18 Mart 2020 Çarşamba

itiraf *

“... .. dedeniz Ebülfeth Mehmet Han’ın uleması buna meyilliydi.” ... ..
 “... .. her tartışmanın bir kaybedeni olacaktır.Her bireri yüz yılda bir gelen ve adları devletin iftiharı olan ulema arasında bu kaybedenler çoğalmaya, meclisten evine incinmiş, kırılmış, gücenmiş olarak gitmeye başladılar. Ve nefisler devreye girdi ve bilimin gereği olarak düşünülmesi gereken mağlubiyet duygusu sosyal hayata yansıdı. Özellikle de sesler yükseltilip fikirde ısrar artınca dedenizin tartışarak ilim  arayışı, maalesef, ilimde kendisini mağlup eden meslektaşlara husumet ve kıskançlık olarak yansıdı. Devrin kitaplar yalayıp yutmuş koca koca alimleri ilim tarihine şeref olacak o adamlar özgüvenlerine karşı kibirlerini, tevazularına mukabil bilmişliklerini öne çıkardılar. Dedenizin kurduğu ilmiye silkindeki rekabet sistemi sağlıksız çalıştı ve maalesef bazıları idari yahut bilimsel liyakatten çok dedenizin gözüne girip yükselebilmek, önemli mevkiler elde edebilmek için rakip kabul ettikleri kişilerin aleyhinde dolaplar çevirmeye başladı. Bilimsel alanın kendisine göre bir hiyerarşisi, bir sıralaması vardı ve bu kırgınlıklar bazı atamaları etkiledi. İlim adamları arasında kamplaşma olur mu? Oldu! Bir makama gelmek, özellikle de Sahn müderrisliği gibi ilmiye mesleğinin  en yüksek dercesine ulaşabilmek elbette zordu ama onu elde tutmak daha da zor olmaya başladı. İlişkiler, yandaşlıklar devreye girdi. Ulemayı birbiriyle kıyasıya mücadeleye sürükleyen  bu sistemin kurbanı da üstadım Molla Lütfi oldu.”
... ..
“Herkesin içinde fıtrattan gelen bir fikri vardır; kimisinde nefis, kimisinde iman ile şekillenir. Nefisle benlik duygusu bir araya gelince yönetme şehveti doğar. Yönetme şehvvetibütün şehvetlerden ötedir. Bir bebekten krala kadar herkeste görülen yönetmek içgüdüsü iyi kullanılırsa nimet olur ama nefis araya girer de kötü harcanırsa hüsran yaratır. Bu duygu herkesin içinde vardır. Bu yüzden kimisi ailesini, kimisi çevresini, kimisi muhitini, kimisi de devleti yönetmek için çırpınır, çaba harcar. Bir kez bu şehvete yakalananlar zamanla kendini vazgeçilmez hissedip uğruna her türlü yolu mübah göreceklerdir.”... ..   vasıtasıyla sarayın devlet kurumlarıyla olan ilişkilerini öğrendim. Bilhassa cemaatlerdikatimi çekti ve onları ifsat ederek gemiyi delme fikrine kapıldım. Büyük Kartal ilmi ve âlimleri, sanatı ve sanatçıları destekliyor, hatta bizzat elleriyle bilim ve sanat meclisleri düzenliyor; askeri ve askerliği önemsiyor, topçuluk ve ateşli silahlara yatırım yapıyordu ama nedense cemaatlere fazla itibar etmiyor, bu
konuda duyarlılık gösteriyordu. Ona göre cemmaat veya tarikatların merkezi otoriteye müdahalesine asla müsamaha gösterilemezdi. Toplumsal hayatı düzenlemek devletin işiydi. Tarikat idaresinde esas olan müridin mürşidine kayıtsız şartsız bağlılık göstermesi fikri, devlet erkini kullanan insanlar arasında sıkıntılar doğurabilirdi. Bunun için tarkatları mümkün olduğunca şehrinden uzak tutuyordu. Şeyh Vefâ’ya muhabbet besliyor, Hacı Bektâş-ı Velî’ye nispetle Bektaşilik ve Mevlânâ’ya nispetle de Mevleviliğe sempatiyle yaklaşıyor, diğerlerini  -meselâ Ömer el-Halveti’nin Halvetiyye’siyle Hacı Bayram-ı Velî’nin Bayramiyye’si- ötelemeyi tercih ediyordu. Devleti için dini cemaatlerin elbette önemi vardı, lâkin bunların devlet erkinde nereye kadar bulunabileceklerini, nereden sonra baş belâsı kesilebileceklerini iyi hesap ediyordu. Sonuçta gönül sultanı olmakla mülkün sultanı olmak arasında iki kimliğinin birbirine karışmasına fursat tanımıyordu. Mesleki liyakatle tarikat mensubyetini karşı karşıya getirmemek gerektiğini düşünüyor ve buna muhalif bir uygulamaya asla müsaade etmiyordu.Tekkeler ve  zaviyelerin halkın terbiye veya irfan mekânları olarak yaşamasına zemin hazırlıyor, maddi veya manevi güce dönüşmesine başlamasını ise tehlikeli addediyordu.... ..
... .. Anladım ki yönetmeye talip olanlar bir müddet sonra popohlanmaya ve övülmeye muhtaç hale geliyorlardı. ... .. Yakınında dalkavuklar bulan hekesin erinde geçinde kendini vazgeçilmez görmesi benim en sıradan zaferimdi. ... ..

... .. Aşere büyüdükçe sorunlar da büyüdü. Yönetim, para, güç ve elbette tatbikat... Çardak altında konuşulanlara kulak verince yeni gelenleri iki kategoride tanımlayabiliyordum. Birinciler, yalnızca menfaat ve beleş yiyip içme adına burada toplanan serseri ve ayak takımı, bunlar hayli çoktu; ikinciler ise daha kolay tartışabilecek bir mekân arayan inançsız veya dehrî takımıydı. Şehirde onca müderris veâlim varken üstadı tercih etmelerinin sebebi bu özgür tartışm ortamıydı. İçlerinden bazıları birkaç kez dinledikten sonra kendi imanlarından şüpheye düşüyor ve yol sapıtıyorlardı. İçlerinde namazı, orucu bırakanları bile görmüştüm. Gerçi üstad iman meselelerini akıl ve felsefeyle yorumlarken asla bir inkâr içinde olmuyor ama kendisini dinleyenler aynı bilgi veya iman seviyesinde olmadıkları için duyduklarını kıt akıllarıyla yorumlayıp şüpheye düşüveriyorlardı. Sonra da inkâr...
Aşere büyüyordu ve o büyüdükçe gücüm büyüyordu. Kendimi yenilmez ve her şeye kadir hissetmeye bile başladım. Üstadın bile akıl danıştığı, yapacaklarını paylaştığı zamanlardı. Aşere İstanbul dadilden dile dolaşıyordu. Mensuplarımız halkın gözüne batacak işler yaptıkça ben de göz yumuyor, gücümüzün görülmesini istiyordum. ... .. Topluma dalgalandıracak eylemler işe yarar, ortamı kargaşaya hazırlardı. Ne de olsa Bayezid devrindeydik. Ve nihayet bir Cuma günü namaz vaktinde herkesi meyhanade toplamak aklıma geldi. Yine üstadın haberi olmadan elbette. Herkese haber saldım ve Tahtakale’de yeni kurulan bir koltuk meyhanesini adres gösterdim. Niyetimiz herkes cumadayken orada afyon ve şarap çekip kendimizden geçmekti.  ... .. Kendimizi daha güçlü ve dokunulmaz hissederek. Böyle günler haftalara, haftalar aylara eklendi ve halkın homurtusu artmaya başladı.... .. .. bu arada da ulema ve cemaatler arasındaki rekabet ve çekişmeleri körüklemeye devam ediyordum. .. .. Paranın ve bilginin yönetimi bende olduğu müddetçe de böyle devam edeceğini düşünüyordum. Yanılmışım, günün birinde... ..  yanına ggidip geldiğim cilveli bir fahişe vardı. ... .. şarap testisiyle birlikte karanlık çökünce Hipodrom’a gelmesini, yanımda birisi olacağını söyledim. Saferşah ile Forum Konstantin’de buluştuk. Konuşa konuşa Atmeydanı’nda Hipodrom kalıntıları arasına kadar ilerledik. Kadın bizi görünce meseleyi anlamıştı. Cilvelenmeye başladı. Saferşah’ın dikkatini çekince de iş kolaylaşıverdi. Geriye asesslere haber salıp Hipodrom harabeleri arasında sarhoş ve uygunsuz vaziyette iki kişinin olduğunu ihbar etmek kalıyordu. ... ..
Onu inandırmak için bu sefer de çardak altına gelen acemi gençlere dinle alâkalı sorular verip bunları üstada sormalarını söylemeye başladım. Her zamanın bilindik sorularıydı:
            “Erkekler için cennette huriler varda kadınlar için Nuriler neden yok? Kur’an neden başka bir memlekette değil de Hicaz’da, neden başka bir dilde değilde Arapça indirilmiş? Allah herkesi neden Müslüman yatratmamış?Namazda neden kadınlar ellerii göğüslerinde, erkeler göbeklerinde birleştirir? Namazı oluşturan beden hareketlerinde değişiklik yapılamaz mı, sözgelimi ... .
... .. o sırada Bayezid Sultan’ın Kirli İzabel ile Şarlken’in elinden kurtardığı İspanya Yahudileri şehre yeni gelmişti. Yeni bir kılıkla onların arasına karışırsam bir müddet rahat ederim diye düşündüm... ..
... ..
... .. ve söz sona erdi. Artık hakkını helâl eyleyesin!
Sultan ile bir müddet bakıştılar. İkisinin de gözlerinde hüzün vardı. Ve Akbaba başkasının cüret edemeyeceği bir samimiyetler sordu:
“Devletinle bin yaşa ey sultan; imdi Eğribozlu bu körün sana bir tavsiyesi olsa dinker misin?”
“Elbette efendi dinlerim!”
“Zinhâr, zulmetmeyesin, kul hakkına girmeyesin. Gemin hiç batmasın. Lâkin bunun için dikkatli  ol. Ben inanıyorum ki bir devletin çöküşü ulemasının yahut şeyhlerinin yoldan sapmasıyla olur. Ulema yahut şeyhlerin hırslarına yenik düştüklerini görürsen derhal tedbir neyse yap. Aksi takdirde hırsın sonu devlete de sahip olasıya kadar uzanacak ve ilim de iman da dünya nimetine feda olacaktır. Unutma ey sultan kişiler, zaman ve mekân değişir ama hikâye hep aynı kalır.”
Yavuz Sultan Selim düşündü. Dediklerine hak verdi. Karşısındaki adama yüreği acımıştı. Bunca zekâ ve kurnazlık ile geçen ömrünü düşündü. Sordu:
... ..

... .."Hayır ey sultan!  İtirafım, şimdi bunların üçüne de pişman olduğumdur. Senin soyun ve milletin devam ettikçe her kim Molla Lütfi gibi bir alimin katledilmesini, çağının dünya üzerindeki en değerli uleması sayılacak insanların ihtiras yarışını yahut Konstantinopolis fatihi dedenin zehirlenerek öldüğü şüphesini konuşsa, benim ruhum azap duyacak.” ... ..


*itiraf & İskender Pala

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder