12 Ocak 2024 Cuma

Ölümcül Kimlikler*


 

1976’da Lübnan’ı terk edip Fransa’ya yerleştiğimden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendimi “daha çok Fransız” mı yoksa” daha çok Lübnanlı” mı hissettiğim ne kadar çok sorulmuştur bana. Cevabım hiç değişmez: “Her ikisi de!” Herhangi bir denge ya da haktanırlık endişesi yüzünden değil, ama cevabım farklı olsaydı, yalan söylemiş olurdum. Beni bir başkası değil de ben yapan şey, bu şekilde iki ülkenin, iki üçdilin, pek çok kültür geleneğinin sınırında bulmuşumdur. Benim kimliğimi tanımlayan da tam olarak budur. Kendimden bir parçayı kesip atmış olsaydım, daha mı gerçek olurdum?

Yani bana soru soranlara sabırla Lübnan’da doğduğumu, yirmi yedi yaşıma kadar orada yaşadığımı, Arapçanın anadilim olduğunu, Dumas ve Dickens’i, Güliver’in Seyahatleri’ni ilk kez Arapça çevirisinden keşfettiğimi ve çocukluğumun ilk sevinçlerini atalarımın köyü olan dağ köyümde tattığımı, ilerde romanlarımda esinleneceğim bazı öyküleri orada dinlediğimi açıklıyorum. Bunu nasıl unutabilirim? Bunlardan nasıl olur da kopabilirim? Ama öte yandan, yirmi iki yıldan beri Fransa topraklarında yaşamaktayım, on un suyunu ve şarabını içiyorum, ellerim her gün onun o eski taşlarını okşamakta, kitaplarımı onun diliyle yazıyorum, o artık benim için asla yabancı bir ülke olamaz.

Yani, yarı Fransız, yarı Lübnanlı mı? Hiç de değil! Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımdan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir “dozda” onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş       tek bir kimliğim var.

Bazen, bin bir ayrıntıya girerek tam olarak hangi nedenlerle aidiyetlerimin tümü dolu dolu istediğimi açıkladığımda, biri yanıma gelerek elimi omzuma koyup mırıldanıyor: “Böyle konuşmakta haklısınız, ama içinizin derinliğinde ne hissediyorsunuz?

Bu ısrarcı sorgulama beni uzun zaman gülümsetmiştir. Bugün buna gülümsemiyorum artık. Çünkü bu bana insanlarda pek yaygın ve benim gözümde tehlikeli bir bakış açısının ortaya konuluşu gibi geliyor. Bana ”içimin derinliğinde” ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin “içinin derinliğinde” ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma “kişinin derin gerçekliğinin”, doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan “öz”ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın-özgür insan olarak kattettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının- hiçbir önemi yokmuş gibi. Bugün çok sık yapıldığı üzere, çağdaşlarımız “kimliklerimi vurgulamaya” yöneltildiğinde, bununla onlara söylenmek istenen, içlerindeki, çoğu

zaman dinsel ya da ulusal ya da ırkçı ya da etnik nitelikteki sözüm ona temel aidiyete dönmeleri ve bunu gururla ötekilerin suratına çarpmaları gerektiğidir.

… ..

… ..

Daha karmaşık bir kimlik talep eden herkes toplum dışına itilmiş bulur kendini. Cezayirli ana babadan Fransa’da doğan bir genç, içinde apaçık iki aidiyet taşımaktadır ve her ikisini de üstlenecek durumda olması gerekir. Lafı bulandırmamak için iki dedim ama onun kişiliğinin bileşenleri çok daha fazla sayıdadır. İster dil söz konusu olsun, ister inanışlar, yaşam biçimi, aile ilişkileri, sanat ve mutfak zevkleri, Fransız, Avrupa Birliği, Batrı etkileri ondaki Arap, Berberi, Afrika, Müslüman etkilerine karışmış durumdadır… Bu delikanlı bunu dolu dolu yaşamakta özgür hissetse kendini, tüm çeşitliliği üstlenmede cesaretlendirildiğini hissetse, zenginleştirici ve verimli bir deneyim; tersine ne zaman Fransızlığı vurgulansa, bazıları ona bir hainmiş, hatta satılmış gözüyle baktığından, ne zaman Cezayir’le olan bağlarını, tarihini, kültürünü, dinini ortaya koysa, anlaşılmamak, küçümsenmek tehlikesiyle ya da düşmanlıkla karşılaşacağından, yolu yıpratıcı olabilir.

Durum Ren’in öte yakasında daha da naziktir. … .. 

… ..

… .. Çağımızın en ağır basan özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık haline getirmek değil mi?... ..

… ..

Buradada anahtar sözcük karşılıklılıktır: eğer ben benimsediğim ülkeme katılıyorsam, onu kendi ülkemmiş gibi görüyorsam, artık onun benim bir parçam olduğuna, benim de onun bir parçası olduğuma inanıyorsam ve buna uygun davranıyorsam, o zaman benim onun her veçhesini eleştirmeye hakkım var demektir; buna koşut olarak, eğer bu ülke bana saygı duyuyorsa, beni farklılıklarımla birlikte artık kendinden biri olarak görüyorsa, o zaman benim kültürümün onun yaşam biçimiyle ya da kurumlarının ruhuyla bağdaşmayacak bazı veçhelerini reddetme hakkına da sahiptir. … ..

… ..

… …Dilinizin küçümsendiğini, dininizle alay edildiğini, kültürünüzün aşağılandığını hissederseniz, farklılığınızın işaretlerini abartılı bir gösterişle sergileyerek tepki verirsiniz; tersine, size saygı duyulduğunu hissettiğinizde, yaşamayı seçtiğiniz ülkede bir yeriniz olduğunu hissettiğinizde daha farklı davranırsınız.   … ..

… ..

… .. Kınanması gereken bir eylem, hangisi olursa olsun bir doktrin adına işlendiğinde, bu doktrin hiç suçlu sayılmıyor; bu eyleme tamamen yabancı görülemese bile. Mesela , ben Afganistan’daki Taliban’ın İslamiyetle hiçbir ilgisi olmadığını, Pol Pot’un Marksizm’le hiçbir ilgisi olmadığını, Pinochet rejiminin Hıristiyanlkıkla hiçbir ilgisi olmadığını hangi hakla ilei sürebilirim? Bir gözlemci olarak, bu durumlardan her birinde ilgili doktrinin tek değil, en yaygın biçimiyle de değil, ama elin tersiyle, öfkeyle reddedilemeyecek olası bir kullanımın söz konusu olduğunu teslim etmek zorundayım. .. …

… ..

XX. Yüzyıl bize hiçbir doktrinin mutlaka kendiliğinden özgürlükçü olamayacağını, hepsinin, komünizmin, kibrealizmin, miiliyetçiliğim, büyük dinlerden her birinin, hatta laikliğin kontrolden çıkabileceğini öğretmiş olacak. Hiç kimse fanatizmin tekeline sahip değil ve tam tersine hiç kimse de insanlığın tekeline sahip olamaz.

… .. 

Akdeniz’in etrafında yüzyıllardan beri biri kuzeyde, öteki güneyde ve doğuda, iki uygarlık yan yana yaşar ve birbiriyle çatışır … ..

… .. VI. Yüzyıl’da Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini oldu. …

… .. Roma, V. Yüzyıl’dan beri eski el yazmalarında söylendiği gibi “barbarların darbeleriyle düşecekti.”

Doğu’nun başkenti Bizans bin yıl kadar daha yadaı ama… .. 

Beş yıl sonra, 570’te İslam Peygamberi Muhammed doğdu. İmparatorluğun sınırları dışında, ama o kadar da uzak değil. Muhammed’in doğduğu Mekke kentiyle, Roma dünyasındaki Şam ya da Palmira gibi siteler arasında sürekli bir kervan hattı kurulmuştu; tıpkı  ’da olduğu gibi Romalılar’ın rakibi ve kendisi de gibi görülmemiş sancılarla çalkalanan Sasani İmparatorluğu’yla olduğu gibi.

… ..   ilk kez büyük Roma İmparatorluğu’nun gölgesi kalkmıştı.Bu yüzden pek çok halk kendini özgür ve öksüz bulmaktaydı.

Germen kabilelerinin Avrupa’ya yayılarak, ilerde Saksonya ya da Frank krallığı adını alacak toprakları ele geçirmelerini sağlayan bu boşluk -belki de bu “hava çekimi” demek gerekiyor-, aynı şekilde Arabistan’daki kabilelerin de çöllerinin dışına ilginç bir “çıkış” yapmalarına olanak sağladı. O zaman kadar tarihin kıyısında yaşamış olan Bedeviler, birkaç onyıl içinde İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan uçsuz bucaksız bir alanın sahibi olmayı başardılar. Hepsinde de şaşılacak derecede düzenli, başkalarına görece saygılı ve boş yere aşırı şiddete başvurmadan.

bu fetihleri ne barışçı bir ilerleyiş olarak sunma, ne de İslam alemini bir özgürlük cenneti olarak betimleme düşüncesinde değilim. Ama çağlarılarına bakıldığında davranışları değer kazanmakta. Ayrıca İslamın kontrolünü elinde tututuğu topraklarda geleneksel olarak öteki

 tektanrılı dinlere mensup kişilerin varlığıyla uzlaştığına hiç kuşku yok.

Buna karşı çıkanlar, hal şimdi böyleyken geçmişteki hoşgörüyü övmek neye byarar diyeceklerdir. Bir anlamda ben onları haksız da bulmuyorum. Eğer bugün rahipler boğazlanıyor, entelektüeller hançerleniyor ve turistler taranıyorsa, İslamın VIII. Yüzyıl’da hoşgörülü olduğunu bilmek kötü bir avuntu oluyor. Ben geçmişi hatırlarken, günlük haberlerin Cezayir’den, Kabil’den, Tahran’dan, Yukarı-Mısır ya da başka yerlerden gelen haber ve görüntülerle her gün suratımıza fırlattığı vahşeti bir şekilde örtmeye çalışıyorum. … .. benim mücadele ettiğim … ..  her zaman için modernizmi, özgürlüğü, hoşgörü ve demokrasiyi taşımaya yazgılı bir din -Hıristiyanlık-, öbür yanda ise, en baştan beri -Müslümanlık- olduğunu ileri süren düşüncedir. Bu yanlıştır, tehlikelidir ve insanlığın büyük bir kesimi için tüm gelecek ufuklarını kararmaktadır.

… ..

… ..

Hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir. ama bu ili “rakip” dininbir bilançosu yapılacak olsa, İslam hiç de fena görünmez… Eğer atalarım Müslüman orduları tarafından fethedilen Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarakon dört yüz yıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya’daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.

İslam tarihinde daha başlangıçtan itibaren, ötekiyle yan yana yaşama konusunda dikkate değer bir yatkınlık görülür.Geçen yüzyılın sonunda, en büüyük İslam gücünün başkenti İstanbul’un nüfusu içinde başlıca Rumlar’dan, Ermeniler’den ve Yahudiler’den oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris’te, Londra'da, Viyana’da ya da Berlin’de nüfusun yarısının Hıristiyan olmayanlardan Müslüman ve Yahudilerden oluşabileceği düşünülebilir miydi? Bugün bile, kentlerinde ezan okuduğunu işiten pek çok Avrupalı rahatsız olurdu.

Hiçbir yargıda bulunmuyorum, ben sadece Müslümanlık tarihi boyunca uzun bir yan yana birlikte yaşama ve hoşgörü uygulamasının var olduğunu saptıyorum. … …,

... ..

Bazıları anlamlı anlamlı göz kırparak Doğulu olan bana, “ya kader?” diye soracaktır. Buna hep yelkenli için rüzgâr neyse, kaderin de bir insan için aynı şey olduğu cevabını veriyorum. Dümen başındaki insan rüzgârın nereden eseceğine karar veremez, ne şiddette eseceğine de, ama kendi yelkenini yönlendirebilir. Ve bu da kimi zaman inanılmaz derecede fark eder. Ama aynı rüzgar deneyimsiz ya fa ihtiyatsız ya da yanlış karar veren denizciyi felakette sürükleyen, bir başkasını sakin bir limana ulaştıracaktır. ... ..

... ..

Bazıları anlamlı anlamlı göz kırparak Doğulu olan bana, “ya kader?” diye soracaktır. Buna hep yelkenli için

rüzgâr neyse, kaderin de bir insan için aynı şey olduğu cevabını veriyorum. Dümen başındaki insan rüzgârın nereden eseceğine karar veremez, ne şiddette eseceğine de, ama kendi yelkenini yönlendirebilir. Ve bu da kimi zaman inanılmaz derecede fark eder. Ama aynı rüzgar deneyimsiz ya da ihtiyatsız ya da yanlış karar veren denizciyi felakette sürükleyen, bir başkasını sakin bir limana ulaştıracaktır.

... ..

*Apartheid - Vikipedi (wikipedia.org)

*Apartheid (Afrikaans telaffuz: [aˈpartɦəit], Türkçe: Ayrı olmak), Afrika'nın güneyinde bulunan Güney Afrika Cumhuriyeti ile bu devlete bağlı Güneybatı Afrika'da (Namibya) 1948-1994 yılları arasında resmî devlet politikası olarak iktidarda bulunan Ulusal Parti hükûmeti tarafından uygulanan ve bu doğrultuda yasalar çıkartarak ırksal ayrımcılığı savunan sistemdir.[1] Apartheid kelimesi Afrikaanca "ayrılık" anlamına gelmektedir.[2] Bu süreç Avrupa kökenli beyazlar tarafından, baasskap adı da verilen ve beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğunu savunan bir ideoloji ile yürütülmüştür.


 


*Ölümcül Kimlikler & Amin Maalouf

Özgün adı : Les ıdentites Meurtrieres

Çeviren: Aysel Bora

1.Baskı: İstanbul Haziran 2000

Yapı Kredi Yayınları



*Amin Maalouf - Vikipedi (wikipedia.org)

*ÖLÜMCÜL KİMLİKLER (KİTAP ÖZETİ) – Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM (sahipkiran.org)

*https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/490918


*Aksiyom - Vikipedi (wikipedia.org)

*Aksiyom, belit veya postulat, diğer önermelerin temeli ve ön dayanağı niteliğindeki önermelerdir. Belitlerin başka bir önermeye götürülmeye ve kanıtlanmaya gereksinimi yoktur. Bu yüzden de kendiliğinden apaçıktırlar. Ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Belitlere dayanan bir felsefe, belitlerin yanlışlığı meydana çıkınca çöker.


11 yorum:

  1. Amin Maalouf’un “farklılıkların bir arada yaşaması” olarak kısaca ifade edebileceğimiz ana konusunda vurgu yapılan; sığınmacılar, göçmenler ağırlıklı analizinin diğer farklılar için de geçerli olduğunu düşünmek mümkün. Günümüz dünyasında ülkelerin ekonomileri, demografileri ve sosyal hayatın her ayrıntısını etkileyen bu gelişmeler; ülke yönetimlerindeki totaliterlikler, iklim krizleri vb. nedenlerle gelecekte giderek ağırlıklı gündem oluşturacak gibi görünmektedir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bugünlerde yaşanılan Ukrayna-Rusya krizi ve ardından İsrail- Filistin sorununun ortaya çıkardığı tablo Amin Maalouf’un dikkati çekmek istediği farklılıkları anlatıyor.

      Sil
    2. Yazar eserinde; sığınmacı, göçmen, mülteci kavramlarına ek olarak, aynı ülke içinde yerleşik olanların sahip olduğu farklı diğer aidiyetleri nedeniyle de dışla(n)mak, farklı gör(ün)mekten kaynaklanan sorunlar olduğu da dikkat çekerek karşılıklı saygı ve kabul edilme önerilerine açıklık getiriyor.

      Sil
    3. Elbette çıkarılacak dersler var. Ülkemizde kırk yılı aşan bir süre ile devam eden terör sorununu çözme sorunu öncelikle iktidarda bulunan karar vericilerin olduğunu görmek gerekiyor. Gerek dünyada başka ülkeleri işgal eden ülke liderlerinin, gerekse konu ile ilgili eser yazanların kaleme aldıkları metinlerde, önemli bir ayrıntıya vurgu yapılmaktadır. Yapılmak istenilenler için “Bölge Halkının Desteğinin Kazanılması” anahtar bir çözüm olarak öne çıkarılmaktadır. Aynı öneri bizim ülkemizdeki Kürt meselesi için de geçerlidir. Bölge halkının kazanılmasını temel almayan, hatta günü kurtarmaya yönelik yalanlarla kendi iktidarlarının devamı için istismar edilmesi gözlerden kaçmamaktadır. Çözüm isteniyorsa ülkenin her köşesi için aidiyetlere saygı ve eşitlik, hakkaniyet gözetilerek bütün nimetlerin adil paylaşımı, şeffaflık, hukuk temelinde yönetim anlayışının çözümü de beraberinde getireceğine inanmak gerekiyor.

      Sil
    4. Çözüm istemeyenler ise sorunun devam etmesinden, istikrar beklentilerinin sürdürülmesinden nemalananlar ise; adalet anlayışını kaybolması, şiddetin devamı, yargısız infazlar, faili meçhuller, korku iklimi yayılması, bölge insanının yaşam şartlarını ağırlaştırma girişimleri, ülke insanının evlatlarını şehit olmasını önlemek yerine geçiştirilmesi anlayışı karşılığında ulaşılması hedeflenen amaçlar…..

      Sil
    5. Güçlü devlet, vatanseverlik, millete hizmet anlayışı ile hareket edilmesi; sosyoloji anlayışı başta olmak üzere sorunların bilimsel temelde çözümlenmesi mümkündür anlayışı masaya yatırılmalıdır.

      Sil
  2. Dini öğretiler ve diğer inançlarda kötülüğü öven anlayış olmamasına rağmen; dini/inanç gerekçe gösterilerek diğerlerine zarar verenler, daha da ileri giderek insan öldürenler dinin gereğini mi yerine getiriyorlar?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Soruyu başka türlü sormak gerekirse; “Dini istismar ederek kendi çıkarları, hırsları, ikballeri için mi hareket haksızlık/zulüm yapıyorlar?

      Sil
    2. Tarih Hıristiyanlık adına kadınları cadı avı kurbanı yapanlar, Engizisyon mahkemelerindeki işkenceler ve ölümler, korunmasız insanların köle ticaretine malzeme yapılması kadar, benzeri referansları istismar eden İslam dinini araç olarak kullanmaya kalkışanlarla dolu değil mi? Demek ki aslında dinler değil, olaylara kendi çıkarları gözüyle bakanların suçlu olduğu yaşanmışlıkların / din ve inanç istismarcılarının muhasebesini yapıyoruz.

      Sil
  3. Amin Maalouf’ın yine aynı eserine (Ölümcül Kimlikler) Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa dönemi Mısır’ının güçlenmesi; ve ne olduysa birden tarih sayfasından çekilmesinin arka planını anlamak ve bugün Türkiye’nin güneydoğu sınırları güneyinde sahnelenen:

    *Batlıların kurguladıkları oyunu değişik versiyonunun, o dönemde sadece Mehmet Ali Paşa Mısırı’na karşı değil, aynı zamanda “Hasta Adam-Osmanlı”yı da hedefe koyduğunu,

    *Günümüzde de aynı Batılı güçlerin, Irak ve Suriye kuzeyinde benzer bir anlayışı, farklı şekilde şekillendirme çabalarını anlamak için; Amin Maalouf’un sözkonusu kitabında vurgu yaptığı; aşağıdaki satırlarını tekrar gözden geçirerek bugünü anlamaya çalışmakta yarar olacağını düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  4. "Tarih tekerrürden ibarettir" sözünü unutmamak ve tarihten ders çıkarmayı başarmak zorundayız.

    YanıtlaSil