Stephen Kinzer Boston Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun
oldu. Dört kıtaya yayılmış 50’den fazla ülkede dış haberler temsilciliği yaptı.
1966’da New York Times’ın ilk büro şefi olarak Türkiye’de geçirdiği yıllar
boyunca yüzlerce makale yayımladı ve ülkenin her yerini dolaştı. Şu anda The
New York Times muhabiri olarak Chicago’da yaşıyor.
-İlk baskısı 2002’de yapılan kitap 301 sayfa.
-Kitabın arka kapağında, Orhan Pamuk tarafından kaleme alınan
tanıtımda; “Stephen Kinzer ... .. bize dışardan nasıl gözüktüğümüzü sevgi ve anlayışla gösteriyor. Bu çok rahat
okunan kitapTürkiye’yi, imkanlarını ve dertlerini yeniden düşünmek, tartışmak
için iyi bir fırsat...” deniyor.
-Kitaptan alıntıları paylaşalım:
-Bir kraliyet habercisi, efendisi Venedik Dükü’nün diğer
Venedikli Lordlarla toplantı halinde olduğunu ve derhal kendisini görmek
istediğini söylemek üzere Othello’yu evlilik yatağından kaldırdığında gecenin geç
bir saatidir. Othello hızla saraya doğru yürürken bu “en güçlü, ciddi ve saygı
değer beyleri” böyle olağandışı bir satte bir araya getirecek kadar acil ne
olabileceğini merak eder. Saraya ulaştığında onları kendisini beklerken bulur.
Daha sorunun ne olduğunu sorma fırsatını bile bulamadan Dük konuşur: “Cesur
Othello, hemen görevlendirmek zorundayız seni / Ortak düşmanmız Osmanlılara
karşı.”
-Shakespearte’nin zamanında ve onraki yüzyıllarda, Avrupalı
Hristiyanlar bundan daha acil bir çağrıyla karşılaşamazlardı. Kuşaklar boyunca
Hristiyanlar, daha çok sadece “Türk” diye bilinen “ortak düşmanımız” Osmanlı’yı
uygarlığın başındaki bela olarak gördü. Önde gelen özelliklerinin yalancılık,
kontrolsüz şehvet, ani şiddet ve mantıksız zalimliğe karşı düşkünlük olduğu
düşünülürdü. Din, bu klişenin temelini oluşturuyordu. Çok az
Avrupalı İslâm hakkında herhangi bir şey bilir, ama neredeyse hepsi İslâmı, bir
Hristiyanın kutsal bildiği her şeye karşı şeytanca bir hakaret olarak kabul
ederdi.
-Araplar kutsal
topraklar’ı yedinci yüzyılda fethetmişlerdi, daha sonra ise onların yerini 11.
yüzyılda Orta Asya’dan bölgeye sürüklenen bir başka Müslüman halk, Türkler almıştı. Şovalyelik çağı
başlarken, binlerce Avrupalı İsa’nın doğup öldüğü yerlerin İslam kontrolünde
olmasından dolayı o kadar kızgındı ki, bu toprakları yeniden ele geçirmek için Haçlı Seferleri’ne katıldılar. Bu
seferler, tüm kıtada Müslümanların, özellikle de Türklerin Tanrı’nın düşmanı
olduğu imajını yaygınlaştıran kanlı seferlerdi. İlk Haçlı Seferi Papa II: Urban’ın çağrısı üzerine 1095’te başladı; iki
yüzyıl sonra sonuncusu bittiğinde
Türkler halen yükseliyordu, siyasi ve dini güç dengesi temelde değişmemişti.
Ancak bu savaşlar devam ettikçe Avrupalılar Türkleri kötülüğün somut bir örneği
olarak algılamaya başladılar. Türklerin yalnızca Hristiyanlığı yok etmekle
kalmayıp aynı zamanda Hristiyan Dünyası’ndaki bütün erkek, kadın ve çocukları
öldürmeye ya da köle yapmaya kararlı olduklarına da inanılıyordu. Martin Lüter
“Türkler Tanrı’nın gazabının halkıdır” demiştir.
-Eğer Türkler uzaktaki bir kötülük odağından ibaret olsalar
Avrupalıların kalbinde dinsiz Çinlilerin yarattığı korkudan daha fazla bir
korku yaratamazlardı. Onlar hakkında düşünmeyi bile bu kadar korkunç yapan şey;
Türk güçlerinin Avrupa’nın kapılarını yumruklamakta olmasıydı. Sultan Osman
tarafından kurulan ve İngilizce’de Ottamans olarak bilinen en başarılı Türk
kabilesi 1453’de Konstantinopolis’i fethetti. Böylece bir zamanlar Roma
İmparatorluğu’nun başkenti olan ve ondan sonra da bin yıldan daha uzun bir süre
boyunca Bizans İmparatorluğu’nun başkentliğini yapan bir Hristiyan kentinin
sahipliğini elde etmiş oldu. Bu fetih Türkleri tüm insanlık tarihinin en güçlü
ve kültürel olarak en etkili iki
krallığının en azından coğrafi mirasçısı haline getirdi. Yalnızca bir zamanlar
Bizans’ı yöneten Yunanlılar değil, sayısız diğer Avrupalı ve Ortadoğulu
Hristiyan bu gerçeği kabul etmekte büyük zorluk çekmiştir. Bunların birçoğu
halen Türklerin “İstanbul” olarak yeniden adlandırdığı Konstantinopolis’ düşman
bir halkın üzücü ama belki de geçici işgali altında görmektedir.
-Bu paha biçilmez ödüle sahip olan Osmanlı Türkleri, bundan
sonra kendilerine ait büyük bir imparatorluk kurmaya başladılar. 1458’de Ataina’yı,
1514’te Tebriz’i, 1516’da Şam’ı, 1517’de Kahire’yi, 1521’de Belgrad’ı , 1522’de
Rodos’u , 1534’te Bağdat’ı, 1541’de Buda’yı, 1551’de Trablus’u ve 1571’de
Kıbrıs’ı ele geçirdiler. 1529’da neredeyse Viyana’yı da ele geçiriyorlardı ve
bundan sonraki bir yüz yıl boyunca bu kenti tehdit etmeye devam ettiler.
Müslüman korsanlar Akdeniz’deki Avrupalı denizcileri tutsak etmekle kalmayıp
İtalya, İspanya, Fransa ve hatta İngiltere’deki kasabalara saldırdılar. Uzun
yıllar boyunca Avrupa’yı tehdit eden
büyük soru, Protestanlığın mı yoksa Katolikliğin mi üstün geleceği
değil, Osmanlıların Paris’e kadar tüm kıtayı ele geçirerek İslâma kazandırıp
kazandıramayacağı sorusuydu. Bunu hiçbir zaman yapamadılar ama bazıları iki
tarafın da gösterdiği barbarca zalimlik örnekleriyle dikkat çeken askeri
seferlerin yarattığı korkular Avrupa’nın bilincinde derin iz bıraktı.
-Türkler Osmanlı dönemini, etnik uyum ve kültürel çeşitliliğin
altın çağı olarak görürler. Pek çok açıdan öledir de. Osmanlı sultanları,
tebaası olan milletlere neredeyse tam dinsel özgürlük ve büüüyük ölçüde siyasi
özerklik tanımıştır. Avrupa’nın büyük bir kısmı Yahudi karşıtı sistemli hareketlerle
sarsılırken Osmanlılar İspanya’dan ve diğer baskıcı uluslardan kaçan binlerce
Yahudiyi kabul etmiş ve onlara yalnızca barış içinde yaşama değil, aynı zamanda
zenginlik ve güç sağlayan görevlere yükselme şansı da tanımıştır.Ancak Osmanlı
dönemi aynı zamanda neredeyse kesintisiz nir savaş dönemidir. Türkler önce
Avrupa’da toprak elde etmek, sonra da bu toprakları kaybetmemek için
savaşmıştır. İlk Osmanlı sultanının taç giydiği 1300 yılı civarından
sonuncusunun tahtı kaybettiği 1922’ye kadar, altı yüz yılı aşan dönem boyunca
en uzun barış dönemi yalnızca 24 yıl sürmüştür. Avrupa’nın bazı bölgelerindeki
yaşlı insanlar, çocukken eğer terbiyeli olmazlarsa Türklerin gelip onları
alacağı söylenerek korkutulduklarını halen hatırlamaktadır.
-Avrupa edebiyatında da yüzyıllar boyunca Türk tehlikesine
karşı ciddi uyarılar yer almıştır. Daha sonra İngiltere Kralı I. James olan İskoçya
Kralı VI. James dünyayı “vaftiz edilmiş ırk ile sünnet edilmiş türbanlı Türkler
arasında” bir çatışmaya kilitlenmiş olarak tasvir ettiği canlı bir şiir
yazmıştır. 16. Yüzyıldan İtalyan tarihçi Augustino Curio “hatta kapımızda ve
evlerimize girmeye hazır, bu gururlu ve böbürlenen zebani var” diye uyarıda
bulunmaktadır.Christopher Marlowe da Büyük Timurlenk adlı oyununda Avrupa’nın
halkları için aynı tehlikeyi görmektedir: “İşte Türkler ve Tatarlar kılıçlarını
sana doğru sallıyorlar / Bütün ülkeni parçalamak istiyorlar.”
-Avrupalılar tarihin akışı onların aleyhine döndükten sonra
bile Osmanlıları zalim günahkârlar
olarak gördü. Voltaire Prusya Kralı II. Frederick’e şöyle yazmaktadır: “Türklerden
her zaman nefret edeceğim. Ne kötü barbarlar!” Jane Austen da romanlarından
birinde “dünyaya tepeden bakan türbanlı Türk” hakkında derin düşüncelere dalar.
Karamazov Kardeşler’de bir kardeş diğerine anlatır: Türkler başka şeylerin yanı
sıra çocuklara işkence yapmaktan da zevk alıyorlar. Onları annelerinin
rahminden kesip çıkararak başlıyorlar, sonra annelerinin gözü önünde bebeği
havaya fırlatarak ve süngüleriyle yakalayarak bitiriyorlar. Zevkin büyük kısmı
bunu annelerinin gözü önünde yapmaktan geliyor.”
-Batılılar, Türk’ün vahşi ve kutsal olmayan her şeyi
içerdiğini düşündükleri uzun dönem boyunca , aynı zamanda ona karşı çok büyük
bir ilgi de duymuşlardır. En canlı biçimiyle bir ahlaksızlık yuvası ama aynı
zamanda da zevk mekânı olarak görülen haremde kendisini ortaya koyan tamamıyla
farklı bir hayat görüşüne sahip olduğu görülmektedir. İşte burada Batılıların
Türklere ilişkin görüşlerinde ikilik ortaya çıkmaktadır; bütün vahşiliğine
karşın Hristiyan dünyasına öğretebilecekleri birşeyler olabileceğinin ürpertici
şüphesi.
Bu görüş, giderek daha çok Avrupalının, İstanbul’u ve Osmanlı
ülkelerini ziyeret etmeye başlamasıyla daha da yaygınlık kazandı.Birçoğu
şaşırtıcı ölçüde olumlu görüşlerle döndüler. 1652’de bir Fransız seyyah “Hristiyan
Dünyası’nda Türklerin şeytanlar, barbarlar, inançsız bir halk olduğuna inanan
birçok kişi vardır ama onları tanıyanlar, onlarla konuşanlar tamamen farlı
görüşe sahiptir” diye yazar. “Türkler, doğanın bize verdiği, başkalarına ancak
bize davranılmasını istediğimiz gibi davranmamız gerektiği emrini çok iyi
uygulayan bir halktır.”
-Bir başka filozof Jean Bodin onlarca yıl sonra kendi
insanlarına Türk sultanının “kimseye yasak koymadığını, aksine herkezin kendi
vixdanının emrettiği gibi yaşamasına izin verdiğini” söylemek üzere yurduna
geri döner. “Daha da ötesi, Pera’daki sarayında bile dört farklı dinin ;
Yahudiliğin, hem Roma hem de Yunan ritüellerine göre Hristiyanlığın ve İslamın
uygulanmasına izin vermektedir.
-Türk yaşamı hakkında yazanlar arasında belki de en
kavrayışlı olanı, 1716’da kocası Osmanlı sarayına İngiliz büyükelçisi olarak atanan
Lady Mary Wortley Montagu’dur. Lady Montagu İngiltere’de yaımlanan ve bugün
hâlâ okunan bir dizi nükteli ve konuya nüfuz eden mektupta anlattı.
-Bir mektubun sonunda “Görüyorsunuz ki beyefendi, bu insanlar
onlara gösterdiğimiz kadar kaba değiller” diye yazar. “Onların ihtişamı
bizimkilerinden farklı ve belki de daha iyi. Hatta onların yaşama ilişkin daha
doğru bir kavrayışlarıolduğuna neredeyse inanıyorum. ... ..
-... .. Tarihte hiçbir ulusTürkiye Cumhuriyeti’nden daha
büyük bir devrimci çabayla kurulmamış ve bu kadar kısa sürede bu kadar geniş
çaplı bir değişimden geçememeiştir. Mustafa Kemal Atatürk 1923’ten sonraki birkaç
yıl içinde, parçalanmış ve şaşkın durumdaki bir ulustan ilerlemeyi amaç edinen
bir ulus yaratmıştır. Atatürk’ün devrimi, yukarıdan yönetilen ve zorla
uygulanan bir tek adam davrimiydi. Atatürk Türklerin geçmişinden bu kadar
şiddetle kopmaya, çağdaşlığı benimsemeye ve kesin olarak Batı’ya dönmeye hazır
olmadığını biliyordu. Ancak aynı zamanda, bunun kendileri ve ulusları adına
yeni bir kader çizmek için tek yol olduğunu biliyordu. Dolayısıyla, eski
düzenin sesi giderek yükselen protestolarıyla karşılanmasına rağmen onları
zorladı. Atatürk’ün Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntısı üzerinde kurduğu yeni
ulus asla demokratik yollardan kurulamazdı. Kapsamlı reformların bir tanesinin
bile bir plebisitte onaylanmaısna imkan yoktu.Aslında plebisit fikrinin
kendisi, yani bir siyasi sistemi halkın iradesine göre şekillendirme fikri, bu
dönemde birçok Türk’e sadece yabancı değil, aynı zamanda komik de gelirdi.
-O zamandan beri geçen kuşaklar içinde Türkiye tamamıyla
farklı bir ulus haline gelmiştir. Artık dünyadaki her ulus kadar enerjik ve
demokrasiye susamış bir ulus durumundadır. Ama kendilerini Atatürk’ün mirasçısı
olarak gören liderleri ... .. Bu liderler, kendi kaderlerinin henüz Türklerin
kendi ellerine bırakılamayacağını, halk bunu yapacak kldar olgun olmadığından
bir seçkinler grubunun bütün önemli kararları almaya devam etmesi gerektiğine
inanmaktadırlar.
-Atatürk’ün yeni doğmuşTürkiye Cumhuriyeti son derece
kırlgandı. Şeyhler ve tarikat liderleri cumhuriyetin laikliğe olan bağlılığını,
kendilerinin yüzyıllar boyunca kutsal bildikleri her şeye karşı yapılmış
doğrudan bir saldırı olarak görüyorlardı. Kabile şefleri ve eşkiyalar, güçlü
bir merkezi devletin, otoritelerini zayıflatacağını anlamışlardı. Doğu
bölgelerinde baskın olan Kürtler, askeri ayaklanmalar düzenleyerek yeni
devletin zayıflığından yararlanmaya çalıştılar. Avrupalı güçler bu devletin
yıkılacağını ve böylece onun topraklarını kendi aralarında paylaşabileceklerini
umuyordu. Yeni Sovyetler Birliği ise onu etkisi altına almaya ve mümkünse dost
hatta bağlı develet haline getirmeye çalıştı.
-Bu düşmanca ortamda, Atatürk ve arkadaşları kendilerini
düşmanlarla dolu bir dünyada, yollarını açmaya çalışan haklı mücadeleciler olarak
görmeye başladılar. Eleştiriyi vatana
ihanetle eş tuttular. Ülkeyi kararnameler ve tek işi onların kararlarını
onaylamaktan ibaret olan bir meclis ile yöenettiler. İktidardaki ilk
yıllarında, gerçek ya da hayali muhaliflerin kaderi, tutuklanma ve idam oldu.
-O zamandan beri 75 yıl geçti ve bu arada Türkiye
tanınmayacak ölçüde değişti. Atatürk iktidarı ele geçirdiğinde karşı karşıya
olduğu ulus, yalnızca yıkıntılar içinde değil, aynı zamanda tam anlamıyla
ilkeldi. Ortalama yaşam süresi acınacak kadar kısaydı, salgınlar yaşamın
ayrılmaz bir parçasıydı ve tıbbi bakım yok sayılırdı.Ülkeyi terk eden
Yunanlılar ve Ermenilerle birlikte yok olan ticaret, zanaat ve mühendislik hiç
bilinmiyordu. Hemen hemen herkesin geçim
kaynağı tarımdı. İran’dan Yunanistan’a kadar uzanan topraklar üzerinde çok az
kaldırımlı yol vardı. Her şeyden önemlisi, Türk halkı itaat etmekten başka
hiçbir şey bilmiyordu. Artık unutulmuş olan eski zamanlardan beri onlara
otoritenin uzakta ve karşı konulamazolduğu, bireyin toplumdaki rolünün boyun
eğmekten başka bir şey olmadığı öğretilmişti. ... ..
-... .. Çamurlu köyler hareketli kentlere, patikalar
otoyollara dönüştü. En ücra köşelerde bile üniversiteler ve devlet hastaneleri
kuruldu. Ekonomi dengesiz olmakla birlikte canlılık patlamaları göstermektedir.
Türk işletmeleri ve şirketleri büyük miktarlarda para kazanmakta ve dünyanın
dört bir köşesinde rekabet edebilmektedir. Her yıl binlerce genç insan
yurtdışında eğitim gördükten sonra ülkesine geri dönmektedir. İnsanlar
eğitimli, kendine güvenli, demokrasi ve insan hakları ideallerini hayata
geçirmiş bir ulus yaratmaya isteklidirler.
Ancak yönetici seçkinler sınıfı bu yeni ulusu benimsememeyi,
hatta var olduğunu bile kabullenmeyi reddetmektedir.
-Askeri komutanlar, savcılar, güvenlik görevlileri, dar
kafalı bürokratlar, güdümlü gazete editörleri, katı bir şekilde tutucu olan
politikacılar ve bu felçli kadronun diğer üyeleri, psikolojik olarak halen 1920’lerde
yaşamaktadırlar. Türkiye’nin sekiz sınırının ötesindeki herkesten, en
tehlikelisi de ülke içinden tehdit algılamaktadırlar. Onların zihinlerinde
Türkiye halen kuşatma altındaki bir ülkedir ve onu ölümcül tehlikeden korumanın
tek yolunun , ülkeyi kendilerinin yönetmesi olduğuna inanmaktadırlar. ... ..
-... .. Türkiye ... .. Yazarları, düşünüğrleri, üniversite
profesörleri ve iş adamları dünyadaki benzerleri kadar yetenekli, iyi eğitilmiş
ve tecrübe sahibidir. Ancak siyasi
sistem bu insanları son derece etkin bir şekilde iktidar konumlarından uzak
tutacak şekilde tasarlanmıştır ve bunun doğal sonucu olarak Türk demokrasisi
engellenmiş durumdadır.Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin kalitesi siyasi
sınıfın kalitesi arasındaki fark, Türkiye’deki kadar büyük değildir.
-Onlarca yıl boyunca Türkiye’nin önemli siyasi partileri tek
kişi ya da kimi zaman küçük bir işbirliği içindeki grup tarafından yönetilmiştir.
Bu kişiler ise adaylar arasında kamu görevi için yalnızca bir tek kriter
kullanarak seçim yaparlar. Kör bir itaat.
Yalnızca dalkavuklar kabul edilir,
bağımsız düşünenlerden ise sanki ölümcül bir salgının virüsünü taşıyormuş gibi
kaçılır.... ..
-... .. Türkiye’nin, dünyanın geleneksel olarak çok
azdemokrasi bulunan bir bölgesinde gerçekten demokratik olan bir alan yaratmış
olması tarihsel bir başarıdır. Ancak bu iş henüz tamamlanmamıştır. Türkiye eğer
kaderini gerçekleştirecekse, yalnızca bölgenin standartlarıyla değil, aynı
zamanda dünya standartlarıyla da ışıldayan bir demokrasi yaratmak zorundadır.
-Bu dönüşüm yalnızca siyasi reformdan daha fazlasını
gerektirmektedir. Türklerin kendilerine ve toplumla olan ilişkilerine bakış
açılarını değiştirmeleri gerekmektedir. Türkiye’de birey, ortak olandan daha
önemsiz görülmektedir. Ancak ortak olan da ulus değildir; ailee, köy ya da
aşirettir. Keentsel ya da çevresel bilinç son derece azdır. Çok az insan
toplumda bir çıkarı olduğunu hisseder ya da ona katkıda bulunmakla ilgilidir.
-Sık sık çirkin veya kirli bir sokaktan yürüyüp bir kapıdan
geçtim ve tertemiz, iyi bakılan bir eve girdim. Aradaki çelişki çarpıcı,
çoğunlukla da şaşırtıcıdır. Ya Orta Asya’daki göçebe geçmişleri nedeniyle ya da
otokratik bir yönetim altında geçirdikleri yüzyıllar yüzünden, birçok Türk
halen hayatın aile ya da aşiret içinde yaşandığına inanır. Birçoğu ulusal
amaçlara ve baklantilere bir bağlılık duymaz.
Klasik bir Türk köyünün bir maydanı yoktur. Dünyanın başka
yerlerinde bu tür yerler, insan düşüncelerini berraklaştırmak ve ortak
güçlerini kulanmak, konuşmak, tartışmak ve protesto etmek için bir araya
gelmeleri yönünde teşvik eden kamusal bölgelerdir. Ancak Türkiye’de insanların
bunu yapmasına izin vermek az da olsa
tehlikeli görülmüştür. Türkler yemek, içmek, sigara içmek, kimi zaman yerel
cami önünde sohbet etmek için bir araya gelirler ama çoğunluğu dünyanın başka
yerlerinde toplumsal hareketlerin beşiği olan kamusal alandan hoşlanmaz.
-Türk liderler halklarını devlet denilen bir kavram yaratarak bir arada tutmaya çalıştılar.
Yıllar içinde bu sözcük banim en az sevdiğim sözcük haline geldi. Sözlüğe göre
bu sözcük “devlet” anlamına gelmektedir ama aynı zamanda bundan çok daha çirkin
bir anlama sahiptir. Devlet bütün
vatandaşların ve kurumların üzerinde yer alan ve her şeye gücü yeten varlıktır.
Bu kavramda sadakat her Türk’ün temel
görevi olarak kabul edilir. Sorgulamak ise
vatana ihanet dmektir. Hiç kimse bu kavramı tanımlamaz; herkesin bildiği
varsayılır. Savunucuları ise kendi varlığını sürdürmeyi amaçlayan seçkinler
grbudur; yani devlet’in
vatandaşlardan ne istediğine karar veren generaller, plis müdürleri, savcılar,
hâkimler, siyasi ve basın patronlarıdır. Bu seçkinler grubu kendi görevi olarak
gördüğü şeyleri yapabilmesini sağlayacak birçok yasayı hazırlamış ve gerek
gördüklerinde hukukun dışına da çıkmıştır. Onların ortak zihninde devlet’e hizmet etmekbyasaların bile
engellenmesine izin verilemeyecek ölçüde üstün ve yüce bir sorumluluktur. ... ..
-... .. Anayasasına göre Türkiye resmi dini olmayan laik bir
devlettir.Ancak, aslındaTürkler yaşamlarının her yönünü kaplayan ve belirleyen
son derece gelişmiş bir inanca sahiptir ve sahip olmak zorundadır. Bu, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu ve artık neredeyse bir ilah konumunda olan Atatürk
inancıdır.
-Kemalizm diye bilinen Atatürk inancının, Büyük Adam’ın
uyuduğu, konuştuğu veya yemek yediği ülke çapına yayılmışonlarca ev ve oda
şeklinde karşımıza çıkan tapınakları vardır; kahramanlıklarının anlatıldığı
yüzlerce kitap, şiir ve film şeeklinde karşımıza çıkan kutsal yazıları vardır;
ülkenin en uzak köşelerinde bile görülen portreleri, büstleri, tabelaları ve heykelleri
biçiminde kaşımıza çıkan ikonları vardır;
her türlü ölçünün ötesinde sadık olan ve sürekli olarak sapkınları izleyen
askeri ve siyasi seçkinler şeklinde karşımıza çıkan bir ruhban sınıfı vardır.
Kendi kutsal merkezi, Vatikan’ı, Mekke’si de mevcuttur. Ankara’nın merkezine
yakın bir tepenin üstünde, yüksek dörtgen sütunların oluşturduğu bir duvarın
arkasında yer alan biiyik ve kasvetli bir mozele, müze ve Atatürk’ün altına
defnedildiği mermer zeminli bir katedralden oluşan bir bir binalar bütünü
bulunur. ... ..
-... .. Burası, bir zamanlarRoma İmparatorluğu’nun doğu
sınıırında bulunan ve yetmiş bin insanın yaşadığı Zeugma kentiydi. Tüccarları son derece zengin olan kent, dünyanın
en önemli ticaret yollarının birleştiği nokyada bulunuyordu. Zeugma, üçüncü yüzyılda
doğudan gelen istilacıların eline geçti ve ardından da bir depremle sarsıldı.
Halk buradan kaçtı ve doğa zamanla kenti ele geçirip toprağa gömdü. 1970’lerin
ortalarında, arkeologlar kentin yerini tam olarak saptadılar. ... ..
-Bu mozaikler, Türkiye’nin yabancılar tarafından anlaşılmayan
bir yönünü göstermektedir. Bu ülkenin topraklarınd, insanlık tarihinin
başlangıcından bu yana birçok uygarlıktan izler kalmıştır. Yunanistan’dan,
Mısır’dan, Arabistan’dan, İran’dan ve hatta daha uzak yerlerden gelen hem çok
tanrılı hem de Hristiyan ve İslâmi uygarlıklar. Kral Midas ve Kral Krezüs, Aziz
Paul ve Aziz Nikola, Homeros ve Heredot, bunların hepsi bugünkü Türkiye topraklarından
çıktılar. Burada Aristotales felsefe öğretti, Diyojen bir adam aradı, Florence
Nightingale hasta ve yaralılara baktı. Büyük İskender, Darius, Timur, Hannibal
ve Selahaddin de dahil omak üzere, büyük fatihlerin çoğu bu topraklarda savaş
kazandılar ya da kaybettiler. Dünyanın hiç bir coğrafyasındabu kadar farklı
sayıda halk yaşamamıştır.
-Türkiye’de seyahat etmeye başlamadan önce, ben de antik
Yunanistan’ın bugün bildiğimiz Yunanistan’dan ibaret olduğunu düşünüyordum.
Atina, Sparta ve Peloponnez’deki kent devletleri de dahil olmak üzere bir kısmı
gerçekten de oradadır. Ancak Yunan
uygarlığının en büyük, en zengin kısmı ve en güçlü kentleri bugünkü
Türkiye’de yükselmiştir.19. yüzyılda gün ışığına çıkarılan ve bütün olarak
Berlin’e taşınan Zeus’a adanmış olağanüstü güzellikteki tapınağıyla ünlü Bergama Türkiye’dedir. Antik dünyanın
en büyük kütephanelerinden birine sahip Efes,
dev feneri ile tanınan, bir zamanlar dünyanın kavşak noktalarından biri olan Halikarnas da Türkiye’dedir. ... ..
*Hilal ve Yıldız İki dünya arasında Türkiye &
Stephen Kinzer
https://www.youtube.com/watch?v=JCvX64Ah_Tc
YanıtlaSilIrak Savaşı sırasında Bush’un ağzından kaçırdığı (aslında açıkça ifade ettiği; “Haçlı Seferleri “anlayışı, günümüzde devam ediyor. Batı İstanbul’un Müslümanların elinde olmasını hiçbir zaman hazmedemedi. Başkenti Konstantinopolis olan ve Bizans’ın hayallerinden vazgeçmediler. Sabırla ve de adım adım attıkları adımlardan birisi de Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve onun eş başkanı. Batılıların bu hedefini; Stephen Kinzer “Hilal ve Yıldız “ isimli kitabında aşağıdaki gibi ifade ediyor:
Sil.. en iyi arkadaş kitap ..: Hilâl ve Yıldız * (enyiyiarkadaskitap.blogspot.com)
Böylece bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan ve ondan sonra da bin yıldan daha uzun bir süre boyunca Bizans İmparatorluğu’nun başkentliğini yapan bir Hristiyan kentinin sahipliğini elde etmiş oldu. Bu fetih Türkleri tüm insanlık tarihinin en güçlü ve kültürel olarak en etkili iki krallığının en azından coğrafi mirasçısı haline getirdi. Yalnızca bir zamanlar Bizans’ı yöneten Yunanlılar değil, sayısız diğer Avrupalı ve Ortadoğulu Hristiyan bu gerçeği kabul etmekte büyük zorluk çekmiştir. Bunların birçoğu halen Türklerin “İstanbul” olarak yeniden adlandırdığı Konstantinopolis’ düşman bir halkın üzücü ama belki de geçici işgali altında görmektedir.
Naim Babüroğlu’da durumu detayı ile açıkladı. Önce farkında olacağız. Sonra da bu oyunu piyonu olup aziz ülkemizi parçalama gayretlerini tarihin karanlık sayfalarına gömeceğiz.