14 Nisan 2018 Cumartesi

Akra’da Bulunan Elyazması *


-1945 yılının Aralık ayında kendilerine dinlenecek yer arayan iki kardeş, Yukarı Mısır’da, Hamra Dom bölgesindeki bir mağarada papirüslerle dolu bir testi bulurlar. Kanun gereğince yetkilileri uyarmak yerine papirüsleri birer birer antika pazarında satmaya karar verirler, böylece hükümetin dikkatini çekmeyeceklerdir. Anneleriyse “kötü güçler”den korkarak yeni keşfedilen papirüslerin bir kısmını yakar.
-Ertesi sene, tarihe geçmeyen sebeplerle, kardeşlerin arası açılır. Durumu malum “kötü güçler”e yoran anneleri elyazmalarını bir papaza verir, papaz da aralarından birini Kahire’deki Kıpti Müzesi’ne satar. Burada papirüsler bugüne kadar sahip oldukları ismi alırlar: Nec Hemmadi Elyazmaları (bulundukları mağaranınen yakınındaki kasabaya atfen). Müzenin uzmanlarından, dindar bir tarihçi olan Jean Doresse,  keşfin önemini anlar ve 1948’de yayımladığı bir makalede el yazmalarından ilk kez bahseder.
-Diğer elyazmaları da birer birer karaborsaya düşer. Mısır hükümeti çok geçmeden bu keşfin önemini idrak eder ve elyazmalarının ülkeden dışarı çıkmalarını engellemeye çalışır. Mısır’da 1952’de yapılan darbeden kısa bir süre sonra elyazmalarının büyük Kahire’deki Kıpti Müzesi’ne teslim edilir ve ulusal miras ilan edilir. Aradan sıyrılan tek bir metin, Belçika’daki bir antikacıda ortaya çıkar. New York’ta ve Paris’te defalarcastılmaya çalışılır ve sonunda 1951’de Carl Jung Enstitüsü tarafından satın alınır. Ünlü psikanalistin ölümüyle birlikte, artık “Junk Kodeksi” diye anılan el yazması  Kahire’ye geri getirilir.  Bine yakın sayfadan oluşan Nec Hemmadi Elyazmaları bugün Kahişre’de bir arada bulunmaktadır.
-Bulunan papirüsler Hıristiyanlığın ilk yüzyılı ile MS 180 arasında yazılmış metinlerin Yunanca çevirileridir ve günümüzdeki İncil’de bulunmadıkları için “apokrif metinler” diye anılan metni meydana getirirler.
-Peki neden böyle olmuştur?
-MS 170 yılında bir grup piskopos, ‘Yeni Ahit’i oluşturacak metinleri seçmek amacıyla bir araya gelir. Ölçütleri basittir. Dönemin sapkınlıkları ve mezhepsel ayrılıklıklarıyla mücadele etmeye yarayacak her şey
‘Yeni Ahit’e dahil edilecektir. Kendilerince Hristiyanlığa uygun gördükleri metinleri mektupları seçip toplayarak ‘Yeni Ahit’i oluştururlar. Piskoposların bu buluşmasından ve kitap listesinden , pek bilinmeyen Muraton Kanonu’ndan bahsedilir. Nec Hemmadi’de bulunanlar gibi diğer kitaplarsa kadınlarla ilgili metinleri içerdikleri (Mecdelli Meryem İncili gibi) veya İsa’nın mukaddes görevinin bilincinde olduğunu belli ettikleri, dolayısıyla da ölümünü daha az ıstıraplı ve sancılı kıldıkları için ‘Yeni Ahit’in dışında bırakılır.
-1974 yılında Sir Walter Wilkinson adlı İngiliz  arkeolog, Nec Hemmadi yakınlarında diğer bir el yazması bulur; bu elyazması Arapça, İbranice ve Latince olmak üzere üç dilde yazılmıştır. Bölgede bulunan eserlere dair kanunları bildiğinden metni, Kahire Müzesi’nin Antik Kalıntılar Bölümü’ne gönderir. Çok geçmeden yanıt gelir: Dünyada bu metnin en az 155 nüshası dolaşmaktadır (üç tanesi de müzededir) ve bütün nüshalar birbirinin aşağı yukarı aynıdır. Organik malzemelerden alınınan verileri analiz etmeye yarayan Karbon 14 testi sonucunda, papirüsün nispeten yeni olduğu ortaya çıkar; büyük ihtimalle Hıristiyanlığın 1307. Senesinde yazılmıştır. Metnin Mısır toprakları dışındaki  Akra şehrinde yazılmış olduğu kolayca tespit edilir. Böylece ülkeden çıkarılması için herhangi bir engel kalmaz ve Sir Wilkinson elyazmasını İngiltere’ye götürmek için Mısır Hükümeti’nden izin alır.
-1982 Noeli’nde Galler’deki Portmadog kasabasında Sir Walter Wilkinson’un oğluyla tanışmıştım. Babasının bulduğu elyazmasından bahsettiğini hayal meyal hatırlıyorum; ama ikimiz de konuya fazla önem vermemiştik. Aradan geçen yıllar boyunca samimi bir arkadaşlık kurduk ve kitaplarımı tanıtmak için ülkesine seyehat ettiğimde birkaç kez daha görüşme fırsatı bulduk.
-30 Kasım 2011’de, tanıştığımızda bahsettiği metnin bir kopyası eelime geçti. Şi,mdi siclere aktaracağım.
“Artık Yaşamımın Sonuna Geldim”
-Yazmaya şöyle başlamayı çok isterdim:
“Artık yaşamımın sonuna geldim, dünyayı arşınlarken bütün öğrendiklerimi benden sonra geleceklere bırakıyorum. Umarım faydasını görürsünüz.”
-Ama böyle demem ne yazıalmışlardık ki mümkün değil... ..
-Ailemiz için bugünün tarihi 14 Temmuz 1099. Kudüs şehrinin sokaklarında birlikte oynadığımız çocukluk arkadaşım Yakub’un ailesi içinse 4859; Yakub, Yahudi dininin benimkinden daha eski olduğunu söylemeye bayılır. Hayatını artık sona yaklaşmış bir tarihi kaydetmeye adamışolan saygıdeğer İbn el-Esir içinse 492 senesi bitmek üzere. Ne tarihlerimiz ortaktır ne de Tanrı’ya tapınma biçimimiz; ama bunlar haricindebirbirimizle gül gibi geçiniriz.
-Geçen hafta komutanlarımız bir araya geldi ve Ferenk askerlerinin bizimkilerden çok daha üstün ve donanımlı olduğu kanaatine vardılar. Herkesin bir seçim yapması şart koşuldu: Ya şehri terk edeceğiz ya da yenileceğimiz kesin olmasına rağmen ölünceye kadar savaşacağız. Halkın çoğunluğu şehirde kalmayı seçti.
-Müslümanlar, şu anda Mescid-i Aksa’da toplanıyor, Yahudiler, askerlerini Mihrab-ı Davud’da bir araya getiriyor; birçok mahalleye yayılmış olan Hıristiyanlarsa şehrin güney kısmını savunmakla yükümlüler.
-Şimdiden dışarıdaki saldırı kulelerini görebiliyoruz; gemilerden özenle sökülmüş tahtalardan yapılmışlar. Hareketliliğe  bakılırsa düşman askeleri yarın saldırıya geçecek; papa uğruna, şehrin “özgürleştirilmesi” ve “mukaddes arzular” adına kan dökecekler.
-Bu akşam, bin yıl önce Romalı Vali Pontius’un İsa’yı çarmıha germeleri için toplanan kalabalığa teslim ettiği meydanda, her yaştan kadınlı erkekli bir grup, hepimizin Kıpti adını verdiği Yunanlı adamı dinlemek için toplandı.
-Kıpti tyuhaf bir adam. Doğduğu şehir olan Atina’dan ilkgençliğinde ayrılıp para ve maceranın peşine düşmüş. Açlıktan ölmek üzereyken şehrimizin kapısını çalmış ve hoş karşılanınca yavaş yavaş yolculuğuna devam etmekten vazgeçmiş ve buraya yerleşmeye karar vermiş.
-Bir ayakkabıcıda iş bulmuş ve bütün görüp duyduklarını –tıpkı İbn el-Esir gibi- yarınlara aktarabilmek için aklında tutmaya başlamış.Hiçbir dine mensup olmaya çalışmamış, kimseler de onu, aksine ikna etmeye uğraşmamış. Ona göre ne 1099’dayız, ne 4859’da, ne de 492 yılının sonunda. Kıpti yalnızca içinde bulunduğu âna ve “Moria” denen varlığa inanır. Moria adlı esrarengiz tanrı, çiğnenmesi halinde dünyanın yok olacağı tek bir yasadan sorumlu İlahi Güç’ü temsil etmektedir.
-Kudüs’teki üç dinin başlıca temsilcileri Kıpti’nin yanındaydı. Komutanlarsa konuşma boyunca ortada görünmedi; çünkü bizim tamamen beyhude olduğuna inandığımız son hazırlıklarını tamamlamakla meşguldüler.
-“Asırlar önce bu meydanda bir adam yargılandı ve mahkûm edildi,” diye konuşmaya başladı Yunanlı adam. “Şu sağdaki sokakta ölüme adım adım ilerlerken bir grup kadının arasından geçti. Ağladıklarını görünce, “Benim için ağlamayın, Kudüs için ağlayın.’ dedi. Şimdi yaşadıklarımıza dair bir kehanetti bu. Yarından itibaren şu anda olarak gördüğümüz şey, ahenksizliğe dönüşecek.  Mutluluğun yerini matem alacak. Barışın yerine gelen savaş öyle uzun sürecek ki ne zaman sona ereceğini hayal bile edemeyeceğiz.”
-Kimse konuşmadı, çünkü orada ne yaptığımızı bilmiyorduk. Kendi kendilerini “Haçlı” diye adlandıran işgalcilere dair bir vaaz daha dinlemeye mecbur muyduk?
-Kıpti, içimize düşen şüphenin tadını çıkardığı uzun bir suskunluğun ardından anlatmaya koyuldu:
“Şehrimiz talan edilebilir ama burada öğrendiklerimizi silemezler. İşte bu yüzden, ilmimizin surları, evlerimiz ve sokaklarımızlaaynı kaderi paylaşmasına izin vermemeliyiz. Peki ilim derken neyi kastediyorum?
-Kimseden ses çıkmayınca konuşmayı sürdürdü:
“Yaşam ve ölüm hakkındaki mutlak hakikati kastetmiyorum; gündelik yaşamın karşımıza çıkardığı zorlukların üstesinden gelerek hayatta kalmamızı sağlayan şeyi kastediyorum. ... ..
-Kıpti şöyle devam etti:
“Ben okumuş bir adam olmama ve bunca yıldır antik kalıntıları toplamış, nesneleri tasnif etmiş, tarihleri toparlamış ve siyaset konusunda tartışmış olmama rağmen ne diyeceğimi pek bilemiyorum. Ama şimdi İlahî Güç’e yüreğimin arındırılması için yalvarıyorum. Sizler sorun , ben cevaplandırayım. Eski Yunan’da ustalar, bilgilerini böyle edinirlerdi; öğrencileri onlara daha önce hiç kafa yormadıkları konularda soru sorduklarında cevap vermeye mecburdular.”
-“Peki cevaplar ne işimize yarayacak?” diye sordu kalabalıktan biri.
-Kimileri söylediklerimi yazıya geçirecek. Kimileriyse sözlerimi aklında tutacak. Asıl önemli olan, bu akşam sizlerin dünyanındört bir yanına dağılarak duyduklartınızı yaymanız. Böyle yaparsanız Kudüs’ün  ruhu baki kalır... ve bir gün onu yalnızca bir şehir olarak değil, bilgilerin buluştuğu ve barışın yeniden egemen olduğu bir yer olarak tekrardan inşa edebiliriz.
-“Yarın bizi nelerin beklediğini hepimiz biliyoruz,” dedi bir başkası. “Nasıl barış yapabileceğimizi tartışsak ya da savaşa hazırlansak daha iyi olmaz mı?”
-Kıpti, bakışlarını yanındaki din adamlarının üstünde gezdirdikten sonra yeniden kalabalığa döndü.

-“Yarın bize neler olacağını kimse bilemez, çünkü her günün iyisi ve kötüsü aynı gün içinde olup biter. Öyleyse dışarıdaki askerleri ve içinizdeki korkuyu unutun. Bugün olup bitenleri, bu toprakların miras kalacağı kişilere biz anlatmayacağız; bu sorumluluk tarihe aittir. Biz gündelik yaşamımızdan, yüzleşmek zorunda kaldığımız güçlüklerden bahsedeceğiz. Geleceği sadece bu ilgilendirir; çünkü ben önümüzdeki bin yılda büyük değişiklikler olacağına inanmıyorum.”
... ..
-Güzellik, yaratılan her şeyde mevcuttur. Ama bir tehlike söz konusudur; insanlarınbüyük kısmı İlâhi Güç’ten uzaklaşmış olduğundan başkasının yargısını kolayca kabul eder.
-Başkaları görmeyi başaramıyor, veya istemiyor diye inkâr ederiz kendi güzelliğimizi, Kimliğimizi benimsemek yerine etrafımızda gördüklerimizi taklit etmeyeuğraşırız.
-Herkesin,”Ne hoşsun!” dediği kişiler gibi olmaya çabalarız. Ruhumuz yavaş yavaş körelir, arzumuz azalır ve dünyaya güzellik katma olasılığımız azalır ve ortadan kalkar.
-Yaşadığımız dünya ile hayallerimizin dünyasının aynı olduğunu unuturuz.
-Ay gibi ışıldamayı bırakır, ay ışığını yansıtan bir su birikintisinden farksız hale geliiriz. Ertesi gün güneş, bu birikintiyi buharlaştırır ve geriye hiçbir şey kalmaz.
-Bütün bunlar bir gün biri, “Çirkin bir adamsın,” dediği veya öteki, “Güzel bir kız,” dediği için olur. Sadece üç sözcükle kendimize olan bütün güvenimizi yerle bir ederler.
-Böylece çirkinleşiriz... ve aksileşiriz.
-Şu anda “bilgelik denen , yaşamın gizemine saygı göstermek yerine dünyayı tanımlamayı amaçlayan kişilerin paketleyip sunduğu fikir yığınında huzur bulmaktayız. Davranış şablonu yaratma amacındaki kurallar, normlar ve nizamlardan oluşan , gereksiz mi gereksizbir yığın bu.
-Bu safte bilgelik bizlere şöyle der adeta; çünkü güzellik yüzeysel ve kısa ömürlüdür.
-Oysa, bu hiç doğru değildir.Kuşlardan dağlara, çiçeklerden ırmaklara, güneşin altında yaratılmış her varlık, yaratılışın mucizesini yansıtır.
-Şeytan’a uymamayı başarır ve başkalarının kim olduğumuzu tanımlamasına izin vermezsek ruhumuzdaki güneşin her geçen gün daha güçlü ışımasını sağlayabiliriz.
-Sevgi, ruhun yanından geçerken şöyle der: “Senin orada olduğunu daha önce hiç fark etmemiştim.”
-Ruhumuz ise şöyle karşılık verir: “Demek ki daha dikkatli bakman gerekiyormuş, çünkü ben buradayım. Esen rüzgarın , gözlerini örten toz tabakasını süpürmesi gerekiyormuş; ama artık gördüğüne göre bir daha terk etmeyeceksin beni, ne de olsa herkes güzelliğine bayılır.”
-Güzellik, birbirinin aynı varlıklara değil birbirinden farklı olanlara mahsustur. Upuzun bir boyna sahip olmayan bir zürafa veya dikensiz bir kaktüs düşünülemez. Çevremizdeki dağları böylesine  yüce kılan, tepelerinin birbirinden farklı yüksekliklerde olmasıdır. Eğer bütün tepeleri aynı boya getirseydik dağlar böylesine heybetli görünmezdi. ... ..
“Sevgi, benimle asla görüşmek istemiyor”
-Derken yaşı geçmiş ve evde kalmış bir kadın şöyle dedi.
-“Sevgi, banimle asla konuşmak istemiyor.”
-Kıpti ise şöyle karşılık verdi:
-Sevgi’nin söylediklerine kulak vermemiz için yanımıza yaklaşmasına izin vermemiz gerekir.
-Yanımıza geldiğindeyse bize söyleyeceklerinden korkarız; çünkü Sevgi özgürdür ve sesi, irademizin ya da gayretimizin hâkimiyetinde değildir.

-Sevenler bunu bilse de boyun eğmez. Sevgi’ itaat ederek, güç, güzellik ve zenginlik sergileyerek, gözyaşları ve gülücüklerle baştan çıkarabileceklerini sanırlar.
-Oysa gerçek Sevgi, baştan çıkarmayı bilir ve asla baştan çıkmaz.
-Sevgi değiştirir, sevgi iyileştirir. Bazense ölümcül tuzaklar kurar ve  kollarına atılmaya karar verdiği kişiyi  mahveder. Dünyayı döndüren ve yıldızları yerinde tutan güç nasıl olur da aynı anda böylesine yapıcı ve yıkıcı olabilir?
-Verdiklerimizin aldıklarımıza denk olduğunu düşünmeye alıştırırız kendimizi. Sevgilerine karşılık bulma beklentisiyle seveenlerse boşuna vakit kaybeder.
-Sevgi bir alışveriş değil, bir inanç eylemidir.
-Sevgi karşıtlıklar sayesinde büyür. Anlaşmazlıklar, sevginin yanı başımızda kalmasını sağlar.
-Hayat, önemli sözleri gönlümüzde gizlemek için fazlasıyla kısadır.
-Örneğin, “Seni seviyorum”.
-Ama her zaman aynı karşılığı beklememek gerekir. Sevmeye ihtiyacımız olduğu için severiz.  Sevmezsek hayatın anlamı kalmaz ve güneş gökte parıldamaz.
-Bir gül, arıların yanına gelmesini arzular ama ortada arı yoktur. Güneş ona sorar:
“Beklemekten bıkmadın mı?”
“Evet, diye karşılık verir gül. “Ama yapraklarımı kaparsam solarım.”
-İşte bu yüzden , sevgi ortalarda görünmese bile onun varlığıyla karşılaşmaya hazırlıklı olmalıyız. Yalnızlığın her şeyi bir ettiği anlara göğüs germenin tek yolu, sevmeye devam etmektir.
... ..
-Dünyaya yalnız geldik ve yalnız öleceğiz. Ama bu gezegende bulunduğumuz sürece, başkalarına olan inancımızı kabullenmeli ve yüceltmeliyiz.
-Toplum, yaşamın ta kendisidir, hayatta kalmayı toplum sayesinde başarırız. İnsanlar mağaralarda yaşarken de böyleydi, bugün de böyle..
-Birlikte büyüyüp yetiştiğin insanlara saygı göster. Sana rehberlik edenlere saygı göster. Zamanı gelince sen de yaşadıklarını başkalarına aktararak onlara rehberlik et; böylece toplum, hayatta kalmaya devam eder ve gelenekler nesilden nesile geçer.
-Mutluluklarını ve zor anlarını başkalarıyla paylaşmayanlar ise kendi karakterlerindeki olumlu ve olumlu yönleri ve zaafları asla keşfedemez.
-Yine de toplumun etrafında kol gezen bir tehlikeye dikkat etmek gerekir; insanlar doğaları gereği toplumda kabul gören davranışlara yönelir. Kendi kendilerini sınırlar, önyargılarla ve korkularla dolup taşarlar.
-Bu oldukça yüksek bir bedeldir, çünkü toplum tarafından kabul edilmek için herkesin gönlünü hoş tutmak gerekir.
-Dolayısı ile toplumu hedefleyen bir sevgi gösterisi değildir bu. İnsanın kendisine duyduğu sevginin zayıflığını gösterir o kadar.
-İnsan kendini sevip saydıkça başkaları tarafından da sevilip sayılır. Asla herkesin birden gönlünü hoş tutmaya çalışma, yoksa herkesin saygısını kaybedersin.
-Dostlarını sadece tanıdığın ve neyle uğraştığını bildiğin kişiler arasından seç.
-Düşünceleri, seninkilerle aynı olan kişileri seç, demiyorum. Düşüğnceleri seninkilerden farklı olduğun konusunda asla ikna edemeyeceğin kişileri seç diyorum.
-Ne de olsa dostluk, Sevgi’nin nice çehresinden sadece biridir ve Sevgi, fikir birliğinde olmayı gerektirmez; dost görülen kişiyi kayıtsız şatrsız kabul etmemizi sağlar ve her birey, kendine has bir biçimde gelişip olgunlaşır. Dostluk başka bir kişiye inanç duymak anlamına gelir, feragat etmek değil.Sevilmek için herhangi bir bedel ödemekten kaçın, çünkü Sevgi’nin bedeli olamaz
-Gerçek dostların, dikkatleri üstüne çeken ve herkesin, “Dünya tatlısıdır, çok da cömerttir, Kudüs’te  ondan daha iyisi bulunmaz, “dedikleri insanlar değildir.
-Gerçek dostlar, nasıl davranmaları gerektiğine karar vermek için olayların sonlanmasını beklemez; çok daha riskli olmasına rağmen  kararlarını henüz olaylar meydana gelmekteyken verirler.
-Şartlar gerektirdiği takdirde, kararlarını özgürce değiştirebilirler. Yeniliklerden çekinmezler  ve yaşadıkları maceraları anlatarak şehirlerini ve köylerini manevi olarak zenginleştirirler.

Zerafet Nedir
-Derken kimsenin kendisini beğenmediğini düşündüğü için evden nadiren çıkan genç bir kı, şöyle dedi:
“Bize zerafeti öğret.”
-Meydanda toplanan kalabalıktan bir uğultu yükseldi; Haçlıları şehri işgal edip  sokakları kan gölüne çevireceği günün arifesinde böyle bir soru sormak, ne büüyük bir terbiyesizlikti!
-Kıpti ise gülümsedi...  gülümsemesinde zerre kadar alay yoktu, kızın cesaretine saygı duymuştu.
-Kıza şöyle karşılık verdi:
Zerafet, ekseriyetle insanın dış görünüşüyle ve yüzeysellikle karıştırılır. Oysa bu son derece yanlıtır. Kimi sözcükler aynı harflerle yazılır. Çiçekler, etrafları kırdaki yabanotlarıyla çevrili olsa da zariftir. Ceylanın koşusu, koşma sebebi aslan tarafından kovalanmak olsa da zariftir.
-Zerafet, dış görünüme özgü bir nitelik değildir.; ruhun dışarıdan görülebilen bir parçasıdır.
-Zerafet, en çalkantılı ilişkilerde bile , iki kişiyi birleştiren hakiki bağlaın kopmasına izin vermez.
-Zerafet, giysilerimizde değil,giysilerimizi kullanım tarzımızdadır.
- Kılıcı kavrayış biçimimizde değil, savaşları önleyebilecek şekilde iletişim kurabilmemizdedir..
-Zerafete ulaşmanın tek yolu, lüzumsuz ve abartılı unsurlardan kurtulmaktır; sadeliğin yoğun güzelliğini ancak böyle keşfedebiliriz. İnsan ne kadar sade ve ölçülü davranırsa başkalarına da o kadar güzel görünür.
... ..
-Kibir, nefret ve hınç doğurur. Zerafet ise saygı ve sevgi uyandırır.
-Kibir başkalarını aşağılamamıza yol açar. Zerafet ise bize ışığa doğru yürümeyi öğretir.
-... ..
-Zerafet hoş karşılanır ve hayranlık uyandırır; çünkü bunu başarmak için herhangi bir çaba göstermez.

Bize her şeyi kaybettiğimizde kullanmamız gereken silahlardan bahset
-Sevgi’nin nice özelliğinden biri olan Affetme böyle anlarda ortaya çıkar. Affetme sayesinde, savaşın, savaşın hararetiyle sarf edilmiş olan hakaretler, tıpkı rüzgârın çöl kumlarındaki ayak izlerini sildiği gibi, zaman içinde silinip unutulur.
-Affetme ortaya çıktığındaysa zarardan sorumlu kişiler, hataları karşısında kendilerini küçük hisseder ve sadık kişilere dönüşür.
... ..

-Gerçek sevgili, “Her an benin yanımda olmalısın, seninle ilgilenmeye ihtiyacım var; çünkü biz birbirimize sağdığız,” diyen değildir. Sadakatin yalnızca özgürlük yoluyla gösterilebileceğini anlayan kişidir. Sevgi’nin gücünün her şeyin üstesinden geleceğine güvemdiği için ihanetten korkmaz ve ötekinin düşlerini saygıyla kabul eder.
... ..
Babil İnançları
-Şu andaki bilgilerimizle Babillilerin sahip oldukları dinsel inançlara dair kesin tanımlamalar yapmak son derece zordur. Yapılabilecek tek şey söz konu metinlerde tanrılar hakkındaki anlatımları  bir araya toplamak ve kendi neticelerimize bunlardan yola çıkarak varmaktan ibaret olacaktır; ve bu neticelerin doğru mu yoksa yanlış mı olduklarını ancak ileride keşfedilecek olan başka metinler belirleyecektir. Babillilerin  mitolojilerine  ve dinsel inançlarına dair olan metinlerin büyük kısmı Asur dilinin Ninevite karakterinde yazılmıştır ve bunlar taii ki daha eski levhalardır. Çok iyi bilindiği gibi edebiyatla da yakından ilgilenen  bir kral olan  Assurbanipal, her türden çok sayıda levhanın Ninova’daki kütüphanede  kopyalarının yapılıp saklanmasını sağlamıştır. Bunun  politik olmayan ve sadece edebi bir endişeyle  ve öğrenme arzusuyla atılan bir adım olduğu kabul edilmektedir. Assurbanipal zamanında onun kardeşi olan Samullu- sumakina Babil kralıydı ve metinlerdeki atıflar da doğal olarak onun ismiyle yapılıyordu. ... ..
-Babil kültüründeki en önemli dokuz tanrı şunlardı:

Eril Element                Dişil Element              Çocuk
Anu                             Anat                            Rimmon
Ea                               Damkina                     Samas
Bel                              Beltis                           Sin

Elimizde bulunan en eski Babil semitik kitabesi M.Ö. 3800’lere Sargon dönemine rtarihlenmekte ve Sippara’nın Güneş tanrısından bahsedilmektedir. En eski dönemlerden kalma yazıtlarda sık sık tanrı Bel’den söz edildiğine tanık oluyoruz , anlaşılan o ki bu tanrıya imparatorluğun son günlerine kadar tapınılmaya devam edilmiştir. O aslında Anu, Ea ve Bel’den meydana gelen büyük Üçleme idi; bu tanrıların eşleri olan veya  diğer bir ifadeyle onların dişil karşılıkları oaln ya da elementleri olan Anat, Beltis ve Damkina idi. Jeremiah ‘Bel karmakarışık olmuş, Mero-dach ise parçalara ayrılmıştır,’ diye yazar. ... ..
-Bu tanrıdan hem Isaiah hem de Jeremiah sık sık söz etmektedir. O, Romalıların Jüpiter’i Yunalıların ise Zeus’uydu. Öte yandan Bel ve Marduk arasında bir karmaşıklık olduğu da bellidir (bu isimler bir levhada bir arada ortaya çıkabilmekte ve bu da aslında tanrıların çokluğuna  işaret etmektedir,) ayrıca Marduk’a ithaf edilmiş olan tapınağın (kitabeler bize bunu işaret ediyor) aslında Yunanlıların Belus’u olduğunu olduğunu anlıyoruz.
... ..
-Babillilerde karşımıza çıkan diğer bir büyük kavram, savaşların leydisi olarak da bilinen tanrıça İştar’dır. Ninova’da övgü ve saygıyla bahsedilen bir  İştar vardı, aynı şekilde Arbela’da da. O aslında Venüs gezegeninin ruhunu veya tanrıçasını temsil ediyordu. ... ..
-... ..
-Güneş tanrısı Samas’a tapınım da çok yaygındı ve bu tanrıya ibadet edenlerin sayısı çok fazlaydı. ... ..

-... .. Bu tanrının  en sadık ve en iyi takipçilerinden biri de Babil kralı Nebobaladan idi, bu karal yaklaşık M.Ö. 900 civarında tahta çıkmıştı.  Bugün British Museum’da bulunan levhalardan birinin  bu kralın emriyle yazdırılmış olduğunu biliyoruz. ... .. levhanın üzerinde Güneş tanrısına tapınıldığını gösteren bir resim bulunmaktadır Burada tanrının kare şeklindeki bir koltukta oturduğunu görüyoruz (her bir yanda iki figüre ait oymalar yer almakta)  ve bu koltukta da direkle desteklenmiş bir taraça üzerinde durmakta, tanrı ise  elinde bir yüzük  ve bir de kısa asa tutuyor. Üst kısmında Güneş tanrısının  tacı yazıyor ve bunun üstünde ise üç adet daire yer alıyor, bunlar da yeni ayı, Güneş’i ve İştar veya Venüs’ü temsil etmekte. 
-Direğin önünde güneş  diskinin bir figürü tutan bir tabure olduğunu görüyoruz.  Bunun da iplerle desteklendiğini görüyoruz ki üst kısmını iki görevli örtüyor. Onların önüne doğru diskle birlikte üç figür dikilmiş durumda: ilk olarak bir keşiş, sol elini tutuyor, kralın sağ elinde ise tanrı için bir hayranlık ve tapınma işareti bulunmakta.
-Üçüncü figürde ise her iki el de hayranlık ve tapınım içinde yükseliyor. Üç figüründe  başının üstünde üç satırlık bir kitabe işlenmiştir, bu kitabede yazanlar ise Güneş tanrısının imajı, Parra (ya da Bara) Tapınığında oturan kuvvetli lord ve Sippara’dır.
... ..
-... .. Ninip, Satürn gezegeninin tanrısıydı ve Babil Panteon’unda Herkül’e karşılık gelmektedir. ... .. Gece güneşi Nergal, Mars gezegeninin tanrısı idi ... .. Tanrı Nebo Merkür gezegeninin tanrısıydı, ... ..

-.... .. Bütün bunlar arasında Babil kültüründe çok büyük önem taşıyan ve onları gerçekten dehşete düşüren kötü bir ruh vardı. Buna Güney-Batı Rügârı adını vermişlerdi ve kendisiyle  birlikte hastalık ve ölüm getirdiğine dair inançları vardı. Bu canavarı tasvir eden dört model, halen British Museum’da sergilenmektedir (bir diğeri de Paris’tedir).  ... ..


*Akra’da Bulunan Elyazması & Paulo Coelho

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder