30 Kasım 2023 Perşembe

Kazaklar*


 … ..Kazakların birkaç kolu vardır: Don Kazakları, Kuban Kazakları ve Terek Kazakları. Bu roman, Terek Kazakları hakkındadır. Rus asıllı olan ve Ortodoks mezhebini benimsemiş bulunan Kazaklarla; bugün Orta Asya’da yaşayan ve Türk ırkından olan Kazaklar arasında isim benzerliğinden başka hiçbir ilişki yoktur. (ç.n.) 

Olenin, Rusya’nun merkezinden uzaklaştıkça anılarından da uzaklaşıyor. Kafkaslara yaklaştıkça daha büyük bir ferahlık duyuyordu. Zaman zaman hepten gidip bir daha geri dönmemeyi, toplumdan uzaklaşmayı da düşünmüyor değildi. “Burada gördüğüm insanlar beni tanımazlar,” diye düşünüyordu. “Hiçbir zaman Moskova’daki kimse de benim bu insanların arasında yaşarken ne yaptığımı bilmeyecek.”

Yol boyunca karşılaştığı ve Moskova’daki tanıdıklarıyla hiçbir zaman aynı seviyede tutmadığı bu ilkel mahluklar arasında, o zaman kadar hiç duymadığı, tamamen yeni bir his kaplıyordu içini . İnsanlar ne kadar kabalaşıyorsa, uygarlık belirtileri ne kadar azalıyorsa, Olenin kendini o kadar serbest hissediyordu. İçinden geçmek zorunda olduğu Stavropol canını sıkıyordu. Levhalar -hatta bazıları Fransızcaydı- arabalarla gezintiye çıkan kadınlar, meydanda bekleyen faytoncular, caddeye ve caddeden geçenlere dikkatle bakan paltolu, şapkalı bir bey, içinde acı bir duygu uyandırıyordu.

… ..

Kazak kabileleri Çeçenleri akrabaları olarak görür; hürriyete. avare hayata, yağmaya ve savaşa olan tutkularıyla tanınırlar…. ..   Kazak insanı , içindeki duygulara uyarak kardeşini öldüren dağlı yiğitten ziyade kasabasını koruyan, ama barakasını sigara dumanına boğan Rus askerlerinden nefret eder. … .. Dağlı düşmanına saygı duyar. ama yabancı gördüğü askeri adi bir varlık olarak tanımlar. Bir Kazak için Rus mujiki (*Rus köylüsü) yabancı, menfur bir yaratıktır.

28 Kasım 2023 Salı

İlyuşa*

 Üç

İlyuşa

Her şey ayı avında başladı.

Darya, hâlâ ormand odun parçalıyordu. Sık bir çalılığın içine girdi; kendi ayı ininde hissetti. Yaşlı Darya, kıvrak zekalıydı. Küçük oğlunu köyde bırakmıştı. Ayaklarının gücü yettiğince köye koştu. Trofim Nikitiç’in kulübesine doğru  hızla yürüdü.

“Evin reisi sen misin?”

“Evet.”

“Ayı ini buldum… Onu öldür ve bir parçasını ban ver!”

Trofim Nikitiç, onu aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya süzdü, kuşkuyla konuştu:

”Dinlenmeyeceksen, bize göster payını al!”

Hemen hazırlanıp yola koyuldular. Darya önde, Trofim Nikitiç’le oğlu arkada. Şansları kötüydü. Koca karınlı ayı dışarı çıkınca şaşırıp kaldılar. Rastgele ateş ettiler, ama ya şanssızlıktan ya da başka bir nedenle ayı kaçtı. Trofim Nikitiç eski tüfeğini, tekrar ateş eder mi diye düşünerek kontrol etti ve temizledi. İlya’ya sırıtarak baktı ve sonunda konuştu:

“Hayvanı kaçırmamalıyız. Geceyi ormanda geçireceğiz.”

Ertesi sabah, batıya doğru giden ayıyı gördüler, karın üzerinde ayak izleri açıkça belliydi. Trofim ve oğlu iki gün kadar dolaştılar. Soğuk ve açlıkla yüz yüze geldiler.. Yiyecek stoklarını ikinci gün

23 Kasım 2023 Perşembe

Limon Ağacı*

Bu kitap kurgusal olmayan bir yazım tarzının tohumlarında filizlenen bir romandır. Tasvir edilen birçok olay elli, altmış, yetmiş yıl öncesinden alındı; her şeye rağmen anlatılanlar kitaptaki diğer her şey gibi tamamen haberlere, yayınlanmış ve yayınlanmamış hatıralara, kişisel günlüklere, gazete küpürlerine, birinci ve ikinci derece hatıralara, kişisel günlüklere, gazete küpürlerine, birinci ve ikinci derece tarihi hikayelere dayanmaktadır. … ..

… ..

Dalia’nın anne ve babası hiçbir zaman dindar olmamıştı. Bulgaristan’da yetişmişler ve 1940 yılında evlenmişlerdi, Nazi taraftarı hükümet yönetiminde hayatta kalmışlar ve savaştan sonra İsrail’e göç etmişlerdi. Daila buraya geldiğinde on bir aylıktı.

Daila’nın ailesi Hıristiyanların iyi niyetlerinin sonucunda Bulgaristan’daki zalimliklerden canlarını kurtarmıştı. Ailesi

 Daila’ya sürekli bunu hatırlatıyordu. O da şimdi kendi halkının kaderinin İsrail topraklarında olduğuna inanıyordu. Kısmen bu yüzden ona söylenenlere inanmıştı: Evinde yaşamış olan ve diğer şehirlerdeki yüzlerce taş evde yaşamış olan Araplar oradan kendileri kaçmışlardı.

… ..


… ..1930’larda şehir, İngiliz kuvvetleri tarafından üs ve Londra’dan gelen astsubaylar tarafından sömürge bölgesi olarak kullanılmıştı. İngiliz subaylar zeytin ağaçları arasında, kaktüs tarlalarında ve taş duvarlar arasında kasabanın köpekleri ile tiki avlamaktan çok hoşnutlardı. Bir İngiliz astsubay düzenli olarak Londra’da Majestelerinin hükümetine rapor gönderiyordu. … ..

1933’de Almanya’da Adolf Hitler başa geçmişti ve Avrupa genelinde Yahudiler için durum kötüleşiyordu. Birkaç yıl içinde Filistrin’e Musevi gçöüme dönük istek artrmıştı. … ..

… ..

… .. 1922 ve 1936 yılları arasında Filistin’deki Musevi nüfusu, 84.000’den 352.000’e yani dört katına

19 Kasım 2023 Pazar

Tom Sawyer'ın Maceraları*


 

… ..Tom Sawyer’ın Maceraları  çocukluğun masum, güvenli ve olağanüstü maceralarla dolu evrenine bir övgüdür. Roman Mississippi Nehri kıyısındaki küçük bir kasabada, belirtilmeyen bir dönemde geçer. Ancak okur evlerde siyahi kölelerin bulunmasından hikâyenin 1830’larda ya da 1840’larda geçtiği sonucuna varabilir. Herkesin tanıdığı, yetişkinlerin çocukları eğitmek ve disipline sokmak için birlikte çalıştıkları bu küçük kasabada, herkes göründüğü gibi midir? Roman insan doğasının ikiyüzlülüğünü, bencilliğini, maddi değerlere düşkünlüğünü ve Amerikan taşrasındaki küçük kasaba ruhunu mükemmel biçimde yansıtır.

Twain, iyi kalpli, ancak her daim haylazlık peşindeki Tom ve arkadaşlarının maceralarını gerçekçi bir dille aktarırken, alışılmış terbiyeli ve örnek çocuk imgesini de yıkar. Yapıtın kuşaklar boyu her yaştan okura hitap etmesinin sırrı, belki de çocuk aklının nasıl işlediğini bize hatırlatmasında; yetişkin dünyasından ansızın çocukluğa ışınlamanın paha biçilmez değerinde yatar.


Mark Twain (1835-1910): Asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan Twain Missouri, Florida’da doğdu. Dört yaşındayken ailesi Mississippi Nehri’nin batı kıyısındaki Hannibal'a yerleşti. Küçük yaşta babasını kaybedince demirci çırağı, dizgici, matbaa işçisi olarak çeşitli işlerde çalıştı. Alta California gazetesi için muhabir olarak çalıştığı sırada Avrupa’ya ve Kutsal Topraklar’a gitti. BU gezilerle ilgili Alta California ve New York gazetelerine yazdığı mektupları daha sonra The Innocents Abroad; or The New Pilgrim’s Proress (1869; Yurtdışındaki Masumlar ya da Yeni Hac Yolculuğu) adlı kitapta topladı. The Prince and the Pauper(1881; Prens ve Dilenci), Life on The Mişssisipi (1883; Missisipi’de yaşam) ve The Adeventure’s Huckleberry Finn (1884;Huckleberry Finn’in Maceraları) sayılabilir….


“Tom!” “Tom!” "Nereye kayboldu bu çocuk? Tom diyorum!”

Ses yok. 

18 Kasım 2023 Cumartesi

Mai ve Siyah*


 

… .. Romana hâkim olan diğer bir düşünce ise, bu topluluğun ortak özelliklerinden olan hayal-gerçek veya mai-siyah çatışmasıdır. Ahmet Cemil’in mai kelimesinde ifadesini bulan düşünce, arzu ve ümitleri “hayal”i temsil ederken; siyah kelimesi etrafında “anlamını bulan yaşadığı hayal kırıklıklarını, uğradığı felaketler ve sıkıntılar ise “gerçeki ifade etmektedir. Zaten roman realizm (gerçekçilik) ve romantizm (hayalcilik) arasında gidip gelmekte, hatta romanın çoğu yerinde gerçek ağır basmaktadır.


… ..

… .. 

Bakınız, işte gözlerinin önünde gördüğü bu şeyler; başının üzerine saçılan bu semada (gökte), yazın şu sıcak gecesine mahsus bir buğu ile örtülü zannolunan bu mailikler (mavilikler) içinde titriyormuş, dalgalanıyormuş kıyas edilen (sanılan) bütün bu yıldız alayları, bunlar bir bârân-i elmas değil mi?

İçkinin tesiri (etkisi) altında bulunarak süzülen gözlerinin önünde donuk mailikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş sema sallanıyor, sallanıyor, şimdi karşısında tepelerin uyuyan sırtlarına dökülecek; yahut denize doğru akan müphem levha (belirsiz manzara) yavaş yavaş, yüksele yüksele, yerler gökler gecenin bu aşk havası içinde azim, medit (uzun), vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir buse (öpücük) ile birbirine sarılarak tek bir mevcut (varlık) olacak zannediyordu.

Ah! Bu bârân-ı elmas… Bahçenin râkid (durgun) havasını dağıtan, içinde bir aşk nefhası (esintisi), sıcak ve baygın bir nefes gibi ta göklerin sezilmeyen yüksekliklerinden dökülen bu nağmeler (ezgiler)... Kâh kalbin en derin noktalarından geliyormuşçasına deruni (içten) , pest (hafif), sankî sâkit (sessiz); kâh bir teessür feveranına (üzüntü fışkırmasına) inikas etmişçesine (yankılanmışçasına) patlayarak, feryat ederek; bazen bir şikâyet nâlesi (inleyişi), bazen bir makhuriyet (kahroluş iniltisi)...

Şimdi Ahmet Cemil altından yer kaçıyor, başından sema uçuyor, vücudu bir boşluk içinde

Ankaralı Dört Hanım*


 

Haydarpaşa Garı’nın peronunda Anadolu Ekspresi hareket saatini bekliyordu. Ağır vagonların, yolun kötülüğüne göre çok ağır olan vagonlarının hemen hemen hepsi boş oldukları söylenebilirdi. Nisanıydı. Türk parlamentosu toplanıyor, Devlet Başkanı Ankara’da bulunuyordu. Hiç bir siyasetçi , o hep arzulamasına rağmen nadiren gerçekleşen İstanbul’a bir kaçamak uğruna başkentten uzaklaşmayı aklından dahi geçirmiyordu. Böyle olunca da, tren Anadolu’ya çoğu iş adamı olan Türk veya yabancı birkaç yolcudan başka bir şey götürmüyordu. O 1931 yılında, yeni Türkiye’ye, Asya Türkiye’sine gitmeyi düşünecek turist sayısı pek azdı.

Bu nedenle, hareket saatinde baş dakika önce birkaç yeni valizini iki hamalın taşımakta olduğu bir yolcunun vagon-restoran’a dalıp elindeki bileti sallayarak şeften yemek saatini sorması, restoran personelini oldukça şaşırtmıştı.

-Hareket saatinde, efendim… Saat yedide.

-İmkânı varsa, bana ayrı bir masanın hazırlanmasını isteyeceğim… Ben Luc Saint-Gamme’im, romancı.

“-Memnuniyetle efendim, masanız ayrılacak. Zaten, pek çok yerimiz olacak; bu akşam restoran hemen hemen boş kalacak.

Romancı Luc Saint-Gamme’in ağzından kısa bir Aa? çıktı ve cebinden not defterini çıkarıp bir şeyler işaretledi; sonra da, not defterini cebine koydu ve yataklı vagondaki yerini almak üzere vagonlara doğru yürüdü.

Anadılu Ekspresi’ne tek yataklı kompartımanlar henüz konmamıştı; ne var ki, Luc Saint Gamme’in kompartmanında ikinci kuşet kaldırılmış ve bu surette romancının bütün valizleri için yer temin edilmişti.

-İdare eder…

Ve küçük tuvaletteki aynaya bakarak, kravatını ve de saçlarını düzeltti. Ayna ile karşı karşıya

16 Kasım 2023 Perşembe

Gönül Yakınlıkları*


 Eduard -bu bizim hayatımızın baharındaki varlıklı bir barona vereceğimiz isim olsun- bir nisan öğleden sonrasının en hoş saatlerini, bizzat onun için henüz gelmiş olan filizleri genç fidanlara aşılamakla geçirmişti. Bahçıvanın yaklaşıp, efendisinin istekliliğini ve çalışma şevkini gülümseyerek gözlediği sırada; işini bitirmiş, bir yandan bahçe aletlerini yerine yerleştiriyor, bir yandan da eserini seyrediyordu.

Eduard, oradan ayrılmaya hazırlanırken, ‘Karımı gördün mü?’ diye sordu.

‘Yeni arazide,’ diye cevapladı bahçıvan. ‘Malikâneye bakan kayalıklara inşa ettiği yazlık evi bugün tamamlıyor: her şey çok güzel oldu. Eminim efendimiz de çok sevecekler. Manzara harika: Aşağıdaki köy, hafif sağa düşen kilise -kilise kulesinden ötesi ayaklarınızın altında- karşıda da malikâne ve bahçeler.’

‘Evet öyle,’ dedi Eduard, ‘buradan çalışan insanları görebiliyorum.’

‘Ve sağında da,’ diye devam etti bahçıvan, ‘vadi ayaklarınızın altında, uçsuz bucaksız tarlaları, bütün o ağaçları görebiliyorsunuz. Çok güzel bir görüntü. Kayalıklara giden patika da çok hoş olmuş. Hanımefendi işini biliyor. Onun için çalışmak bir zevk.’

‘Şimdi git de,’ dedi Eduard, ‘beni bekleme inceliğini gösterir miymiş sor bakalım. Yeni eserini görmek için sabırsızlandığımı söyle.’

Bahçıvan hızla uzaklaştı ve Eduard da onu takip etti.

Geçerken seralara ve kapalı fidanlıklara bakarak taraçalardan aşağıya indi ve köprüden geçip suyu aşarak, yeni araziye giden patikaya ulaştı. Mezarlık üzerinden doğruca kayalıklara giden yol yerine, sol tarafında kıvrılıp giden daha uzun, ama etrafı yeşilliklerle bezeli yoldan yavaşça tırmanmaya koyuldu. İki

14 Kasım 2023 Salı

Kendini Unutma*


Farkındalık

Sayı Her Zaman Az

Allah(c.c.) hayatı öyle kavşaklarla, öyle basamaklarla, dönüm noktası denilebilecek öyle köşe başları ile dizayn etmiş ki… Hep uyanık kalabilmemiz, farkındalığımızı sürekli besleyebilmemiz için muazzam bir döngü ve sirkülasyon söz konusudur. 

Bu döngülerden biri de gec ve gündüz döngüsüdür. Allah (c.c.)farkındalığımızı besleyebilmemiz için bunu böyle dizayn ettiğini haber veriyor: “O öğüt almak isteyenler için geceyi ve gündüzü ardışık kıldı.” (*Furkan25/62) Âyetteki “hilfaten” kelimesi, “halef-selef”teki gibi “ardışık” demektir.

“Hep aydınlık olursa canımız sıkılır” Bir renklilik olsun.” diye mi gece ve gündüz art arda getirildi?

Hayır.

Ne için gece gündüz döngüsünü yarattı?

“Öğüt almak isteyenler için…”

Âyetteki “öğüt almak isteyenler için” ifadesi çok özenle seçilmiştir. Bunun yerine “öğüt için deseydi öğüt alma bir mecburiyetmiş gibi algılanabilirdi. Ama değil!

 Hayat, herkesin öğüt alabilmesi için çok çeşitli donelerle tasarlanıp kurgulanmış ancak bir espriye bağlanmış; “almak isteyenler” bu öğüdü alabiliyorlar.

Ya almak istemeyenler?

Etrafa yağmur gibi âyet âyet öğüt yağsa bile almak istemeyenlerin, ilgi duymayanların, niyetine girmeyenlerin, hevesi olmayanların önüne kapanan bir dünya bu! Bütün mesele “niyet”. Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı

olmaz, derler. Dolayısıyla niyet ve beklentidir kişiyi daha öteye taşıyan. Şayet bir farkındalık, bir şuur

8 Kasım 2023 Çarşamba

Oliwer Twist*

… .. 

Bay Bumble onaylayıcı bir tavırla, “Yok,” dedi. “Yok, dayanamazsın elbet SEn insan bir kadınsın, Bayan Mann.” (Bu sırada bayan Mann bardağı masanın üzerine koymuştu.) “Bunu yakın bir fırsatta yönetim kurulunun dikkatine sunacağım, Bayan Mann.” (Bay yazman bardağı ön,ne çekti.) “Bu çocuklara karşı ana gibisin, Bayan Mann.” (Adam bardaktaki cinle suyu karıştırdı.) “Kadehimi senin esenliğine kaldırıyorum, Bayan Mann.”  Ve Bay Bumble bardağın yarısını içti.

“Şimdi de gelelim işimize,” diyerek cebinden bir deri cüzdanı çıkardı.”Oliver Twist adıyla yarı vaftiz edilen çocuk bugün dokuz yaşında.”

Bayana Mann sol gözünü önlüğünün köşesi ile ovup sulandırarak, “Tanrıya emanet olsun,” diye araya karıştı.

“On altın ödül koyup bunu sonradan yirmi altına çıkardığımız halde; Belediyece yaptığımız en olağanüstü , hatta diyebilirim ki  doğaüstü çabalara rağmen; Oliver Twist’in babasının kimliğini ve anasının yerini-yurdunu bir türlü öğrenip ortaya çıkaramadık.

, “Bayan Mann şaşkınlıkla ellerini açtı ama bir dakika düşündükten sonra, “Öyleyse çocuğa nasıl oldu da ad koyabildiniz?” diye sordu.

Yazman büyük bir gururla göğsünü kabartarak, “Bu adı ben buldum!” diye yanıtladı.

“Sen ha, Bay Bumble?”

“Evet ben, Bayan Mann. Biz sokakta bulunan kimsesiz çocuklarımıza alfabe sırasına göre ad takarız. Bundan öncekinin adı S ile başlıyordu: Swubble, demiştim ona. Bu kez de T’deydi. Ben de Twist dedim. Bundan sonraki Unwin, daha sonraki Vilkins olacak. Alfabeyi A’dan Z’ye kadar iki kez devirmeye yetecek kadar isim var aklımda.”

Bayan Mann, “Aa, Vallahi sen neredeyse bir roman yazasın, ayol, Bay Bumble!” dedi.

Bu pöh-pöhten hoşnut kalan yazman ”Ne demezsin, Bayan Mann, olabilir!” diye yanıtladı. Bardağındaki içkiyi bitirdi ve sonra, “Oliver’in bu çiftlikte kalacak yaşı geçtiği için, yönetim kurulu onu

6 Kasım 2023 Pazartesi

Yıldızların Yükseldiği Anlar*

Ölümsüzlüğe Kaçış

… ..Oysa ne gelenler arasındaki soylu kişiler ne de bir zamanların çapulcuları buraya yerleşip çiftlik yapmaya niyetlidir. Buraya buğday ekip hayvan yetiştirmek için gelmemişlerdir; ürün ve hasatla uğraşmak yerine zavallı yerlilere eziyet etmeyi -ki birkaç sene içinde bütün yerlileri katledip köklerini kurutacaklardır- veya batakhanelerde pineklemeyi yeğlerler.  … ..

… ..

… ..  İki tanınmış serüvenci Alonso de Ojeda ve Diego de Nicuesa 1509’da Kral Ferdinand’dan Panama Boğazı ve Venezuela Kıyıları yakınlarında bir sömürge kurmak için imtiyaz almışlardır, sömürgeye acele bir kararla Castilia del Oro, Altın Kastilya, adını verirler; ismin yaptığı çağrışımlar ve uydurma hikâyelerle başı dönen bu deneyimsiz hukuk adamı bütün servetini bu girişime ayırır. …

… ..

Büyük Reis’e yaptığı bu ziyaret, o zaman kadar bir hayduttan ve Kastilya mahkemelerinin asılarak veya boynu vurularak ölüme mehkûm ettiği, krala başkaldıran gözü pek bir asiden başka bir şey olmayan Vasco Nuez de Balboa’nın yaşamında dünya tarihini etkileyecek bir değişim yaratır. Reis Comagre, Vasco Nunez’i, varsıllığıyla onmu büyük şaşkınlığa düşüren geniş bir taş evde ağırlar ve kendisinden hiçbir şey istemeden konuğuna dört bin ons altın armağan eder. Ne var ki şimdi şaşırma sırası Comagre’dedir. Çünkü olanca saygıyla karşılamış olduğu bu göksel insanların, bu tanrılara benzeyen heybetli yabancıların onuru altını görür görmez uçup gider.Zincirinden boşanmış köpekler gibi birbirlerine saldırırlar, kılıçlar çekilir, yumruklar sıkılır, naralar atarak birbirlerine girişirler, her biri altından kendi için pat istemektedir. Kabile reisi dalaşı hayretle ve küçümsemeyle izler. Bir avuç sarı maden

Giderayak*


 

… ..

Kara Harp Okulu (KHO) (1965-1967)

… ..

Bu arada bandoya başvurdum. Harbiye Bandosu profesyonel bir bandoydu; şefi subay, çalgıcılar subay astsubaydı. Bando şefi, profesyonel bir bandoya öğrencilerin ayak uyduramayacağını, zaten örneği de olmadığını söyleyerek beni reddetti. Israr ettim ve beni dinlemesi için rica ettim. Gönülsüzce kabul etti. Trombonla birkaç marş çaldım. Çok beğendi. Ama trombon kadrosunun dolu olduğunu söyledi. Saksafon ve trompet de çalabilirim dedim. Boş kadro olarak elinde sadece bariton saksafon olduğunu söyledi. Normal saksafonun katı büyüklüğünde devasa nerdeyse boyum kadar bir çalgıydı; hiç görmemiştim. Buna rağmen bana bir ay süre verilirse akşamları gelip çalışarak öğrenebileceğimi söyledim. Hevesimi görünce kabul ett. Bu sazla melodi çalınmıyor, tıpkı bas gitar gibi uygun notalarda gezinerek eşlik (akompanya) ediliyordu. çalıştım ve başardım. Bando Şefi, komutanlarımın  da onayıyla beni aldı. 1. sınıf sonunda  eğitim için gittiğimiz İzmir’de Atatürk anıtına çelenk koyuyoruz. Babam, annem ve kardeşlerim beni görmek için İzmir’e gelmişlerdi. Biz bando ile İstiklal Marşını çalarken onlar da hemen arkamda, hatta küçük kardeşim Onur (o zaman 12 yaşında) neredeyse saksafonuma bitişik duruyordu.. Marş bittikten sonra Onur babama dönerek “Baba, abim atıyor, sadece zart zurt ediyor, bir şey çaldığı yok” dedi. Anlatmaya çalıştıysam da ikna edemedim.

… ..

Bu arada Atatürk, Atatürk Devrimleri, laiklik ve Köy Enstitüleri konulu kitapla(Karanlığın Kuvveti/Talip Apaydın, Köy Enstitüleri ve Tonguç/Engin Tonguç, Onuncu Köy/Fakir Baykurt, gibi) e çok ilgimi çeken kitaplar olmuştu. Özellikle Talip Aydın’ın Karanlığın Kuvveti adlın kitabından aşağıdaki alıntı beni çok etkilemişti.