30 Ekim 2023 Pazartesi

Alaycı Kuş*

… ..

Benden, benim için tasarladıkları rolü üstlenmemi istiyorlardı. Devrimin sembolü, Alaycı Kuş olmamı.Geçmişte yaptıklarım, Oyunlar’da Capitol’e meydan okumam, bir toplanma noktasın yaratmış olmam yetmiyordu. Şimdi gerçek liderleri, devrimin yüzü, sesi, kısacası vücut bulmuş hali olmam gerekiyordu. Çoğu Capitıol’e açıkça savaş ilan etmiş mıntıkaların, zafere giden yolu aydınlatacağına güvenebilecekleri insan olmalıydım. Bunu tek başıma yapmam gerekmeyecekti. Beni baştan yaratacak, giydirip kuşatacak , konuşmalarım yazacak, halkın önüne çıkışlarımı yönetecek koca bir ekip vardı -kulağa ürkütücü derecede tanıdık geliyordu- ve tek yapmam gereken rolümü oynamaktı. Bazen onları dinliyor, bazen de Coin’in saçlarının kusursuz çizgisini seyre dalıp peruk olup olmadığına karar vermeye çalışıyordum. Bir süre sonra da ya başım ağrıdığı ya da yemek zamanın geldiği ve yeryüzüne çıkmazsam durduk yerde çığlık atmaya başlayacağım için , odadan çıkıyordum. Herhangi bir şey söyleme zahmetine  bile girmiyordum. Yalnızca ayağa kalkıyor ve yürüyordum.

Dün kapı arkamdan kapanırken, Coin’in, “Size çocuğu kurtarmanız gerektiğini söylemiştim,” dediğimi duydum. Peeta’yı kastediyordu. Daha fazla hemfikir olmazdım. Peeta kusursuz bir sözcü olurdu.

Peki, arenadan kimi kurtarmışlard? Beni. İşbirliğine yanaşmayan beni. Ve 3. Mıntıka’dan çıkma yaşlıca bir mucit olan ve doğrulup oturmayı başardığı anda silh geliştirme departmanına çekildiği için ender olarak gördüğüm Beetee’yi. Aslında onu tekerlekli sandalyesiyle çok gizli bir bölgeye götürdüklerini ve şimdi ancak yemekler sırasında ortaya çıktığını söylemek daha doğru olurdu. Beetee çok zeki ve amaca katkıda bulunmaya son derece istekliydi ama arkasına takılıp götürecek birisi değildi. Bir de, balıkçılıkla geçinen, mıntıkanın seks sembolü Finnick Odair vardı ki, benim aksime Peeta’yı hayatta tutan o olmuştu.  Finnick’i de bir isyan liderine dönüştürmek istiyorlardı ama bunu yapabilmek için önce beş dakikadan fazla uyanık kalmasını sağlamaları gerekiyordu. Bilincinin yerinde olduğu zamanlarda bile, zihnine girebilmek için her şeyi üç defa tekrarlamak zorunda kalıyordunuz. Doktor bunun arenada maruz kaldığı elektrik şokundan kaynaklandığını söylüyordu ama ben durumun daha karmaşık olduğunu

Ateşi Yakalamak*

Çayın sıcağı havaya çoktan karışmış olsa da, matarayı sımsıkı tutmaya devam ettim. Soğuk yüzünden kaslarım iyice gerildi. Tam o anda vahşi bir köpek sürüsü çıkagelse, saldırıya uğramadan bir ağaç tepesine tırmanma ihtimali yok denecek kadar azdı. Ayağa kalkmalı, biraz hareket etmeli ve eklemlerimi açmalıyım. Oysa orman şafakla aydınlanırken, en az üzerinde oturduğum kaya parçası kadar hareketsiz, öylece durdum. Güneşle savaşamazdım. Beni aylardır sıkıntıyla beklediğim düne doğru sürüklerken tek yapabildiğim, çeresiz gözlerle yükselişini görmek oldu.

Öğle saatlerinde Galipler Köyü’ndeki yeni evime üşüşmüş olacaklardı. Gazeteciler, kameramanlar,hatta eski refakatçim Reffie Trinket bile Capitol’den kalkıp 12. Mıntıka’ya kadar gelecekti. Effie o komik pembe peruğunu mu takacak, yoksa Zafer Turu için doğallıktan uzak başka bir renk mi tercih edecek, çok merak ediyorum. Tabii diğerlerini de unutmamalı. Uzun tren yolculuğumda bana servis yapacak personel. Halkın önüne çıkmadan önce beni güzelleştirecek hazırlık ekibi. Açlık Oyunları’nı izleyiciler tarafından ilk anda fark edilmemi sağlayan o muhteşem kostümleri tasarlayan stilistim ve arkadaşın, Cinna.

Bana kalsa, Açlık Oyunları’nı tamamen unutmak isterdim. Ve hiç bahsetmemek. Kötü bir rüyadan başka bir şey değilmiş gibi davranmak. Ancak Zafer Turu bunu imkânsız kılıyordu. Tur, stratejik olarak iki oyunun tam ortasına denk gelecek şekilde planlanıyordu; bu, Capitol’ün korkuyu taze ve yakın tutmak için benimsediği bir yöntemdi. Mıntıkalarda yaşayan bizler, Capitol'ün demir kuvveti her sene hatırlamakla kurtulamıyor, bir de kutlama yapmak zorunda bırakılıyorduk. Ve bu sene ben de şovun yıldızlarından biriydim. Mıntıka mıntıka dolaşmak, bende için için nefret eden ama tezahürat yapmaktan da geri kalmayan kalabalıkların karşısına çıkmak, çocuklarının hayatına son verdiğim ailelerin yüzlerine bakmak zorundaydım.

Güneş ısrarcı yükselişini sürdürürken, kendimi ayağa kalkmaya zorluyorum. Eklemlerimin her birinden ayrı bir şikâyet yükseliyordu. Hatta sol bacağım o kadar uzun süredir uyuşmuştu ki yeniden his kazanmasını sağlayabilmek için birkaç dakika boyunca ileri geri gitmek zorunda kaldım. Üç saattir ormanda olmama rağmen, avlanmak için hiçbir girişimde bulunmamıştım ve elimde avlandığımı

Açlık Oyunları*

. .. .. Küçük kardeşim Prim, … .. kediye Düğün Çiçeği adını vermişti. … ..

… ..

Sonbaharda, az sayıda cesur ruh, elma toplamak için gizlice ormana süzülür. Anma Çayır’ı görüş alanlarından çıkarmamaya özen gösterirler. Her zaman, herhangi bir belayla karşılaşmaları halinde, koşarak, 12. mıntıkanın güvenli ortamına kaçacak kadar yakın mesafede kalırlar. “On ikici Mıntıka. Güven içinde ölebileceğiniz eviniz, “ diye mırıldanıyorum. Sonra, telaşla omzumun üstünden arkama bakıyorum. Burada, hiçliğin ortasında bile, birilerinin sizi duymasından korkarsınız.

Daha küçükken, 12. Mıntıka ve ülkemiz Panem’in çok uzak Capitol’ünde bizi yönetenler hakkında yumurtladıklarımla anneciğimin yüreğini ağzına getirirdim. Zamanla, bunun başımızı daha çok belaya sokacağını anladım. Dilimi tutmayı ve yüzümü, hiç kimsenin düşüncelerimi okuyamayacağı, ifadesiz bir maskeye dönüştürmeyi öğrendim.  Okulda görevimi sessizce yapmam gerektiğini… Halka açık pazarlarda, sadece havadan sudan, kısa sohbetler etmeyi… Kazandığım paranın büyük kısmını borçlu olduğum karaborsa, Hob’da sadece takas konusunda konuşmakla yetinmeyi… Hatta, durumumun daha az can sıkıcı olduğu evimde bile, hassas konulara değinmekten kaçınırım. Toplama, yiyecek kıtlıkları ya da Açlık Oyunları gibi konulara girmem. Prim benim kelimelerimi tekrar etmeye başlarsa, o zaman sonumuz ne olur. 

Ormanda beni, yanındayken kendim gibi davranabildiğim tek insan bekliyor: Gale. Yüzümdeki kasların gevşediğini; bizim yerimize, vadiye bakan kaya çıkıntısına ulaşmak için tepeye tırmanırken adımlarımın hızlandığını hissediyorum. Sık bir fundalık gizli yerimizi istenmeyen gözlerden koruyor. Beni beklediğini görünce, yüzümde güller açıyor. Gale, hep ormanda olmadığımız zamanlarda yüzümün hiç gülmediğini söyler.

“Hey, Catnip,” diyor beni görünce. Gerçek adım Katniss ama ismimi ona ilk söylediğimde, fısıldıyorum. Bu yüzden Gale, adımın Catnip olduğunu sanmış. Sonra deli vaşağın teki, ormanda bedava yiyecek bulmak için dolaşırken peşime takılınca, bu bana verdiği resmi lakap oluverdi. Sonunda vaşağı öldürmek zorunda kalmıştım çünkü av hayvanlarını ürkütüyordu. Hiç kötü bir can yoldaşı olmadığı için

24 Ekim 2023 Salı

Gençliğin Anlam Arayışı*

 Şüphesiz, insanlık için en önemli husus, anlam arayışıdır. İnsanoğlu daima bir anlam arayışı içinde olmuştur. Varlığın ve Kâinatın manasını, varoluşunu, gayesini, yaratılışının hikmetini, hayatın anlamını, ölümün manasını anlamlandırmak istemiştir. Bu arayışta başarısız olan insanlar ciddi bir anlam krizi yaşamışlardır.

İnsanlık, tarih boyunca bu anlam krizini aşmak için nice yollara başvurmuş, nice düşünceler üretmiş, nice felsefeler geliştirmiştir. Anlam krizini bazen büyülerle, tılsımlarla bazen hurafelerle, mitolojilerle aşmak istemiştir. Modern zamanlarda ise akıl ve bilim üzerinden bir anlamlandırma cihetine gitmiştir.

Ancak dijitalleşmenin yol açtığı kaosu ve yorum anarşisi, insanın anlam arayışını daha da zorlaştırmış, daha karmaşık bir hâle getirmiştir. Görsel idrakini âdeta ölümle karşı karşıya bırakmıştır. Bu yeni durum, insanı bir anlam ve boşluk krizine sürüklemiş, insanı anlamsızlık zindanına mahkum etmiştir.

Şüphesiz, bu yeni durumdan en çok etkilenen gençler olmuştur. Ancak gençlerin din ile ilişkisindeki bu etkileşimi, bu değişimin bir Deizm veyahut bir Ateizm olarak nitelemek de doğru değildir. Zira bu durum, aslında insanlık tarihinde daha önce de yaşanmış tecrübelerin getirdiği yeni bir soru ve sorunlardan neşet etmektedir.

Günümüzde artık, yetişkinler, yaşadıkları değerleri sonraki kuşaklara aktarmakta zorlanmakta; aile-okul-mabet üçgenindeki eğitim öğretim sistemleri, gençlerin yeni zamanlardaki anlam arayışına cevap vermekte aciz kalmaktadır. Bilhassa gençlerin benlik, kişilik, kimlik ile ilgili can yakıcı soru ve sorgulamalarına biz yetişkinler, eğitimciler cevap vermekte bir hayli zorlanmaya başladık.

Sonuç olarak bugün artık Müslümanlar, sorunların/ sorgulamaların çoğaldığı, buna karşın cevapların azaldığı, inancın güçleştiği, dini yaşamanın zorlaştığı, bir neslin kendi değerlerini sonrakilere aktarmada sayısız engellerle karşılaştığı, ahlaki krizlerin süreklilik arz ettiği, haz ve hızın arttığı “yeni

Çocukluk, İlkgençlik, Gençlik*

Neyi Gençliğimin Başlangıcı olarak görüyorum?

Dimitri’yle dostluğumun hayatıma, onun amacı ve hayata olan tavrımıza ilişkin görüşlerime yeni bir nitelik verdiğini söylemiştim. Bu yeni niteliğin özü, insanların dünyadaki görevleri, ahlaki yetkinliğe ulaşmaya çalışmaları ve bu yakınlaşmanın muhtemel, kolay ve sürekli olabileceği inancına dayanıyordu. Ama ben bugüne dek zamanımı yalnızca inançtan kaynaklanan yeni düşünsel açılımlar yapmak ve gelecekteki ahlâki faaliyetimle ilgili parlak tasarımlarda bulunmakla geçirmiştim. Oysa günlerim eskiden olduğu gibi karmaşık, ufak tefek şeylerle dolu olarak tam bir boşluk içinde geçiyordu. 

Çok sevdiğim bazen kendi kendime fısıltıyla eşsiz Mitya dediğim arkadaşım Dmitri’yle tartışmalarımızda ele aldığımız yüce düşüncelerimizi duyarak değil ama düşünerek beğeniyordum. Ama öyle bir an geldi ve bu düşünceler benim ruhsal açılımlarımızın diri gücüyle kafamda öylesine parlayıverdiler ki, ne çok zamanı bu düşüncelerime harcamış olduğumuz düşünerek irkildim ve bu düşüncelerime hep bağlı kalma kesin kararıyla hemen o anda onları hayata geçirme isteği duydum. Gençliğimin başlangıcı olarak işte bu anı görüyorum.

O sıralar on altı yaşımı bitirmek üzereydim. Öğretmenler gelip gidiyorlar, ST. Jerome çalışmalarımı izliyor ve ben isteksiz isteksiz sınavlarına hazırlanıyordum. Ders dışı zamanlarımı, tek başıma kurduğum birbiriyle ilgisiz hayallerle dünyanın en güçlü insanı olmak için jimnastik yapmakla, hiçbir belirli amacım ve düşüncem olmaksızın odalarda, en çok da hizmetçi kızların odası önündeki koridorda dolaşmakla ve önünden bakmakla geçiriyordum. Aynadan bu duygularla ayrılmamda sorun yalnızca çirkin olmamda değildi; böylesi durumlarda insanların kendilerini avutmak için buldukları şeylerin hiçbiri bende yoktu. Anlamlı, zeki, soylu bir yüzüm olduğunu söyleyemezdim örneğin. Anlamlılık adına hiçbir şey yoktu yüzde; sıradan, kaba ve çirkin çizgiler, özellikle de aynaya baktığım sıralar zekilik şurada dursun, iyice anlamsızlaşan küçücük gri gözler… Erkeksilik adına da pek bir şeyler yoktu yüzümde. Boyum kısa sayılmazdı, yaşıma göre de epey güçlüydüm., ama yine de yüzümün çizgileri yumuşak gevşek ve belirsizdi. Soyluluk adına bile böyle bir şey yoktu bu yüzde; tersine ellerim, ayaklarım da

hobart paşa'nın anıları*

Hobart Paşa … .. Bir dönem Mesudiye zırhlısına da konutabetmiş, Sultan Abdülaziz döneminde donanmanın yenilenmesi  yenilenmesi için çalışmış, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde Osmanlıların hizmetinde bulunmuş ünlü bir İngiliz denizcisiydi.

… ..

Hobart Paşa ya da Augustus Charles Hobart Hampden, 1 Nisan 1822 tarihinde İngiltere’de Leicestershire’da doğdu. 6. Buckinghamshire Dükü Augustus Edward Hobart’ın dördüncü çocuğu ve üçüncü oğludur. 10 yaşındayken Surrey’de bulunan Cheam adındaki ünlü okula gönderildi. Denizciliğe olan hevesi üzerine 1835 yılı Şubat ayında henüz 13 yaşında iken HMS Rover gemisinin komutanı bulunan albay rütbesindeki akrabasının yardımıyla, deniz talebesi olarak  İngiltere bahriyesine katıldı. 1838 yılı Ekim’inden sonra  HMS Rose gemisindeki denizcilik eğitimin ardından 1842 yılı Temmuz ayında Deniz Kolej’ndeki sınavları geçerek subay oldu. Önce HMS Excellent gemisine atanan ve bir yıl sonra HMS Dolphin gemisine verilen Augustus Charles Hobart’ın bulunduğu bu ilk üç gemi Güney Amerika kıyılarında köle ticaretine engel olmak üzere görevlendirildi. O dönemde Rio de Janerio, köle ticeretinin merkeziydi.

Köle gemisi avcılığ ardından İngiltere’ye dönen Augustus Charle Hobart, görevinde sağladığı başarının ödülü olarak Kraliçe Victoria’nın Victoria and Albert yatına atandı. 1845’in Eylül ayında yüzbaşı rütbesiyle yeniden aktif hizmete dönerek önce Akdeniz’deki HMS Rattler gemisine, daha sonra da1847’de Baltık filosuna dahil edilen HMS Bullldog gemisine tayin edildi. 

Bulldog gemisiyle İngiltere, Fransa, Sardunya ve Osmanlı Devleti’nin Rusya ile yaptığı Kırım Savaşı’na Baltık cephesinde katıldı.

Savaşın devam ettiği sırada bazı küçük gemilerde komutan olarak da görev yapan yüzbaşı Hobart, 1855’te Amiral Dundas’ınsancak gemisi HMS Duke of Wellington’a atandı. Sveaborg’ta yapılan bombardımanda havan topu gemilerine komuta etti. Bu görevlerindeki üstün hizmeti savaş raporlarında yer alarak commander (yarbay) rütbesine yükseltilen Hobart, bundan sonra altı yıl kara hizmetinde kıyı savunma subayı görevi yaptı. 1861’e kadar Malta’da bulundu.

19 Ekim 2023 Perşembe

İtiraflarım *

Sunuş

… ..Anna Karenina’daki Levin’in acıları ile Tolstoy’un İtiraflarım’da dile getirdiği kendi çelişkileri arasında paralellikler olsa da, Anne Karenina’nın yayımlanmasından iki yıl sonra kaleme alınmıştır. … .. 

1877 yılında Tolstoy, inanç ile mantık arasındaki ikilime odaklanır. Örneğin, 1877-1878 kış mevsiminde Kremlin’de İnanç üzerine bir tartışma ve Muhataplar isimli iki eserde inananlar ve inançsızlar arasında inanç üzerine tartışmalar başlatır. … .. 1878’in yaz aylarında Rusya’nın güneyindeki Samara’da inzivaya çekilince… ..  14 Haziran’da yine inzivaya çekilir, bu defa Kiev’deki Manastır Mağarası’na kapanarak burada “eski Hıristiyanlar gibi yaşayan”, mütevazı keşişlerle beraber kalır. Kiev seyahati dönüşü kendinden bulduğu manevi güçle, Ortodoks Kilisesi’nden tamamen bağlarını koparmaya karar verir. Kilise’nin öğretilerinin İncil ile bağdaşmadığını ileri sürer. Nitekim İtiraflarım’ın alt başlığı da Yayımlanmamış Esere Giriş idi; girişi yapılan eser ise Dogmatik Teolojinin İncelenmesi adında, Tolstoy’un Kilise’ye eleştirler yönelttiği bir kitap olacaktı. 

1879’da İtiraflarım’ın ilk taslağını tamamladıktan sonra Tolstoy, “Ben Neyim” adlı otobiyografik makalesinden yararlanarak taslağı yeniden düzenledi. İtiraflarım, 1882’de Russkaya mysl’de Cenova’da yayımlanabildi. 

… ..

Bu eserde yaşamının ilk yıllarından itibaren hakikat yolunu veya yazarın ifadesiyle “yaşamın anlamını” arayan  bir dramı gözler önüne seriliyor. Bu ruh, içsel enerjisinin bütün gücüyle şahsına ve inançlarına şekil veren ışığı bulmaya çalışıyor; soyut, bilimsel ve rasyonel araştırmalarla Tanrı’ya ve hakikate varmaya çalışıyor. … ..  Bu şartlar altında bu eser, hakkında ne söylense yetersiz olur. Fakat ister edebi ister bilimsel olsun, yeni bir kitap alan okuyucuların kolayca yapabildiği bir hataya karşı sizi uyramak isteriz. Bu hata, okuyucunun esere yaklaşımı ve eserden bekledikleriyle ilgilidir. Okuyucunun eseri hangi

12 Ekim 2023 Perşembe

Hallac-ı Mansur*

Kitap Üzerine

922 yılında Bağdat'ta zındıklıktan suçlanan bir adam, mollaların verdiği bir fetva ile çarmıha gerilmiştir. 

Suçu Tanrıyla olan özel ilişkisini halka açıklamaya cüret etmesidir. Bazıları için ise Şiiler, Manihistler ve Hindular gibi “güvenilmez unsurlarla” yazışmasından dolayı bir devlet düşmanıdır.

Wolfgang Günter Lerch bu kitap ile Hallac-ı Mansur’un yaşamını ve yaptıklarını roman diliyle anlatmaktadır.

1946 doğumlu Wolfgang Günter Lerch Germenistik, Felsefe, Şarkiyat ve İlahiyat öğrenimi görmüştür. 1978 yılından bu yana Frankfurter Allgemeine gazetesinin editörlüğünü yapmaktadır.

Bir Profesör Ortadan Kayboluyor

Bu sayfaların gerek bilge, gereke pek o kadar bilge olmayan okurları ellerindeki metni hiç azımsanmayacak bir kısmını müteveffa olarak nitelendirebileceğimiz Profesör Eduard Wilhelm Klapproth’a borçlu olduklarını bilmelidirler. Berlin Üniversitesi Şarkiyat Bölümü üyesi olan bu profesör, eski İran payitahtı İsfahan'a son derece alışılmadık bir araştırma gezisinde bulunmya gitmişti. Moğol zamanından kalma el yazmaları konusunda araştırma yapmak istiyordu, fakat bunun asıl anlamı, bu eski şark şehrinin pazar yerlerinde, köprülerinde ve sokaklarında bütün gün oradan oraya dolaşmak ve bin anda geride hiç iz bırakmadan ortadan kaybolmak idi. İran ve Alman hükümetleri arasında kısa süreli diplomatik bir kriz bile yaşanmasına sebep olan bir hadise! Profesörün artık dul olarak nitelendirilebilecek karısı, kocasının Khiaban-e Şah Tahmasp’da elinde bol miktarda eski şark seramiği ve bakırı bulunan bir tacirle tanıştığını söylüyordu. Eski şark sanat eserlerinin tutkulu bir koleksiyoncusu olan Klapproth, üzerinde Sassanî süslemeleri bulunan olağanüstü güzellikte bir bakır tepsiyle ilgilenmiş ve bu vesileyle yeni bir dost kazanmıştı: Abbas Ağa da kendisine büyük babasının kuşağının çok iyi hatırladığı efsanevi Profesör Browne gibi akıcı

Ben Robot*

Notlarıma baktım, hiç beğenmedim. ABD Robotları’nda üç gün geçirdim ama evde oturup Tellürik Ansiklopedi okusam aynı şeydi.

Susan Calvin söylenene göre 1982 yılında doğmuştu; demek ki şimdi beş yetmiş beş yaşındaydı. Herkes bilirdi bunu. Benzer şekilde ABD Robertson İnsan A.Ş. de yetmiş beş yaşındaydı. Lawrence Robertson, ileride insanlık tarihinin en acayip endüstri devine dönüşecek bir şirketin sözleşmesini tam da Doktor Calvin’nin doğduğu yıl çıkartmıştı. Tabii bunu da herkes bilirdi.

ABD Robotları’ndan Dr. Alfred Lanning’in ses donanımına sahip ilk mobil robotu halka tanıttığı o meşhur psikomatematik seminerine yirmi yaşındaki Susan Calvin de katılmıştı. Makine yağı kokan, iri, hantal, çirkin bir robottu; Merkür’de kurulacak madenlerde görevlendirilmesi planlanıyordu. Yine de konuşabiliyor, mantıklı cümleler kurabiliyordu.

Susan seminerde ağzını açmadı, sonrasındaki fırtınalı sürece de dahil olmadı. Soğuk bir kızdı; gösterişten uzak, sadeydi. Dünyayı sevmez, kendini korumak için maske gibi takındığı ifadesini ve aşırı gelişmiş zekâsını kullanırdı. Ama olan biteni seyrederken içinde soğuk bir coşku filizleniyordu.

Lisans diplomasını 2003’de Kolombiya Üniversitesinden aldı. ve sibernetik üzerine lisansüstü çalışmalara başladı. 

Yirminci yüzyılın ortalarında “hesaplama makineleri” üzerine yürütülen tüm çalışmalar, Robertson’un pozitronik beyin bağlantıları nedeniyle sekteye uğradı. Kilometrelerce uzunlukta röle ve fotoseller, yerini insan beyni boyutlarında platinyum-iridyumlardan oluşan süngerimsi bir küreye bırakmıştı.

Calvin, “pozitronik beyin” içindeki muhtemel değişkenlerin onarılması için gereken parametreleri hesaplamayı, kâğıt üzerinde çeşitli uyarıcılara vereceği tepkilerin tan olarak öngörülebileceği “beyinler” oluşturmayı öğrendi.

2008’de doktorasını tamamlayıp “Robopsikolog” olarak Birleşik Devletler Robotları’na katıldı, yeni bir

6 Ekim 2023 Cuma

Atatürk*

Mustafa Kemal Atatürk, Avrupa uygarlığının altın çağı’nda doğdu. On dokuzuncu yüzyılın son on yıllarında, Avrupa ülkeleri ve Okyanus aşırı uzantıları barışı yaşıyordu ve gücünü, bilgisini, zenginliğini artırmaya koyulmuştu. Fransa 1870 yılında aldığı Almanya yenilgisinin, Amerika ise İç Savaşın izlerini silmişti. Almanya günden güne zenginleşip güçleniyordu. Avusturya- Macaristan özenle yapılandırılmış bir barış sığınaydı. Rusya 1878 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nu yenilgiye uğrattıktan sonra ekonomik değişimler yaşamaya ve Asya’daki gücünü genişletmeye başlamıştı. Britanya barış, düzen ve ilerlemenin yararlarını imparatorluğun her yanına yaymaktaydı. Batıya kapılarını açan Japonya, endüstriyel  ve askeri gücünün temellerini atmak için Batı’dan aldığı bilgileri uygulamaya başlamıştı. Avrupalı kamu görevlileri, işadamları, mühendisler, doktorlar ve onların giderek artan sayıda Amerikalı kuzenleri dünya çapında örgütleniyorlar, gelişiyorlar, öğretime yöneliyor, ticaret ve İnşaat yapıyorlardı. Avrupa dünyayı yönetiyor ve dönüştürüyordu. Çabalarının semeresini hem topluyor hem de dağıtıyordu. Ama aynı zamanda kurbanlar da yaratıyordu.

On dokuzuncu yüzyılın sonuyla yirminci yüzyılın başını yalnızca sömürgecilik olarak tanımlamak yanlış olur. İmparatorluklar tarih boyunca var olmuştur ve gerek kurucuları gerekse yöneticileri doğal olarak güçlerinin, yaşam biçimlerinin, değer yargılarının ve dinlerinin, kısacası uygarlıklarının , yalnızca kendilerine değil, hükmettikleri toplumlara da yararlı olacağına inanmışlardı. Bu inanış çoğu zaman doğruydu.

On dokuzuncu yüzyıldaki yenilik ise aynı uygarlıktan esinlenen birçok imparatorluğun bir rekabet içinde birlikte varoluşuydu. Bu uygarlık Hıristiyanlık dünyasında gelişmişti ama Aydınlanma Çağı ile Fransız Devrimi’nden sonra bağlı kalınan ilke, din değil rasyonalizm idi. Yerel kökenine karşın rasyonalizm, akıl sahibi yaratıklar olarak tüm insanlara uygun gelebilirdi. Maddi dünyaya egemen olmakla aklın kullanılmasının ortaya çıkardığı yararlar yadsınamaz ama insan ilişkileri konusuna gelince sonuçlar biraz karışıktı. Mantığın kullanılması geleneksel sosyal ve politik düzenlemeleri geliştirebilirdi, ama rasyonalist politikaların, ideolojilerin ve kuramların izlenmesi, var olan toplumlar arasında yeni farklılıklar