30 Mart 2023 Perşembe

Son Dünya Düzeni*

Osmanlı İmparatorluğu, tarihin gördüğü en büyük imparatorluklardan birisiydi. Ancak tarihi tam olarak yazılamadığı gibi, eksi ve yanlış yazılmıştır. Bu yüzden Osmanlı tarihi hakkında birçok şeyi bilmeyiz.


Günümüzde, özellikle son 20-25 yılda Afrika’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da kaldırılan her taşın altından Osmanlı İmparatorluğu’nun izleri çıkıyor. Roma İmparatorluğu gibi Osmanlı İmparatorluğu da, tarih sahnesinden kalmasına rağmen tesirleri devam ediyor. Osmanlılar’ın izlediği siyasi ve dini politikalar günümüz dünyasının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Altı asır süren Osmanlı İmparatorluğu, son dünya düzeniydi ve yenisi de kurulamadı.


Fransa’nın Gizli Türkiye’yi İşgal Planı

16.yüzyılda Osmanlı yardımıyla varlığını devam ettiren Fransa, 17. yüzyılın sonlarında Türkiye’yi işgal planları yapmıştı.

İspanya Kralı Şarlken, Fransa Kralı Fransuva’yı 24 Şubat 1525’te Kuzey İtalya’da Pavia Muharebesi’nde mağlup edip esir almıştı. Fransızlar, Şarlken karşısında aciz kalınca Osmanlılar’dan yardım istediler. Kanunî Fransa Kralı’na gönderdiği fermanda, gönlünü hoş tutup, üzülmemesini yakında yardıma geleceğini söylemişti.


Fransa yok olmaktan Kurtuldu

Osmanlılar, Habsburglar’a Fransa’yı hem askerî hem de ticari olarak desteklediler. Fransızlara verilen kapitülasyonlar; bu ülkenin Doğu ticaretinden faydalanmasını ve zenginleşmesini sağladı. Osmanlılar’ın Orta Avrupa’daki faaliyetleri Fransa’yı yok olmaktan kurtardı. Nitekim Kral Fransuva, 1532’de Venedik Elçisine Şarlken karşısında hem kendi ülkesinin hem de diğer bütün Avrupa devletlerinin

21 Mart 2023 Salı

Büyük İskender*

Pers Devleti, Makedonya ve Yunanistan

İskender, 11 Haziran  323 tarihinde Babil’de yaşama gözlerini kapadığında, ardı ardına fethettiği, Nil Nehrinden Himalaya’ya , Balkanlar’dan Hint Okyanusu’na uzanan,  uçsuz bucaksız bir imparatorluk bıraktı. Yaklaşık bin yıl süresince, büyük bölümünde Yunanca konuşulan ve Makedon seçkinlerin yönetimi altındaki bu toprakların yayıldığı alan, önceki Pers İmparatorluğu’nun sınırlarıyla kıyaslanabilirdi. Makedonya, Yunanistan ve Pers İmparatorluğu: İskender birinci ülkenin, Makedonya’nın veliahtı olarak dünyaya geldi, babası Philippos Yunanistan'a hükmetti ve İskender de birbiri ardına düzenlediği seferlerle,


 

Asma Bahçeleri” olması kuvvetle muhtemeldir.


… ..

Babil takvimine göre İskender’in hükümranlığının sekizinci yılı, Aiiaru aynın 29’u idi; bizim takvimimize göre ise 11 Haziran 323 İskender’in ölmünü “Kral öldüğünde hava bulutluydu” diye soğuk, bilimsel bir dille kaydetmiştir.

… ..

Askeri deha

… ..

… ..Kral karmaşık yönetsel problemlerle yüzleşmekten kaçarak hep savaşmayı yeğledi. … ..

… ..

… .. İskender’in çevresindekiler üzerinde uyandırdığı saygı ve hayranlığın yanı sıra, özellikle otoritesinin

sayılmaması karşısında kontrol altına alınması zor öfke patlamaları yaşayan huzursuz yapıya sahip bir

insan olduğunu söylemek de o denkli zor olmasa gerek. Fethettiği bölgelerdeki düzen ve birliğin

sağlanmasına bile bu huzursuzluk engel oluşturuyordu. İskender’in ölümünden sonra, ancak doğaüstü

cemile - sultanmurat*

İşte yine o mütevazı çerçeveli tablonun karşısındayım. Yarın sabah erken ayıla (köy) gitmem gerek.Tabloya sanki bana iyi yolculuklar diyecekmiş gibi, dikkat ve uzun uzun bakıyorum. 

Bu tabloyu daha hiçbir sergiye yollamadım. Üstelik onu, avıldan gelen akrabalarıma da göstermiyor, onlardan saklamağa çalışıyorum.Tabloda utanılacak birşey olduğu için değil, bir sanat eseri olmaktan uzak olduğu için.Sade bir tablo, orada görünen topraklar sade.

Tablonun derinliğinde sonbaharın solgun görüntüüüüüüüsü var. Rüzgâr , uzaktaki sıradağların üzerinden hızlı hızlı kayan küçük alabulutları kovuyor. Ön planda, koyu kızıl rente bir pelin bozkırı. Ve bir de

, son yağmurlardan kurumaya vakit bulamamış kapkara bir yol. Aşağıda kuru olan yan taraflarda ama sık bodur ağaçlar görünüyor. Yağmurdan yumuşayan tekerlek izleri boyunca iki yolcunun ayak izleri uzayıp gidiyor. İzler uzaklaştıkça silikleşiyorlar. O iki yolcu , bir adım daha atsalar çerçeveden dışarı çıkacaklar sanki. Bu yolculardan biri… ama duru, olayı biraz baştan alayım.

Çocukluk günlerimdeydi. Savaş başlayalı üç yıl olmuştu. Babalarımız, ağabeylerimiz uzak cephelerde, Kursk ve Orel önlerinde savaşıyorlardı. Daha on beşine basmamış bizler ise kolhozlarda çalışıyorduk. Büyük erkeklerin harcı olan günlük ağır işler bizim zayıf omuzlarımıza yüklenmişti. İş, özellikle hasat mevsiminde çok zor olurdu. Haftalarca eve uğramaz, gecemiz, gündüzümüz tarlada, harmanda veya istasyona tahıl taşıdığımız yollarda geçerdi.

Ekin biçmekten orakların ateş gibi kızardığı o kavurucu günlerden birinde, istasyona yükümü boşaltmış boş arabalarla dönerken, yolumu değiştirip eve uğramaya karar verdim.

Yolun sonundaki küçük tepenin üzerinde, çay geçidinin hemen yanında, sağlam çitlerle çevrili iki avlu vardır. Avluların etrafında kavak ağaçları yükselir. Bunlar bizim evlerimizdir. Bizim iki aile çok eski zamanlardan beri komşu olarak yaşar. Ben, “Büyük Ev ”de oturan ailedenim. İki ağabeyim var, ikisi de bekâr, ikisi de cephede ve uzun zamandır onlardan bir haber alamadık.

Babam yaşlı bir dülgerdir. Her sabah tan ağarırken kalkar, kıbleye dönüp namazını kılar, dülger atölyesinin bulunduğu ortak avluya çıkar ve akşam geç vakit eve dönerdi.

Orta Asya Mirası *

… .. O büyük bölge (en azından orta kısmı) bugünkü Amu Derya ile Siri Derya arasındaki topraklar zaman içinde önemli değişimlerden geçmiştir ve toprak ile insanlar arasındaki ilişki, olası en iyi çerçevede anlaşılmaya çalışılmalıdır. Topluluklar, farklı grupların -kırsal ya da yerleşik, dağlı ya da ovalı vb- sınıflandırıla bildiği bazı temel kimliklele tanımlanmalıdır. Kanımca, bir topluluğun kimliğini belirlemede en uygun ölçüt dildir. Ancak aynı topluluk, ayrı yerlerde, birbirinden kopmuş olarak yaşayabilir; bu geçmişte İran dilini konuşan topluluklar için geçerliydi. Böyle durumlarda, bir zamanlar yaşadıkları çevrelerdeki tüm bölgeler ile baskın oldukları bölge arasında seçim yapmak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

Açıkçası, geriye Orta Asya’daki Tacikler ile bugün İran dilini konuşan Pamirler’de yaşayanların kaldığı toplulukların evrimini açıklarken, çok daha fazlası dikkate alınmalıdır. İster İran ister Türkî dillerden konuşanlar olsun, bugünkü Orta Asya topluluklarının, tek kültür, tek din, tek toplumsal değer ve gelenekler kümesi olduğunu , onları birbirlerinden yalnız dilin ayırdığını, geçen yarım yüzyıl boyunca birçok kez vurguladım. Ayrıca bu halkların en az birinde ya da bişrkaçında kültür büyük ölçüde korunduğundan, Orta Asya’da yaşayanların çağdaş kültür ve göreneklerinin, geçmişi anlamamızda göz ardı  edilemeyeceğine inanıyorum.  Yıllar önce, yitirdiğimiz bir dostum, Hititlerin başkenti Boğazköy’de kazılar yapan arkeolog H.H. von der Osten, Ankara’daki bir ziyafette, Mustafa Kemal Atatürk’ün, atalarının geçmişini yeniden ortaya çıkardığı için kendisini kutladığını anlatmıştı. Von der Ostenn tam karşı çıkmak ğüzereyken, Alman Büyükelçisi kendisini dürtünce, yanıtını “Evet, Ekselans” ile sınırlamıştı. Ben Atatürk’ün haklı olduğunu düşünüyorum, çünkü bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayanların, köklerinin dayandığını ileri sürecekleri iki bölge vardır: Anadolu toprakları ve İç Asya’da Altay Dağları. Bu bölgelerin ikisinin de Türk halkının ve kültürünün oluşmasında büyük katkısı olmuştur. Benzer biçimde, bugünkü Orta Asya halklarının kökenleri de, o bölgenin vadilerinde, çöllerinde, dağlarında olduğu kadar, batıdaki büyük İran dünyası ile, İç Asya’nın da bozkırlarındadır. Orta Asya’nın antik tarihine yönelik bu çalışma bile, ne İslam ile Arapların yoğun etkilerinin yadsınabileceğini, ne de Türk dilleri konuşan halkların bugünkü karşıma, Orta Asya’ya katkılarının görmezden gelinebileceğini ileri sürüyorum. Bu koskoca bölgede yaşayanlar

17 Mart 2023 Cuma

Sahalin Adası*

Soğuk; şiddetli bir rüüzgâr koptu, gece gündüz dur durak bilmeden yağmur yağmaya başladı. Arabacının beni teslim ettiği Fedor Pavloviç, İrtış’a on sekiz verst kala yola devam edemeyeceğimizi, çünkü, İrtış sahili boyunca yağmur nedeniyle çayırları su bastığını; dün Pustınskıy’den gelen Kuzma’nın atının az kalsın boğulacağını anlatıyor; bu yüzden beklememiz gerektiğini söylüyor.

“Peki, ne kadar beklemeliyiz?” diye soruyorum.

“Kim bilebilir? Tanrı’ya sor.”

İzbe’ye dönüyorum. KOnuk odasında kırmızı gömlekli ihtiyar oturuyor, zor nefes alıyor ve öksürüyor. Dover tozu veriyorum, yararlı oluyor ama o tıbba inanmıyor ve ‘oturup dinlediği’ için kendisini daha iyi hissettiğini söylüyor.

Oturup düşünüyorum; geceyi burada mı geçirsem? Ama dede bütün gece öksürecek , üstelik tahtakuruları da vardır. Kaldı ki , yarın suyun daha fazla taşmayacağını kim garanti edebilir?

Hayır, en iyisi yola çıkmak!

“Gidelim Fedor Pavloviç!” ddiyorum ev sahibine, beklemeyeceğim.

“Nasıl isterseniz,” diyerek usulca kabul ediyor, “Geceyi suyun ortasında geçirmezsek iyi.”

Yola çıkıyoruz.

Yağmur yağmıyor, deyim yerindeyse bardaktan boşanırcasına dökülüyor; tarantasın üstü açık. İlk kez yolda ilerliyoruz, yine de hızla gidiyoruz.

“Amma hava!” diyor Fedor Pavloviç, “İtiraf etmeliyim, uzun zamandır oralara gitmedim, su taşkınını görmedim, Kuzma korkuttu. Tanrı’nın yardımıyla geçeriz.”

Sonunda gözümün önünde geniş göl yayılıyor. Bu, su basmış çayır. Üzerinde rüzgâr esiyor, gürlüyor. Orada, burada adacıklar ve su basmamış toprak şeritleri görünüyor. Yolun yönü ıslanmış, büzülmüş ve yerlerinden kaymış derme çatma geçitleri ve köprüleri gösteriyor. Gölün ötesinde uzaklarda İrtış’ın koyu ve kasvetli yükselen sahilleri uzanmış, üzerinde ise ağır, gri bulutlar asılı; kıyı boyunca bazı yerlerde kar var.

13 Mart 2023 Pazartesi

Üç Kız Kardeş*

Birinci Perde

Prozorovların evi. Arkasında büyük bir salon görünen sütunlu misafir odası. Güzel, güneşli bir gün, öğle vakti. Salonda yemek hazırlığı sürmektedir.

Olga’nın üzerinde kız lisesi öğretmenlerinin giydiği lacivert bir takım var; kim zaman durarak öğrenci defterlerini düzeltir. Maşa siyah bir elbise giymiştir; kucağında şapkası, sandalyede otururken kitap okumaktadır.  Beyazlara bürünmüş İrina ayakta durmaktadır; düşüncelidir.


Olga 

Bugün beş mayıs, senin isim günün İrina.  Babamız öleli tam bir yıl oluyor. Hatırlıyorum da o gün hava çok soğuktu, kar yağıyordu. Bu acıya dayanamayacağımı sanıyordum; sen bayılmıştın, ölü gibi yatıyordun. Ama bak işe, bir sene sonra bundan kolayca bahsedebiliyoruz; sen beyazlar içindesin, yüzün sevinçle ışıldıyor. (saat on ikiyi vurur) O zaman da saat böyle çalmıştı.


Sessizlik.

Cenaze merasiminde bando vardı, mezarlıkta havaya ateş etmişlerdi. Babamız generaldi, tugay komutanıydı, ama cenazesinde kalabalık yoktu. Hava yağmurluydu o gün. Sağanak bir yağmur vardı, ardından da kar bastırmıştı.


İrina

Bunları hatırlamanın ne anlamı va?


Sütunların arkasındaki salonda, yemek masasının çevresinde, Baron Tuzenbah, Çebutikin, Salyoniy gözükürler.

İstanbul'da işgal yılları*

Mütareke İstanbul’u

Cepheden Eve Dönüş

Bizim Darülfünun (üniversite)

Acı günler

Silahların teslimi

Üç maaş

İkdam gazetesinde muhabirlik

*Hükümetin bazı değirmencilerle anlaşma yapıp, İstanbul halkının sırından bazı kabine üyelerinin ve onların arkasındaki şebekenin büyük vurgunlar yaptığı ortaya çıkmıştı. Maliye, Nafia ve Evkaf Nazırlarının bu işte parmağı olduğu anlaşılınca bir tahkikat  komisyonu kuruldu.  Basın bu yolsuzluk olayına günlerce yer verdi. Tevfik Paşa istifa ederek birkaç gün sonra kabineyi yeniden kurdu. Ama yolsuzluğa karışan Maliye, Evkaf ve Nafia Nazırları yeni kabinede de yerini alırken yolsuzluğa karşı çıkan Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) kabineye alınmadı.

… .. 

Darülfünun’da Kâtipliğim

Şubat sonlarına doğru Darülfünun umum müdürlük kaleminde açılmış, yedi yüz kuruş maaşlı. … ..

… ..


O zamanki üniversite teşkilatı

Harpten önce, yani 1914 Ağustos’una kadar üniversitenin adı “darülfünun”idi ve yalnız erkeklere mahsustu.. Fakültelerin adı da “şu’be” idi. “Bölüm” demek, bu “şube” kelimesi. Fakültelerin adı, harp içinde bir reformla” medrese” ve hocaların adı da “müderris” olmuş. Hukuk medresesi, fen, edebiyat ve tıp medreseleri gibi.

7 Mart 2023 Salı

Siyah İnci*

… .. Fakat köprüye vardığımızda karanlık bamıştı, bir tek köprünün ortasının suyun altında kaldığını görebiliyorduk.Ama sular kabardığında, bu ara sıra olduğu için sahibim durmadı. İyi bir tempoda gidiyorduk fakat ayaklarım köprüye değdiği anda bir terslik olduğunu anladım. İlerlemeye cesaret edemedim ve zınk diye durdum. “Yürü İnci,” dedi sahibim ve kamçıyla hafifçe dokundu. Fakat kımıldayamazdım. Sertçe vurdu, sıçradım fakat ilerleyemedim.

“Bir terslik var efendim,” dedi John ve arabadan fırlayıp başıma geldi, her tarafa baktı. Beni tutup ilerletmeye çalıştı.”Haydi İnci, sorun ne?” Tabii ona söylemem olanaksızdı, fakat köprünün güvenli olmadığını çok iyi biliyordum.

Tam o sırada karşı taraftaki gişede duran adam kulübeden dışarı fırladı, bir meşale almış çılgınca sallıyordu.

“Hey, hey, hey, hooo, durum!” diye seslendi.

“Ne oluyor?” diye bağırdı sahibim.

“Köprünün ortası çöktü, sular bir kısmını götürdü. İlerlerseniz suya yuvarlanırsınız.”

“Tanrı’ya şükür!” dedi sahibim. John, “Sağ ol inci,” dedi ve dizgini alıp beni yavaşça sağa, nehrin kenarından giden yola döndürdü. Güneş bir süre önce batmıştı, ağacı yerinden söken o şiddetli fırtınadan sonra rüzgâr biraz dinmiş gibiydi. Hava karardıkça karardı, duruldukça duruldu. Sakin sakin tırıs gidiyordum, tekerlekler yumuşak zeminde fazla ses çıkarmıyordu. Epey sürene sahibim konuştu ne de John. Sonra sahibim ciddi bir sesle konuşmaya başladı. Söylenenlerin çoğunu çıkaramıyordum ama sahibim istediği gibi yola devam etmiş olsam, muhtemelen köprünün çökeceğini ve at, araba, efendi ve seyis hep birlikte nehre yuvarlanacağımızı, akıntı çok kuvvetli olduğu ve yardıma koşacak kimse olmadığı için de büyük bir ihtimalle hepimizin boğulacağını düşündüklerini anladım. Sahibim, Tanrı’nın insanlara düşünme yeteneği verdiğini, insanların bunu kullanarak her şeyi kendi kendilerine anlayıp öğrenebildiğini söyledi. Fakat hayvanlara sezgi vermişti, düşünmeye bağlı olmayan , bu da kendi içinde çok daha eksiksiz ve kusursuzdu; hayvanlar da insanların hayatını çoğunlukla bunu kullanarak kurtarırlardı. John’un köpekler, atlar ve onların yaptıkları harika şeyler

Kar*

… .. Kar rüyalarda yağdığı gibi uzun uzun, sessizce yağarken cam kenarına oturan yolcu yıllardır tutkuyla aradığı masumiyet ve saflık duygularıyla arındı ve kendini bu dünyada evinde hissedebileceğine inandı. Biraz sonra uzun zamandır yapmadığı ve aklından hiç geçmeyen bir şeyi yaptı ve koltuğunda uyuyakaldı.

Uyumasından yararlanıp onun hakkında sessizce bilgi verelim. On iki yıldır Almanya’da siyasi sürgün hayatı yaşıyordu, ama hiçbir zaman siyasetle fazla ilgilenmiş değildi. Asıl tutkusu, bütün düşüncesi şiirdi. Kırk iki yaşındaydı, bekârdı ve hiç evlenmemişti. Kıvrıldığı koltukta fark edilmiyordu ama Türkler için uzunca sayılabilecek bir boyu, yolculukta daha da solan açık bir teni, kumral saçları vardı. Yalnızlıktan hoşlanan sıkılgan biriydi. Uyuya kaldıktan biraz sonra başının otobüsün sarsıntısıyla yanındaki yolcunun omzuna, sonra da göğsüne düştüğünü bilseydi çok utanırdı. Gövdesi komşusunun üzerine düşen yolcu iyi niyetli, doğru düzgün bir insandı ve bu özellikleri yüzünden özel hayatlarında hareketsiz ve başarısız olan Çehov kahramanları gibi kederliydi hep. Keder konusuna daha sonra döneceğiz. Bu rahatsız oturuşu ile daha fazla uyuyamayacağını anladığım yolcunun adının Kerim Alakuşoğlu olduğunu, ama bundan hiç hoşlanmadığı için adının ilk harfleriyle Ka denmesini tercih ettiğini, bu kitapta da öyle yapacağımı hemen söyleyeyim. Kahramanımız daha okul yıllarındayken ödev ve sınav kâğıtlarına adını inatla Ka diye yazar, üniversitede yoklama kâğıdını Ka diye imzalar, bu konuda öğretmenleri ve devlet memurlarıyla her seferinde kavga çıkarmayı göze alırdı. Annesine, ailesine, dostlarına kabul ettirdiği bu adla şiir kitaplarını da yayımladığı için Ka adının Türkiye’de ve Almanya’daki Türkler arasında küçük ve esrarlı bir ünü vardı. Şimdi, Erzurum garajından ayrıldıktan sonra yolculara iyi seyahatler dileyen şoför gibi ben de ekleyeyim: Yolun açık olsun sevgili Ka… Ama sizi kandırmak istemem: Ka’nın eski arkadaşıyım ve Kars’ta başına gelecekleri daha bu hikâyeyi anlatmaya başlamadan biliyorum ben.

Horasan’dan sonra otobüs kuzeye Kars’a doğru saptı. Kıvrılarak yükselen yokuşların birinde birdenbire bir at arabası belirip şoför sıkı bir fren yapınca Ka hemen uyandı. Otobüsün içinde