…..
Erich Fromm “sahip olmak” ile “olmak” ilkelerini ya da yönelişlerini,
insan varoluşunun iki temel kategorisi olarak değerlendirir. Mala, mülke,
şöhrete, insana, bilgiye “sahip olmak” onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara
egemen olmak ve dilediğince kullanmak anlamına gelir. Ama bu maddesel sahip oluşların
sonu yoktur. İnsan hiçbir zaman
yeterince şeye sahip olamayacaktır. Çünkü maddesel olan, elle tutulan aldatıcı
ve geçicidir. Bu nedenle “sahip olmak”
tutkusundaki insanlar hep kendilerinden fazla şeye sahip olanları kıskanacak,
az şeye sahip olanlardan ise korkacaklardır.
“Olmak” ise “sahip olmak”ın karşıtıdır. Hiçbir şeyi elde etmeye, kendine mal
etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz. “Olmak”
her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı, yaşamı ve gelişimi içinde sevmek demektir.
Böyle davranan bir insan, dışsal ve maddesel olana bağlanmaksızın kendini
geliştirip evrimselleşmeye çalışır ve insanlık bilinci ile diğer insan kardeşlerini
sevme, onlarla bir olma arzusu taşır. “Olmak” sözcüklerle anlatılamaz. O, ancak
yaşanılan ve içte hissedilen bir özellik, bir süreç, bir canlılıktır. … ..
… ..
Günümüz toplumları tamamen sahip olmak” ilkesine göre yaşamaktadır. İster
kapitalist, ister sosyalist olsun tüm düzenle; mal, mülk, kazanç, daha çok
kazanç tutkusu, açgözlülük, şöhret, iktidar gibi yanlış temeller üzerine
kurulmuşlardır. Sistemlerin yaşayabilmesi için, insan ve onun değerleri, yerini
makinelere ve ekonomik gelişimin bürokrasi çarkına bırakmıştır. … ..
Albert Scweitzer 1952’de Nobel Barış
Ödülü’nü almak üzere Oslo’ya geldiğinde, bütün dünyaya şöyle seslenmişti: “Olayları
oldukları gibi görmeye cesaret edelim. İnsan, insanüstüne çıkmıştır… Ama
insanüstü güce erişmenin gerektirdiği insanüstü akılcılığı gösterememektedir..
Artık şu gerçeği itiraf etmenin zamanı gelmiştir sanırım: Üstün insan, gücünün artmasıyla birlikte,
gerçekte zavallı ve acınacak insan haline gelmiştir…. Uzun süredir
anlamamız gereken bu gerçeği, şimdi lütfen kabul edelim. Üstün insan olmakla, gerçekte, insan dışı bir varlık olduk.
Çalışma yaşamının güç ve zorlayıcı koşulları kadar,
hiçbir şey yapmamak da insanı bunaltır ve sıkar. Yaşamın dayanılır olması için,
bu iki karşıt özelliğin kombine edilmesi ve birbirleriyle dengelenmeleri gerekmektedir.
Bu iki
karşıt uç, yirminci yüzyıl kapitalizminin yol açtığı bir zorunluluktur.
Çünkü sistemin yaşayabilmesi için, bir yandan büyük üretime ve bunun için
monoton bir grup çalışmasına, öte yandan da üretilen malların tüketilmesine,
yani boş zamana ve tüketim eğiliminin artmasına ihtiyaç gösterir.
… ..
İnsanların mutsuz olduğu bir toplumda
yaşıyoruz. … ..
Tüm isteklerin tatmini, insanı
mutlu etmeye yetmemektedir. … ..
Bencillik, bir
davranış biçimi olmakla kalmaz, aynı zamanda kişinin karakterinin bir bölümü
olarak da ortaya çıkar: Bencillik,
insanın her şeyi yalnızca kendisi için istemesi durumudur. … .. Bu tür düşünen
insanın, arzuları sonsuz olduğu için, hiçbir zaman rahat ver huzur bulamayacağı
bellidir.
… .. Açgözlülük, toplumdaki sınıflar arasında sürekli bir savaşa yol
açar. Komünistlerin ve sınıfları ortadan kaldıracağını ileri süren diğer
sistemlerin, sınıf mücadelelerine son verileceği yolundaki tezleri, hayalden
öte bir şey değildir. Çünkü onların sisteminin temeli de, sınırsız tüketim
ilkesine göre kurulmuştur.. Herkes biraz daha fazla şeye sahip olmak istediği
sürece sınıflar oluşacak ve bunlar da uluslararasında savaşlara yol
açacaklardır. Çünkü açgözlülük ile barış bir arada olamaz.
... ..
… .. İnsanların doğaya karşı giderek
daha düşmanca davranmaları. Varoluşumuzla bağlı olduğumuz doğadan, aklımız
nedeniyle ayrılmaktayız. Doğanın “garip bir varlığı” olan bizler, Mesihçi
vizyonlarda dile gelen doğa ile insan arasındaki işbirliği ve uyumu bir yana
bırakıp, doğaya egemen olmaya, onu kendi amaçlarımız doğrultusunda kullanmaya
çalışmakta, doğanın dengesini bozmakta ve onu bozulup yok olmaya itmekteyiz.
Doğayı fethetme arzusu ve doğa düşmanlığı zihnimizi öylesine köreltmiş ki,
doğal kaynakların da bir sonu olduğunu ve bir gün tükenebileceklerini, ayrıca
doğanın insandaki bu sömürücü tutuma karşı kendini savunabileceği gerçeğini bir
türlü göremiyoruz.
... ..
… .. Sevgiye yada geleneksel
evliliklerdeki gibi toplum göreneklere ve alışkanlıklara dayalı evliliklere
dikkatle bakacak olursak, birbirini gerçekten seven azınlıkta olduğunu hemen
fark ederiz. Toplumsal görev duygusu,
gelenekler, karşılıklı ekonomik çıkarlar, çocuklara olan ortak ilgi, karşılıklı
bağımlılık ya da korku bazen de birbirine duyulan nefret, genellikle “sevgi
olarak yaşanmaktadır. Eşlerden birinin ya da
ikisinin birden birbirlerini hiç sevmediklerini, belki de hiç sevmemiş
olduklarını anlayana dek, bu böyle sürüp gitmektedir. Günümüzde bu konuda bazı
olumlu gelişmeler olduğunu hemen ekleyeyim. İnsanlar eskiye oranla daha uyanık ve gerçekçi oldular. En azından
cinsel çekicilik ve cinsel tutku ile sevgiyi birbirine karıştırmayanların
sayısında artma olduğu bir gerçek. … ..
… ..
Aşkın ilk dönmelerinde her iki taraf da, diğerinden emin olmadığı için
dikkatlidir ve öbürünün kalbini kazanmaya çalışır. Canlı, hareketli, ilgi çekici
ve bu canlılıkları yüzlerine yansıdığı için de güzeldirler. İkisi de
birbirlerine sahip olmadıklarından,
enerjilerini olmaya, yani vermeye ve
karşı tarafı canlandırmaya yöneltmişlerdir.
Bu
durum , çoğu kez evlilikten sonra değişiverir. Evlilik sözleşmesiyle eşler birbirlerinin bedenleri, duyguları ve
ilgi alanları üzerinde hak sahibi olurlar. Artık kazanılması gereken bir nesne,
bir mülkiyet haline gelmiştir. Çünkü sevgi sahip
olunabilecek bir nesne, bir mülkiyet haline gelmiştir.
İki
tarafa da, sevgiye değer olmaya ve sevgiyi canlandırmaya çaba göstermemeye
başlayınca, her şey can sıkıcı olur ve güzellikler yitirilir. Hayal kırıklığına
uğrayan eşler çaresizdirler. Kendilerine “Başlangıçta bir hata mı yapmıştık?
Yoksa karşımızdakini tanıyamamış mıydık? Veya ben mi değiştim? gibi sorular
soran eşler kendilerini aldatılmış hissederler. Anlayamadıkları şey, artık ilk zamanlardaki gibi birbirlerini seven
insanlar olmadıklarıdır. Sevgiye sahip olabileceklerini sanma hatası, onların
birbirlerini sevmelerine engel olup sevgiyi yok etmiştir. İşte bir kez bu
düzeye gelince, çiftler yeniden sevebilmeyi denemek yerine, sahip oldukları
ortak şeylere yönelirler. Para, toplumsal yer, sahip oldukları yer, ev,
çocuklar gibi konular sevginin
yerini alır ve sevgi ile başlayan evlilik böylece çoğu kezi dostane bir mülkiyet ortaklığına dönüşür. İçine kapalı bencil, ve
birbirinden kopuk iki kişinin bu beraberliğine de yanlış bir tanımla “aile” denir. … ..
Yukarıdaki açıklamalara rağmen, yine de belirtmeliyim ki,
birbirini seven iki insan için en iyi çözüm, evliliktir. Sorunu yaratan evlilik
değil, evlenen kişilerin karakter
yapıları ile içinde yaşanılan toplumun kuralları ve değer yargılarıdır. … ..
... ..
… .. Sevgiye yada geleneksel
evliliklerdeki gibi toplum göreneklere ve alışkanlıklara dayalı evliliklere
dikkatle bakacak olursak, birbirini gerçekten seven azınlıkta olduğunu hemen
fark ederiz. Toplumsal görev duygusu,
gelenekler, karşılıklı ekonomik çıkarlar, çocuklara olan ortak ilgi, karşılıklı
bağımlılık ya da korku bazen de birbirine duyulan nefret, genellikle “sevgi
olarak yaşanmaktadır. Eşlerden birinin ya da
ikisinin birden birbirlerini hiç sevmediklerini, belki de hiç sevmemiş
olduklarını anlayana dek, bu böyle sürüp gitmektedir. Günümüzde bu konuda bazı
olumlu gelişmeler olduğunu hemen ekleyeyim. İnsanlar eskiye oranla daha uyanık ve gerçekçi oldular. En azından
cinsel çekicilik ve cinsel tutku ile sevgiyi birbirine karıştırmayanların
sayısında artma olduğu bir gerçek. … ..
… ..
Aşkın ilk dönmelerinde her iki taraf da, diğerinden emin olmadığı için
dikkatlidir ve öbürünün kalbini kazanmaya çalışır. Canlı, hareketli, ilgi çekici
ve bu canlılıkları yüzlerine yansıdığı için de güzeldirler. İkisi de
birbirlerine sahip olmadıklarından,
enerjilerini olmaya, yani vermeye ve
karşı tarafı canlandırmaya yöneltmişlerdir.
Bu
durum , çoğu kez evlilikten sonra değişiverir. Evlilik sözleşmesiyle eşler birbirlerinin bedenleri, duyguları ve
ilgi alanları üzerinde hak sahibi olurlar. Artık kazanılması gereken bir nesne,
bir mülkiyet haline gelmiştir. Çünkü sevgi sahip olunabilecek
bir nesne, bir mülkiyet haline gelmiştir.
İki
tarafa da, sevgiye değer olmaya ve sevgiyi canlandırmaya çaba göstermemeye
başlayınca, her şey can sıkıcı olur ve güzellikler yitirilir. Hayal kırıklığına
uğrayan eşler çaresizdirler. Kendilerine “Başlangıçta bir hata mı yapmıştık?
Yoksa karşımızdakini tanıyamamış mıydık? Veya ben mi değiştim? gibi sorular
soran eşler kendilerini aldatılmış hissederler. Anlayamadıkları şey, artık ilk zamanlardaki gibi birbirlerini seven
insanlar olmadıklarıdır. Sevgiye sahip olabileceklerini sanma hatası, onların
birbirlerini sevmelerine engel olup sevgiyi yok etmiştir. İşte bir kez bu düzeye
gelince, çiftler yeniden sevebilmeyi denemek yerine, sahip oldukları ortak
şeylere yönelirler.
*sahip olma ya da olmak iki varoluş biçimi üzerine
bir inceleme & Erich Fromm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder