Doğal olarak bir el yazması
16 Ağustos 1968’de Vallet diye bir rahip tarafından kaleme alınmış bir kitap geçti elime: Melk’li Dom Adso’nun J. Mabillon’un baskısından Fransızcaya çevrilmiş el yazması (Presses de L’ Abbaye de la Source, Paris, 1842). Gerçekten oldukça yoksul tarihsel bilgilerin eklendiği bu kitabın, Benedikten tarikatının tarihine ilişkin çok şey borçlu olduğumuz, XVI. yüzyılda yaşamış büyük bilgin tarafından bulunmuş olan, XIV. yüzyıla ait bir el yazmasının tıpkısı olduğu öne sürülüyordu. Bu bulgu (kronolojik sıraya göre üçüncü olan kendi buluşumdan söz ediyorum), sevdiğim birisini beklemek üzere Prag’da bulunduğum sırada beni neşelendirdi. Altı gün sonra Sovyet birlikleri talihsiz kenti istila ettiler. Şansım yolunda gitti: Linz’de Avusturya sınırına ulaştım; oradan Viyana’ya gidip beklediğim kimseyle buluştum ve birlikte Tuna boyunca yukarı çıktık.
Büyük bir düşünsel coşkuyla, büyülenmiş, Melk’li Adso’nun korkunç öyküsünü okuyordum; kendimi kitaba öylesine kaptırmıştım ki, yumuşak bir kalemle üstüne yazması çok zevkli olan Papeterie Gilbert’den alınma o büyük defterlerden birkaçını bir çırpıda kitabın çevirisiyle doldurdum. Böylece Melk yakınlarına geldik; ırmağın dirsek çevirdiği bir yerde, bir tepe üstünde, yüzyıllar boyunca birçok kez restore edilmiş olan güzelim Stift hâlâ ayakta duruyordu. Okurun tahmin edebileceği gibi, manastırın kitaplığında Adso’nun el yazmasının izine rastlamadım.
Salzburg’a varmadan önce, Mondsee kıyısında küçük bir otelde, trajik bir gecenin ardından, yol arkadaşlığımız birden sona erdi ve kendisiyle birlikte yolculuk etmekte olduğum kişi, Abbe Vallet’in kitabını alarak ansızın yok oldu; kötülüğünden değil, ilişkimizin plansız ve ansızın bitmesinden ötürü. Böylece, elimde el yazmasıyla yazdığım defterler, yüreğimde kocaman bir boşluk kaldı.
Birkaç ay sonra, Paris’te, araştırmamı derinleştirmeye karar verdim. Fransızca kitaptan çıkardığım birkaç nottan, kaynağa, olağanüstü ayrıntılı ve kesin bir yollama kalmıştı elimde:
VETERA ANALECTA, Sive COLLCETIO VETERUM ALIQUOT OPERUM & Opusculorum omnis, Carminum, Epistıolarum, Diplomatum, Epiraphiorum & CUM ITINERE GERMANICO, Adnotationibus & aliquot disquisitionibus R.P.D. Joan Mabillon, Presbiteri ac Mauri Ord. Sancti Benedicti e Congregatione S. Mauri NOVA EDİTIO, Cui accessere MABILIONII Vita & aliqotopuscula, scilicet Disssertatio de PANE EUCHARISTICO, AZYMO ET FERMENTATO, ad Eminenetiss. Cardialem BONA. Sunjungitur opusculum ELDEFONSSI Hispaniensis Episcopi de eodem argumento ET EUSEBII Romani ad. THEOPHILUM Gallum epistola, DE CULTU SANCTORUM IGNOTORUM. Parisiis, apud Levesque, ad pontem S. Michaelis, MDCCXXI, cum Regiz.
Bibliotheque Sainte Genevieve’de, Vetera analecta’yı hemen buldum; ama bulduğum baskının, betimlemeden iki ayrıntı bakımından farklı oluşu şaşırttı beni: önce “Montalant, ad Ripam P.P. Augustinianum (prope Pontem S. Michaelis)”diye belirtilen editör ve iki yıl sonrasını gösteren tarih. Bu analecta, Melk’li Adso ya da Adso’nun herhengi bir elyazmasını kapsamıyordu. … ..
... ..
… ..
“Size söyleyebileceğim başka bvir şey yok.”
“Söyleme yetkisine sahip olduğunuz başka bir şey yok mu demek istiyorsunuz?”
“Lütfen, Frate William, Fratello William,” dedi Başrahip, Frate’yi de, Fratello’yu da vurgulayarak. (*Aynı tarikate mensup olan rahipler birbirlerine Frate ya da Fratello (Birader) diyorlardı. Burada Başrahip, William’ın Fraticelli (*XIV. ve XV. yüzyıllarda, İtalya’da yayılan, Fransisekn tarikatından kaynaklanan bir dinsel fırka) olduğunu ima ediyor.)
William kıpkırmızı kesildi ve, “Eris sacerdos in aeternum” (Lat.) Sonsuza dek papaz olarak kalacaksın) dedi Başrahip.
Ey Tanrım, o anda ne korkunç bir gizeme konuşuyorlardı benim sakınımsız üstlerim, biri kaygı, öteki merak dürtüsüyle. Çünkü Tanrı’nın kutsal papazlığının gizemlerine yönelmiş bir çömez olan ben bile, alçakgönüllü bir delikanlı olmama karşın, Başrahip’in bir şey bildiğini, ama onu günah çıkarma yeminiyle öğrendiğini anlamıştım. Birinin ağzından, Adelmo’nun acıklı sonuyla ilgili olabilecek günahkâr bir ayrıntı işitmiş olmalıydı. Belki de bunun için, kendisinin kuşkulandığı ama hiç kimseye açıklayamadığı bir gizi ortaya çıkarması için William Birader’e yalvarıyor, iyicilik yasasından ötürü gölgede bırakmak zorunda kaldığı bir gize, zekâsının gücüyle üstadımın ışık tutacağını umuyordu.
“Pekâlâ,” dedi William o zaman, “rahipleri sorguya çekebilir miyim?”
“Siz bu yetkiyi veriyorum.”
… ..
Başrahip alabildiğine gergin bir yüzle neredeyse sıçrarcasına ayağa kalktı. “Söylediğim gibi, tüm manastırın içinde serbestçe dolaşabilirsiniz. Ama kesinlikle Aedificium’un en üst katında, kitaplıkta dolaşmazsınız.”
“Niçin?”
“Size daha önce açıklamalıydım, ama biliyorsunuz sandım. Bakın bizim kitaplığımız başkalarına benzemez.”
“Burada, tüm öteki Hıristiyan kitaplıklarındakinden daha çok kitap olduğunu biliyorum. Sizin kitap dolaplarınızın yanında Bobbio’nun ya da Pomposa’nınkiler Cluny ya da Fleury’ninkiler, çarpım tablosuna daha yeni başlayan bir çocuğun odası gibi kalır. Yüz yıl, belki de yüz yılı aşkın bir süre önce Novalesa’nın övüncü olan altı bin el yazması, sizinkilerin yanında solda sıfır kalır; hem belki bunların çoğu da şimdi buradadır. Manastırınızın, Hıristiyanlığın, Bağdat'ın otuz altı kitaplığı ve Vezir İbn el-Alkami’nin on bin cildiyle yarışabilecek tek ışık olduğunu, İncillerinizin sayısının; Kahire’nin övüncü olan iki bin dört yüz Kuran’a eşit olduğunu ve kitap dolaplarınızın gerçek varlığının , yıllar önce (Yalan Prens’iyle içli dışlı olduklarından), içinde altı milyon cilt ve sekiz bin yorumcuyla iki yüz yazıcıyı barındırdığını öne sürerek Trablus kitaplığını isteyen kâfirlerin kendini beğenmiş söylencesine karşı apaçık bir kanıt olduğunu biliyorum.”
… ..
Aranızda yaşayan rahiplerin çoğunun dünyanın dört bir yanına dağılmış olan öteki manastırlardan geldiklerini biliyorum; kimileri, başka hiçbir yerde bulunmayan elyazmalarını kopya edip onları kendi manastırlarına götürmek için burada kısa bir süre kalıyorlar; buna karşılık, onlar da kopya ederek dağarınıza katmanız için, eşine ender rastlanır el yazmalarını getirmekten geri kalmıyorlar; kimileri burada çok uzun, hatta bazen ölünceye dek kalıyorlar, çünkü araştırmalarına ışık tutacak yapıtları yalnız burada bulabilirler. Böylece aranızda Almanlar, Daçyalılar, İspanyollar, Fransızlar, Yunanlılar var. İmparator Fiedrich’in yıllar önce, sizden Merlin’in öngörülerini bir kitapta derlemenizi, sonra da bunu Mısır Sultanı’na bir armağan olarak gönderilmek üzere Arapçaya çevirmenizi istediğini biliyorum. Son olarak, Murbach gibi görkemli bir Manastırın bu çok üzüntülü günlerde artık tek bir yazıcısı bile olmadığını, Sankt Gallen’de yazmayı bilen yalnızca birkaç rahibin kaldığını, şimdi kentlerde üniversiteler için çalışan laik kimselerden oluşmuş … ..
… .
… .. (*(Lat.) Kitapsız manastır, kentsiz devlet, insansız kale, araç gereçsiz aşçı, yiyeceksiz sofra, bitkisiz bahçe , çiçeksiz çayır, yapraksız ağaç gibidir.)
… ..
… .. Tanrı’nın şimdi bizim tarikatımıza verdiği görev, atalarımızın bize emanet ettikleri bilgi hazinesini koruyarak , yineleyerek, savunarak bu uçuruma doğru gidişe karşı çıkmaktır. Yüce Tanrı, dünya kurulduğunda doğuda bulunan evrenin merkezinin, yavaş yavaş batıya doğru kaymasını buyurdu; dünyanın sonunun yaklaştığı konusunda bizi uyarmak için! Çünkü olayların gidişi daha şimdiden evrenin sınırına ulaştı bile. Bininci yıl tam anlamıyla sona erinceye, Deccal denen o iğrenç hayvan, kısa da olsa, yengi kazanıncaya değin, Hıristiyan dünyasının hazinesini, Tanrı’nın peygamberlere ve havarilere söylediği Ebi Mukaddes’in tek sözcüğünü bile değiştirmeksizin yineledikleri, okulların -bugün her ne kadar o okullarda kendini beğenmişlik, kıskançlık, çılgınlık yılanı yuvalanmaktaysa da- yorumlamaya çalıştıkları Tanrı sözünü savunmak bize düşüyor. Bu günbatımında biz hâlâ ufukta yükselen meşale ve ışığız. Bu duvarlar ayakta kaldıkça da, Kutsal Söz’ün bekçileri olacağız.”
“Amin “ dedi William, yürekten. “Ama bunun, kitaplığın ziyaret edilmesine izin verilmemesiyle ne ilgisi var?”
… .. “kendilerini adamış insanlar yüzyıllar boyu demir gibi katı kurallara uyarak çalıştılar. Kitaplık, yüzyıllar boyu herkes için gizli kalan ve hiçbir rahibin öğrenmesi nasip olmayan bir tasarıma göre kuruldu. Yalnızca kütüphaneci, kitaplığın gizini kendinden önce gelen kütüphaneciden öğrendi ve ölüm ansızın gelip de bu bilginin iletilmesini engellemesin diye daha hayattayken onu kütüphaneci yardımcısına öğretiyor. Her ikisinin dudakları da bu gizle mühürlenmiş. Yalnızca kütüphanecinin, bilmenin dışında, kitapların labirentinde dolaşmaya hakkı var; yalnızca o, kitapları nerede bulacağını ve onları nereye koyacağını bilir; onların korunmasından yalnız o sorumludur. Öteki rahipler yazı salonunda çalışırlar ve kitaplıktaki kitapların rehberini bilebilirler. Ama bir başlıklar listesi çoğu kez oldukça az şey söyler; Yalnızca kütüphaneci, ciltlerin bir araya getirilişinden, gizlilik derecesinden, gerçekler ya da yalanlar sakladığını anlar. Bir rahip bir kitabı almak isterse, onu nasıl, ne zaman vereceğine vermeyeceğine, bazen bana danıştıktan sonra, yalnız o karar verir. Çünkü her gerçek her kulağa göre değildir; tüm yalanlar dindar bir ruh tarafından yalan olarak bilinemez; son olarak, rahipler yazı salonunda, yalnızca belli ciltleri okumalarını gerektiren belirli bir görevi yerine getirmek için bulunurlar; ister zihnin güçsüzlüğünden, ister kendini beğenmişlikten, ister Şeytan’nın kışkırtmasıyla, kapıldıkları her saçma merakın ardına düşmek için değil.
“Demek kitaplıkta, içinde yalan olan kitaplar da var…”
“Canavarlar, kutsal tasarımın bir parçasını oluşturdukları için vardır; onların görünümünde, Yaratıcı’nın gücü kendini ortaya koyar. Büyü kitapları, Yahudilerin kabalası, putatapan ozanların masalları, imansızların yalanları da bunun için vardır. Bilge okur için, yalanlara yer veren kitaplarda da, kutsal bilginin soluk bir ışığının parlayabileceği, yüzyıllar boyu bu manastırı kurup ayakta tutanların sarsılmaz ve kutsal inancı olmuştur. Bu nedenle, kitaplıkta bu kitapların kasasıdır Ama anlıyorsunuz değil mi, işte bu yüzden de, her önüne gelen oraya giremez. Hem sonra,” diye ekledi Başrahip, bu son savının yetersizliğinden ötürü özür dilemek istercesine, “kitap kolayca incinebilen bir yaratıktır.; zamanın geçişi acı verir ona; kemirgenlerden, kötü havalardan, beceriksiz ellerden korkar. Yüzyıllar boyunca, her önüne gelen elyazmalarımıza canı istediği gibi dokunabilseydi, bugün onların yalnız insanlardan değil, doğadan da korur ve yaşamını, gerçeğin düşmanı olan unutuşun güçlerine karşı yürüttüğü bu savaşa adar.”
“Demek iki kişiden başka hiç kimse, Aedificium’un en üst katına giremiyor….”
Başrahip gülümsedi: “Hiç kimse girmemelidir. Hiç kimse giremez. Hiç kimse istese bile başaramaz bunu. İçinde barındırdığı gerçek gibi ölçülemez derinlikte, sakladığı yalanlar gibi yanıltıcı olan kitaplık kendi kendini korur. Tinsel bir labirent olduğu kadar, dünyasal bir labirenttir o. İçeri girebilirsiniz, ama dışarı çıkamazsınız. Bunu söyledikten sonra, sizden manastırın kurallarına uymanızı diliyorum.
“Ama siz, Adelmo’nun kitaplığın pencerelerinden birinden düşmüş olabileceği olasılığını yadsımadınız. Ölümün öyküsünün başlamış olabileceği yeri görmeden, onun ölümü üstüne nasıl yargı yürütebilirim peki?
“William Birader,” dedi Başrahip uzlaşıcı bir tonla, “hiç görmeden atım Brunellus’u ve hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmeden Adelmo’nun ölümünü betimleyen bir adam, içine girmediği yerler hakkında yargı vermekte güçlük çekmeyecektir.”
… ..
*Gülün Adı & Umberto Eco
Özgün adı: LL nome della rosa
İtaalyanca Asdlından Çeviren: Şadan Karadeniz
Can Sanat Yayınları
1.Basım: 1986
*Gülün Adı - Vikipedi (wikipedia.org)
*Gülün Adı (Orijinal adı: Il nome della rosa), İtalyan yazar Umberto Eco'nun 1980'de yayımlanan tarihi polisiye romanı.
1327'de İtalya'daki bir manastırda zehirlenerek öldürülen bir rahibin ardından başlatılan cinayet soruşturmasını anlatırken Orta Çağ Avrupası'nın olaylarını ve Ortaçağ felsefesini ele alır.[1][2] Yazarın ilk romanı olan eser, 1980 yılında yayımlanmasından sonra kısa zamanda birçok dile çevrilmiş, 1986 yılında filme uyarlanmıştır. Dünya çapında en çok satan kitaplar listesinde yer alır ve birçok uluslararası ödüle değer görülmüştür.
Yedi günlük zaman dilimine bölünerek yazılan romanda olaylar, Fransiskenler ile Papa arasında dinsel ve siyasal gerginlik yaşanan bir ortamda geçer. Yazar, olayları Benedikten Rahip Adso'nun ağzından ben diliyle ve Orta Çağ'ın olayları ile paralellik kurarak anlatır.[3] Orta Çağ'ın kilise kavgalarına, Papa ile din adamları arasındaki mezhep çatışmalarına, İsa’nın yoksulluğu üzerine tartışmalara, din adamları ve halk arasındaki sapkınlıklara, işkencelere yer verilir.
Romana ilham veren mekan, Torino Metropoliten Şehri'ne yakın dağlık bir bölgedeki Sacra di San Michele Manastırı'dr.[4]
Eserin adı
Yazar, 12. yüzyılda yaşamış Benedikten Bernardo Morliacense’nin bir dizesinden esinlenerek salt bir rastlantı sonucu esere “Gülün Adı” adını verdiğini belirtmiştir:[5]
*Tinsel : ruh bilim, maddeyle ilgili olmayan, özdeksel niteliği bulunmayan, manevi.
*Erinç : hiçbir üzüntüsü sıkıntısı, hiçbir eksiği, hiçbir acısı ve tasası bulunmama durumu.
*İşlik : 1.dudakları büzerek ya da kimi parmakları dil üzerine getirip soluğu şiddetli biçimde vererek çıkarılan ince ve keskin ses.
2.bir merminin, hızı ses hızının altında olduğu zaman çıkardığı ses.
*Mezmurlar : Mezmurlar (Zebur diye de bilinir) ilahi ve dua kitabıdır. Uzun bir süre içinde farklı yazarlar tarafından yazılmıştır. İsrailliler bu dua ve ilahileri kendi ...
*Nefin : Aydınlık
*Andaç: Armağan, Nesil, evlat, Ün, şöhret, Bir kimseyi hatırlamak için saklanan şey, hatıra
*kösnül : Erotik, Genellikle benimsenmiş ar duygusuna aykırı düşen, özellikle cinsel sevi çözümleme ve betimlemelerine aşırıca yer veren (yapıt).
*Apak: Tertemiz, bembeyaz.
*kezin : Bir yaşına girmiş dişi keçi. 2. Üç yaşında, ilk kuzusunu veren koyun.
*Roger Bacon - Vikipedi (wikipedia.org)
*Roger Bacon (1219/1220 - 1292), İngiliz bilim insanı, filozof ve Fransisken rahibi.[6]
"Deneysel bilim" yolunda çaba harcamış olan Bacon, çağdaş bilimin deneysel yaklaşımının tarihsel bakımdan erken olgunlaşmış bir temsilcisi olarak kabul edilir. İnsanın bilgisizliğinin nedenleri üzerinde duran Bacon, otoriteye dayanmanın, geleneğin etkisinin, önyargıların ve kişinin cehaletini saklayan sözde bilgeliğin, insanı hakikate ulaşmaktan alıkoyduğunu söylemiştir.
Özgür fikirleri yüzünden otorite ve din adamlarıyla sürekli tartışmalar yaşadığı için 14 yıl hapis yattı. Hristiyan olmayanlardan (özellikle Araplardan) birçok şey öğrenilebileceğini söyledi. Ona göre İbn-i Sina Aristoteles'den sonraki en büyük filozoftu.
Empirik fikrinin ilk savunucusu olduğu kabul edilir.
Felsefenin görevinin insanı Tanrı'nın bilgisine götürmek ve O'nun hizmetine koşmak olduğunu dile getiren Bacon, matematiğe özel bir önem vermiş ve matematiği tüm bilimlerin anahtarı olarak kabul etmiştir. Zamanının bilimiyle ahlakına yoğun eleştiriler yöneltmiş olan Bacon, tümevarım ve tümdengelimden meydana geldiğini söylediği bilimsel yöntem konusunda önemli katkılar yapmıştır.
Roger Bacon'un anlayışına göre gerçeğin önünde engeller bulunmaktadır. Bu engellerin cehaletin nedenleri olduğunu savundu. Opus Majus adlı eserinde bunu dile getirdi. Bu engeller aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
Otoriteye bağlılık
Skolastik gelenek
Eğitim yetersizliği
İnsanların cahilliklerini gizleme tutumları.
Bacon, aynı zamanda otoriteye bağlılık ve aşırı güvenin bilimsel bilgi için büyük tehlike olduğunu savunur.
*Severinus (consul 461) - Wikipedia
*Flavius Severinus (fl. 456–461) was a Senator and a politician of the Western Roman Empire.
Life :
He probably was of Italian origin, as attested by an inscription,[1] and held a noteworthy position during the 450s. F. Lotter has speculated that he may be identical to Saint Severinus of Noricum, whose life before he arrived in Noricum is unknown.[2]
… ..
*Sodom ve Gomora - Vikipedi (wikipedia.org)
*Sodom ve Gomora, Eski Ahit'in Tekvin Kitabı'nda sözü edilen günâhkâr oldukları için Tanrı'nın gazabıyla yok edilen kentler. İsrail'de, Lut Gölü'nün güneydoğusundaki el-Lisan Yarımadasının güneyinde sığ suların altında kaldıkları tahmin edilmektedir. Admah, Tseboim ve Tsoar ile birlikte Kitabı Mukaddes'te adı geçen beş ova kentini oluştururlar.
"Sodom ve Gomora yanıyor" Jacob de Wet, 1680
Sodom kentinin adı, denizin güneybatı ucundaki Sodom Dağından gelir.
Tekvin'de "işledikleri günahlardan ötürü gökyüzünden yağan ateşle yok edildiği" anlatılan (19:24) bu iki kentin, daha önceleri İsrail'deki Şeria Irmağından Doğu Afrika'da Zambezi Irmağına uzanan Büyük Rift Vadisinde MÖ y. 1900'de meydana gelen bir depremle yok olduğu sanılmaktaydı. Ancak 2000'ler sonrası yapılan araştırmaların derlenmesi sonucunda büyük olan bir parçasının Lut Gölüne, nispeten daha küçük olan diğer parçanın Sodom şehrinin tam üzerine düşen iki parçalı bir asteroid tarafından tümüyle yok edildiği tespit edildi.
.. ..
*Kayıp Sodom ve Gomorra | (gizli-gercekler.com)
*.… ..
… ..Sodom ve Gomorra kentlerinin yıkılması Kitabı Mukaddes’in Eski Ahit kitabında anlatılan en ilginç hikâyelerden biridir ve
aynı hikâye Kur’an’da da yinelenmiştir. Başlıca karakterler en büyük patriyark olan İbrahim ile yeğeni Lût’tur.
Kentler bugün de hâlâ geçerli olan toprak hakları, eşcinsellik, ardıllık ve aile içi zina gibi ciddi ahlaki ikilemlerin
yükü altındaydılar. Olay Kitabı Mukaddes ahlak kuralları için bir benzetme olarak görülmüşse de, bu kentlerin ve hikâyede
anlatılan olayların varlıkları konusunda herhangi bir kanıt var mıdır?
…..
*Rönesanslar adlı kitabında, Jack Goody ; sf. 41’de “Rönesans”ı ortaya çıkaran tarihi süreçleri anlatırken;
YanıtlaSil“Yunanlar ve Romalılar döneminde Lyceum ve Akademia’da yükseköğrenim yapılıyordu elbette. Akdeniz’in doğusunda, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü sonrasında bile bu tür okullar faaliyet göstermeye devam etti ve felsefe, paganlık olduğu gerekçesiyle 4. yüzyılda Justinianos tarafından (başka yerlerde olduğu gibi) yasaklanıncaya değin İskenderiye'de okutuldu. Ancak kısmen Romalılar tarafından yıkılan Büyük İskenderiye Kütüphanesi, Müslüman dönemine dek ayakta kaldı. Diğer okuryazar dinlerde olduğu gibi , bir kenti işgal eden Arapların da ilk işi bir cami inşa etmek, bir hastane kurmak ve büyük ölçüde dini bir okuryazarlık eğitimi için bir merkez, bir okul açmaktı ve bu bir kütüphane anlamına geliyordu. Cordoba’da II. Hakem’in babası III. Abdurrahman (Abderam, hük. 912-61) tüm bunları yapmakla kalmayıp belli başlı kentlerde halk kütüphaneleri de kurdu ve kendi başkentinde ise bilim insanları ve ozanlar, ya saraylarda, ya da üst kesimden kadınların da aralarında bulunduğu âlimlerin evlerinde, yani “akademilerde” bir araya geldiler. Cordoba’da tıp, matematik, tarih ve şiir akademileri vardı. Yükseköğrenim İslamla birlikte kesintiye uğramadı.ve Memnun’un Yunanca çevirmenleri okulunu da barındıran Bağdat'taki sarayı gibi yerlerde devam etti. Daha sonraları, 10. yüzyılda Kahire'de kurulan ve daha geç tarihli Avrupa ve Budist üniversitelerindekine benzer bir biçimde dini eğitim geleneğini başlatan el-Ezher gibi medreseler oldu. İran’da 11. yüzyılda ortaya çıkan medreseler camiden bağımsız, İslami bilgiye odaklanan, özel olarak vakfedilmiş okullardı. Bununla birlikte “yabancı bilimler” kurumsal olmaktan çok gayri resmi bir biçimde başka yerlerde devam etti; maristan hastanelerin bağımsız olarak var oldukları tıp alanı belki bu kurumsal olmayışa bir istisnadır. Sözgelimi, Cordoba’daki Alkazar’da, her hangi bir Kuzey Avrupa kütüphanesindekinden çok daha büyük bir kitap koleksiyonuna sahip olan bir kütüphane bulunduğunu görüyoruz. Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanında düşlediği kapsamlı manastır kütüphanesi aslında Kuzey Avrupa’nın o dönemki gerçek şartlarını yansıtmaz. Cambridge Üniversitesinin kurulduğu zamanki kütüphanesinin Cordoba’dakinin yanında sözü olamazdı. … ..” vurgusu yaptığını görülüyor.
https://enyiyiarkadaskitap.blogspot.com/2024/03/ronesanslar.html
SilUmberto Eco, eserinde; din adamlarının, yaratılışın ve hayatın öncesi ile sonrasını düzenleyen kutsal kavramların, insanlığa verdiği mesajları; ruhban sınıfının toplum içindeki seçkin yerlerinin yükseltilmesi, ayrıcalıklar edinilmesi ve toplumun kontrol altına alınmasına kadar varabilen imtiyazlar sağlayan bir güç olarak kullanma eğilimlerinin, tarihin derinliklerinden günümüze ve devamında da geleceğe taşınan bir eğilim olduğunu anlatmaya çalışıyor.
YanıtlaSilİnsanlığın bireysel ve toplum halindeki yaşamlarının sürdürülebilirliği için gerekli kavramların kolayca anlaşılabilir değil de; “haddin aşılması” olarak ifade edilebilecek boyutlara varabilen; insanlık ve yaratan arasında aracı olmak anlamındaki masum görünümlü taleplerinin; kişisel çıkarların elde edilmesi ve geliştirilmesi çabalarının göstergesi olan örneklerini sıralıyor…
SilYaratıcının mesajlarını, insanların kolayca anlayabileceği şekilde vermesinin önünde sanki bir engel varmışcasına; sonradan kendilerine çeşitli sıfatlar takınanların aracılığının ne kadar gerekli olduğunu sorgulamak gerekmez mi?
Sil“Hiç akıl etmez misiniz?” uyarılarının anlamını düşünmekte yarar var…
SilSöz konusu kavramları yorumlarken, asıl amacın anlaşılmayı kolaylaştırmak ile sınırlanması bilincinde olanları ayrı tutmak gerekiyor….
SilAncak, kendilerine olağanüstülük yakıştıran ve dini istismar ederek çıkar sağlama gayreti içinde olanların da varlığının tarihi süreç içinde var unutulmamalı …
SilŞunu da ifade etmekte yarar var; İnsan yaşamının daha ka kaliteli hale getirilmesinde her alanda olduğu gibi inançlar konusunda da uzmanlığın olması, diğer bir ifade ile din adamlarının toplum yaşamına katkı sağlamaları hayatın akışı için bir ihtiyaç olarak kabul görmekte…. yine her alanda olduğu gibi bu uzmanlık alanının istismara yol açabilecek zafiyet kapılarının kontrol altında tutulması da ayrı bir ihtiyaç.
SilBu durum, belki de “ifrat tefrit” ya da “bir uçtan diğerine savrulmak” kavramlarını dikkate alarak bilimsel sınırlar içinde korunan bir inanç anlayışı olarak da ifadesini bulabilir…
SilRomanda geçen olaylar, okudukça, bir yönüyle ülkemizde yaşananları çağrıştırıyor. Batı’nın inanç gruplarının zaman içinde kendi uzmanlık alanı temelli konular dışında kalan alanlarda, ama özellikle de akçeli işlerde güçlenmesinin ortaya çıkardığı yozlaşmalar dikkati çekiyor.
YanıtlaSilTarikatlar ve cemaatler içinde başlayan güç mücadeleleri; ruhani olağanüstü özellikleri olduğu iddiasında bulunan yeni bir liderin mücadelesini (post kavgasını) tetikliyor…
Sil
SilYazar süreç içinde yeni bir grubun ya da grupların ortaya çıkmasıyla türeyen yeni tarikatların da gelecekte aynı gerekçelerle nasıl dağılıp başka yeni bölünmeleri de ortaya çıkarabileceğini gösteriyor.
Aynayı kendimize tuttuğumuzda; İslamiyet'in ilk peygamberi Hz. Muhammed’in döneminde kaç mezhep vardı sorusunu sormak akıllara gerekiyor.
Silİslamiyet yayıldıkça yeni coğrafyalardaki değişik kültürler ve diğer sosyal yapılardan kaynaklanan farklılıkların inançlarının ana kaynağından uzaklaştıkça değişime uğradığını da biliyoruz.
Giderek kendi içlerinden çıkan ve aradaki sosyal mesafelerin giderek daha da açıldığı yeni tarikatlar ve cemaatlerle başlayan bölünmelerin çoğaldığına şahit oluyoruz.
SilOturup ağlayacak halimiz yok. Toplumların süreç içinde değişime uğrayan sosyal yapılarındaki kaçınılmaz değişimden bahsediyoruz. Sadece devlet otoritesinin tarafsız ve şeffaflık içinde diğer kurumlar için yaptığı gibi, aynı anlayışla kontrolü sağlanmalıdır.
SilHayat tercihlerle doludur. İnançlarımız kimseye rahatsızlık vermek için değildir. O halde karşı tarafı rahatsız etmemek koşulu ile kendi anlayışımızı anlatmak kabul edilebilir. Ancak hoşgörü sınırlarını belirleyen çizgiyi aşmama sorumluluğunu unutmamak gerekiyor.
SilYine aynı internet sayfasındaki bir başka açıklama ile bu anlayışı güçlendirmek gerekirse:
Sil“ Sizin sorumluluğunuz, hesabınız ve cezanız size aittir, benim dinim, benim şeriatım, benim getirdiğim ilâhî düzen, benim medeniyetim, benim hesabım ve mükâfatım da bana aittir.“ sözünü dikkate almak gerekiyor.
Sonuç olarak, inanç gruplarındaki ruhban sınıfının güç devşirme ve iktidar olma çabaları tarihi süreçlerde karşılaşılan sosyal olaylar içindeki varlıklarını sürdürmekte olduklarını görüyoruz. Gelecekte de kendilerine olağanüstülük yakıştıran ve insanlara liderlik ettikleri iddiasıyla ortaya çıkacak yeni ruhbanlara hazır olmak gerekiyor. Peşlerinden gitmek ya da gülüp geçmek tercihini kullanmak bizim elimizde.
SilUmberto Eco da; Avrupa’da XI. yüzyıl ve sonrasındaki inanç gruplarındaki yapılanmaları, sapkınlıklar, yozlaşmış papaz ve rahipleri sözde havarileri, inançlardaki bozulmaları, kendilerinde peygamberlik sıfatı yakıştıran kâhinleri ve geleceğe yeni ufuklar açacağı iddialarında bulunanları eleştirel bir anlayışla paylaşıyor...
SilAkılda kalacak ifadeler:
Siliki yüzlü riyakarlar, kösnü ve ifritler
kiliseden alacakları bir tahsisat karşılığında kendilerini satmaya hazır adamlar
birilerinin sapkın oldukları iddiasıyla yakılarak cezalandırılması
Deccalin ortaya çıkacağı iddiaları…
yedi başlı, ok boynuzlu ejder..
zebaniler
Hurafeler dünyasında, gerçekle gerçek dışını ayıramayanların barındıkları ve korkuların hakim olduğu, din istismarının zirve yaptığı tarikat / cemaat yapılanmaların yalan dünyası.... hayal dünyasında yaşayanların kendi uydurdukları yalanlara; zaman içinde kendilerinin de inanmaya başladıkları ve "içimi ifrit kemiriyor" (s.175) diyebilenleri akıl dışı hayatları... ..
SilÖlmüş olan arkadaşının hortladığını gördüğünü iddia eden kilise yaşayanları ..... korku filmi senaryosu sanki....
Sil(s.183) ... .. kentin sokaklarında; ikişer sıra olmuş , yalnızca edep yerleri örtük, utanç duygusunu bir yana bırakmış, kentin sokaklarından geçiyorlardı. Her birinin elinde bir deri kırbaç, kanatıncaya kadar dek omuzlarını kırbaçlıyor, Kurtarıcı'nın acısını gözleriyle görmüş gibi bol bol gözyaşı döküp ağıtlar söyleyerek Efendimizin merhametini ve Meryem Ana'nın yardımını diliyorlardı. ... .. ifadesindeki durum insanı dehşete düşürüyor ...
SilYüzyıllar önce kendi kendilerine eziyet etmenin bir ibadet şekli ya da günahlarından arınma şeklini okuyunca, günümüzde de İran'da (sırtları kan revan içinde kalacak şekilde) kendilerine zincirle vuranlar akıllara geliyor.... benzer görüntüleri ülkemizde de yaşandığını, ama sonraları bunun yerine Kızılay'a kan bağışında bulunulması gibi bir formül bulunduğunu da hatırlıyorum.
Manastır yapılanmasını ve hayatına ilişkin bilgiler ilgi çekici....
YanıtlaSilhttps://tr.wikipedia.org/wiki/Manast%C4%B1r
YanıtlaSilManastır, din görevlilerinin ve kendini dine adayan kimselerin bir arada yaşadığı dinî yapıdır. Hristiyanlıkta, Budizm'de ve Hinduizm'de önemli bir yer tutar. Genelde şehirden ve uygarlıktan uzakta, ulaşılması zor alanlara kurulurlar. Bunun amacı, inzivaya çekilen kişilerin beşerî sorunlardan olabilecek en az düzeyde etkilenmesi ve şehirlere yapılacak olası askerî saldırıları en az zararla atlatmaktır.
YanıtlaSilİspanya’daki San Lorenzo de El Escorial kraliyet manastırı 1563–1584 yılları arasında İspanya Kralı II. Felipe tarafından inşa edilmiş dini ve kültürel bir yapıdır.
Finlandiya, Heinävesi’deki New Valamo manastırı bir Doğu Ortodoks manastırıdır.
Japonya, Kyoto’daki Hongan manastırı.
Manastır binaları genellikle kilise, yemekhane, yatakhane, kütüphane, revir ve bahçelerden oluşur. Manastırın bulunduğu yere, manastır düzenine ve içinde yaşayanların mesleklerine göre manastırda kendi kendine yeterlilik ve topluma hizmet etmek için bir takım binalar vardır. Bunlar okul ve darülaceze gibi hizmet binaları ve demirci, bira imalathanesi, ahır, ambar vb. imalat ve tarımsal binalardır.
Manastır hayatı : Pek çok dinde manastırdaki hayat, sakinlerinin bekar hayatı sürmelerini ve hiç mal ve mülke sahip olmamalarını şart koşan cemaat kurallarınca belirlenir. Manastırın içindeki hayatın çevre halktan ayrı olma derecesi de manastırdan manastıra değişir. Bazı dini gelenekler, gündelik hayattan kopuk derin düşünceye dalmaları için manastır cemaati üyelerinin birbirinden bile ayrı zaman geçirmelerini zorunlu kılar. Bazı keşişler veya rahibeler de eğitim, tıbbi bakım gibi hizmetler vererek yerel halkla etkileşim kurar.
SilBazı manastır cemaatleri ise hem ilgili geleneklere hem de yerel hava durumuna göre mevsimsel olarak bir araya gelir. Manastırdaki keşiş veya rahibeler, birkaç günden bir ömre kadar değişen sürelerde manastır cemaatine dahil olabilirler.