13 Mart 2022 Pazar

Çankaya*


.. 1894’de Selânik’te Sivil Rüştiye (ortaokul) mektebine girdi. Fakat orta öğretimini burada tamamlamak kısmet olmadı. Aynı zamanda müdür yardımcılığı yapan ve kendine Kaymak Hafız denen matematik Hocası Hüseyin Efendi bol dayak atan sert bir kimse idi. Atatürk dedi ki:

-Berbat bir adamdı. Ondan çok korkardım. Beni döverse ne yaparım diye düşünürdüm. 

Nitekim sınıf arkadaşlarından biri ile kavga ettiği sırada Kaymak Hafız’ın  eline düştü. İnsafsızca dayak yedi, kan içinde kaldı ve bu yüzden okuldan çıktı.

Komşulardan Kadri Bey adında bir binbaşının oğlu Ahmet Askeri Rüştiye'ye gidiyordu. Onun asker esvabına imrenen Mustafa ile aynı okula gitmek, sokakta gördüğü üniformalı subaylar gibi olmak hevesine kapıldı. Anasını yokladı. Hiç de asker olması taraftarı değildi. O kimseden habersiz kabul imtihanlarına girdi ve sağladığı başarı ile kendisini öğretim süresi dört yıl olan rüştiyenin üçüncü sınıfına aldılar. Zübeyde Hanım olup bitene boyun eğmek zorunda kaldı. Arkadaşları arasında hemen kendini göstermişti. Matematiğe bilhassa meraklı idi: “Az bir zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki daha çok bilgi edindim. DErsler üstünde problemlerle uğraşıyordum. Yazılı sualler hazırlıyordum. Matematik hocası da yazı ile cevap verirdi. Hocamın adı Mustafa idi. Bir gün bana, “Oğlum senin adın Mustafa, benim de. Bu böyle olmaz. Arada bir fark bulunmalı. Bundan sonra senin adının sonuna bir Kemak ekleyelim,” dedi. O günden beri adım Mustafa Kemal’dir. Hoca sert bir adamdır. Sınıfta birinci ikinci tanımazdı. … ..

… ..

Mustafa Kemal 1898 yılı başında asker Rüştiyesinden sınıf dördüncüsü olarak diploma aldığı vakit on beş yaşındaydı. … ..

… .. Son sınıf imtihanlarına “mümeyyiz” olarak gelen Hasan Bey adında bir kurmay, Mustafa Kemal’e idadi öğrenimini nerede yapacağını sormuş. İstanbul’a gitmek istediğini söyleyince:

-Hayır, demiş Manastır’a gidin. Daha iyi yetişirsiniz.

Üç arkadaşı ile Manastır’a gitti. … ..

… ..

… .. 19’uncu asırda en büyük savaşımız 1877-78 - Rusya harbi olmuştu. Ruslar İstanbul kapılarına kadar gelmişlerdi. Mustafa Kemal henüz doğmamıştı. Fakat Manastır asker lisesinde o yıkıcı bozgunun sebeplerini öğrenmeye büyük önem vermiş idi. Manastır çevresinde Sırp ve Bulgar çeteleri dağa çıkmakta, Türk köylerini basmakta idiler. Mustafa Kemal’in içinde ilk defa bu lisede vatan kaygısı düştü. Topraklarımız üstünde ağırlaşan tehlike havasını içinde duyduğu sırada 1897 Türk-Yunan Savaşı çıktı. “Gençliğimin en heyecanlı günlerini yaşadım. Küçük yaşıma bakmayarak gönüllüler arasına katılma istiyordum.”

Gençler davul zurna sesleri arasında ellerinde bayraklar ile cepheye koşuyorlardı. Aralarında bıyıkları henüz terleyen çocuklar da var. Bazı arkadaşlarının anlattıklarına göre o da arkadaşlarından biri ile okuldan kaçtı. Katılacakları bir kıta ararken gece vakti bir kapı önüne geldiler. Mustafa Kemal kapı tokmağını vurdu. Kapıyı açan kadın sesini çıkarmadan içeri çekildi. Sonra lâmbayı gençlerin yüzüne tutarak:

-Mustafa sen burada ne arıyorsun? dedi.

BU selânişk’te uzun müddet kalmış, Zübeyde Hanım’ı tanıyan bir Bulgar kadını idi. Mustafa’yı içeri alarak:

-Nereye gidiyorsun? dedi.

-Cepheye,... Yunanlılarla çarpışmaya…

Kadıncağız güçlükle Mustafa Kemal’i kararından vazgeçirebildi.

… ..

Mustafa Kemal 13 Mart 1889’da Pangaltı’da harp okuluna girmiştir.

… ..

Ortam

Mustafa Kemal Makedonya’da doğdu ve büyüdü. Makedonya on yedinci asrın sonlarına kadar Viyana kapılarına doğru giden Osmanlı Ordularının fetih destanları havasında idi. Makedonya’ya yerleşen Türklerin bir adı da “Evlad-ı Fatihan”, “Fâtihlerin Çocukları” dır. On yedinci yüzyıldan beri Batı yeniçağa ulaşma yolundadır. Osmanlı İmparatorluğu Cermen ve Islav akınları önünde ülkeler kaybetmiştir. Büyük Petro Rusya’yı batı medeniyet düzeni içine sokmuştur. Osmanlı Devleti, Batı önünde bu çekilişinin ana sebebi üzerinde esaslı durmamıştır. Medrese Ulum-i akliye denen müsbet ilimlere büsbütün kapılarını kapatmıştır. Devlet zayıfladıkça, eskisi gibi doyumluk ve ulufe alamayan Yeniçeriler büsbütün disiplinden çıkarak ikide birde kazan kaldırır, Padişah indirir, vezir boğdurur, yeni deyimiyle sık sık “taklib-i (hükümet devirme) krizleri ile iç huzuru büsbütün bozucu olmuşlardır. 

On sekizinci asrın ortalarından beri kurtulmak için Batı sistemi bir ordu ve düzen kurmayı düşünenler olmuşsa da çoğu seslerini bile yükseltmek cesareti gösterememişler, Müslüman halk yığınlarını ve iktidarları baskısı altında tutan medreseden yetişme gittikçe daha düşük , daha dar kafalı ve “müteassıp” ulema takımı ise herhangi bakımdan Batı’ya benzemeyi ve uymayı “küfür” saydığı için, Üçüncü Selim gibi, yeniçeriler yanında bir de “Nizam-ı Cedit” denenbatı sistemi ordu kuranlar da boğazlanmışlar (1808) ve kurdukları ordu dağılmıştır.

Yabancı dil öğrenmek günah sayıldığı için dış politika hıyanetleri Osmanlı topluluğundan ayrılmak isteyen ve Fenerli denen Rumların elinde idi.

1808’de Fransız ihtilâli milliyetçilik ve hürriyet ülküsünü çoktan yaydığı için , Avrupa’nın kapı eşiğindeki imparatorluk Hıristiyanları da uyanmışlardı. Bilindiği üzere Türkler , İspanyolların yaptığı gibi kendi dinlerinden olmayanları öldürmemişlerdir. Bu bir yandan, İslâm dininin kitap ve peygamber sahibi öteki dinlere karşı toleransından, bir yandan da Müslüman olmayanlar haraca bağlandığı için  Hıristiyanların belli başlı vergi kaynağı olmalarından ileri gelir. … ..

… ..Cermen ve Slav akınları ve büyük batı devletlerinin baskısı altında Romanya elden çıkmış, Sırbistan ve Yunanistan bağımsızlık yolunu tutmuş, devletin zaafını sömüren bir vali, Mehmet Ali Paşa, devletine baş kaldırarak Mısır’ı hükmü altına almıştır.

Sonunda Yeniçeriliği İkinci Mahmud, kabristanlardaki mezar taşlarına kadar kırarak kaldırmış, bir yeni ordu kurmuştu. Padişah tarafından Türkiye’ye çağrılan Prusya subayları arasındaki Moltke, 7 Nisan 1836’da Beyoğlu’ndan yazdığı mektubunda Osmanlı imparatorluğunun durumunu şöyle anlatmaktadır:

“Uzun zaman Avrupa ordularının görevi, Osmanlı egemenliğine set çekmekti. Bugün ise Avrupa politikasının tasası bu devletin kendi varlığını koruyabilmesidir. İslâm’ın batının büyük bir kısmını hükmü altında tutacağından haklı olarak korkulduğu devir artık geçeli pek çok olmamıştır. Hıristiyanlığın asırlardan beri kök saldığı ülkeler, Havarilerin klasik toprağı, Korinth ve Efes, Nikomedya, İskenderiye, Sinodlar ve kiliseler şehri İznik, Hıristiyanlığın beşiği ve İsa’nın mezarı, Filistin ve Kudüs, hepsi önce Müslümanların, sonra Türklerin ellerine geçmiştir. Müslümanlar Avrupa’nın bütün şövalyelerine karşı mukaddes toprakları savunmuşlardı. Roma İmparatorluğunun uzun ömrüne son vermek ve 1000 yıldan fazla zamandan beri İsa ve Aziz’lerin  kullandığı Ayasofya Kilisesi’ni cami yapmak onlara kısmet olmuştur. Türkler, Steiermak ve Salzburg’a kadar ilerlemişlerdi. O zamanki Avrupa’nın en başta gelen hükümdarı başkentinden kaçmış, nerede ise Viyana’daki Stephan Kilisesi’de Bizans’daki Ayasofya gibi bir cami olacaktı. … ..

Düşman 18 Mart donanma saldırısında başarısızlığa uğraması üzerine karadan zorlama yapmak üzere Boğaz dışındaki adalara yığınak yapmaya koyulmuştu. Bu haber alındıktan sonra 22 Mart 1915’te Çanakkale bölgesinde beşinci ordu kurulmuştur. Bütün kuvvetler ordu emrinde idi. Ordu on beşinci kolorduyu Maydos çevresinde bırakarak19’ncu tümeni 19 Nisan’da yedek alarak Biga’ya geldi. 25 Nisan 1915’te tanyeri ağarırken Arıburnu ve Seddülbahir bölgesine ilk düşman birlikleri çıktı. Arıburnu’na çıkan kuvvet gözetleme taburunu püskürterek  sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerledi. Burada arkadan koşup gelen 27 nci Türk Alayı ile karşılaştı. Düşman çıkarmasını haber alan Mustafa Kemal Conkbayırı yönünde yürüyen düşmana karşı ordudan emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine vardı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme vererek, atla gidemediği için yanındakilerle yaya olarak Conkbayırı’na geldi. Orada cephaneleri bittiği için çekilen ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı:

-“Niçin kaçıyorsunuz?” dedim.

-Efendim düşman…

-Nerede düşman?

-”İşte...”, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Şimdi durumu düşünün. Askerlerimi dinlenmeleri için bırakmıştım… Düşman da bu tepeye gelmiş… Düşman bana benim askerlerimden daha yakın. Düşman benim bulunduğum tepeye gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O zaman, bir mantıkla mıdır, yoksa bir iç güdü ile mi, bilemiyorum, kaçan erlere:

-Düşmandan kaçılmaz , dedim.

-Cephanemiz kalmadı, dediler.-Cephaneniz yoksa süngüm üz var, dedim.

Ve bağırarak:

-Süngü tak, dedim. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na  doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel bataryasının erlerini marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldırdım. Erler yere yatınca düşman da yere yattı. Kazandığımız an, bu an’dır.

Düşman ne yapacağına karar verinceye kadar 57’nci alay Conkbayırı’na yetişti. Mustafa Kemal alayı hemen saldırıya geçirdi. Arkasından 19’uncu tümenin öteki alaylarını da Arburınu’na yöneltti. Daha önceden orada tutunmuş olan 27’nci alayı da emrine alarak saldırıya daha çetinlik verdi. Savaş gecede sürdü ve düşman kıyının son sırtlarına kadar geri atıldı. Böylece Gelibolu yarımadasının en önemli bir parçası olan Kocaçimen platosunun elden çıkmaması sağlanmış ve Çanakkale savunuşunun temeli atılmıştır. Mustafa Kemal o gün, Arıburnu kuvvetleri komutanı olarak verdiği emirde şöyle diyordu:

 “Size ben saldırı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvet alabilir. … .. 

… ..


... ..

… .. 1 Haziran 1915’te Mustafa Kemal albaylık rütbesine yükseldi. 

Yeni kuvvetler getiren düşman Conbayırı-Kocaçimen hattına saldırıp buraları aldıktan sonra Kabatepe-Maydos hattına ilerleyerek Türk ordusunun İstanbul’la bağını kesmek, geri kalan kuvvetlerle Anafartalar’a çıkarak burasını hareket üssü yapmak istedi. 6/7 Ağustos gecesi Arıburnu kuzeyinde ve Anafartalar’da çıkarma başladı. Arıburnu’ndan 20 bin kişilik kuvvet Kocaçimen’i almak için ilelediler. Buradan üç kolla Conkbayırı ve kuzeyine doğru yürüdüler. 7 Ağustos sabahı Conkbayırı-Kocaçimen bölgesinde ciddi bir tehlike baş göstermiştir. Çünkü bu hat düşmanın eline geçerse Gelibolu yarımadası  düşebilirdi. En yakın tehlikede olan Mustafa Kemal’in on dokuzuncu tümeni idi. Etraftan yardım gelinceye kadar Mustafa Kemal elindeki son yedek kuvvetini de Conkbayırı’na göndererek burasını 7 Ağustos’a kadar tuttu. O sırada durumun önemini kavrayan ordu komutanlığı Anafartalar adı ile bir grup kurmuş ve Albay Fevzi’yi tayin etmişti. Conkbayırı’nda durumun çok kritik olduğunu gören Mustafa Kemal “sevk ve idare”nin bir elde olması gerektiğini anlatmaya çalıştı: “Daha bir anımız vardır. Onu da kaybedersek umumî bir felâkete uğrama ihtimali büyüktür” diyerek ordu komutanının dikkatini çekti. Bana anlattığı hâtıralarında şöyle demişti: “Durum buhranlı ve çok tehlikeli idi. Başkumandan vekili Enver Paşa’ya kadar doğrudan doğruya yazmak zorunda kaldım… ..

… ..

… ..

Din ve Devrimler

… .. Sivil okulla medrese ve camii birbirine düşmandı. Halk yığınları ise camiye bağlı idiler. Batı medeniyetçiliği, daima pek küçük bir azınlığın malı kalmıştı.

Kemalizm, aslında büyük esaslı bir din reformudur. Tanrı, bir peygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle, hatta Kur’an’ın bir ayetindeki emrini başka bir ayette kaldırmakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Fıkıh’ta buna nesih* diyoruz. Muhammed, son peygamber olduğuna göre, O’ndan sonra nesih hakkı insana kalmıştır. Onun için İslâm bilginleri, “zamanla hükümlerin değişeceği” içtihadında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal’in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı.

İslâm’da bütün şer’i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahreti ilgilendirir ki ibadetlerdir: Oruç, namaz, hac, zekât! İkinci bölüm: dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikâh ve aileye ait hükümlerle muamelât denen mal, borç, dava ilişkileri ve ukubat denen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır. 

Kaldı ki insan aklı nesih hakkını farzlar üzerinden de götürebilir; zekât, kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mirasıdır. Hac, Kâbe’den faydalanan Mekkelilerin Müslümanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiçbir yabancı Müslüman halkı buna zorlanamaz. Namaz şekli de iskemle olmayan entarili bir halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak eden hijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kılıyoruz? Camiin dışında olduğu için! Bugünkü hijyen anlayışına göre camiin içi ile dışı arasında fark yoktur.

Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakârların sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk’e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra sıra namaza sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kur’an meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi geçikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağından da şüphe yoktu.

... ..
... ..






*NESİH - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)



*Çankaya & Falih Rıfkı Atay

Pozitif Yayınları


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder