… .. Romana hâkim olan diğer bir düşünce ise, bu topluluğun ortak özelliklerinden olan hayal-gerçek veya mai-siyah çatışmasıdır. Ahmet Cemil’in mai kelimesinde ifadesini bulan düşünce, arzu ve ümitleri “hayal”i temsil ederken; siyah kelimesi etrafında “anlamını bulan yaşadığı hayal kırıklıklarını, uğradığı felaketler ve sıkıntılar ise “gerçek”i ifade etmektedir. Zaten roman realizm (gerçekçilik) ve romantizm (hayalcilik) arasında gidip gelmekte, hatta romanın çoğu yerinde gerçek ağır basmaktadır.
… ..
… ..
Bakınız, işte gözlerinin önünde gördüğü bu şeyler; başının üzerine saçılan bu semada (gökte), yazın şu sıcak gecesine mahsus bir buğu ile örtülü zannolunan bu mailikler (mavilikler) içinde titriyormuş, dalgalanıyormuş kıyas edilen (sanılan) bütün bu yıldız alayları, bunlar bir bârân-i elmas değil mi?
İçkinin tesiri (etkisi) altında bulunarak süzülen gözlerinin önünde donuk mailikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş sema sallanıyor, sallanıyor, şimdi karşısında tepelerin uyuyan sırtlarına dökülecek; yahut denize doğru akan müphem levha (belirsiz manzara) yavaş yavaş, yüksele yüksele, yerler gökler gecenin bu aşk havası içinde azim, medit (uzun), vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir buse (öpücük) ile birbirine sarılarak tek bir mevcut (varlık) olacak zannediyordu.
Ah! Bu bârân-ı elmas… Bahçenin râkid (durgun) havasını dağıtan, içinde bir aşk nefhası (esintisi), sıcak ve baygın bir nefes gibi ta göklerin sezilmeyen yüksekliklerinden dökülen bu nağmeler (ezgiler)... Kâh kalbin en derin noktalarından geliyormuşçasına deruni (içten) , pest (hafif), sankî sâkit (sessiz); kâh bir teessür feveranına (üzüntü fışkırmasına) inikas etmişçesine (yankılanmışçasına) patlayarak, feryat ederek; bazen bir şikâyet nâlesi (inleyişi), bazen bir makhuriyet (kahroluş iniltisi)...
Şimdi Ahmet Cemil altından yer kaçıyor, başından sema uçuyor, vücudu bir boşluk içinde
yuvarlanmaya başlıyor zannında idi.Bârân-ı elmas!
İşte işte; sanki semalardan dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ziyalar (ışıklar); işte raks ediyor (dans ediyor); yağıyor; onlar da bir bârân-ı elmas, fakat hayatta yüksek şeylere meftun olmuş (tutulmuş) gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; ta o semalara, o üzerinde gülümseyen nurlar, çalkalanan maliklere doğru yağıyor.
… …
Ahmet Cemil burada, hayalinin şu müdebdep (gösterişli) levhasını yaşatırken: “Ah’ O ümit güneşi!...” diyordu. Onu ne kadar senelerden beri bekliyordu.
Henüz yirmi iki yaşında idi. Öyle bir yaşta, gençliğin öyle hassas bir devresinde ki fikir, münevver bir semanın bârân-ı elması (elmas yağmuru) altında parlak hülya âlemlerine kanatları kırılmış bir kuş gibi henüz topraklara düşmemiş; gözler ziyadar (ışıklı) bir hayal ufkunun envarıyla (nurlarıyla) dolu iken bir perde altında siyah bir köşenin açılmak üzere olduğunu henüz görmemiş; yalnız münevver ,mübtehiç (ışıklı, sevinçli) bir sabahın rüyasına dalmış; ümit güneşinin üzerine ta uzaklarda bir ufkun içinde hazırlanan bulutların dökülmeye müheyya (hazır) olduğunu anlamamıştı. Henüz yirmi iki yaşında, tahakkukuna muntazır (gerçekleşmesini beklemekte)... Şöhret bulmak, edip olmak, herkesçe tanılmak, bugün o kadar acılıklarına göğüs vermek için hayatını zehirlediği bu edebiyat âleminin bir gün yüksek zirvelerine (doruklarına) çıkmak ve ismini o kadar yükseltmek ki… O tasavvur ettiği (hayalini kurduğu) yüksek payeye (dereceye) bir had (sınır) bulamıyor; sonra da bu derece (kadar) itila emellerine (yükselme arzularına) kapılıyor olduğundan kendi kendine utanıyordu. Edip olma, şöhret almak, senelerden beri bütün düşüncesi bu değil miydi?
… ..
… .(s.119)
Şule-i hande-rîz-i zühre midir
(Venüs yıldızının gülücük döken ışığı mıdır?
O siyeh-nûr Çeşm-i bekr-efşân
(O şimşek saçan gözün siyah nuru…)
… ..
… ..
Tarsuslu Zaraifîzade Abdullah imzalı gazel;
Nâr-i aşkın içre ey mâhım senin
(Ey sevgilim! Senin aşkının ateşi içinde…)
… ..
… ..
İnsan, keder ve sevinç zamanlarında kalbinin tahammülünden (dayanabileceğinden) fazlasını diğer hassas (duygusal) bir kalp ile taksim etmek (paylaşmak) ister. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki hiçbir madddi fayda beklemeksizin Ahmet Cemil’i Hüseyin Nazmi’ye sevk ediyordu.
… ..
… ..
… ..(s.126) -Biz kendimizi böyle tesliye ediyoruz (avutuyoruz) ama zannetmem ki hakikat senin dediğin gibi olsun. Bence halk nerede gürültü olursa oraya teveccüh eder (yönelir), bu tabii meyelana (doğal eğilime), insanlarda istihzalara , tezyiflere (alaylara) uğrayanların haline acımaktan ziyade gülmek hissini ilave edersen bugün bizim etrafımızda bağıranların ne yolda bir kas-i seda hâsıl ettiğini (yankı yaptığını) anlarsın. Bak, her gün sütunlarından bir çoğunu ötekinin berikinin yazdıklarına tarizlere, tezyiflere (taşlamalara, aşağılamalara) dolduran “Mâkes-i Zaman Zamanın Aynası) (*Mir’at-i Şuûn yani ‘Olayların Aynası’ adlı gazeteye rakip olarak çıkan bu gazetenin adının rakibinin adından esinlenerek aldığı düşünülerek ‘Zamanın Aynası’ demek yanlış olmaz.) ne kadar satılıyor…. Sabahleyin kapışan kapışana… Çünkü herkes gülmek ister. Hakkında kim olduğunu aramakla iştigal edenler (uğraşanlar) çok mudur zannedersin? Matbuatta taarruz erbabının (saldırgan yazarların) eline geçenler tıpkı sokakta çamura düşmüş adama benzer, etrafında toplananların onda dokuzu güler…
Hüseyin Nazmi arkadaşının teessürle söylediği sözleri dinlerken gülüyordu:
-Ne kadar hassassın (duygusalsın)! dedi. Mütalaanın bir kısmı doğru, fakat meselenin esasını yanlış telakki ediyorsun…: Halk güler ve gülmekten hazzeder, fakat halkı güldürmeye çalışanlara işte o bir alay soytarı olmaktan başka ehemmiyet alamazlar… O istihzalar (alaylar) aynıyla mudhik (komik) resimlere benzer ki insanı bir müddet güldürür, fakat istihzaya hedef olanın kıymetini tenkis etmez (azaltmaz). Bugün takdir ettiğimiz adamın o yolda tuhaf bir resmini görsek hangimiz gülmeyiz? Fakat o resme gülmüş olmaktan dolayı o adam hakkında fikrimize hiçbir tebeddül (değişme) gelmez
… ..
… ..
İşte eser bu idi, be eserle Ahmet Cemil beşer (insan) hayatını yazmak istiyordu; başından sonuna kadar bir şiir ki tebessümle (gülümseme ile) başlasın, bir katre girye (bir damla gözyaşı) ile netice bulsun….
… ..
… ..
… .. Hakikatin daima hülyanın dununda (Gerçeğin her zaman hayalinin altında) kaldığını bilirdi, onun için o söyledikçe vicdanından hafi (gizli) bir sesin: “Zavallı çocuk!” dediğini işitiyordu.
… ..
… ..
Şu bir senelik zaman içinde yazmak istediğinin, henüz kendisince türlü nakiselerle (eksikliklerle) dolu olarak, ancak nısfını (yarısını) vücuda getirebilmişti. Bunları Hüseyin Nazmi’den başka kimse okuyamazdı. Bu esere çalıştığını başka bilen yoktu. … ..
… ..
… ..
Bu eserine hemen çalışamadı. Derslerinden, yazılarından kurtulabildikçe yegâne iştigali (tek uğraşısı) şiirlerini okumaktan ibaret kalırdı; fakat bahar gelince bütün vücudunu ihata eden kesel ve regavet (bütün bedenini kaplayan tembellik ve gevşeklik) havası sank güneşin taze hararetiyle tebahhur ederek (buharlaşarak) sıyrıldı, damarlarının içinde bir cevelan (dolaşım) hissetti, kışın donuk havaları altında teessürleri safhasına donuk nakışlarlaintikal eden (üzüntüleri yüzeyine donuk nakışlarla işlenen), adeta uykuda duyguları, baharın ılık nefesleriyle dirilip uçuşan kelebekler gibi canlandı. O vakit Ahmet Cemil’in eseri bol bir yağmurdan sonra topraklardan süzüle süzüle kayacıklar arasında birikmiş küçük bir membea gibi taştı, ufak ufak hamlelerle feveran etti (çoştu). Şimdi bu eser büyüyor, tekemmül ediyordu (olgunluğa eriyordu)...
… ..
… ..
… .. Ahmet Cemil'in zihninden bu genç kız sıfatının hususi ve müstesna bir ehemmiyeti (özel ve ayrıcalıklı bir önemi) vardı. O, henüz çocukluktan çıkarak mevcudiyeti garaiple memlu bir cihanın esrarına (varlığı garipliklerle dolu bir dünyanın sırlarına) karşı inkişafa muheyya duran (ortaya çıkarmaya hazır duran) ,nagihan (ansızın) hissediverdikleri bir hakikatin taaccüp (hayret) rengi gözlerinde sizi istintak ediyormuşçasına bir istifsar ifadesiyle (sizi sorguya çekiyormuşçasına bir tavırla) uçuşan, bazen çocukluktan kalmış bir itiyat bakiyesiyle (çocukluktan kalmış bir alışkanlıkla) gülüverirken birdenbire bir genç kız sıfatının henüz itilaf olunamamış (alışılmamış) ciddiyetiyle gözlerini indiren, dün başka bir şey iken yarın başka bir şey olmaya hazırlanan; fakat bugün müphem, müşevveş (belirsiz, karışık), o müphemiyeti, müşevveşşiyeti (o belirsizliği, karışıklığı) içim şiire, sevda dolu olan bu mahluklara, bütün güzergâhına tesadüf eden(yoluna çıkan) o genç kızlara Ahmet Cemil perestişe (tapmaya) benzer, buseyi (öpücüğü) andırır bir garam nazarıyla (bir sevda bakışıyla) bakardı.
… ..
… ..
… ..Bugün Lâmiayı karşısında siyah çarşafı çenesinin altında tepesi bir incili iğne ile iliştirilmiş, peçesi kıvırcık saçlarını bir yarı örtülük altında bırakarak başına atılmış, ince parmakları siyah güderi (derili) eldivenler içinde uzun saplı zarif şemsiyenin püskülünü oynatarak; henüz çocukluğunu unutamış; henüz iki üç sene evvelki sıfatıyla Ahmet Cemil ‘in karşısında bulunuyormuş gibi saf çehresiyle bakarak görünce, zihninde uçuşan o binlerce çehreler -bir ziya (ışık) isabetiyle bir bulut parçasında peyda oluverip (görünüp) de birden sönüveren iltimalar (ışıltılar) gibi- uçtu. Sonra onların arasında genç kız, o gençliği semasının sevda güneşi, nurlarını serperek, cazibesinin ateşlerini saçarak çıktı…
… ..
… ..
… .. Bakınız o siyah peçenin, siyah çarşafın, siyah saçların altında parlayan siyah gözlerden bir şey akıyor, güya siyah bir nur ki baş döndüren ateşli bir sevda havası ile vücudunu sarıyor, yakıyor, fakat okşayan bir ateş, bir ateş ki sıcak bir buse (öpücük) gibi…
… ..
… ..
… .. Şiirlerimi dinlemek istiyormuş. Onu Lâmiay’a kendisi okumak isterdi. Zihninde bu şiir takriri için mahsus bir hücre tertip ediyor (bu şiir okuyuşu için özel bir oda düzenliyor), Lâmia’yı orada bir kanepeye oturtuyor. Kendisi de ta ayaklarının dibine küçük bir ayak iskemlesine oturuyor; sonra titrek bir aşk sedası ile bütün fikirlerinin, hislerinin muhassalası (elde edilmiş sonucu) olan bu şiir parçalarını bir sevda teranesi (ezgi) gibi onun müteessir (üzüntülü) gözleri altında inşat ediyordu (şiir okuyordu) Ah! O sevda dakikası!Acaba mahrum hayatında o bahtiyar saat çalacak mı?..
Nasiyesinde bu sula bir endişe hattı tersim ediyordu. (Alnında bu soru bir endişe çizgisi oluşturuyordu) Kendi kendine: “Niçin onun benimle izdivacımı (evlenmesini) istemesinler? diyordu. O da kendisini sevmiyor mu? Bir saat evvel o kendisine tebessüm eden gözlerle bir gizli incizap (aşk) manası hissolunmuyor muydu?
… ..
… ..
… ..Sanki bir bârân-ı dürr-i siyah (bir siyah inci yağmuru)! diyordu.
… ..
Ta hulya hayatının başlangıcında, ümitlerinin incilası (parlaklığı) zamanında Tepebaşı Bahçesi’nde Haliç’e bakarak seyrettiği mai gece ile o bârân-ı elması tahattur etti (o elmas yağmurunu hatırladı).
Gözlerinin önünde o mai gece ile bu siyah gece tekabül etti (karşılık oldu): Mai ve siyah.
Ah1 Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız (talihsiz) ömür!.. Bir bârân-ı elmas altında inkişaf ederek (belirerek) şimdi bir bârân-ı dürr-i siyahın altında gömülen o emel çiçekleri!..
… ..
… ..
*Mai ve Siyah & Halid Ziya Uşaklıgil
Özgür Yayınları
Birinci Basım: 2010
*Mai ve Siyah - Vikipedi (wikipedia.org)
*Yapıtta roman kahramanı Ahmed Cemil'in kişiliğinde Babıali'de basın hayatında yok olup giden sanatçılar anlatılmaktadır. Mai etimolojik olarak Arapça bir kelime olup mavi demektir.
Mai ve Siyah’ta yazar yaşanılan bir dönemin sosyokültürel durumunu gözler önüne sermiştir. Yazar romanda okuyucuya dönemin yaşantısını A.Cemil’in bakış açısından vermeye çalışmıştır. Bu binde bir objektiflik ve realistlik göze çarpar. Mai ve Siyah dönemin bütün toplumsal sorunlarını gündeme getiren bir roman olmuştur. Yazar dönemindeki bir takım sorunları kahramanları vasıtasıyla okuyuculara açıklamıştır. Yazar bu romanda neslinin şair idealini ele alır, o zamanki sanat ve basın dünyasını yer yer çok gerçekçi çizgilerle tasvir eder.
Ahmet Cemil’in arkadaş ziyareti sırasında; Hüseyin Nazmi’nin kardeşi Lamia’nın piyanoda seslendirdiği müzik ve penceredeki manzaranın o süreçte değişen duyguları ile birlikte derinliklere dalan hayal dünyasını anlatırken; kendinizi o ahenge kaptırarak olaya ortak yaşamaya başlayabilirsiniz…
YanıtlaSilHalid Ziya Uşaklıgil; akıcı, sürükleyici romanı ile edindiği yeri hak ediyor. Dersler de veriyor. Hayatın şakası yok. Atılacak her adımın hesaplı olması gerektiğini, bir sonraki adımların getireceklerini düşünmek gerektiğini vurguluyor… hayatın iyimserlik yaratan, insanı bulutları üzerinde uçuran yanı kadar; karamsarlık dolu acı yüzünün de olduğunu hatırlatıyor…
YanıtlaSilGüzel hayallerin anlatıldığı ‘bârân-ı elmas’ (elmas yağmuru) bölümlerde Ahmet Cemil’le birlikte siz de ‘mai’likler içinde kanatlanırken; karamsarlık yaratan ‘bârân-ı dürr-i siyah’ (siyah inci yağmuru) olayların üst üste gelmesi ile, insanı allak bullak eden kara bulutların kendini hatırlattığı sona gelindiğinde; yaşanılan duyguların muhasebesini yapıyorsunuz.
Son bölüme kadar okunası gibi görünen eser, sona gelindiğinde; insanı bu kadar hüzünlendirecek romanın (mai ve siyah) okunmasında yarar olup olmayacağı tereddüdünü akıllara getiriyor.