek 1968’de ülkeyi işgal etmişlerdir. Bu işgal sonucunda ülkenin aydınları, sanatçıları batı ülkelerine göç etmişlerdir. Roman bu gelişen olaylar etrafında, roman karakterlerinin alt üst olan yaşamlarını anlatır.
Kundera bu romana otobiyografik öğeler de eklemiş: Kendisi de Rus rejiminin baskıları yüzünden 1975 yılında yurtdışına iltica eden Çek entelektüellerinden biri ve komünist sistemdeki gerileyişin Çekoslavakya’daki yansımaları, eserinde oldukça ilgi çeken “politik kitsch” kavramıyla dile geliyor:
Kitsch:
Ebedi Dönüş (Bengi dönüş):
… ..
*Sofokles - Vikipedi (wikipedia.org)
*Sofokles (Grekçe: Σοφοκλῆς) (d. MÖ 495 - ö. MÖ 406), Antik Yunan'ın Eshilos ve Evripides ile beraber 3 büyük tragedya yazarlarından biridir.
Hayatı:
Sofokles, Atina dışında bulunan Kolonos'ta doğdu. Babası Sophillos zengin bir silah üreticisiydi. Atina şehir-devletinin hem gelişimini hem de çöküşünü gördü. Birçok resmi ve askeri görevlerde bulundu. MÖ 441'de birliğe bağlı site devletlerine katkıları yöneten Kolegiumun üyesiydi. MÖ 441-440'ta Perikles ile Sisam'da baş gösteren ayaklanmayı bastırmak üzere görev aldı. Salamis deniz zaferini kutlamak üzere düzenlenen gençler korosunu yönetti. Kendisinden 16-17 yaş küçük olan Euripides'in ölüm haberi üzerine tragedyalarına yas giysileriyle gelerek meslektaşına duyduğu saygıyı gösterdi.
Tragedyalarında bir yazarın seyircilerine söylediklerinden çok bir yurttaş olarak diğer yurttaşa söylemek istediklerini yazdı. Seyircileri düşünmeye yönelten bir uyarıcı ve danışmandı. Suda'ya göre Sofokles 123 oyun yazmış ancak 7 tanesi tam şekliyle günümüze ulaşmıştır. Bunlar Trakhisli Kadınlar, Aias, Kral Oidipus, Oidipus Kolonos'ta, Antigone, Elektra ve Filoktetes'tir.
… ..
Sofokles'in eserlerinin bize en iyi ulaşanları MS 950'de Bizans'taki el yazmalarıdır. Aiskhylos, Sofokles ve Rodoslu Apollonios'un Argonauticası'ndan meydana gelen bir metin destesi Giovanni Aurispa tarafından 1453'te İstanbul'dan İtalya'daki Floransa Medici kitaplığına getirildi. Bu elyazmalarının yanında Sofokles'e ait olduğu kesin olmayan elyazmaları vardır.
Eserleri ve konuları:
Oyunlar:
*Oedipus - Vikipedi (wikipedia.org)
*Oedipus (Yunanca Oidipous, "şişik ayaklı"; Latince Oedipus) veya Œdipus. Thebai'nin mitolojik kralı, Laios ve İokaste'nın oğlu. Babasını öldürüp, annesiyle evlenmiştir.[1] Antigone, İsmene, Eteokles ve Polyneikes'in babasıdır.
Hayatı:
Oidipus'un babası Laios, Pelops un oğluna tecavüz ettiği için Crysispios Pelops tarafından lanetlenir. Laios'un yeni doğan oğlu Oedipus, babasını öldürecektir. Bunun üzerine Laios, oğlunun ayak bileklerini iplerle sardırır ve Oidipus'un, kurtlara ya da kuşlara yem olması için ormana bırakılmasını emreder. Fakat yardımcısı, Laios'a ihanet eder ve küçük çocuğu götürüp bir çobana teslim eder. Çoban, Küçük Oidipus'u, çocukları olmayan Korinth kralı Polybos ve kraliçe Merope'ye (veya Periboea) armağan eder. Polybos ve Merope, Oedipus'u kendi öz çocukları gibi sever ve büyütür. Korinth kral ve kraliçesi oğulları Oidipus'la birlikte mutlu yaşarlar, ta ki günün birinde bir şölen sırasında oldukça sarhoş bir davetli Oidipus'a "evlatlık" gözüyle bakana dek. Ertesi gün genç adam annesini, babasını sorgular, ikisi de inkâr eder. Oidipus yine de kuşku içinde kalır. Bunun üzerine Delphoi'ye yola çıkar. Kahin onu horlayarak başından savar, sorusuna hiç değinmeden iğrenç bir geleceğin haberini verir. Oidipus annesiyle beraber olacak, zina ürünü bir soyu türeyecek ve kendisine hayat vermiş olan babasının katili olacaktır. Dehşete düşen Oidipus nereye gideceğini pek düşünmeden oralardan kaçar, bir daha asla Korinth'e dönmeyecektir. Delphoi'den çıkarken dar bir yol ağzında arabaya binmiş, yanında da birkaç hizmetçi bulunan bilinmedik yaşlı bir adama rastlar. Geçiş önceliği için tartışırlar, Oidipus arabanın yanından geçmekte iken yaşlı adam onun kafasının orta yerine iki kamçı darbesi indirir. Oidipus hemen sert karşılık verir. Sopası ile ihtiyarı yere yıkar, sonra da tanıkları öldürür.
Artık yollarda başıboş dolanmaya başlar Thebai'ye varır. Bu şehrin üzerinde bir bela vardır.
"Şehrin dolayında dağlık bir buruna bir canavar, çiğ et yiyen Sfenks yerleşmiştir."
… ..
Kör kahin Teireisias'a sorar ve kahin, katilin Oidipus'un ta kendisi olduğunu söyler, ayrıca, o, kendi annesinin kocasıdır.
Kehanet gerçek olmuştur. Günahları yüzünden kan ve kedere gömülen, herkes tarafından terk edilen Oidipus artık sadece kör bir dilencidir. Umarsızlık içinde İokaste'in altın iğneleri ile gözlerini oyar ve kızı Antigone'un izinde yollara düşer. İokaste de kendisini odasında asar.
Oidipus'un sonraki hayatı Sofokles'in Oidipus Kolonos'ta oyununda anlatılır. Kör olan Oidipus, kızları Antigone ve İsmene'nin yardımı ile Atina yakınlarındaki Kolonos'a gelir. Thebai'de kalan oğulları Eteokles ve Polyneikes, taht kavgasına düşmüştür. Polyneikes, Argos'tan bir ordu toplayarak Thebai'de kalan kardeşine saldıracaktır. Oidipus oğullarının ikisinden de tiksinir, kızlarının sadakatini över. Atina kralı Theseus, Oidipus'u ziyarete gelir ve sadece Theseus'un tanık olduğu bir şekilde Oidipus burada vefat eder.[
*mücrim
*Arapça kökenli bir sözcük olan mücrim, ''cürüm'' kelimesinden türetilmiştir. Cürüm, suç anlamına gelirken mücrim de suç işlemiş olan kimse demektir.
*Otuz Yıl Savaşı - Vikipedi (wikipedia.org)
*Otuz Yıl Savaşı ya da Otuz Yıl Savaşları, çoğunlukla Kutsal Roma İmparatorluğu'nun sınırları içerisinde 1618'den 1648'e kadar sürmüştür. Avrupa tarihinin en yıkıcı savaşlarından birisi olan savaş sonucunda tahminen 4,5 ila 8 milyon arasında insan ölmüştür ve Almanya'nın bazı bölgelerinde %50'nin üzerinde nüfus düşüşü olmuştur.[19] Seksen Yıl Savaşı, Mantova Veraset Savaşı, Fransız-İspanyol Savaşı ve Portekiz Restorasyon Savaşı da Otuz Yıl Savaşı ile bağlantılı savaşlardır.
… ..20. yüzyıla kadar, 16. yüzyıl Reformasyonu ile başlayan Alman mezhep mücadelesinin bir parçası olarak görülüyordu. 1555 Augsburg Barışı, İmparatorluğu Lüterci ve Katolik devletlere böldü fakat sonraki 50 yıl boyunca Protestanlığın anlaşılan sınırların ötesine yayılması, İmparatorluk otoristesini istikrarsızlaştırdı. Din ve mezhep, savaşın başlatan önemli bir faktör olmasına rağmen tarihçiler bu mücadelenin Avusturya ve İspanya'da hakimiyet süren Habsburglar ile Fransa'nın Bourbon Hanedanı arasındaki Avrupa hakimiyeti rekabetin sonucunda çıktığına inanıyorlar.[20] …
… ..
… .. Dış müdahaleler, başta bir iç hanedan-veraset anlaşmazlığı olarak başlayan şeyi, Avrupa çapında ve çok daha yıkıcı bir savaşa dönüştürdü…. ..
… ..
Savaşın Yapısal Kökeni:
1552 Passau Barışı, Kutsal Roma İmparatorluğu'ndaki Protestanlar ve Katolikler arasındaki… …
… ..
devletler ya o zamanlar Protestanlığın en yaygın biçimi olan Lüterciydi ya da yöneticilerinin dininden dolayı Katolikti. ... ..Lüterci çoğunluk Katolik dini alayını engellemesiyle ayaklanmalar patlak verdi.
… ..kararlaştırıldığı gibi… .. şehrin resmi dini Lütercilikten Katolikliğe dönüştü.
… .. hem Lüterciler hem de Kalvinistler
Arka Plan: 1556-1618:
… .. Kalvinist … ..
1. Aşama: 1618-1635:
Bohemya İsyanı:
Pfalz Seferi:
Danimarka Müdahalesi (1625-1629):
İsveç'in Müdahalesi (1630-1634):
2. Aşama: Fransa'nın Savaşa Girmesi (1635-1648):
Almanya Dışındaki Çatışmalar:
Kuzey İtalya:
Katalonya:
Avrupa Dışında:
Vestfalya Antlaşması (1648):
Savaşın İnsani ve Finansal Maliyeti:
Askeri Gelişmeler:
Sosyal ve Kültürel Etki:
Siyasi Sonuçları:
Savaşa Katılım:
*Münih Antlaşması (1938) - Vikipedi (wikipedia.org)
*Münih Antlaşması, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya arasında yapılan ve Çekoslovakya'nın Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesini öngören 29 Eylül 1938 tarihli antlaşmadır.
Avrupa'nın büyük devletleri arasında baş gösteren Südet Krizi sonucu olarak 1938'de Münih'te toplanan Münih Konferansı, Hitler, Mussolini, Birleşik Krallık başbakanı Neville Chamberlain ve Fransa başbakanı Édouard Daladier arasında düzenlenmiştir. Konferansa Fransa'nın taraf olması, Çekoslovakya ile aralarındaki 1924 yılında yapılmış
olan ve Çekoslovakya'nın toprak bütünlüğünün garantisi niteliğindeki antlaşmadır. İtalya ise konferansa, 7 Ocak
1935 tarihli Laval - Mussolini Antlaşması dolayısıyla taraf olmuştur. Sovyetler Birliği ile Çekoslovakya arasında,
bu ülkenin toprak bütünlüğü konusunda bir antlaşma vardır. Bu antlaşma, Çekoslovakya'nın toprak bütünlüğünü tehdit edecek bir saldırı durumunda Sovyetler Birliği'nin askerî müdahalesini, Fransa'nın müdahalesi önşartına bağlamaktadır. Dönemin Sovyet Dışişleri Komiseri Maxim Litvinov, Sovyetler Birliği'nin bu antlaşmadan doğan yükümlülüğünü yerine getireceğini sıklıkla belirtmiştir. Bununla birlikte Sovyetler Birliği konferansta temsil edilmemiştir.
… ..
Südetler, Çekoslovakya'nın stratejik öneme sahip bir bölgesiydi. Büyük bir silah fabrikası olan Skoda bu bölgedeydi. 2,5 milyon Almanca konuşan nüfusa sahip olan bölge, Versay Antlaşması'nın Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kuralına göre, Almanya'nın kontrolü altında olmalıydı. Konferansın amacı Südet Krizi nedeniyle bir Avrupa savaşını önlemekti ve bölgenin neredeyse tamamının Almanya'ya teslim edilmesiyle sonuçlandı. Bu, Yatıştırma Politikasının en bariz örneği oldu. Çekoslovakya konferansa çağrılmadığı için anlaşma Çekler tarafından Münih Diktesi olarak adlandırılmaktadır. Hatta çoğu zaman Münih İhaneti olarak da isimlendirirler zira Çekoslovakya'nın Fransa ile, Fransa'nın da Birleşik Krallık ile askeri ittifakı vardı ve bunlar konferansta hiç gündeme gelmedi.
Mart 1938'de Almanya Avusturya'yı ilhak etti. … ..
… ..
*Kitsch - Vikipedi (wikipedia.org)
*Kitsch, (Kiç diye okunur), tüketicilerinde (seyreden, izleyen, dinleyen, okuyan, bakan kişilerde) estetik etki yaratan ancak herhangi bir sanat akımı kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan ürünleri ifade eden bir sanat terimidir.[1] Genellikle var olan bir tarzın "aşağı bir kopyası" olan sanatı sınıflandırmak, ifade etmek için kullanılmıştır.
Kitsch terimi, 19. yüzyılda Almanya'da ucuz ve popüler resimleri veya eskizleri betimlemek için kullanılmaya başlanmış ve ardından pek çok dile aynı kelime çevirisi yapılmadan kavramsal olarak yerleşmiştir. Modernist dönemde "taklit, popüler, değersiz, klişe, dekoratif ve kitlelere hitap eden" anlamında ve "yüksek sanat"ın karşısında konumlandırılmış ve olumsuzlama üzerinden neyin sanat olduğunu tanımlayan bir işlev de görmüştür. Zaman içinde hem anlamı hem kullanımı evrilen ve değişen kitsch, güncel sanatın benimsediği, kullandığı, ironisini sahiplendiği bir kavrama dönüşmektedir.
*İdil: şairane ve küçük resimdir. Saf, temiz ve içten olan aşk anlamıdır.
İçinde ‘kitap’ların da yer aldığı rastlantıların bir araya getirdiği roman kahramanları Teresa ve Tomas’ın öyküsü….
YanıtlaSilRomanı anlamayı kolaylaştırmak ve daha anlamlı olmasını sağlamak için; öncesinde niçin “Anna Karenina” (Tolstoy) okumakta yarar var.
YanıtlaSilRomanın başlarında, birden ortaya çıkan ve yağmur gibi yağan ayrıntıları; ilerleyen sayfalarda uzun açıklamalarla tekrar okuyunca rahatlıyorsunuz. Neyin, nereden kaynaklandığı fark edince, anlamak için sabır gerektiğini görmek güzel…
YanıtlaSilTeresa’nın davranışları; baba yoksunluğu ve sadece annesi ile yaşadığı günlerden kalan travmaları da okuyucuya hissettiriyor….
YanıtlaSilTeresa’nın yoksunlukları yanında, ona değer katan bir yanı olan “kitap kurdu” olmasını dikkate almak gerekiyor.
YanıtlaSilTereza
YanıtlaSilİnsanlık ya da ahlaki değerlerin yerlerde süründüğü, anlık olarak ortaya çıkan ve şehvet olarak isimlendirilebilecek duyguların; roman kahramanlarının ifrat-tefrit kavramlarını hatırlatırcasına bir uçtan diğerine savrulan hayat tarzı örneklerinin anlatımına şahit olunuyor….
YanıtlaSilYaşananların gerçekçi olmayan boyutlarda anlatılması makul mantıklı gelmiyor….
SilMilan Kundera’nın eserinde aralıklı olarak vurguladığı üzere; 1968 Rus işgalinin Prag’da ortaya çıkardığı zor şartların ve sıra dışı yaşanmışlıklar olarak da değerlendirmek mümkün.
SilBir diğer ayrıntı ise; Teresa’nın özellikle de annesinden kaynaklanan çocukluk travmaları….Kız çocuğunun baba yoksunluğu düşünüldüğünde; Tereza’nın yaşamındaki savrulmalar, ahlaki boyutta görülen irtifa kayıplarını anlamak kolaylaşıyor….
SilGereksiz ölçüde +18'lik konuşlara girilmesi düşündürücü....
Silya da 18+
SilSonuçta Çekoslavakya bir şekilde Rusların işgaline uğruyor . O zamanlar Ruslarla işbirliği yapanlar ve sonrasında komünistlerin cennet vaatlerinin aldatıcı / Yanıltıcı olduğunu farkedince “: Bilemedik! Aldatıldık! Bizler gerçekten inananlardandık! Yüreklerimizim derinlerinde bizler masumuz!” demeleri sorgulanmakta. Yazar bu sorgulamayı yaparken Sofokles’in Tragedyasını (Oedipus) hatırlatarak işgalin sorumluklarına göndermekte yapmakta.
YanıtlaSilRomanda yapılan bu eleştiriler; biraz daha derinden anlamaya çalışıldığında; ülkemizin günümüzde maruz kaldığı gelişmelerle ortak yanlar olduğunu da görmek mümkün…..
Eserin yazarı Milan Kundera, Ruslarla işbirliği yapanları sorgulamaya devam ederek “yaşanan acımasız olaylardan habersiz olmayan komünistler vardı mutlaka (devrim sonrası Rusya’sında işlenen ve hâlâ işlenmekte olan korkunç suçlardan habersiz olamazlardı) ama o, komünistlerin çoğunluğunu gerçekten bunlardan hebersiz olduğu görüşündeydi. Ama, diyordu kendi kendine, haberli ya da habersiz olmaları değil asıl sorun; aslı sorun, insanın habersiz olduğu için masum sayılıp sayılamayacağı. Tahta çıkmış bir budala sırf budala olduğu için bütün bu sorumluluklarından arınmış mı demekti?” “ diyerek devam ediyor.
YanıtlaSilKundera, Rus işgali ve işbirlikçileri; -... ..kim olduğunu bilmeden babasını öldüren ve yine bilmeden annesi ile evlenen- Oedipus’un kendini kör ederek cezalandırmasına gönderme yapması ilginç bir yaklaşım. “
Yazarın anlattıkları arasında, günümüzle örtüşen anlayışın yansımaları tarihin tekrarlandığı izlenimini bir kere daha açığa çıkarıyor. Milan Kundera’nı vurgu yaptığı üzere, “Komünist Parti tarafından düzenlenmeyen her türlü kamu girişiminin (miting, dilekçe, sokak gösterisi) doğrudan doğruya yasadışı sayıldığı ve katılanları tehlikeye soktuğu herkesçe biliniyordu. “ ifadeleri sanki, “günümüzde yaşananlar” dedirtiyor…
YanıtlaSilDemek ki, güç mücadelesi araya giren onca zamana rağmen aynı şekliyle tekrar tekrar hortlamakta….. burada yönetimin komünist, faşist yada liberal vb. olması değil kişisel hırslar söz konusu...
Kitsch, için ortak değerler, gelenesel ya da teamül haline gelen anlayışlar diyebilir miyiz?
YanıtlaSil"... bir kocanın cenazesi karısının gerçek düğünüdür! " Yazar ne demek istiyor?
YanıtlaSil