13 Ekim 2017 Cuma

Hilâl ve Yıldız *

Stephen Kinzer Boston Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Dört kıtaya yayılmış 50’den fazla ülkede dış haberler temsilciliği yaptı. 1966’da New York Times’ın ilk büro şefi olarak Türkiye’de geçirdiği yıllar boyunca yüzlerce makale yayımladı ve ülkenin her yerini dolaştı. Şu anda The New York Times muhabiri olarak Chicago’da yaşıyor.
-İlk baskısı 2002’de yapılan kitap 301 sayfa.
-Kitabın arka kapağında, Orhan Pamuk tarafından kaleme alınan tanıtımda; “Stephen Kinzer ... .. bize dışardan nasıl gözüktüğümüzü  sevgi ve anlayışla gösteriyor. Bu çok rahat okunan kitapTürkiye’yi, imkanlarını ve dertlerini yeniden düşünmek, tartışmak için iyi bir fırsat...” deniyor.
-Kitaptan alıntıları paylaşalım:
-Bir kraliyet habercisi, efendisi Venedik Dükü’nün diğer Venedikli Lordlarla toplantı halinde olduğunu ve derhal kendisini görmek istediğini söylemek üzere Othello’yu evlilik yatağından kaldırdığında gecenin geç bir saatidir. Othello hızla saraya doğru yürürken bu “en güçlü, ciddi ve saygı değer beyleri” böyle olağandışı bir satte bir araya getirecek kadar acil ne olabileceğini merak eder. Saraya ulaştığında onları kendisini beklerken bulur. Daha sorunun ne olduğunu sorma fırsatını bile bulamadan Dük konuşur: “Cesur Othello, hemen görevlendirmek zorundayız seni / Ortak düşmanmız Osmanlılara karşı.”
-Shakespearte’nin zamanında ve onraki yüzyıllarda, Avrupalı Hristiyanlar bundan daha acil bir çağrıyla karşılaşamazlardı. Kuşaklar boyunca Hristiyanlar, daha çok sadece “Türk” diye bilinen “ortak düşmanımız” Osmanlı’yı uygarlığın başındaki bela olarak gördü. Önde gelen özelliklerinin yalancılık, kontrolsüz şehvet, ani şiddet ve mantıksız zalimliğe karşı düşkünlük olduğu düşünülürdü. Din, bu klişenin temelini oluşturuyordu. Çok az Avrupalı İslâm hakkında herhangi bir şey bilir, ama neredeyse hepsi İslâmı, bir Hristiyanın kutsal bildiği her şeye karşı şeytanca bir hakaret olarak kabul ederdi.
-Araplar kutsal topraklar’ı yedinci yüzyılda fethetmişlerdi, daha sonra ise onların yerini 11. yüzyılda Orta Asya’dan bölgeye sürüklenen bir başka Müslüman halk, Türkler almıştı. Şovalyelik çağı başlarken, binlerce Avrupalı İsa’nın doğup öldüğü yerlerin İslam kontrolünde olmasından dolayı o kadar kızgındı ki, bu toprakları yeniden ele geçirmek için Haçlı Seferleri’ne katıldılar. Bu seferler, tüm kıtada Müslümanların, özellikle de Türklerin Tanrı’nın düşmanı olduğu imajını yaygınlaştıran kanlı seferlerdi. İlk Haçlı Seferi Papa II: Urban’ın  çağrısı üzerine 1095’te başladı; iki yüzyıl  sonra sonuncusu bittiğinde Türkler halen yükseliyordu, siyasi ve dini güç dengesi temelde değişmemişti. Ancak bu savaşlar devam ettikçe Avrupalılar Türkleri kötülüğün somut bir örneği olarak algılamaya başladılar. Türklerin yalnızca Hristiyanlığı yok etmekle kalmayıp aynı zamanda Hristiyan Dünyası’ndaki bütün erkek, kadın ve çocukları öldürmeye ya da köle yapmaya kararlı olduklarına da inanılıyordu. Martin Lüter “Türkler Tanrı’nın gazabının halkıdır” demiştir.

-Eğer Türkler uzaktaki bir kötülük odağından ibaret olsalar Avrupalıların kalbinde dinsiz Çinlilerin yarattığı korkudan daha fazla bir korku yaratamazlardı. Onlar hakkında düşünmeyi bile bu kadar korkunç yapan şey; Türk güçlerinin Avrupa’nın kapılarını yumruklamakta olmasıydı. Sultan Osman tarafından kurulan ve İngilizce’de Ottamans olarak bilinen en başarılı Türk kabilesi 1453’de Konstantinopolis’i fethetti. Böylece bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan ve ondan sonra da bin yıldan daha uzun bir süre boyunca Bizans İmparatorluğu’nun başkentliğini yapan bir Hristiyan kentinin sahipliğini elde etmiş oldu. Bu fetih Türkleri tüm insanlık tarihinin en güçlü ve kültürel olarak  en etkili iki krallığının en azından coğrafi mirasçısı haline getirdi. Yalnızca bir zamanlar Bizans’ı yöneten Yunanlılar değil, sayısız diğer Avrupalı ve Ortadoğulu Hristiyan bu gerçeği kabul etmekte büyük zorluk çekmiştir. Bunların birçoğu halen Türklerin “İstanbul” olarak yeniden adlandırdığı Konstantinopolis’ düşman bir halkın üzücü ama belki de geçici işgali altında görmektedir.
-Bu paha biçilmez ödüle sahip olan Osmanlı Türkleri, bundan sonra kendilerine ait büyük bir imparatorluk kurmaya başladılar. 1458’de Ataina’yı, 1514’te Tebriz’i, 1516’da Şam’ı, 1517’de Kahire’yi, 1521’de Belgrad’ı , 1522’de Rodos’u , 1534’te Bağdat’ı, 1541’de Buda’yı, 1551’de Trablus’u ve 1571’de Kıbrıs’ı ele geçirdiler. 1529’da neredeyse Viyana’yı da ele geçiriyorlardı ve bundan sonraki bir yüz yıl boyunca bu kenti tehdit etmeye devam ettiler. Müslüman korsanlar Akdeniz’deki Avrupalı denizcileri tutsak etmekle kalmayıp İtalya, İspanya, Fransa ve hatta İngiltere’deki kasabalara saldırdılar. Uzun yıllar boyunca Avrupa’yı tehdit eden  büyük soru, Protestanlığın mı yoksa Katolikliğin mi üstün geleceği değil, Osmanlıların Paris’e kadar tüm kıtayı ele geçirerek İslâma kazandırıp kazandıramayacağı sorusuydu. Bunu hiçbir zaman yapamadılar ama bazıları iki tarafın da gösterdiği barbarca zalimlik örnekleriyle dikkat çeken askeri seferlerin yarattığı korkular Avrupa’nın bilincinde derin iz bıraktı.

-Türkler Osmanlı dönemini, etnik uyum ve kültürel çeşitliliğin altın çağı olarak görürler. Pek çok açıdan öledir de. Osmanlı sultanları, tebaası olan milletlere neredeyse tam dinsel özgürlük ve büüüyük ölçüde siyasi özerklik tanımıştır. Avrupa’nın büyük bir kısmı Yahudi karşıtı sistemli hareketlerle sarsılırken Osmanlılar İspanya’dan ve diğer baskıcı uluslardan kaçan binlerce Yahudiyi kabul etmiş ve onlara yalnızca barış içinde yaşama değil, aynı zamanda zenginlik ve güç sağlayan görevlere yükselme şansı da tanımıştır.Ancak Osmanlı dönemi aynı zamanda neredeyse kesintisiz nir savaş dönemidir. Türkler önce Avrupa’da toprak elde etmek, sonra da bu toprakları kaybetmemek için savaşmıştır. İlk Osmanlı sultanının taç giydiği 1300 yılı civarından sonuncusunun tahtı kaybettiği 1922’ye kadar, altı yüz yılı aşan dönem boyunca en uzun barış dönemi yalnızca 24 yıl sürmüştür. Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yaşlı insanlar, çocukken eğer terbiyeli olmazlarsa Türklerin gelip onları alacağı söylenerek korkutulduklarını halen hatırlamaktadır.
-Avrupa edebiyatında da yüzyıllar boyunca Türk tehlikesine karşı ciddi uyarılar yer almıştır. Daha sonra İngiltere Kralı I. James olan İskoçya Kralı VI. James dünyayı “vaftiz edilmiş ırk ile sünnet edilmiş türbanlı Türkler arasında” bir çatışmaya kilitlenmiş olarak tasvir ettiği canlı bir şiir yazmıştır. 16. Yüzyıldan İtalyan tarihçi Augustino Curio “hatta kapımızda ve evlerimize girmeye hazır, bu gururlu ve böbürlenen zebani var” diye uyarıda bulunmaktadır.Christopher Marlowe da Büyük Timurlenk adlı oyununda Avrupa’nın halkları için aynı tehlikeyi görmektedir: “İşte Türkler ve Tatarlar kılıçlarını sana doğru sallıyorlar / Bütün ülkeni parçalamak istiyorlar.”
-Avrupalılar tarihin akışı onların aleyhine döndükten sonra bile Osmanlıları zalim  günahkârlar olarak gördü. Voltaire Prusya Kralı II. Frederick’e şöyle yazmaktadır: “Türklerden her zaman nefret edeceğim. Ne kötü barbarlar!” Jane Austen da romanlarından birinde “dünyaya tepeden bakan türbanlı Türk” hakkında derin düşüncelere dalar. Karamazov Kardeşler’de bir kardeş diğerine anlatır: Türkler başka şeylerin yanı sıra çocuklara işkence yapmaktan da zevk alıyorlar. Onları annelerinin rahminden kesip çıkararak başlıyorlar, sonra annelerinin gözü önünde bebeği havaya fırlatarak ve süngüleriyle yakalayarak bitiriyorlar. Zevkin büyük kısmı bunu annelerinin gözü önünde yapmaktan geliyor.”
-Batılılar, Türk’ün vahşi ve kutsal olmayan her şeyi içerdiğini düşündükleri uzun dönem boyunca , aynı zamanda ona karşı çok büyük bir ilgi de duymuşlardır. En canlı biçimiyle bir ahlaksızlık yuvası ama aynı zamanda da zevk mekânı olarak görülen haremde kendisini ortaya koyan tamamıyla farklı bir hayat görüşüne sahip olduğu görülmektedir. İşte burada Batılıların Türklere ilişkin görüşlerinde ikilik ortaya çıkmaktadır; bütün vahşiliğine karşın Hristiyan dünyasına öğretebilecekleri birşeyler olabileceğinin ürpertici şüphesi.

Bu görüş, giderek daha çok Avrupalının, İstanbul’u ve Osmanlı ülkelerini ziyeret etmeye başlamasıyla daha da yaygınlık kazandı.Birçoğu şaşırtıcı ölçüde olumlu görüşlerle döndüler. 1652’de bir Fransız seyyah “Hristiyan Dünyası’nda Türklerin şeytanlar, barbarlar, inançsız bir halk olduğuna inanan birçok kişi vardır ama onları tanıyanlar, onlarla konuşanlar tamamen farlı görüşe sahiptir” diye yazar. “Türkler, doğanın bize verdiği, başkalarına ancak bize davranılmasını istediğimiz gibi davranmamız gerektiği emrini çok iyi uygulayan bir halktır.”
-Bir başka filozof Jean Bodin onlarca yıl sonra kendi insanlarına Türk sultanının “kimseye yasak koymadığını, aksine herkezin kendi vixdanının emrettiği gibi yaşamasına izin verdiğini” söylemek üzere yurduna geri döner. “Daha da ötesi, Pera’daki sarayında bile dört farklı dinin ; Yahudiliğin, hem Roma hem de Yunan ritüellerine göre Hristiyanlığın ve İslamın uygulanmasına izin vermektedir.
-Türk yaşamı hakkında yazanlar arasında belki de en kavrayışlı olanı, 1716’da kocası Osmanlı sarayına İngiliz büyükelçisi olarak atanan Lady Mary Wortley Montagu’dur. Lady Montagu İngiltere’de yaımlanan ve bugün hâlâ okunan bir dizi nükteli ve konuya nüfuz eden mektupta anlattı.
-Bir mektubun sonunda “Görüyorsunuz ki beyefendi, bu insanlar onlara gösterdiğimiz kadar kaba değiller” diye yazar. “Onların ihtişamı bizimkilerinden farklı ve belki de daha iyi. Hatta onların yaşama ilişkin daha doğru bir kavrayışlarıolduğuna neredeyse inanıyorum. ... ..
-... .. Tarihte hiçbir ulusTürkiye Cumhuriyeti’nden daha büyük bir devrimci çabayla kurulmamış ve bu kadar kısa sürede bu kadar geniş çaplı bir değişimden geçememeiştir. Mustafa Kemal Atatürk 1923’ten sonraki birkaç yıl içinde, parçalanmış ve şaşkın durumdaki bir ulustan ilerlemeyi amaç edinen bir ulus yaratmıştır. Atatürk’ün devrimi, yukarıdan yönetilen ve zorla uygulanan bir tek adam davrimiydi. Atatürk Türklerin geçmişinden bu kadar şiddetle kopmaya, çağdaşlığı benimsemeye ve kesin olarak Batı’ya dönmeye hazır olmadığını biliyordu. Ancak aynı zamanda, bunun kendileri ve ulusları adına yeni bir kader çizmek için tek yol olduğunu biliyordu. Dolayısıyla, eski düzenin sesi giderek yükselen protestolarıyla karşılanmasına rağmen onları zorladı. Atatürk’ün Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntısı üzerinde kurduğu yeni ulus asla demokratik yollardan kurulamazdı. Kapsamlı reformların bir tanesinin bile bir plebisitte onaylanmaısna imkan yoktu.Aslında plebisit fikrinin kendisi, yani bir siyasi sistemi halkın iradesine göre şekillendirme fikri, bu dönemde birçok Türk’e sadece yabancı değil, aynı zamanda komik de gelirdi.
-O zamandan beri geçen kuşaklar içinde Türkiye tamamıyla farklı bir ulus haline gelmiştir. Artık dünyadaki her ulus kadar enerjik ve demokrasiye susamış bir ulus durumundadır. Ama kendilerini Atatürk’ün mirasçısı olarak gören liderleri ... .. Bu liderler, kendi kaderlerinin henüz Türklerin kendi ellerine bırakılamayacağını, halk bunu yapacak kldar olgun olmadığından bir seçkinler grubunun bütün önemli kararları almaya devam etmesi gerektiğine inanmaktadırlar.
-Atatürk’ün yeni doğmuşTürkiye Cumhuriyeti son derece kırlgandı. Şeyhler ve tarikat liderleri cumhuriyetin laikliğe olan bağlılığını, kendilerinin yüzyıllar boyunca kutsal bildikleri her şeye karşı yapılmış doğrudan bir saldırı olarak görüyorlardı. Kabile şefleri ve eşkiyalar, güçlü bir merkezi devletin, otoritelerini zayıflatacağını anlamışlardı. Doğu bölgelerinde baskın olan Kürtler, askeri ayaklanmalar düzenleyerek yeni devletin zayıflığından yararlanmaya çalıştılar. Avrupalı güçler bu devletin yıkılacağını ve böylece onun topraklarını kendi aralarında paylaşabileceklerini umuyordu. Yeni Sovyetler Birliği ise onu etkisi altına almaya ve mümkünse dost hatta bağlı develet haline getirmeye çalıştı.
-Bu düşmanca ortamda, Atatürk ve arkadaşları kendilerini düşmanlarla dolu bir dünyada, yollarını açmaya çalışan haklı mücadeleciler olarak görmeye başladılar. Eleştiriyi vatana ihanetle eş tuttular. Ülkeyi kararnameler ve tek işi onların kararlarını onaylamaktan ibaret olan bir meclis ile yöenettiler. İktidardaki ilk yıllarında, gerçek ya da hayali muhaliflerin kaderi, tutuklanma ve idam oldu.
-O zamandan beri 75 yıl geçti ve bu arada Türkiye tanınmayacak ölçüde değişti. Atatürk iktidarı ele geçirdiğinde karşı karşıya olduğu ulus, yalnızca yıkıntılar içinde değil, aynı zamanda tam anlamıyla ilkeldi. Ortalama yaşam süresi acınacak kadar kısaydı, salgınlar yaşamın ayrılmaz bir parçasıydı ve tıbbi bakım yok sayılırdı.Ülkeyi terk eden Yunanlılar ve Ermenilerle birlikte yok olan ticaret, zanaat ve mühendislik hiç bilinmiyordu. Hemen hemen herkesin  geçim kaynağı tarımdı. İran’dan Yunanistan’a kadar uzanan topraklar üzerinde çok az kaldırımlı yol vardı. Her şeyden önemlisi, Türk halkı itaat etmekten başka hiçbir şey bilmiyordu. Artık unutulmuş olan eski zamanlardan beri onlara otoritenin uzakta ve karşı konulamazolduğu, bireyin toplumdaki rolünün boyun eğmekten başka bir şey olmadığı öğretilmişti. ... ..
-... .. Çamurlu köyler hareketli kentlere, patikalar otoyollara dönüştü. En ücra köşelerde bile üniversiteler ve devlet hastaneleri kuruldu. Ekonomi dengesiz olmakla birlikte canlılık patlamaları göstermektedir. Türk işletmeleri ve şirketleri büyük miktarlarda para kazanmakta ve dünyanın dört bir köşesinde rekabet edebilmektedir. Her yıl binlerce genç insan yurtdışında eğitim gördükten sonra ülkesine geri dönmektedir. İnsanlar eğitimli, kendine güvenli, demokrasi ve insan hakları ideallerini hayata geçirmiş bir ulus yaratmaya isteklidirler.
Ancak yönetici seçkinler sınıfı bu yeni ulusu benimsememeyi, hatta var olduğunu bile kabullenmeyi reddetmektedir.
-Askeri komutanlar, savcılar, güvenlik görevlileri, dar kafalı bürokratlar, güdümlü gazete editörleri, katı bir şekilde tutucu olan politikacılar ve bu felçli kadronun diğer üyeleri, psikolojik olarak halen 1920’lerde yaşamaktadırlar. Türkiye’nin sekiz sınırının ötesindeki herkesten, en tehlikelisi de ülke içinden tehdit algılamaktadırlar. Onların zihinlerinde Türkiye halen kuşatma altındaki bir ülkedir ve onu ölümcül tehlikeden korumanın tek yolunun , ülkeyi kendilerinin yönetmesi olduğuna inanmaktadırlar.  ... ..
-... .. Türkiye ... .. Yazarları, düşünüğrleri, üniversite profesörleri ve iş adamları dünyadaki benzerleri kadar yetenekli, iyi eğitilmiş ve tecrübe sahibidir.  Ancak siyasi sistem bu insanları son derece etkin bir şekilde iktidar konumlarından uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır ve bunun doğal sonucu olarak Türk demokrasisi engellenmiş durumdadır.Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin kalitesi siyasi sınıfın kalitesi arasındaki fark, Türkiye’deki kadar büyük değildir.
-Onlarca yıl boyunca Türkiye’nin önemli siyasi partileri tek kişi ya da kimi zaman küçük bir işbirliği içindeki grup tarafından yönetilmiştir. Bu kişiler ise adaylar arasında kamu görevi için yalnızca bir tek kriter kullanarak seçim yaparlar. Kör bir itaat. Yalnızca dalkavuklar kabul edilir, bağımsız düşünenlerden ise sanki ölümcül bir salgının virüsünü taşıyormuş gibi kaçılır.... ..
-... .. Türkiye’nin, dünyanın geleneksel olarak çok azdemokrasi bulunan bir bölgesinde gerçekten demokratik olan bir alan yaratmış olması tarihsel bir başarıdır. Ancak bu iş henüz tamamlanmamıştır. Türkiye eğer kaderini gerçekleştirecekse, yalnızca bölgenin standartlarıyla değil, aynı zamanda dünya standartlarıyla da ışıldayan bir demokrasi yaratmak zorundadır.
-Bu dönüşüm yalnızca siyasi reformdan daha fazlasını gerektirmektedir. Türklerin kendilerine ve toplumla olan ilişkilerine bakış açılarını değiştirmeleri gerekmektedir. Türkiye’de birey, ortak olandan daha önemsiz görülmektedir. Ancak ortak olan da ulus değildir; ailee, köy ya da aşirettir. Keentsel ya da çevresel bilinç son derece azdır. Çok az insan toplumda bir çıkarı olduğunu hisseder ya da ona katkıda bulunmakla ilgilidir.
-Sık sık çirkin veya kirli bir sokaktan yürüyüp bir kapıdan geçtim ve tertemiz, iyi bakılan bir eve girdim. Aradaki çelişki çarpıcı, çoğunlukla da şaşırtıcıdır. Ya Orta Asya’daki göçebe geçmişleri nedeniyle ya da otokratik bir yönetim altında geçirdikleri yüzyıllar yüzünden, birçok Türk halen hayatın aile ya da aşiret içinde yaşandığına inanır. Birçoğu ulusal amaçlara ve baklantilere bir bağlılık duymaz.
Klasik bir Türk köyünün bir maydanı yoktur. Dünyanın başka yerlerinde bu tür yerler, insan düşüncelerini berraklaştırmak ve ortak güçlerini kulanmak, konuşmak, tartışmak ve protesto etmek için bir araya gelmeleri yönünde teşvik eden kamusal bölgelerdir. Ancak Türkiye’de insanların bunu yapmasına izin vermek  az da olsa tehlikeli görülmüştür. Türkler yemek, içmek, sigara içmek, kimi zaman yerel cami önünde sohbet etmek için bir araya gelirler ama çoğunluğu dünyanın başka yerlerinde toplumsal hareketlerin beşiği olan kamusal alandan hoşlanmaz.
-Türk liderler halklarını devlet denilen bir kavram yaratarak bir arada tutmaya çalıştılar. Yıllar içinde bu sözcük banim en az sevdiğim sözcük haline geldi. Sözlüğe göre bu sözcük “devlet” anlamına gelmektedir ama aynı zamanda bundan çok daha çirkin bir anlama sahiptir. Devlet bütün vatandaşların ve kurumların üzerinde yer alan ve her şeye gücü yeten varlıktır. Bu kavramda sadakat her Türk’ün temel görevi olarak kabul edilir. Sorgulamak ise vatana ihanet dmektir. Hiç kimse bu kavramı tanımlamaz; herkesin bildiği varsayılır. Savunucuları ise kendi varlığını sürdürmeyi amaçlayan seçkinler grbudur; yani devlet’in vatandaşlardan ne istediğine karar veren generaller, plis müdürleri, savcılar, hâkimler, siyasi ve basın patronlarıdır. Bu seçkinler grubu kendi görevi olarak gördüğü şeyleri yapabilmesini sağlayacak birçok yasayı hazırlamış ve gerek gördüklerinde hukukun dışına da çıkmıştır. Onların ortak zihninde devlet’e hizmet etmekbyasaların bile engellenmesine izin verilemeyecek ölçüde üstün ve yüce bir sorumluluktur.  ... ..
-... .. Anayasasına göre Türkiye resmi dini olmayan laik bir devlettir.Ancak, aslındaTürkler yaşamlarının her yönünü kaplayan ve belirleyen son derece gelişmiş bir inanca sahiptir ve sahip olmak zorundadır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve artık neredeyse bir ilah konumunda olan Atatürk inancıdır.
-Kemalizm diye bilinen Atatürk inancının, Büyük Adam’ın uyuduğu, konuştuğu veya yemek yediği ülke çapına yayılmışonlarca ev ve oda şeklinde karşımıza çıkan tapınakları vardır; kahramanlıklarının anlatıldığı yüzlerce kitap, şiir ve film şeeklinde karşımıza çıkan kutsal yazıları vardır; ülkenin en uzak köşelerinde bile görülen portreleri, büstleri, tabelaları ve heykelleri biçiminde kaşımıza çıkan ikonları vardır; her türlü ölçünün ötesinde sadık olan ve sürekli olarak sapkınları izleyen askeri ve siyasi seçkinler şeklinde karşımıza çıkan bir ruhban sınıfı vardır. Kendi kutsal merkezi, Vatikan’ı, Mekke’si de mevcuttur. Ankara’nın merkezine yakın bir tepenin üstünde, yüksek dörtgen sütunların oluşturduğu bir duvarın arkasında yer alan biiyik ve kasvetli bir mozele, müze ve Atatürk’ün altına defnedildiği mermer zeminli bir katedralden oluşan bir bir binalar bütünü bulunur. ... ..

-... .. Burası, bir zamanlarRoma İmparatorluğu’nun doğu sınıırında bulunan ve yetmiş bin insanın yaşadığı Zeugma kentiydi. Tüccarları son derece zengin olan kent, dünyanın en önemli ticaret yollarının birleştiği nokyada bulunuyordu. Zeugma, üçüncü yüzyılda doğudan gelen istilacıların eline geçti ve ardından da bir depremle sarsıldı. Halk buradan kaçtı ve doğa zamanla kenti ele geçirip toprağa gömdü. 1970’lerin ortalarında, arkeologlar kentin yerini tam olarak saptadılar. ... ..
-Bu mozaikler, Türkiye’nin yabancılar tarafından anlaşılmayan bir yönünü göstermektedir. Bu ülkenin topraklarınd, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana birçok uygarlıktan izler kalmıştır. Yunanistan’dan, Mısır’dan, Arabistan’dan, İran’dan ve hatta daha uzak yerlerden gelen hem çok tanrılı hem de Hristiyan ve İslâmi uygarlıklar. Kral Midas ve Kral Krezüs, Aziz Paul ve Aziz Nikola, Homeros ve Heredot, bunların hepsi bugünkü Türkiye topraklarından çıktılar. Burada Aristotales felsefe öğretti, Diyojen bir adam aradı, Florence Nightingale hasta ve yaralılara baktı. Büyük İskender, Darius, Timur, Hannibal ve Selahaddin de dahil omak üzere, büyük fatihlerin çoğu bu topraklarda savaş kazandılar ya da kaybettiler. Dünyanın hiç bir coğrafyasındabu kadar farklı sayıda halk yaşamamıştır.

-Türkiye’de seyahat etmeye başlamadan önce, ben de antik Yunanistan’ın bugün bildiğimiz  Yunanistan’dan ibaret olduğunu düşünüyordum. Atina, Sparta ve Peloponnez’deki kent devletleri de dahil olmak üzere bir kısmı gerçekten de oradadır. Ancak Yunan  uygarlığının en büyük, en zengin kısmı ve en güçlü kentleri bugünkü Türkiye’de yükselmiştir.19. yüzyılda gün ışığına çıkarılan ve bütün olarak Berlin’e taşınan Zeus’a adanmış olağanüstü güzellikteki tapınağıyla ünlü Bergama Türkiye’dedir. Antik dünyanın en büyük kütephanelerinden birine sahip Efes, dev feneri ile tanınan, bir zamanlar dünyanın kavşak noktalarından biri olan Halikarnas da Türkiye’dedir. ... .. 
*Hilal ve Yıldız İki dünya arasında Türkiye & Stephen Kinzer

2 yorum:

  1. https://www.youtube.com/watch?v=JCvX64Ah_Tc

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Irak Savaşı sırasında Bush’un ağzından kaçırdığı (aslında açıkça ifade ettiği; “Haçlı Seferleri “anlayışı, günümüzde devam ediyor. Batı İstanbul’un Müslümanların elinde olmasını hiçbir zaman hazmedemedi. Başkenti Konstantinopolis olan ve Bizans’ın hayallerinden vazgeçmediler. Sabırla ve de adım adım attıkları adımlardan birisi de Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve onun eş başkanı. Batılıların bu hedefini; Stephen Kinzer “Hilal ve Yıldız “ isimli kitabında aşağıdaki gibi ifade ediyor:

      .. en iyi arkadaş kitap ..: Hilâl ve Yıldız * (enyiyiarkadaskitap.blogspot.com)

      Böylece bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan ve ondan sonra da bin yıldan daha uzun bir süre boyunca Bizans İmparatorluğu’nun başkentliğini yapan bir Hristiyan kentinin sahipliğini elde etmiş oldu. Bu fetih Türkleri tüm insanlık tarihinin en güçlü ve kültürel olarak en etkili iki krallığının en azından coğrafi mirasçısı haline getirdi. Yalnızca bir zamanlar Bizans’ı yöneten Yunanlılar değil, sayısız diğer Avrupalı ve Ortadoğulu Hristiyan bu gerçeği kabul etmekte büyük zorluk çekmiştir. Bunların birçoğu halen Türklerin “İstanbul” olarak yeniden adlandırdığı Konstantinopolis’ düşman bir halkın üzücü ama belki de geçici işgali altında görmektedir.

      Naim Babüroğlu’da durumu detayı ile açıkladı. Önce farkında olacağız. Sonra da bu oyunu piyonu olup aziz ülkemizi parçalama gayretlerini tarihin karanlık sayfalarına gömeceğiz.

      Sil