O
devirde … .. Boğaziçi’nin, bir kıyısından diğer kıyısına geçmek
yasaklanmıştı. Oysa o kıyılar, bazen cennetten bir görüntüye benzeyen
Boğaziçi’ne hayalin damlası için çiçeklerden yapılmış dünyanın en yumuşak
yastığıydı.
O zamanki
hâlimi tasavvur için otuz beş yıl önce şöyle birkaç söz söylemiştim.
“İntizara
kalmadı bak iktidar
Köşe-i
uzlette oldum ihtiyar
İntizarım
hep vatan ikbalidir,
Kaldı
ki bir düşman eline tarumar
Bu
vatanda gördüğüm her gün benim,
Ah
ve efgan ile hâl-i ihtihzar
Karşı durdum lütfuna, tehdidine
Merlikte işte ettim iştiha”
… .. Celâl Bey, kardeşi Tesliye, kendisinin dadısı olan bu yaşlı Fransız hanım, Türkçe olarak: “Bakalım, kısmet… yavaş yavaş.” Gibi bir iki kelimeden başka bir şey bilmez; fakat misyonerlerin Protestanlığı yaymak için gösterdikleri kadar bir tutuculukla kendi milletinin dilini herkese öğretmek isterdi.
“Volter’in Hugo’nun Jan Jak Russo’nun dilini insanlık âlemi öğrenmek zorundadır derdi.” Türkçe’nin kendine
özgü edebiyatının olduğunu işittiğinde tamamıyla inanmamışsa da yine şaşırmıştı. İstanbul’a ilk geldiği günlerde, sofrada dil konusu geçerken:“Türkçe,
Bizanslıların söylediği dilden kopyalanmıştır.” Deyip de çevresindekilerin
güldüklerini görerek: “Yoksa Mısır’da, şimdi söylenen Arapçadan mı?” sorusundan
sonra öfkelenerek: “Bilinmez ki! Doğu’da her gerçek, kadınlar gibi gizli”
derdi. Londra’dan söz açıldığında, yanı başında Paris varken, yılın büyük bir
kısmını sisler, dumanlarla kuşatılmış bu ülkede, karanlık içinde geçirenlere
şaşırır ve kendisinin dadılık göreviyle Londra’da geçirdiği kış
mevsiminin bir Pazar gününe sözü
getirmekle: “Büyük b ir şehrin üzerine göçüp de damlara bir kara bulutun
karanlığı altında kalan sokaklardan kimse geçmez ki Kiliseden başka açık bir
yer bulunmaz.
Dört
milyon halkı olan bir şehrin hiç beklenmedik anda birden bire öldüğünü görmek
isterseniz, bir Pazar gününde Londra’ya gidiniz. Bir karanlık duman içinde bir
hayal gibi sessiz ve seyrek olarak geçenler o büyük parklara giderek hiç
durmaksızın yağan yağmurun altında ölümden söz eden vaazlarını dinleyip de
sokağın bir ucundan öbür yanına gidinceye kadar İngiliz hastalığı olan kara
sevdaya uğramamak mümkün müdür?” sorusun
çok söylemek ve söylediği sözlerde seyrek olmayarak zekâ ve düzgün söyleyiş
göstermek gibi Fransızlara özgü bir tavırla anlatırdı.
Hangi
gün gözlüğünü takarak bir Fransız gazetesi okusa, eski diplomatların millet
meclisinde söylevlerini andırır bir büyüklük tavrı ve heybetle:
“Çok
sürmez. Önümüzdeki baharda, Almanlara savaş ilanı kesindir! Veya ne zaman
biri, “Bugünkü olayları işittin mi?” dese, “Nedir? Fransa, Almanya’ya savaş mı
ilan etti?” diye sorardı. Ev halkı tarafından Dilber’e ders vermesi
kendisinden rica edilmişti.
Dilber,
bu evde mutluydu... ..
*sergüzeşt & Samipaşazâde Sezâi
İlk basım 1889
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder