… .. O büyük bölge (en azından orta kısmı) bugünkü Amu Derya ile Siri Derya arasındaki topraklar zaman içinde önemli değişimlerden geçmiştir ve toprak ile insanlar arasındaki ilişki, olası en iyi çerçevede anlaşılmaya çalışılmalıdır. Topluluklar, farklı grupların -kırsal ya da yerleşik, dağlı ya da ovalı vb- sınıflandırıla bildiği bazı temel kimliklele tanımlanmalıdır. Kanımca, bir topluluğun kimliğini belirlemede en uygun ölçüt dildir. Ancak aynı topluluk, ayrı yerlerde, birbirinden kopmuş olarak yaşayabilir; bu geçmişte İran dilini konuşan topluluklar için geçerliydi. Böyle durumlarda, bir zamanlar yaşadıkları çevrelerdeki tüm bölgeler ile baskın oldukları bölge arasında seçim yapmak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Açıkçası, geriye Orta Asya’daki Tacikler ile bugün İran dilini konuşan Pamirler’de yaşayanların kaldığı toplulukların evrimini açıklarken, çok daha fazlası dikkate alınmalıdır. İster İran ister Türkî dillerden konuşanlar olsun, bugünkü Orta Asya topluluklarının, tek kültür, tek din, tek toplumsal değer ve gelenekler kümesi olduğunu , onları birbirlerinden yalnız dilin ayırdığını, geçen yarım yüzyıl boyunca birçok kez vurguladım. Ayrıca bu halkların en az birinde ya da bişrkaçında kültür büyük ölçüde korunduğundan, Orta Asya’da yaşayanların çağdaş kültür ve göreneklerinin, geçmişi anlamamızda göz ardı edilemeyeceğine inanıyorum. Yıllar önce, yitirdiğimiz bir dostum, Hititlerin başkenti Boğazköy’de kazılar yapan arkeolog H.H. von der Osten, Ankara’daki bir ziyafette, Mustafa Kemal Atatürk’ün, atalarının geçmişini yeniden ortaya çıkardığı için kendisini kutladığını anlatmıştı. Von der Ostenn tam karşı çıkmak ğüzereyken, Alman Büyükelçisi kendisini dürtünce, yanıtını “Evet, Ekselans” ile sınırlamıştı. Ben Atatürk’ün haklı olduğunu düşünüyorum, çünkü bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayanların, köklerinin dayandığını ileri sürecekleri iki bölge vardır: Anadolu toprakları ve İç Asya’da Altay Dağları. Bu bölgelerin ikisinin de Türk halkının ve kültürünün oluşmasında büyük katkısı olmuştur. Benzer biçimde, bugünkü Orta Asya halklarının kökenleri de, o bölgenin vadilerinde, çöllerinde, dağlarında olduğu kadar, batıdaki büyük İran dünyası ile, İç Asya’nın da bozkırlarındadır. Orta Asya’nın antik tarihine yönelik bu çalışma bile, ne İslam ile Arapların yoğun etkilerinin yadsınabileceğini, ne de Türk dilleri konuşan halkların bugünkü karşıma, Orta Asya’ya katkılarının görmezden gelinebileceğini ileri sürüyorum. Bu koskoca bölgede yaşayanlar
arasında -yeni yıl kutlamalar gibi- birçok şey İslamiyet öncesinden günümüze kadar kalmıştır. Kimi zaman farklı dil, kültür ve yaygın inanç yumağını çözmek, kökenlerine inmek zordur. Ama her zaman, Araplar ile Türklerin gelişinden önceki antik miras vurgulanır.Öte yandan bu kitabın kapsamını, Arap fetihlerini ve Orta Asya’daki Arap egemenliğini içerecek şekilde, son İran hanedano olan Samaniler’in yüselişine ve 11. yüzyılda Türk egemenliğinin kurulmasına değin genişlettim. Bu genişletmeyi yaparken gerekçem, ancak yazınsal anlatımda Arap harfleri kullanılan yeni Pers dili olan bir Doğu İran İslam kültürünün yaratılması sonunda, yeni düzenin sağlamca kurulduğunu ve geçmişi özümlediğini söyleyebileceğimize duyduğum inançtır..,... ..… .. bugünkü Sincan’da Taklamakan Çölü’nün vahaları anlamına gelmektedir. Gerek doğudaki İli Vadisi’nin gerekse batıdaki Issık Göl bölgesinin güney bölgelerine bağlanan önemli yerler olmalarına karşın, bugünkü Kazakistan’ın bozkırlarında ya da Sincan’ın Tanrı Dağları’nın kuzeyinde kalan bölümüne daha az önem verilecektir. Güney Rusya ile İç Asya (Moğolistan, Tibet ve vahaların dışındaki bölgeler) bu çalışmanın kapsamı dışında kalacaktır.
… ..
… ..
Coğrafyanın Gerçekleri
Halklar, Diller,âdetler ve İnançlar
Tarihten Önce
Zerdüşt Dini
Ahamenid Merkeziyetçiliği
İskender ve Helenizmin Mİrası
Yunan-Baktriyalılar ve Partlar
Göçebe Ara Dönemi
Unutulan Kuşhanlar
İpek Yolu
Budist Doğu
Göçebelerin Dönüşü
Göçebelerin Moğolistan’dan batıya ve güney hareketlerine bakıldığında, bozkırlar üzerinden yerleşik alanlara uzanan işgal ayırt edilebilir. Birincisi, aşiretlerden birinin komşusunun, onun sa saha uzaktaki etkilediği ve sondaki aşiretin yerleşik alanlara kadar yaydığı, “bilardo topu” diye adlandırılan modeldir. Bu modelin Ahamenid İmparatorluğu öncesi dönemdeki bir örneği, Kimerleri Anadoluya doğru iten İskitler; bir başka örnek de Sakaları güneye iten Yüeçilerdir. İki örnekte de, hareket şeklinin bu modele göre olduğunu varsaymaktayız.
Göçebe hareketinin bir diğer türü, dördüncü yüzyılın sonlarında Moğolistan'dan geldikleri ve Avrasya’dan Macaristan’a geçtikleri düşünülen Hunların Avrupa’yı işgal etmelerinde olduğu gibi,sızma ya da diğer aşiretlerin arasından geçmedir. Bu hareketin bir başka örneği de ,13. Yüzyılda Moğolların Yakın Doğu ile Avrupa’yı işgal etmeleridir. Aslında, her iki örmekte de diğer aşiretler ya da yenilen aşiretlerden geride kalanlar, kazananların oluşturdukları konfederasyona katıldıklarından, sızmanın iyi örnekleri olarak alınamazlar.
… .. Dil ya da akrabalık bağları bulunan diğer aşiretler, yönetici kılanın bulunduğu aşiretin karizmatik önderlerine, yenildikten sonra, isteyerek ya da zorla destek vereceklerdir. Oluşan yeni konfederasyon, genellikle güç kullanarak komşu aşiretleri de bünyesine katacak ve sonunda yerleşik topraklar fethedilecek, bozkır imparatorluğu ile bütüleştirileceklerdir. Bu tür bir bozkır imparatorluğu ya da konfederasyon, genellikle kurucusunun ölümünden sonra sürmeyecektir; ancak kurucusunun yerini alacak güçlü bir kardeşin ya da oğlun olması durumunda, örgütlenme kurucunun yaşam süresinden sonra da sürebilecektir. Önderin yerini kardeşin alması, bozkırda sık görülen bir olaydı; özellikle kurucunun oğlu çok küçükse ya da önderlik için elverişsiz görülürse, bir aile ya da klanda yaşça büyük olan başa geçerdi.Böyle bir durumda, özellikle de önemli bir önder olağanüstü güçlenir ve saygınlık kazanırsa, aşiretin adı da değişirdi. … ..
Dördüncü yüzyılın ortalarında aşiretler Hunların anayurdu olduğu düşünülen Moğolistan’dan yeniden bozkırlara doğru harekete geçtiler. Hunların her iki güç modelini de izledikleri söylenebilir; hem Orta Avrupa’nın içlerine kadar girmişlerdir hem de diğer halkları önlerine katmışlardır. Attila’nın önderliğindeki Hun konfederasyonunun Ostrogotları ve diğerlerini de önlerine katarak Avrupa’yı işgali buradaki ilgi alanımız değilse de, o sıralarda Sogdiana, Baktriya v e İran’da koşut bir hareket olduğunu düşünebiliriz. Hemen bir soru akla gelir: İran’ı işgal eden ve değişik kaynaklarda Kızıl Hunlar (*chionites; “batı barbarları) diye adlandırılanlar ve Avrupa'yı işgal edenler, bir federasyonda birleşen küçük bir Hun topluluğu muydu, yoksa Hunlarla hiç bağlantısı olmayan ve yalnızca düşmanlarını korkutmak için Hun adını kullananlar mıydı?... …
… ..
… .. “Büyük” Kuşhan İmparatorluğu’nun çöküşünden sonraki dönem, kentlerin çöktüğü, Orta Asya’nın kırsal kesimlerinde köylerin ve büyük malikanelerin kalelerle birlikte boy gösterdiği bir dönem olarak nitelendirilebilir. Yetki ve güç gittikçe daha çok merkezi yönetimden yerel beylere kaymaktadır; Kuşhan-Sasani yönetimlerinde de bu süreç durmamıştır. Ancak bu süreçte göçebelerin konumunun ne olduğu açık değildir. Ne olursa olsun, “büyük” Kuşhan yönetiminin düzenliliği gitmiş, tarihin karışık bir dönemi başlamıştır.
… ..
… .. Doğu Türkistan'da yapılan kazılarda Sasani sikkelerinin bulunmuş olması, kuşkusuz, Sasani hükümranlığının oralara değin yayıldığını göstermez.
O tarihlerde Orta Asya’da olası üç hükümranlık kaynağını ayırt edebiliriz: doğrudan ya da Kuşkhan-Sasani yöneticiler aracılığıyla Sasani yönetimleri, yerel beyler ve göçebe reisler. Göçebe işgalciler , başlangıçta Sasani yöneticilerinin ya da yerel beylerin, aşiret reislerinin kolları altında sözde de olsa hükümran olmalarına göz yummuş, hatta daha önce, Cermenlerin Roma ordusunda hizmet ettikleri gibi, paralı askerler olarak Sasani ordularına hizmet etmiş olabilirler.
… …
İslâmiyet öncesinde Orta Asya’da basılan çok sayıda sikkeyi bir düzene sokmak, yazılı kaynaklar olmadan çok zordur.
Yine de, izleyen beşinci yüzyılın, kuzeydeki bozkırlardan ya da doğu Türkistan’dan çok sayıda Hun aşiretinin Baktriya ve Hindistan ovalarına göçlerinde artışa tanık olduğu açık gibidir. Persçe konuşan aşiretlerin de bu harekette yer aldıklarına kuşku yoktur; böylece izleyen yüzyılda Altay dillerini konuşan aşiretler, bozkırlarda Perçe konuşanların yerlerini almışlardır. Bundan böyle Altay Dağlarının, İli Vadisi’nin ve bozkırların tarihi, güney kesimleri dahil hiçbir yerde bilginin bulunmadığı bir karanlık dönemdir.
… ..
… ..
Beklendiği üzere, kendilerinden öncekiler gibi, yeni göçebeler de Hindistan’ın zengin ve sıcak ovalarına giderek, buralarda krallıklar kurmuşlardır. Elimizde yalnızca Kidara ve aşiret adı Chionite değil, Var, Avar, Alkhon vb adlar da bulunmaktadır; ama değişik kişi adlarını ve aşiret adlandırmalarını belirleyerek, bunları zaman ve mekana oturtmak zordur. Ancak beşinci yüzyılın ortalarından sonra Orta Asya’da, doğrudan gelerek yerleşen ve buralarda kalan yeni bir ad ortaya çıkmaktadır. Eftalitler.
… ..
… ..
Cücen İmparatorluğu (*Avarlar oldukları da ileri sürülmektedir) 532 dolaylarında,merkezleri Altay Dağları’nda olan vasalları Türkler tarafından alındılar. Türkler, kısa sürede egemenliklerini Moğolistan’daki diğer aşiretlere ve batıdaki bozkırlara kabul ettirerek, büyük bir imparatorluk kurdular. Türk kağanlarından biri olan İstemi’nin başında bulunduğu ordu güneye gelerek, Eftalid ordusunu yenilgiye uğrattı. Sasaniler Türklerle işbirliği yaptılar ve Eftalit topraklarının paylaştılar; Amu Derya’nın kuzeyinde Türkler, güneyinde de İranlılar yönetimi üstlendiler. Ancak bu, Eftalitlerin sonu anlamına gelmemektedir; yerel yöneticilerin birçoğu İran ya da Türk egemenliğini tanıdılarsa da, keni konumlarını da korudular. Aslında Eftalitler, İranlılar ya da Türklerle savaşmayı sürdürdüler; belirli ölçüde de başarılı oldular. IV. Hürmüz’ün (579-590) son zamanlarında, önde gelen bir İranlı ordu komutanı olan Behram Çubin, Herat yakınlarında Türk-Eftalit ordularını bozguna uğrattı. Bir süre sonra da başkaldırarak, kısa da olsa tahta geçti. Kaçmak zorunda kaldığında Eftalitlere sığındıysa da, daha sonra öldürüldü. II. Hüsrev (591-628) zamanında Sasanilerin dikkati Bizan İmparatorluğu’na çevrildi.
… ..
Bu ve sonraki elçilerin görevleri, Sasanileri engellemek ve bozkır üzerinden Bizans İmparatorluğu’na dönerken ipek getirmekti..
… ..
Moğolistan’daki Bugut yazılı taşı sayesinde, Türk yöneticilerin sıralamasını artık biliyoruz. İmparatorluğunun kurucusu ve büyük kağan Bumin’i oğlu Mugan (553-572), … .. Taspar (572-581).... …… Nivar Kağan (581-587)... ..Tarım Havzası’ında bir birlik kurulduğunu, Fergana’yı ve batıdaki diğer topraklarıysa, Batı Türkleri’nin yalnızca Çin kaynaklarında adı geçen kağanı Tong Yabgu’nun 619’dan630’a -öldürülünceye- kadar yönettiğini biliriz. Bunun ardından Batı Türk Devleti çözülmüş, Araplar gelinceye ve Çin’deki T’ang Hanedanı Orta Asya’ya yayılıncaya değin değişik aşiret reisleri yerel hükümdarlar olmuşlardır.
… ..
… .. ancak Türkler birçok aşireti içlerinde erittiler ve Tarım Havzası ile Maveraünnehir’in tamamnında egemen oldular. Türk reisler, bugünkü Afganistan’ın dağlık kesimlerinde bile girdiler.: ama Baktriya ile Amu Derya’nın kuzeyi ve güneyi, güneydeki sınırlarını Hİssar Dağları’ndaki “Demir Kapı” olduğu düşünülen Batı Türk Devleti’nin egemenliği dışında kaldı.Ancak gerek Türke gerek diğer göçebe topluluklar, Hissar Dağları’nın güneyinde de görülebiliyordu.
“Türk” nitelemesi giderek “Hun” ve “Eflait”in yerini aldı; bu nedenle de, bir hükümdarın Türk diye mi, yoksa başka biçimde mi adlandırılacağından emin değiliz. Türklerin denetimindeki topraklarda yaşayan yerleşik nüfusun konuşma dili Persçe olarak kaldı. Chu Vadisi ile İli Vadisi’ndeki Sogd kolonilerinin yanısıra ticari konaklamalarının da Çin ve Moğolistan’da yayılması nedeniyle, Türkler arasında Sogd uygarlığının etkisi çoktu. Baktriya’da Sogd kültürü, Sasani kültürünün kolları ile çatıştı; ikisi de Kuşhanların yerli geleneklerini erittiler. Harzemşahlar Sogdlarla yakın dosttular; tüccarları da, bu tarihlerde etkilerini kuzeybatıya, Volga’ya ve daha öteye yaygınlaştırdılar. Bu tarihlerde , belirli özellikleri olan, ancak gerek Baaktriya’da gerek doğu Türkistan’da izleri bulunanan, özünde Sogd bir Orta Asya uygarlığından söz edebileceğimize inanıyorum. … ..
Sogdların Tüccar Dünyaları
Halifeler ve Kağanlar
Orta Asya tarihinin İslamiyet öncesi dönemine ait yazılı kaynak olmamasının sıkıntısını çekerken, günümüzde çoğu dinsel kaynaklar çığ gibi yağmaktadır. … ..
… .. Kısacası, Orta Asya tarihine yaklaşım bütünüyle değişmektedir; bazı bilim insanlar, antik tarihle İslam tarihi arasındaki uçurumu aşmaya bu nedenle cesaret etmişler, gerçek tarihin ilgilendikleri dönemle başladığı kararını verirken, hemen hemen evrensel dinlerin yandaşlarının düzenini izler görünmektedirler.Bubula birlikte, Müslüman yazarlar geçen “cahiliye” çağı dedikleri böylesine önemli değişiklikler İslamiyet’le bir gecede gerçekleşmedi. Orta Asya’daki İslamiyet öncesi uygarlık, Araplara ve dinlerine nasıl tepki gösterdi? … ..
… ..
Müslüman ordularının karşıtlarına ya da kuşatılmış kentlere asıl mesajı “ya harç ver ya da savaş”tı. Hem İran’ın hem de Orta Asya’nın göçebe yağmacılara haraç vermede geçmiş deneyimleri vardı; yeni istilacılar, güneyden ve batıdan gelmelerine karşı, İç Asya’nın derinliklerinden gelen önceki göçebe istilacılar gibibüüüüyük ölçüde haraç verilerek karşılandılar.
Ancak ilk karşılaşmalardan sonra Araplar basit yağmacılar olmaktan çıkıp, fethettikleri zengin toprakları işgal etmeye niyetlenen fatihler oldular. … … yavaş yavaş Arap dininden evrensel bişr din olmaya doğru evrimleşmeye başlayan yeni bir dinin gücü küçümsenemez. … .. Bazen, özellikle Emevi Halifeliği sırasında, dinleriniş değiştirebilecek olanlar, genellikle cizyeden (*İslam devletinde yaşayan ve mükellef olan gayrı Müslim erkeklerden, can ve mallarını koruma bedeli olarakyılda bir kez alınan vergi) hatta bazı durumlarda d arazi vergisinden bağışıklığı kapsayan Müslüman olmanın yararlarını elde edeceklerinden , dine kabul edilmemişlerdi. Ancak devlet gelirleri tüm dinsel zorunlulukların önünde geliyordu. İran da dahil olmak üzere, Çin’de ve Yakın Doğu’da, İslam öncesi tarih boyunca devlet ya da hükümran genellikle kutsal din adamından üstündü. Orta Asya’nın vaha devletlerindeyse, hükümranlar, bir dinin kutsal önderine bağlı olmuşlardır; bu, göçebelerde Budizm’den ya da Şamanizm’den kaynaklanmış olabilir. Ancak bu başka bir konudur.
Başlangıçta Orta Asyalılar, Arapları göçebeler gibi gördüler.; askeri güçleri nedeniyle kabullenilmeli, boyun eğilmeli, rüşvet verilmelive sonra yerleşirlerse eritilmeliydiler. Arapların ilk akınları, Hunlar ve Türklerle eski karşılaşmalarının yinelenmesi gibi göründü. Ancak Arap orduları bazı bakımlardan farklıydı. Bİrincisi,Bedevi aşiretlerin çöl kumlarından kaynaklanan dayanma güçleri, kuzeydeki göçebelerden çok fazlaydı. İkincisi, ordularına fethettikleri Sasani İmparatorluğu’ndan iyi eğitilmiş ve profesyonel askerler almışlardı. … .. Araplar yalnız yeni bir din değil, eşitliği, sınıfların sonunu ve büyük bir Müslüman ailesine, ümmete ait olmaktan kaynaklanan dayanışmayı içeren toplumsal bir mesaj da getirdiler. … ..
… ..
… .. Araplar… .. III. Yezdigirt 651’de Merv Vahası’nda öldürülünce, Sasani İmparatorluğu kesin olarak son buldu ve yeni topraklar yeni bir yönetime geçti.
Kralların kralı (*Şehinşah) yerine, geniş imparatorluğun yöneticisi olarak, Hz. Muhammed'in vekili olan bir halife getirildi; ama bu, önceki imparatorluklardan farklıydı. Çünkü ilk halifelerin, yeni fethedilen toprakları yönetecek saray düzeni ve bürokrasisi yoktu. Vergi toplamak ve düzeni sağlamak için, önceki yönetimlere ve onların bürokrasisine dayanmak zorundaydılar. … ..
… ..
… .. Her yıl düzenlenen akınlar, Şam’da Emevi Halifelği kuruluncaya değin, sürekli işgale dönüşmedi. Merv, Sasanilerin doğudaki savunma ve askeri harekatlarının üssü olduğu gibi, Arapların da üssü oldu. Bu açıdan, Emevi Halifeliği’nin doğu kısmındaki genel valiliğin iki önemli merkezi olan Mezopotamya’daki Basra ile Kûfeye benziyordu. Ancak Merv’deki yerleşim, yerli halktan ayrı olarak , yalnızca Müslüman Arap savaşçıları sürekli barındırmak amacıyla yeni kurulan Basra ve Kûfe’den farklıydı. Merv’de Arapların yerel halkın içine yerşleşmesi, Horasan’da Irak ve İran’dan daha yoğun ve hızlı bir eritme politikasına katkı yaptı.
Emevi Halifeliği süresince, doğudaki asıl güç, Arap aşiretlerindeydi ve Merv’e aşiret düzenine göre yerleştiler. … … Merv’e yerleştikten sonra eski kavgalar yeniden başladı; aşiret savaşları Emevi tarihinin sayfalarını doldurdu…. … Orta Asya, İskender gibi Araplara da çetin çeviz olduğunu kanıtladı. Ganimet alınacak ve sömürülecek zengin bir yer olarak görünmeseydi, Orta Astya daha çabuk fethedilebilirdi. Sonuçta Abbasi Halifeliği’ne değin, İslam dünyasının ayrılmaz bir parçası olmadı. Maveraünnehir'e yapılan baskınlara, halife’nin Irak’taki genel valisine bağlı olan Horasan valileri önderlik ediyorlardı.
Ubeydullah bin Ziyad, 673’te Sasani İmparatorluğu’nun geniş doğu eyaleti Horasan’ın valisi oldu; nehrin batı kıyısına akın yaptığı sırada, babasının vahaya geçmiş olması olasılığına karşın, Arapların Ceyhun dedikleri Amu Derya’dan Buhara Vadisi’ne ordusunu ilk o geçirdi…. ..
… ..
Halife Osman’ın oğlu Said, Horasan’ın sonraki valisiydi; hem Buhara’ya hem de Semerkant’a, sonra da Keş ile Termez’e baskın yaptı. Arabistan'a dönerken, Medine’ye götürdüğü Sogd köleleri ayaklandılar ve onu öldürdüler. İlk Emevi halifesi Muaviye ölünce akınlar durdu; ancak Abdullah bin Zübeyr’in ayaklanması bastırıldıktan ve Ali’nin oğlu Hüseyin öldükten sonra, Muaviye’nin oğlu ve ardılı Halife Yezid’in zamanında Sogdiana’ya seferler yapıldı. 681’de, Salim bin Ziyad’ı Horasan valiliğine atadı. Salim bin Ziyad, Sogdiana’ya yalnızca akın yapmakla kalmadı; kışı Semerkant’ta geçirdiği anlam kılmaktadır. Daha önce, Araplar akınlardan sonra kışı geçirmek için Merv’e çekiliyorlardı. Ancak Sogdlar zamanı boşa harcamadılar ve bazen de göçebe Türklerin yardımıyla Araplarla savaştılar; ama genellikle Araplar kazandılar.
…..
… .. 683’te Halife Yezid’in ölümüyle birlikte, Araplar arasında ayaklanmalar başladı ve aşiretler arasındaki savaş (Arapların) Horasan’daki durumlarını tehdit eder hale geldi. Arapların nehrin ötesi dedikleri Maveraünnehir, Horasan valisine bağlı olmakla birlikte, baskınlarla yağmalanmaya açık b ir uç bölgesi sayılırdı. Halifelikteki ayaklanmalar, Orta Asya’yı birkaç on yıl boyunca Arap akınlarından kurtardı.
Maveraünnehir ile birlikte Horasan’ın, Arapların savaştığı tek cephe olmadığına değinilmelidir; Sisan ile Hindistan’ın güneye açılan yolları da doğuda genişlemenin bir parçasıydı. Ayrıca Sistan’da, Emevi halifesinin yetkesini tanımayan ve Emevi orduları ile çarpışan bir Müslüman mezhebi olan Hariciler de sorundu.Bunun, Arap ordularının Hindikuş Dağları’nın güneyindeki dağlık bölgedeki genişlemesinin güney sınırı olduğunu söyleyebiliriz.
… ..
Yezid’in ölümünden sonra Emevi halifeliği birçok sorunla kuşatılmıştı; Yezid’in küçük oğlu da birkaç ay sonra öldürülmüş, aşiret savaşları ise bölgede kök salmıştı…. ..
.. ..
…..
Orta Asya halkları üzerinde fetihlerin ve İslam’ın güçlü etkilerinden söz ederken, başka etkilenmelerin oluşuna da değinmemiz gerekir. Araplar persçe öğrendiler, yerel giysiler giydiler; doğallıkla, Orta Asya’da Arapla, Persler, Sogdlar arasında ticaret ortaklıkları kuruldu. Halifelik her tarafa yayıldıktan çok sonra, Nasır bin Seyyar döneminde Horasan’da, resmi yazışmalarda Araapça kullanılmaya başlandı. Yerli yazmanlar, Sogdca ve arkaik Persçeyi ya da Pehlevi Persçesini kullanmak yerine, işlemlerde daha esnek bir yazım aracı olarakArapça kullanmanın yararlarını hemen kavradılar. Arap harfleriyle Persçe yazı (yani yeni Persçe) onuncu yüzyılda ortaya çıktı ve İran’da değil, Orta Asya’da gelişti.
… ..
İran-İslam Ekümenisi
Abbasi Halifeliğinin kurulmasıyla, Horasan’da ve Orta Asya’da birtakım değişiklikler görünür oldu. Emevî dönemine göre en çarpıcı gelişme Arap aşiretlerin siyasal olaylardaki etkisinin ortadan kalkmasıdır. Bu, Arap aşiretlerin Horasan’ı bıraktıkları ya da artı doğuda var olmadıkları anlamına gelmemektedir; ama örgütlenmelerini ve önemlerini yitirdiler. Çoğu, yerleşik nüfusun içinde eridi; bundan böyle, bir aşiretin mevlası olarak mevali deyimine kaynaklarda rastlanmaz oldu. Artık yalnızca Müslüman olanlarla Müslüman olmayanlardan söz ediyoruz; ama insanlar giderek daha çok İslamiyet’i benimser olunca, yeni bir farklılaşma ortaya çıktı. Doğuda dile dayandı: Önce Araplar arasında görüldü; bir yanda Arapça’ya dönenler, öbür yanda İslamiyet’i benimsedikten sonra bile Arapça öğrenmeyen İranlılar; sonra da İranlılar ile Türkler arasında farklılaşma söz konusu oldu. Araplar ya da Araplaşanlar ile İran yazını arasındaki tartışmaya Şuubiye denir; İran’da Bağdat ve başka yerlerde olmuş, Orta Asya’da ise önemli olmamıştır.
… ..
… .. Artık Emevîler dönemindeki stratejik konumunda olmayan Merv de, nehir ötesi seferlerde elde ettiği önemli konumunu yitirdi. … ..
… ..
Abbasiler döneminde Bağda t’taki merkezi hükümet örgütlenmesi … ..
… ..
… .. Emevîler zamanında, Müslümanlığı benimseyenlerden vergi alınmayacağını vaat ederek nüfusun tamamının İslamiyet'i benimsemesi amacına yönelik çalışıldıysa da, bu ama. gerçekleştirilemedi…. …
… ..
Abbasi Halifeliği zamanında, kuralları hâlâ oluşturulmakta olduğu halde , İslamiyet yayıldı.
… ..
Dokuzuncu yüzyıla doğru, İslamiyet Orta Asya’da büyük bir gelişme göstermiştir; İran’da ise, kırsal alan bir yüzyıldan uzun bir süre daha Zerdüştçü kalmıştır. … ..
… ..
Şimdiki Zamanın Doğuşu
… ..
Türk aşiretler, bininci yılın başlarında Orta Asya’nın doğusundakive batısındaki vaha devletlerine sızmaya başladılar; bununla ilgili olarak, Türklerin vahalara yerleşmelerinden çok işgali ve uzlaşmazlıkları anlatan Çin hanedan yıllıklarından başka, elimizde herhangi bir belge bulunmamaktadır. Turfan, Komul ve diğer vahalar Uygurlar tarafından işgal edilinceye değin, Türkler dokuzuncu yüzyıl öncesinde göçebe ya da çoban olduklarından, Türklere ait olduğu düşünülebilecek yerleşik bir kültür bulamıyoruz. Bunun nedeni, Türklerin kentlere yerleşmemiş olmaları değildir; özellikle İli ve Chu vadilerine yerleşmişlerdir…. ..
… ..
Arapların Maveraünehir’i fethetmelerine karşı çıkanların başında, Moğolistan ile Altay bölgesinde bulunan ilk Türk hanlığım olan Türgişler gelmiştir. 766 dolaylarında bir Karluk birliği kurulduğunda, Karluklar onların yerini almıştır.
… ..
… .. 744’te bozkırlardaki en önemli gücün Moğolistan ile Uygurlar olduğu düşünülür. … ..
… ..
… .. Kırgızlar 840’ta Moğolistan’daki Uygur devletini yıkıncaya değin sürmüştür. … .. Hazar Denizi’nin doğusundan Siri Derya’ya değin uzanan Oğuzlar’dır. Müslümanlarla savaşan, sonra da onuncu yüzyılda İslamiyet’i kabul edenler Oğuzlar ile Karluklar’dır.
… ..
… .. Bininci yılın sonlarında, Doğu Türkistan’ın Türkleştirilmesi neredeyse tamamlanmıştır.
Bu sıralarda Orta Asya’nın batı kesimindeki Karluk birliğinde, Yağma ve Çiğil diye adlandırılan aşiretler arasında çekişme yaşanmaktaydı; sonuç onuncu yüzyılın sonlarında birçok aşiretin İslamiyet’i benimsemesi ve Karahanlılar olarak anılan devletin ya da İlekhanlar -ki iki tanımlama da karışıktır- nüfuzunun kurulması olur. Yani devletin kurucusu ve İslamiyeti kabıul eden ilk başbuğ kimi kaynakta Satuk Buğra Han olarak anılır; Karahanlılarınilk merkezleri olan Kaşgat’ı fethettiği söylenir.
… ..
Sovyetler Birliği'nin (modern, teknolojik)Batı uygarlığının saldırısı sonucu parçalandığı yirminci yüzyılın sonunda, Orta Asya’nın tamamı, birçok yerel uzlaşmazlıkla birlikte geçmişini ve kimliğini canlandırmaya çalışmaktadır; ama çok daha büyük bir saldırı ile de yüz yüzedir: Çokuluslu şirketlerin ve teknolojinin tek dünyası. Birisi dünyanın geri kalanıyla birlik, diğeri d ulusal kimlik olan birbirine ters iki akım, Orta Asya’yı karışıklık ve düzensizlik içine sokma tehdidi ile karşı karşıya getirmektedir. Bu iki eğilim karşısındaki çözüm ya da ikisi arasında sağlanacak uzlaşma, Orta Asya’nın geleceği için yaşamsal önemdedir. Kuşkusuz, bu yalnızca Orta Asya’nın sorunu değildir; dünyanın başka yerlerinde de geçerlidir. Bugüne kadar bu zorluğa karşı en başarılı çözümü Japonlar getirmişlerdir.Ancak Japonya'da iki kültürü dengede tutma sürecinin kişilikte kültürel yarılmaya neden olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, böyle bir durumun felaket değil zenginlik olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır.
Yerel kültürlerin bir dünya kültürü ile uzlaşmaları geleceğin en büyük sorunudur; Orta Asya da bunun bir parçasıdır. Dünyayı çevreleyen sayısız sorun içinde bu ikilemin çözülüp çözülemeyeceğini zaman gösterecektir.
*Antik Çağlardan Türklerin Yayılmasına Orta Asya Mirası - Richard N. Frye
Arkadaş Yayınevi
Kitabın Özgün Adı: The Heritage of Central Asia
2.Baskı Ankara, 2009
*Sasani İmparatorluğu - Vikipedi (wikipedia.org)
*Sasani İmparatorluğu (Sasani Devleti veya Sasaniler ya da Üçüncü Pers İmparatorluğu), dördüncü büyük İran Hanedanı ve ikinci Pers İmparatorluğu'nun adıdır (224 - 651). Sasani İmparatorluğu, son Arşaklı hanedanı (Partlar) kralı IV. Artabanus'u yenmesinin ardından I. Ardeşir tarafından kurulmuş, son Sasani hükümdarı Şehinşah (Krallar kralı) III. Yezdigirt'in (632-651), erken Halifelik'le yani ilk İslam Devleti ile girdiği 14 senelik mücadeleyi kaybetmesiyle sona ermiştir. İmparatorluğun sınırları bugünkü İran, Irak, Azerbaycan, Ermenistan, Afganistan, Türkiye'nin doğu bölgesi (Büyük İran olarak bilinen bölge), Suriye'nin bir kısmı, Pakistan, Kafkaslar, Orta Asya ve Arabistan'ın bir kısmını kapsıyordu. II. Hüsrev'in hükümdarlığı (590-628) sırasında Mısır, Ürdün, Filistin ve Lübnan da kısa süreli olarak imparatorluğa dahil oldu. Sasaniler, imparatorluklarını 'İranşehr' ايرانشهر (Iranshæhr) 'İranlıların (Aryanların) memleketi' diye adlandırırlardı.[8]
*Tarım Havzası - Vikipedi (wikipedia.org)
*Tarım Havzası (Çince: 塔里木盆地, Tǎlǐmù Péndì; Uygurca: تارىم ئويمانلىقى, Tarim Oymanliqi), 910,000 km² yüzölçümüne sahip Çin'in uzak batısında Sincan Uygur Özerk Bölgesinde, doğudan batıya 1,000 km boyunca uzanan büyük bir elips şeklinde çökelti havzadır.
Tarihi: Tarım Havzasının dağlar tarafından çevrelenmiş olması ve kuraklık yüzünden tarım yapılırken sulama sistemleri gerektirmesi gibi özellikleri nedeni ile Asya kıtasında yerleşilen en son bölgelerden biri olduğu düşünülmektedir.[3]
İpek Yolu, Asya'nın değişik havalilerinden geçen iki kola ayrılmış bir ticaret yolları dizisidir: Kuzey İpek Yolu havzanın kuzeyi boyunca, Güney İpek Yolu ise Taklamakan Çölünün kuzeyi boyunca uzanır.[4] Bir orta rota ise altıncı yüzyılda terkedilmiştir.
*İli Nehri - Vikipedi (wikipedia.org)
*li Nehri, (Kazakça: İle; Çince: 伊犁河, Yili He, Uygurca: Chüngges), Orta Asya'da Kazakistan ve Uygur Özerk Bölgesi'nin batı bölümlerinden geçen bir nehir. 815 kilometresi Kazakistan sınırlarında olmak üzere toplam 1439 kilometre uzunluğundadır.
Kaşgarlı Mahmud, Divân-ı Lügati't-Türk'te "İla: Bir ırmak adıdır. Türklerden Yağma, Toxsı ve Çiğillerden bir bölüğün indiği bir deredir. Bu ırmak Türk illerinin Ceyhun'udur."[1] ve "قازسڤى Kaz suwı" "الا Ila = Ilı deresine akan büyük bir çay. Bu adın verilmesinin sebebi, Afrasyab'ın kızının bunun kenarında bir kale yaptırmasıdır; bu ad oradan kalmıştır."[2] diye tanımlanmıştır.
Siyasi olarak Yedisu bölgesi (Yedi Nehirler' -Havzası) günümüzde büyük bir bölümü Kazakistan'da Almatı Eyaleti içinde, güney ve güneydoğusundaki kenar bölgeleri de Kırgızistan ile Çin'nin Sincan Uygur Özerk Bölgesindedir.
*Emevî halifeler listesi - Vikipedi (wikipedia.org)
*Emevî halifeler listesi, Emevî Hanedanı'nın halifelik unvanına sahip olan hükümdarlarının yer aldığı liste. Emevî ismi Dört Halife döneminden (632-661) sonra İslam Devleti'ne egemen olan Emevî Hanedanı'nın kurucusu Muaviye'nin büyük-büyük-babası Ümeyye bin Abdişems'ten ve Mekkeli Kureyş kabilesine bağlı Ümeyye ailesinden gelmektedir. Muaviye, Ömer döneminin sürdüğü 641'de Şam valisi olarak atanmış ve Suriye'yi denetimi altına almıştı. 661'de kurduğu halifelik devletinin başkenti de Şam'dı. Emevîler, Muhammed'in ölümünden sonra kurulan dört Arap halifelik devletinin ikincisidir. Kurulmasından sonra oldukça büyüyen Emevî Devleti bir imparatorluk haline gelmiş ve arazi yüzölçümü bakımından birbirine bağlı arazilerden oluşan imparatorlukların en büyük dördüncüsü olmuştur.
Muaviye'nin 661'de halifeliğini ilan etmesi ile son Emevî halifesi II. Mervan'ın 750'de Abbâsîler tarafından bozguna uğratılması arasında geçen sürede on dört Emevî hükümdarı halifelik yapmıştır. Bunlardan ilk üçü olan Muaviye, I. Yezid ve II. Muaviye Ebu Süfyan bin Harb'ın soyundan geldiği için Süfyaniler kolu adını taşırlar. II. Muaviye'nin ardından gelen I. Mervan'la sülalenin diğer bir koluna geçildiğinden dolayı bundan sonra gelen diğer tüm Emevî halifelerine Mervanîler kolu adı verilmiştir.
Abbâsîler uzun süren bir propaganda dönemi ve 747'de açıkça başlayan savaş sonunda Emevî halifelerini 750'de Şam'dan atmışlardır. Abbâsîlerin ilk halifesi olan Ebu'l Abbas Seffah bütün Emevî Hanedanı mensuplarının öldürülmesini emretmiştir. Bu Emevî katliamından kaçabilen 10. Emevî Halifesi Hişam bin Abdülmelik'in torunu Abdurrahman Endülüs'e sığınmış ve Kurtuba'da Endülüs Emevî Devleti'ni kurmuştur. Bu devletin sekizinci emiri olan III. Abdurrahman, 929 yılında Bağdat'ta idare kuran Abbâsî halifelerinin meşruluğunu kabul etmeyerek kendisini Endülüs Emevî halifesi ilan etmiştir.
*Abbâsîler - Vikipedi (wikipedia.org)
*Abbâsîler, Emevî hanedanından sonra başa gelerek İslam Devleti'nin yönetimini ve halifeliği beş asırdan daha uzun bir süre elinde tutan Müslüman Arap hanedan.
Tarihçe: Muhammed'in ölümünden (632) sonra, İslam dünyasını Hulefa-yı Raşidin denilen dört halife ve ardından da Emevîler (661-750) yönetti. Emevîler, Muaviye'nin ölümünün ardından hakkı olmamasına rağmen oğlu Yezid hilafeti ele geçirdi. Yezid'in hilafette hakkı yoktu çünkü babası Muaviye zamanında Hasan ile bir anlaşma yapılmış ve bu anlaşmada hilafetin saltanata dönüştürülmemesi istenmişti. Aynı zamanda sahabe olan babası Muaviye, oğlunun anlaşmayı bozmamasını vasiyet etmişti. Lakin Yezid anlaşmaya uymayarak babası ölünce hilafeti ele geçirdi ve böylece hilafet saltanata dönüşmüş oldu.[2] Emevîlerin iktidarı Muhammed'in amcası Abbas bin Abdülmuttalip'ın soyundan gelen Abbâsîlerin, Emevî yönetimine karşı Abbâsî İhtilâli adı verilen ayaklanma ile 750'de halifeliği ve iktidarı ele geçirmesiyle son buldu. Bu tarihten başlayarak Abbâsîler 1258'e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldular.[3][4][5][6][7][8]
İlk Abbâsî halifesi Ebu'l-Abbas Seffah (750-754) idi. 754'te kardeşi Mansur (754-775) onun yerine geçti. Bu iki halife döneminde orduda Türk ve İran kökenliler önemli görevler üstlendiler.[9] Mansur, 762’de başkenti Şam’dan Bağdat'a taşıdı. Mansur'dan sonra sıra ile Mehdi (775-785) ve Hâdî (785-786) halife oldular. Abbâsî Devleti Mansur'un torunu Harun Reşid (786-809) döneminde en geniş sınırlarına ulaştı.[9] Harun Reşid, Binbir Gece Masalları’na konu olan görkemli saltanatını Bermeki ailesine borçluydu. Bu aileden Yahya Bermeki ve iki oğlu, vezir olarak Abbâsî Devleti’ni 17 yıl boyunca fiilen yönettiler.
Harun Reşid’in oğulları Emin (809-813), Memun (813-833) ve Mutasım (833-842) babalarının politikalarını sürdürdüler.[9] Annesi Harun Reşid'in Türk asıllı bir cariyesinden olan Mutasım Türklerden özel bir askerî güç kurmuştur,[10] Türk unsurları yönetimde önemli görevlere getirmiştir. Daha sonra bu askeri gücün Bağdat'taki varlığı bazı huzursuzluklara neden olduğundan Samarra adıyla yeni bir kent kurdurarak devlet merkezini oraya taşıdı. 838 yılında Mutasım Anadolu'ya Bizans üzerine bir sefer düzenlemiş, ordusunun bir kolu Bizans imparatoru Theofilos ve ordusunu "Anzin Savaşı" adı verilen bir çarpışmada büyük yenilgiye uğratmış, Bizans'ın ikinci büyük kenti Amorium'u kuşatıp eline geçirmiş ve Abbâsî orduları İznik kentinin yakınlarına kadar ilerlemiştir.[11]
Yerine geçen oğlu Vâsık (842-847) döneminde Türk emirleri askerî işlerin yanı sıra yönetsel konularda daha etkili oldular.[9] Vâsık'ın ölümünden sonra Abbâsî Devleti parçalanma sürecine girdi. Abbâsî toprakları üzerinde Büveyhîler, Tâhirîler, Samânîler, Şirvânîler, Saffârîler, Hamdânîler, Mervânîler, Mirdâsîler, Ukâyliler, Zengîler, Karahanlılar, Tolunoğulları, Ihşidîler, İdrisîler, Murabıtlar, Muvahhidler, Hafsîler, Aglebîler, Fâtımîler ve Karmatîler gibi bağımsız devlet ve beylikler kuruldu.
İran'da hüküm süren Büveyhiler, 945'te Bağdat'a egemen oldular. Bundan sonra Abbâsî halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabildiler. Halife Kâim'in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat'tan çıkardı ve Abbâsîlere yeniden saygınlık kazandırdı.
*Fâtımîler - Vikipedi (wikipedia.org)
*Fâtımîler ya da Fâtımî Devleti , Tunus'ta kurulduktan sonra merkezi Kahire'ye taşıyan ve Fas, Cezayir, Libya, Malta, Sicilya, Sardinya, Korsika, Tunus, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye'de egemenliğini kuran Şii meşrebinin İsmailî mezhebine bağlı Arap devleti.
Fâtımîler kendilerine verilen Fâtımî adının, Muhammed bin Abdullah'ın kızı ve Ali bin Ebu Talib'in eşi Fatıma Zehra'dan geldiğini iddia etmişlerdir. Fâtımî Devleti'nin Kuzey Afrika'da, Cezayir'de bulunan Berberî kavminin Kutama aşireti içinde doğduğu da belirtilmektedir. 909'da Fâtımîler devletlerinin başkenti olarak Tunus'ta Mehdiye şehrini seçmişlerdir. 948'de başkentlerini Mehdiye'den Mansuriye'ye naklettiler. 969'da Mısır'ı ellerine geçirdiler ve burada Kahire şehrini kurdular. Kahire bundan sonra Fâtımîler Devleti'nin başkenti oldu ve Mısır ülkesi de devletin siyasi, kültürel ve dinsel merkezi haline geçti.
Fâtımîler Devleti'ni idare eden en üst elit grup ve bu devleti idare eden hanedanın üyeleri Şii meşrebinin İsmailî mezhebine bağlı idiler. Bu devleti idare edenler Şii olmakla beraber kendilerini Halife olarak ilan etmişlerdir. Onların Halifelik unvanları Sünniler tarafından da kabul edilmiştir. Dört Halife döneminde son halife olan Ali bin Ebu Talib'in halifelik döneminde olduğu gibi Fâtımîler Devleti hükümdarlık döneminde Ali'nin ahfadı Peygamber'in kızı Fatma'dan gelen Şii meşrepliler Halife olarak büyük bir Müslüman (Şii ve Sünni inançlı) nüfusu idare etmişlerdir. Bu nedenle Fâtımîler terimi sadece Şii meşrepli kişilere nitelendirmemekte ve Fâtımîlerin hüküm sürdüğü arazilerde yaşayan ve bu ülkeleri idare eden Fâtımî halifelerinin tebası olan her Müslümanı (ve Müslüman olmayanları) da nitelendirmektedir.
Fâtımîlerin Şii meşrepli halifeleri genellikle, İsmailî mezhebine dahil olmayan Müslümanlara karşı büyük derecede tolerans göstermişlerdir. Aynı şekilde Müslüman olmayanlara (yani Yahudiler, Kıptî Hristiyanlar, Suriye ve Filistinli Hristiyanlar ve Malta adası Hristiyanlarına) karşı da genellikle gayet hoşgörülü davranmışlardır. Fâtımîler, kuruluş ve gelişme dönemlerinde özellikle askerî ve politika alanlarında Kuzey Afrikalı Berberî kavimlerine dayanmaları ile tarihsel bir önem kazanmışlardır.
Fakat 11. yüzyılın sonlarında ve 12. yüzyılda Fâtımî Devleti gayet hızlı bir çöküş göstermiştir. 1160'lı yıllarda Suriye'deki Zengiler Devleti'nden istedikleri yardım dolayısıyla Mısır'a gelen General Şirkuh tarafından kısa bir süre için idare edilmelerinden sonra onun ölümü ile yerine geçen yeğeni Selahaddin Eyyubi tarafından son Fâtımî halifesi 1171'de tahttan indirilmiş; Fâtımî Devleti'nin idaresi elimine edilerek yerine Sünni Müslüman olan Eyyubiler hanedanı devlet kurmuştur. Eyyubiler, Fâtımîlerin halifeleri yerine eskiden Bağdat'ta bulunan Abbasilerin ahfadından olan bir kişiyi halife olarak tayin edip ona hiç politik güç vermeden Müslümanların dinî lideri olarak kabul edilir.
Fatimî ordu yapısında kayda değer sayıda türk asker bulunmaktaydı.[1] Hatta Fatimilerin çöküşünde büyük rol oynayan ve Fatimiler'den sonrasında aynı bölgelerde hüküm sürecek olan Memlükler aslında Fatimî ordusunun Türk askerleri tarafından kurulmuş bir devlettir.
Richard N. Frye, kitabı için bir referans kitap değildir açıklaması yapsa bile , konuya ilgi duyanlar için doyuruucu bilgi ve kaynak referansları var. Kitabın neredeyse sonlarına kadarını kapsayan:
YanıtlaSil"Coğrafyanın Gerçekleri
Halklar, Diller,âdetler ve İnançlar
Tarihten Önce
Zerdüşt Dini
Ahamenid Merkeziyetçiliği
İskender ve Helenizmin Mİrası
Yunan-Baktriyalılar ve Partlar" başlıları altındaki bilgiler çok miktarda detaya in ildiğinden takip edilmesi ya da anlaşılması güçlük arz ediyor. Ancak bu bölümlerden sonra gelen ve "Göçebe Ara Dönemi" v e sonraki üç bölüm anlaması kolay ve biraz daha aşina olunan, daha yakın tarihleri ilgilendiren ilgi çekici ..... aynı zamanda kitabın tamamı için de ifade edilebilecek olan "insanlığın tarihi süreç içinde toplum sosyolojisinin gelişimine de ışık tutuyor.