14 Ekim 2020 Çarşamba

Madalyonun İçi *

… .. Bir ruh doktorunun hem kendisini hem de hastalarını hem de onlara nasıl yaklaştığını teşhir etmesi, binlerce kişinin gözleri önüne sermesi o kadar kolay bir iş değil. Kitap okunurken daha iyi anlaşılacağı gibi, bizim işimiz, enfeksiyonu olan bir hastaya antibiyotik vermeye benzemiyor. Çok daha soyut bir iş yapıyoruz. Psikoterapi iki insan arasında kurulan sıcak ve yakın bir ilişki biçimidir. Terapist bir yandan hastasını ve onun sorunlarını tanımaya ve anlamaya çalışırken, bir yandan da onun yaşamına girmek, etkilemek ve etkilenmek durumundadır. Yani bu ikili bir süreçtir ve terapisti de en az hastası kadar etkiler ve zorlar. Terapistlerin , hastalarını önceden bilinen, sistematik, kesin hatları ve kuralları olan evrelerden geçirip baştan beri bilinen bir hedefe doğru yönlendirdikleri sanılabilir. Ancak bu sık görülen bir durum değildir. Aksine terapistler de sık sık yalpalar ve el yordamıyla, göz kararıyla, kendi bilgi ve deneyimlerine dayanarak bir yön ve çıkış bulmaya çalışırlar.

Görüldüğü gibi psikoterapi kesin hatları olmayan, içten, doğal, doğruları oldukça belirsiz, ancak yanlışları buna göre daha belirli ve objektif bir ilişki biçimidir… Bazen doktorun küçücük bir mimiği bile karşısındaki hastayı olumsuz etkileyebilir ya da o anki ruh haliyle hastayla ilişkisini bozabilir. Bu konuda her ruh doktorunun kendine has bir yöntemi vardır. Yani psikiyatri bilimi, uygulamada bir çeşit sanattır.

… ..Terapide öncelikle hastanın kendisiyle ilgili sorunlar ve yaşadığı olumsuzluklar karşısında kendi sorumluluğunu görmesi sağlanmalıdır. İnsan sorunlarının sebebini tamamen dışarıda arar ve bu konuda sorumluluk almak istemezse terapinin bir yararı olmaz. İnsanların çoğu, sorunlarının sebeplerini çevrede, yani yakın ilişki içinde oldukları insanlardaki aile ve iş çevresinde arar. Bu nedenle terapide doktoru en çok zorlayan konuların başında bu gelir. Her birimiz kendi yaşam biçimimizin sorumlusu ve yaratıcısı olmak zorundayız. Sonuç olarak terapi süreci, iç çatışmalara rehberlik edecek olan sorgulayıcı bir benlik bilincinin ve kaygının oluşturulmasını sağlamaya çalışır. Bir gün ölüp gideceğini ve her şeyin geçici olduğunu bilerek yaşayan ve hayatında sürekli bir anlam arayan biz insanlar bu anlamı, anlamlı şeyler yaparak bulabiliriz.

Her ne kadar psikiyatri bilimi de artık müspet ilimler grubuna dahil olmuş ve ruhsal hastalıkların pek çoğu ilaçlarla

tedavi edilir hale gelmişse de, hasta-hekim ilişkisi ve psikoterapiler hâlâ önemini korumaktadır. İşte psikiyatride sanat burada başlar ve bu sanat doktordan doktora çok farklılıklar gösterir. … ..

… ..

Köklü milletlerin, yine köklü alışkanlıkları; örfleri, âdetleri, töreleri olur. Bizden olmayan birinin bizi anlamasını ve anlatmasını bekleyemeyiz.  Bizler aile bağları güçlü, birbirlerine bağımlılık derecesinde düşkün, büyüklerine saygılı, küçüklerine sevgili bir milletiz. Biz çocuklarımızı 18 yaşına gelince sokağa bırakmayız. Yaşlılarımıza evin başköşesinde yer verir ve onlara kendimiz gibi bakarız. Özgürlük anlayışımız bile onlardan çok farklıdır. Birbirimizi hem çok sever, hem de çok müdahale ederiz. Namus için cinayetler işleriz. Kol kırılır yen içinde kalır, kan tükürür, kızılcık şerbeti içtik deriz. Çabuk kızar, çabuk unutur, çabuk seviniriz. Onlar bizi anlamaz, anlayamazlar, onun içindir ki yurtdışında yaşayan Türkler, her türlü bedensel sorunlarına oralarda çare ararken, ruhsal sorunları için memlekete koşarlar. ... ..


Okur mektupları

… ..Doktor Hanım,

Kitabınızın iklimi olsaydı bu sonbahar  olurdu. Derin bir hüzün insanı kendi girdabına kapıveriyor. Hüzün, aradığını bulamamak veya bulduğunu yitirmekten doğuyor. “Hastalarınızda         ve “sizde” hüzün hissettim.

Bir “deliniz” olarak, kitabınızda yer alan hastalarınız ve sizinle ilgili bir psikoanaliz de benim yapmama izin verir misiniz?

Siz hiç hastalarınızla “ortak” bir şeyleri ruhunuzda paylaştığınızı düşündünüz mü? Kaç hayatı yaşıyorsunuz doktor hanım? Kaç hayata ortak oluyorsunuz? Kaç insan ile ortaklık kuruyorsunuz? Ve böyle bir şey nasıl olabiliyor? Şaşkınım. Bu kadar çok ve çeşitli insanla ortak olabilme, onların hayatını paylaşabilmek, nasıl  bir insana özgü olabilir? İnsanlığın bütün duygu ve düşünce repertuarına sahip olabilmek ile.  Bu çok şaşırtıcı. Nasıl bir ruhsal zenginlik bu? Ve bu zenginlik, aynı zamanda, nasıl bu kadar zengin bir biçimde söze dökülebilir? Buna da şakınım.

Kitabınızın siz dahil bir tür “Memleketimden İnsan Manzaraları” olduğunu hiç düşündünğüz mü? Kitabınızı okurken, sizi hiç tanımamış olsaydım bile, sizi tanıyacağımı anladım. Tıpkı öykülerini anlattığınız hastaları görmediğim halde hissettiğim gibi. Bence gerçekten bilmek, hissetmek ile aynı şeydir. Sizin literatürünüzde “empati denen şey, Türkçesiyle “eşduyum” veya “duygudaşlık”.

Kitabınızda insanlarla inanılması son derece güç bir biçimde empati yapabildiğinizi, gördüm. Bir insanla  empati yapabilmek için, o insanda hissettiğimiz her ne ise “o şeyin” kendisinin,  kişinin ona empati yapan kişinin ruhunda bulunması gerekir. Bu nedenle sizin bütün o hastalarınızla empati yapabildiğinizi, onları en derinden hissettiğinizi düşünmek yanlış olur mu? Bu nedenle herkeste, hepimizde “ortak” bir şeyler olmasa birbirimizi anlayabilir miydik? Duygudaş olamamak, eninde sonunda duygusuz olmak demek değil midir? Öyleyse hepimiz “deli” değil miyiz? Yoksa yalnızca “insan” mıyız? O yüzden kitabınızdaki insanlar ve siz ortaksınız. Hepimiz ortağız.

Kitabınızdaki ortak tema nedir? Tek kelimeyle ARAYIŞ. Yaşamlarına anlam arayan insanlar. Anlam, ancak anlamsızlığın boşluğu varsa aranır. Anlam, yaşam artık anlamını yiitirmişse aranır.

Huzur arayan insanlar: Huzur, rahatı bozulmuş, bir tedirgin dünyada en çok ihtiyaç duyulan duygu değil midir?

Güven arayan insanlar: Güven, insanın en çok kendi yazgısının denetimini yitirdiği zamanlarda, yazgının kaprisli fırtınalarında ala bora olduğumuzda aranmaz mı?

Aşk arayan insanlar: Aşk, en çok sınırlı olduğumuzu hissettiğimiz, sevmek ve seviklmeyi bilmeyi unuttuğumuz zamanlarda eksikliği hissedilen bir özlem değil mi?

Aidiyet arayan insanlar: Ait olmak, ölümlülüğünü bilen insanın uzayda başıboş süürklenen bir kaya parçası gibi boşlukta yaşarken, bir büyük güzelliğin parçası olmayı araması değil mi?

Ve insanlığını arayan insanlar: İnsan, insanlığını en çok yitirdiği, kendisini tutsak hissettirecek kadar maddileşen bir dünyada, özünde sonsuzluğu özleyen insanın, kendini araması değil midir?

İnsan, bugün şiddetle bir anlam, huzur, güven, aşk, aidiyet ve insanlık arıyor:

Hepimiz ortağız.

Çünkü hepimiz insanız.

Bir fırtınaya tutulduk, çıkış arıyoruz.

Siz ise iyi ki varsınız. Yaşamımıza ışık, renk ve sevgi saçıyorsunuz. Bize kendimizi, unuttuğumuz insanlığımızı gösteriyorsunuz.

Bugün, en çok buna ihtiyacımız var.

                                                           Bir “DELİNİZ”


 

* Madalyonun İçi Bir Psikiyatrın Not Defterinden & Psikiyatr Dr. Gülseren Budayıcıoğlu

ilk basım 2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder