-İnsanın şansı yaver gitmeli
vesselam!..
Bir bakmışsın o güne kadar birbirini asla tanımayan iki kişi-
bir kız bir erkek çölün ortasında karşılaşmışlar ve aniden de bu dünyaya zaten
birbirlerini bulmak için gelmiş olduklarını anlayıvermişler...
(Kasap Ağanecef’in karısı Balaca hanım’ın, sokak kapılarının
önünde çekirdek çitleyerek genç kızlara anlattıklarından.)
-Benim
dileğim de Memmedağa’nın mesut olması işte!..
(Bu sözleri de bir akşam Ali Samedullah’a söylemişti, o akşam
ki Yadullah’la Fatmanın düğünüydü ve Aliakper’in klarneti insanın içini
kaynatıyordu.)
-Benim
kısmetim böyleymiş, bari Mesmehanım mesut olabilse!..
(Güldeste, Voronej’e giden trenin penceresinden bembeyaz kış
gecesini seyrederken böyle düşünmüştü.)
İşbu kısımda okur; Memmedağa’yı, onun ayışığında gümüş
beyazlığı ile parlayan alüminyum kaplı karavanını, polis memuru Sefer’i,
Memmedağa’nın çocukluk arkadaşı Mirzoppa’yı ve nihayet Mesmehanım’ı tanır; Memmedağa ile Mesmehanım’ın
birbirine anlattıklarını da anlatamadıklarına da şahit olur.
... .. Ama bir mesele
daha vardı ki o da herkesin kendi hayatını nasıl yaşağıydı ve insanoğlu büyük
bir denizi olan dünya üzerinde, bu aylı yıldızlı göklerin altında kendisine
bağışlanan hayatı doğru dürüst yaşamak zorundaydı; mesela gece yatağına uzanıp uyumaya
hazırlanırken insanı rahatsız eden ya da kendinden utandıran hiçbir şeyin olmaması
gerekiyordu; polis memuru Sefer’in de –Komiser’in babası Sefer’in, ömr-ü-hayatında
boğazından tek haram lokma geçmemiş olan ve yüreğini de terk edip geldiği
dağların yanında bırakmış olan Sefer’in –işte bu sahilde, bu kayaların yanında,
bu ay ışığında haksız bir
tokat yememesi gerekiyordu. ... ..
tokat yememesi gerekiyordu. ... ..
O tuhaf yaz
gecesi Mesmehanım kendini yine o yaz büyülü masal dünyasında hissetti aniden,
demin karavanı niye terkedip
gidemediğini de şimdiden anlıyordu; duvarlarında tahtadan yapılma tavşanı,
tilkisi, ayısı, aslanı ve ne idüği belirsiz bir hayvanıyla da burası, ay
ışığında bu sessiz sahilde gümüş beyazlığıyla parlayan bu karavan, onun uykusuzgecelerinin
büyülü masak dünyasından fırlamıştı sanki; bu uzun boylu yakışıklı gencin
masmavi gözleri de onun iyi kalpli büyücülerinin işiydi aslında.
-Senin
yıldızın var mı gökyüzünde?Mesmehanım sordu.
-Yıldızım
mı? –memmedağa gökyüzüne baktı. –Yoo,yıldızım yok benim.
... ..
-Ama benim
yıldızım var! –Mesmehanım, dünyanın en büyük hazinesine sahip olduğu haberini
veriyormuş gibi söyledi ve Memmedağa’nın yüzüne baktı, sonra da parmağını
uzatıp Çoban yıldızının altında güçlükle görülebilen bir yıldızı gösterdi:
-Bak, görebiliyor musun?
-Onu da
nereden buldun öyle? –Memmedağa, önce güçlükle
görülebilen yıldıza, sonra da gülümseyerek Mesmehanım’ın yüzüne baktı.
-Senin
gülümsemen benziyor mu Kitabullah’ın gülümsemesine? -Mesmehanım aniden sordu ve aniden de
kalbinden gizli bir korku geçti; Mesmehanım, ay ışığında onun yüzüne bakıp
gülümseyen bu masmavi gözlü gencin de bir gün bir sarhoşun kullandığı arabaya
denk gelip bembeyaz kefene sarılı upuzun bir şeye dönüşebileceğini düşündü;
Memehanım korktu ve ışığı , Zuğulba’nın o deniz kıyısına zor ulaşan yıldızına
baktı yine. ... ..
Mesmehanım, o tuhaf yaz gecesi gücü yettiğince bağırarak el
de sallamak istedi yıldızına, ama hemen de kendine hakim oldu; zaten bu ay ışığının altında bütün içini
ortaya döküverip kendini rezil etmişti. ... ..
Ayakları kuma gömüldükçe ve kumun sıcağı onların ayaklarını
sıttıkça, her ikisi bu gecenin ne güzel bir gece olduğunu düşündüler. Birbirinin ne düşündüklerinden habersizlerdi
elbette, ama ikisi de aynı şeyi düşünüyordu işte: güzel bir geceydi bu gece, çünkü Zuğulba’nın deniz kıyısında
ay ışığı altında gümüş beyazlığıyla parlayan bir karavan duruyordu;
çünkü yıldızları, denizi, bu kum tepesiyle konuşabilen ve ağaçlarla arkadaş
olan bir Mesmehanım’ı vardı; çünkü masmavi gözlerinde Mesmehanım’ın bir
zamanlar duymuş olduğu o koskocaman erkek ellerinin harareti ve şefkati sezilen
Memmedağa’sı vardı. ... ..
Memmedağa ,
daha sonra da insanoğlunun sadece arabaya, trene, uşağa ya da gemiye bindiği
zaman değil, aslında doğduğu günden itibaren ve sürekli olarak yolculuk
yaptığını düşündü: insanoğlu durup
dinlenmeden bugünden yarına yolculuk yapıyordu ve bu yolculuğun nerede
noktalanacağını da bilmiyordu üstelik, mesela yarın kendisini neyin
beklediğinden de, yarın ki günün ona bir mutluluk mu yoksa bir keder mi
hazırladığından habersizdi. Fakat Memmedağa
, önceleri böyle şeylere kafa yormazdı pek
ve şimdi bütün bu düşüncelerin zihnini igal etmiş olması da o tuhaf yaz
gecesinin bir mütemmim cüzüydü belki.
... ..
...Mesmehanım
bu olayı da anımsadı ve o tuhaf yaz gecesi Zuğulba’nın o deniz kıyısında hazin
bir duygu kızın kalbini titretti; Mesnehanım kuvvetle hissetti ki yıllar,
onun süt beyazı Volga’daki zavallılığını da, masumluğunu da, kalbinin genç kız
heyecanlerını da alıp götürmüştü ve bütün bu duygular bir daha asla geri
gelmeyecekti; yıllar sanki bataklık gibi bir şeydi ve bu bataklık onun
zavallılığıyla birlikte masumluğunu, kalbinin tatlı çarpıntılarını da yavaş
yavaş yutuvermişti; en tuhafı bu bataklığın sathı pürüzsüzdü, yani
yuttuklarından hiçbir iz kalmamıştı burada; bir tek güçlükle duyulan aksiseda,
güçlükle sezilen bir gölge vardı sanki ve insan bu aksisedayı duyup bu gölgeyi
sezdiği zaman içi sızım sızım sızlıyordu – ecet bütün bunları Mesmehanım
düşünüyordu, yani böyle hissediyordu işte Mesmehanım.Memmedağa ise kumsalda
oturmuş ayakkabılarının bağcıklarını bağlıyordu ve düşünüyordu ki karşısındaki
bu esmer ve güzel kız şimdi kendini dilli zannediyor, çocukluluğunun
zavallılığına gülüyor ve o eski halini yılların ötesinde yitip gitmiş bir şey
sanıyor, aslındaysa o bugün de zavallı kız çocuğundan başka bir şey değil; bu
zavallı kız çocuğunun yaygaracılığı, acı söyleyen dili, belki insanın yüzünü
gözünü tırmaklayan tırnakları vardı, ama bütün bunlara rağmen
o zavallılığı örtbas etmek içindi zaten; ve en tuhafı da şuydu ki
kimse bu zavallı kız çocuğunun denizle konuştuğundan ya da rüzgârı
dindirebildiğinden haberdar değildi – Memmedağa da işte böyle düşünüyordu. ...
..
-İnsanı
dövmek kötülük müdür?
Elbette...
-Al o zaman! – Mesmehanım aniden sarı triko gömleğinin yakasını
kenara sıyırdı ve kızın dogun ve pürüzsüz omuzunda bir yara izi karardı;
Mesmehanım, durduk yerde ay ışığının altında omuzunu açıp bu yabancı adama
göstereceğini aklının ucundan bile geçirmezdi: omuzunu açıp bu yabancı adama
göstereceğini, bu yabancı adamın önünde durup omuzundaki yara izine
bakakalacağını, sonra da elini onun omuzunda gezdirerek yara izinin üzerinde
durduracağını ve Mesmehanım’ın bütün vücuduna hiçbir zaman hissetmediği gerçek
ılıklığın yayılacağını... Mesmehanım kendi
büyülü masal dünyasının dışına çıkmış olacaktı böylece: bu bir masal değildi
artık, gerçekti ve bu el de yeryüzünde kendisine en yakın bulduğu bir adamın
eliydi sanki, yüzünü bile görmediği babasının eliydi...
. İşbu
kısımda, Memmedağa ile Mesmehanım’ın o tuhaf yaz gecesi beklenmedik
karşılaşmalarının, her ikisini kendi yaşam çizgilerinetekrar göz amayasevk
ettiğini görüyoruz; en tuhafı da hem Memedağa’nın hem de Mesmehanım’ın bundan
habersiz oluşları, yani o gece kafalarını kurcalayıp duran asıl meselenin ,
yeyüzünde kimin niçin ve neyin uğruna yaşadıkları sorusu olduğundan habersiz
bulunmaları.
... ..
Mesmehanım’ın iki dünyası olmuştu böylece: ders çaluştığı,
okula gittiği, kenidne yemek hazırladığı, eski elbiselerini söküp geliştirdiği
ya da annesinin artık giymediklerini
kendiüzerine uydurduğu, akşamları kulüpte film izlediği, annesinin dönüşünü
beklediği kimi zaman onunla Bakü’ye gidip alışveriş yaptığı ve bütün bunlar
gibi tamamen sıradan – her–kesin iştigal ettiği işlerle uğraştığı birinci
dünyasının yanında yavaş yavaş ortaya çıkıp, yavaş yavaş da büyümüş olan ve
yalnızca kendisine ait bulunan ikinci bir dünyası da vardı Mesmehanım’ın. Bu ikinci
dünyada sen isteyince yağmur yağar, sen isteyince kar yağar, sen isteyince de
güneş açardı; keyfince çocuk, keyfince de büyükm olurdun; ya da mesela kendi
çocuğun olurdu, o çocuğu sever, ona ninniler söylerdin ve bu ninniler o çocukla beraber seni de uyuturdu.
Mesmehanım’ın bu iki düyasının haricinde bir şey daha
vardı. Bu “bir şey”in ne olduğunu tam anlayabilmiş de değildi henüz, ama
yeryüzünde onu da bekleyen ve bir gün mutlaka karşısına çıkacak “bir şey”in
olduğuna emindi.
... ..
...Memmdağa sordu:
-Üzülme peynir ekmeğe ne
dersin?
-Mesmehanım cevap verdi:
-üzümle peynir ekmeği
severim! –Sonra da ay ışığında gümüş beyazlığıyla parlayan karavana baktı;
uzaktan karavanın gümüş beyazlığında bir
yapayalnızlık seziliyordu, ama
yapayalnızlıkta tuhaf bir sıcaklık, bir yakınlık vardı. Mesmehanım, geceyi
çoktan yarıladıklarını, artık çekip gitmesi gerektiğini anlıyordu; nihayetinde
evi barkı ve bir kocası vaerdı Mesmehanım’ın ve daha mühimi gecenin bu saatinde
bu ıssız sahilde ne işi olabilirdi ki? Bütün bunlar gün gibi açıktı elbette,
ama yine bütün bunlar tamamen manasızdı da o an için; çünkü yeryüzünde topu topu
iki kişi -Mesmehanım’la kocaman sımsıcak
elleri ve masmavi gözleri olan Memmedağa vardı. ... ..
... .. –Hüma kuşunun,
gölgesini Mesmehanım’ın üzerine salıp uçtuğu gündü işte; ne var ki gölgenin ömrü fazla
değildi – insan gölgesi, ağaç gölgesi gibi Hüma kuşunun gölgesi de fazla uzun
ömürlü olamazdı; yavaş yavaş sabah oluyordu ve birazdan Hüma kuşunun gölgesi
tamamen kaybolup gidecekti. Şimdi Yanarkaya’nın ışığında kumun üzerine Mesmehanım’ın
da, Memmedağa’nın da gölgeleri düşmüştü ve birazdan sabah olunca bu gölgeler de
kaybolacaktı. Ve bütün bu duygular hafif
bir huzusuzluğa dönüşüp insanın kalbinin çok derinliklerindeki bir yerinde –Yanarkaya’nın
üzerinde kızartılan bu ekmeğin hoş kokusunun ulaşamadığı bir yerinde
birikiyordu ısrarla. Sabaha az kalıyordu ve bu huzusuzluğun asla su yüzüne
çıkıp her şeyi alt üst etmemesi gerekiyordu; ama Mesmehanım bir şeyden emindi,
emindi ki kızarmış ekmek kokusuna bürünmüş bu huzursuzluğu zaptetmek de, ona
tahammül etmek de epey zor olacaktı.
*gümüş beyazı karavan & Elçin Safarlı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder