2 Kasım 2017 Perşembe

Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet *

-İslâmiyetle 9. yüzyılda tanışan Türkler, kendi devlet anlayışlarını İslâm dünyasına taşıdı. Böylece devlet ve hukuk kavramlarında, bağımsız sivil otorite ve onun kanun koyucu gücü lehine büyük bir değişiklik ortaya çıktı.Şerîat ile yan yana bir sivilhukuk alanı gelişti. 11. Yüzyılda El-Mâverdi ve Ebu Mansur el-Bağdadî başta, büyük fakihler İslâm toplumlarında bu ayrımın gerekliliği üzerine yazdılar, tartıştılar.
-Osmanlı Devleti bu geleneğin bir parçasıydı. Yaygın popüler kanının aksine, her devlet gibi belli bir kalıpla kurulmuş, çöküşüne dek de bu kalıba harfiyyen uymuş değildi. Halil İnalcık, Osmanlı tarihinin geçmişe uzanan köklerini de göz ardı etmeden, 600 yıl boyunca devlet ve İslâmiyet arasındaki değişken ilişkinin bir dökümünü bu kitapta sunuyor.

-Kutadgu Bilig’deki devlet anlayışından başlayarak, Uc’larda bir yanda gâzî beylerle, bir yanda dervişlerle başlayan kuruluş öyküsünü anlatıyor. Devlet kurumsallaştıkça Uc’ların, gâzîlerin ve dervişlerin önemlerini kaybedişini, bu arada yeni kurumların ve anlayışların yükselişini gözler önüne seriyor. Fatih Kanûnnamesi’yle örfün hukuk alanına resmen girişinin, ulemanın devlet yapısındaki diğer unsurlardan giderek ayrışmasının uzun zamana yayılmış öyküsünü ayrıntılarıyla sunuyor. 17. Yüzyılda Avrupa2daki tasfiyeci akımlarla aynı sıralarda ortaya çıkan selefî Kadızâdelilerin hem toplum hem de devlet ve İslâmiyet üzerindeki etkilerini mercek altına alıyor. 18. yüzyılda başlayan Batılılaşma eksenli modernleşme hareketinin Cumhuriyet’in kuruluşuna dek uzanan seyrini yekip ediyor. Osmanlıların kuruluş yıllarından beri süren Hristiyanlık-İslâm tartışmalarını da bu çerçevede
ele alıyor. ... ..
-... ..
-On dokuzuncu yüzyılda ictihad kapısının açılmasını savunan ulemâ ve düşünürler, İslâm hukukunun bu dinamik ilkesini en geniş bir şekilde uygulamaya yöneldiler. Bilindiği üzere özellikle icmâ’ istihsân ve istislâh ilkelerini savunan ulemâ, Osmanlıların resmi mezhebi olan Hanefi mezhebine mensub idiler. Osmanlı fak^îhi Muhammed el-Fenâri , istislâh ilkesini genişleten ulemâ arasında sayılır. İstihsâna bir misâl vermek gerekirse, Osmanlı şeyhülislâmı Ebudsuûd, 16. Yüzyılda Osmanlı toplumunda yaygın olarak yerleşmiş para vakıflarını onaylamıştır. Bunu yaparken onun gerekçesi binlerce fakir insanın, ulemânın, öğrencinin ve imaretlerin bundan yararlandığı ve para vakfının kaldırılması halinde Müslüman toplumunun bundan büyük zarar göreceği idi. Böylece, toplumun faydası ilkesi, para vakıflarının Şerîat’ce onaylanmasında kullanıldı. Oysa Hanbeli mezhebinde bir âlim, Mehmed Birgivî , para vakıflarının ribâya bulaştığı ve dolayısıyla Şerîat’a aykırı olduğu gerekçesiyle şeyhülislâma şiddetle saldırdı. Verdikleri hükümlerde ve islâhatönlemlerinde çoğu Osmanlı hukuçusu ve bürokratı, toplumun ve devletin ihtiyaçlarına yanıt vermek için her zaman istihsân prensibine, yani Müslüman cemaatinin genel menfaati ilkesine başvurmuştur.Kısacası, özellikle Müslüman toplumun ihtiyaçları söz konusu olduğunda, bizzat ulemâ açıkça, İslâm hukukunun  bu gelişmeci ilkesine bağlı kalmışlardır.
-... ..

Hükûmet, Gülhane  Hattı’nda yer alan prensipleri, büyük toplantılar tertip ederek halka duyurmaları için vilayetlerdeki memurlara emirler gönderdi. Balkanlardaki bazı bölgelerde köylüler, reformların neticelerini görmek hususunda o derece sabırsızlık gösterdiler ki , çok tehlikeli hareketlere giriştiler. Tanzimat’ın üzerlerindeki vergi yüküne herhangi bir acil çözüm  getirmediğini gören Niş civarındaki Bulgar köylüler – meselâ hâlâ angaryaya maruz idiler-, kendi soylarından daha küçük eşrafın idaresinde ayaklandılar. Ayrıva, 1849-1850’de Viidin bölgesinde patlak veren isyanlar çok tehlikeli bir hâl aldı. Bu bölgedeki zirai toprakların çoğu, esas olarak devletin kendi (mîrî) topraklarıydı. Fakat mahalli müslüman ağalar, bu toprakları kiralamak hususunda husısî haklara sahip iidiler; gerçekte ise buraları kendi malik3aneleri olarak tasarruf etmekteydiler. Halkın taleplerini red ve mahallî kuvveti (başıbozuklar) teşkil eden ağalar, asilere karşı hücuma geçtiler ve mücadeleyi sona erdirmek için düzenli hükûmet kuvvetleri istediler. İstanbul’daki Meclis-i Vâlâ, mevcut idare meclisini lağvederek, ilk defa, Hristiyan köylülelere devlet topraklarını bizzat kiralama hakkı tanıdı. Bununla beraber, bu radikal kararları uygulamanın imkânsızlığı ortaya çıktı ve durum bundan sonra da pek değişmedi. Anadolu’da da benzer tepkiler meydana geldi. Meselâ, Ankara yakınındaki Bâlâ âyanları, Meclis’i Vâlâ’dan önceki vergilerden kurtulmak için köylüleri angarya olarak çalıştırmayı ve hükûmete karşı ayaklanmaları için halkı kışkırtmayı sürdürdüler. Buradaki farklılık, Müslüman halkın, son derece mahallî ulema ve âyanların nüfuzu altında olmasıydı; hâlbuki Balkanlardaki Hristiyan tebaa, isyan hâlet-i rûhiyesi içinde bulunan milliyetçi liderlerin nüfuzu altında bulunuyordu. ... ..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder