… .. Bir ruh doktorunun hem kendisini hem de hastalarını
hem de onlara nasıl yaklaştığını teşhir etmesi, binlerce kişinin gözleri önüne sermesi
o kadar kolay bir iş değil. Kitap okunurken daha iyi anlaşılacağı gibi, bizim
işimiz, enfeksiyonu olan bir hastaya antibiyotik vermeye benzemiyor. Çok daha
soyut bir iş yapıyoruz. Psikoterapi
iki insan arasında kurulan sıcak ve yakın bir ilişki biçimidir. Terapist bir
yandan hastasını ve onun sorunlarını tanımaya ve anlamaya çalışırken, bir
yandan da onun yaşamına girmek, etkilemek ve etkilenmek durumundadır. Yani bu
ikili bir süreçtir ve terapisti de en az hastası kadar etkiler ve zorlar.
Terapistlerin , hastalarını önceden bilinen, sistematik, kesin hatları ve
kuralları olan evrelerden geçirip baştan beri bilinen bir hedefe doğru yönlendirdikleri
sanılabilir. Ancak bu sık görülen bir durum değildir. Aksine terapistler de sık
sık yalpalar ve el yordamıyla, göz kararıyla, kendi bilgi ve deneyimlerine
dayanarak bir yön ve çıkış bulmaya çalışırlar.
Görüldüğü gibi psikoterapi kesin hatları olmayan, içten,
doğal, doğruları oldukça belirsiz, ancak yanlışları buna göre daha belirli ve
objektif bir ilişki biçimidir… Bazen doktorun küçücük bir mimiği bile
karşısındaki hastayı olumsuz etkileyebilir ya da o anki ruh haliyle hastayla
ilişkisini bozabilir. Bu konuda her ruh doktorunun kendine has bir yöntemi
vardır. Yani psikiyatri bilimi, uygulamada bir çeşit sanattır.
… ..Terapide
öncelikle hastanın kendisiyle ilgili sorunlar ve yaşadığı olumsuzluklar
karşısında kendi sorumluluğunu görmesi sağlanmalıdır. İnsan sorunlarının
sebebini tamamen dışarıda arar ve bu konuda sorumluluk almak
istemezse terapinin bir yararı olmaz. İnsanların çoğu, sorunlarının sebeplerini
çevrede, yani yakın ilişki içinde oldukları insanlardaki aile ve iş çevresinde
arar. Bu nedenle terapide doktoru en çok zorlayan konuların başında bu
gelir. Her birimiz kendi
yaşam biçimimizin sorumlusu ve yaratıcısı olmak zorundayız. Sonuç olarak terapi süreci, iç çatışmalara
rehberlik edecek olan sorgulayıcı bir benlik bilincinin ve kaygının oluşturulmasını
sağlamaya çalışır. Bir gün ölüp gideceğini ve her şeyin geçici olduğunu bilerek
yaşayan ve hayatında sürekli bir anlam arayan biz insanlar bu anlamı, anlamlı
şeyler yaparak bulabiliriz.
Her ne kadar psikiyatri bilimi de artık müspet ilimler grubuna dahil olmuş ve ruhsal hastalıkların pek çoğu ilaçlarla
tedavi edilir hale gelmişse de, hasta-hekim ilişkisi ve psikoterapiler hâlâ önemini korumaktadır. İşte psikiyatride sanat burada başlar ve bu sanat doktordan doktora çok farklılıklar gösterir. … ..… ..
Köklü milletlerin, yine köklü alışkanlıkları; örfleri,
âdetleri, töreleri olur. Bizden olmayan birinin bizi anlamasını ve anlatmasını
bekleyemeyiz. Bizler aile bağları güçlü, birbirlerine bağımlılık
derecesinde düşkün, büyüklerine saygılı, küçüklerine sevgili bir milletiz. Biz
çocuklarımızı 18 yaşına gelince sokağa bırakmayız. Yaşlılarımıza evin başköşesinde
yer verir ve onlara kendimiz gibi bakarız. Özgürlük anlayışımız bile onlardan
çok farklıdır. Birbirimizi hem çok sever, hem de çok müdahale ederiz. Namus
için cinayetler işleriz. Kol kırılır yen içinde kalır, kan tükürür, kızılcık
şerbeti içtik deriz. Çabuk kızar, çabuk unutur, çabuk seviniriz. Onlar
bizi anlamaz, anlayamazlar, onun içindir ki yurtdışında yaşayan Türkler, her türlü
bedensel sorunlarına oralarda çare ararken, ruhsal sorunları için memlekete
koşarlar. ... ..
Okur mektupları
… ..Doktor
Hanım,
Kitabınızın
iklimi olsaydı bu sonbahar olurdu. Derin bir hüzün insanı kendi girdabına
kapıveriyor. Hüzün, aradığını bulamamak veya bulduğunu yitirmekten doğuyor.
“Hastalarınızda ve “sizde” hüzün
hissettim.
Bir
“deliniz” olarak, kitabınızda yer alan hastalarınız ve sizinle ilgili bir
psikoanaliz de benim yapmama izin verir misiniz?
Siz hiç
hastalarınızla “ortak” bir şeyleri ruhunuzda paylaştığınızı düşündünüz mü? Kaç
hayatı yaşıyorsunuz doktor hanım? Kaç hayata ortak oluyorsunuz? Kaç insan ile
ortaklık kuruyorsunuz? Ve böyle bir şey nasıl olabiliyor? Şaşkınım. Bu kadar
çok ve çeşitli insanla ortak olabilme, onların hayatını paylaşabilmek,
nasıl bir insana özgü olabilir?
İnsanlığın bütün duygu ve düşünce repertuarına sahip olabilmek ile. Bu çok şaşırtıcı. Nasıl bir ruhsal zenginlik
bu? Ve bu zenginlik, aynı zamanda, nasıl bu kadar zengin bir biçimde söze
dökülebilir? Buna da şakınım.
Kitabınızın
siz dahil bir tür “Memleketimden İnsan Manzaraları” olduğunu hiç düşündünğüz
mü? Kitabınızı okurken, sizi hiç tanımamış olsaydım bile, sizi tanıyacağımı
anladım. Tıpkı öykülerini anlattığınız hastaları görmediğim halde hissettiğim
gibi. Bence gerçekten bilmek, hissetmek ile aynı şeydir. Sizin literatürünüzde
“empati denen şey, Türkçesiyle “eşduyum” veya “duygudaşlık”.
Kitabınızda
insanlarla inanılması son derece güç bir biçimde empati yapabildiğinizi,
gördüm. Bir insanla empati yapabilmek
için, o insanda hissettiğimiz her ne ise “o şeyin” kendisinin, kişinin ona empati yapan kişinin ruhunda
bulunması gerekir. Bu nedenle sizin bütün o hastalarınızla empati
yapabildiğinizi, onları en derinden hissettiğinizi düşünmek yanlış olur mu? Bu
nedenle herkeste, hepimizde “ortak” bir
şeyler olmasa birbirimizi anlayabilir miydik? Duygudaş olamamak, eninde
sonunda duygusuz olmak demek değil midir? Öyleyse hepimiz “deli” değil miyiz?
Yoksa yalnızca “insan” mıyız? O
yüzden kitabınızdaki insanlar ve siz ortaksınız. Hepimiz ortağız.
Kitabınızdaki
ortak tema nedir? Tek kelimeyle ARAYIŞ. Yaşamlarına anlam arayan
insanlar. Anlam, ancak anlamsızlığın boşluğu varsa aranır. Anlam, yaşam artık anlamını yiitirmişse aranır.
Huzur arayan insanlar: Huzur, rahatı
bozulmuş, bir tedirgin dünyada en çok ihtiyaç duyulan duygu değil midir?
Güven arayan insanlar: Güven, insanın
en çok kendi yazgısının denetimini yitirdiği zamanlarda, yazgının kaprisli
fırtınalarında ala bora olduğumuzda aranmaz mı?
Aşk arayan insanlar: Aşk, en çok
sınırlı olduğumuzu hissettiğimiz, sevmek ve seviklmeyi bilmeyi unuttuğumuz
zamanlarda eksikliği hissedilen bir özlem değil mi?
Aidiyet arayan insanlar: Ait olmak, ölümlülüğünü bilen insanın uzayda başıboş süürklenen bir kaya parçası gibi
boşlukta yaşarken, bir büyük güzelliğin parçası olmayı araması değil mi?
Ve insanlığını arayan insanlar: İnsan, insanlığını en çok yitirdiği,
kendisini tutsak hissettirecek kadar maddileşen bir dünyada, özünde sonsuzluğu
özleyen insanın, kendini araması değil midir?
İnsan,
bugün şiddetle bir anlam, huzur, güven, aşk, aidiyet ve insanlık arıyor:
Hepimiz
ortağız.
Çünkü
hepimiz insanız.
Bir
fırtınaya tutulduk, çıkış arıyoruz.
Siz
ise iyi ki varsınız. Yaşamımıza ışık, renk ve sevgi saçıyorsunuz. Bize
kendimizi, unuttuğumuz insanlığımızı gösteriyorsunuz.
Bugün,
en çok buna ihtiyacımız var.
Bir
“DELİNİZ”
* Madalyonun İçi Bir
Psikiyatrın Not Defterinden & Psikiyatr Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder