-Ve
Rab dedi: İşte bir kavimdirler ve onların hepsinin bir dili var... ve şimdi
yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmeyecektir. Gelin inelim
ve birbirinin dilini anlamasınlar diye
onların dilini orada karıştıralım. (*Tekvin 11:6-7)
* Tekvin veya Yaratılış, Tanah ve Eski Ahit'in ilk beş
kitabını oluşturan Tevrat'ın birinci kitabı. Toplam 50 bölümden oluşur. Kitabın
adı Batı dillerine adı Yunancada "yaratılış, doğuş" anlamındaki
Genesis kelimesinden geçmiştir.
-... ..
-Tekvin’deki bu meşhur pasaj, eski dünyanın antik medeniyetlerinin yaşadığı öbür iki
bölgeyle karşılaştırıldığında Ortadoğu bölgesinde göze çarpan ayrıksı bir
özelliğin kabulünü ifade ediyor. Çin’in esasen bir tek klasik dili, bir tek
yazısı, bir tek medeniyeti olmuştur; kadimHindistan’da da ufak tefek
farklılıklarla benzer bir durum söz konusudur. Fakat Ortadoğu’da birbiriylr
alakasız birçok medeniyet, birçok farklı dil oluşmuş, bu da öteden beri bir
iletişim sorunu yatarmıştır. Bu sorun Yeni Ahit zamanlarında da henüz çözüme
ulaştırılamamış olacak ki, orada da Babil Kulesi’ninyarattığı, gerektiğinde
Hıristiyanların deyişiyle “diller mucizesi” denilerek çözülüveren duruma
yapılan atıflarla karşılaşırız. Bir pasaj daha aktarayım: “Ve nasıl biz kendi
anadilimizi işitiyoruz? Biz Partlar, Medler, Elamlılar ve Mezopotamya’da
,Yahudiye’de, Kapodokya’da, Pontus’ta vs. Oturanlar... kendi dillerimizde Allah’ın
büyük işlerini işitiyoruz.” (Resullerin İşleri 2:8-11) Bir
tane daha: “Şualametler iman edenlerle birlikte gidecektir: benim ismimle
cinler cıkaracaklar, yeni delillerle söyleyecekler...”(Markos
16:17) Bir tane daha: “Eğer bilinmeyen bir dille söyleyen bir kimse
olursa, iki ya da en çok kişi olsun ve sıra ile olsun ve biri tercüme etsin.” (I.
Korintoslulara 14:27)
-Açıkça görülüyor ki o tarihlere gelindiğinde tercümanın görevi ve işlevi gayet iyi
anlaşılmıştı.
-Tercüman, yani bir dilden diğerine tercüme yapan kişi,
farklı diller konuşan farklı insanlar arasında
iletişimi mümkün kılan kişi çok erken tarihlerde sahneye çıkar. Yine Tekvin’e dönüyorum, Yusuf’un, üst düzey Mısırlı bir görevli olarak Kenan’dan yeni gelen kardeşleriyle konuştuğunu, kardeşlerinin onun kendi aralarında geçen konuşmaları anladığını öğreniriz.: “Ve Yusuf’un kendilerini anladığını bilmediler, çünkü aralarında tercüman vardı.” (Tekvin 42:23) Burada tercümenı ifade eden İbranice sözcük melitz’dir. Melitz’in birkaç anlamı vardır, çoğunlukla da aracı, avukat, hatta elçi anlamına gelir. Ama burada ilginçtir, gözden geçirilip onaylanmış versiyonda tercüman olarak çevrilmiş (belli ki Mısır dilinden İbraniceye tercüme yapılıyor), İbranice metni Aramiceye aktaran ilk tercümelere baktığımızda ise melitz sözcüğünün meturgemon haline geldiğini görüyoruz. Burada daha sonra İngilizcede dragoman denecek şeyin ilk biçimi karşımıza çıkıyor. Meturgeman tercüman demektir; eski bir sözcüktür bu, kökleri Süryaniceye uzanır, Süryanice ragamu konuşmak anlamına gelir. rigmu ise sözcük demektir, bunun taf’el biçimine alınmış hali de iletişimi kolaylaştıran ki,şi anlamına gelir.
iletişimi mümkün kılan kişi çok erken tarihlerde sahneye çıkar. Yine Tekvin’e dönüyorum, Yusuf’un, üst düzey Mısırlı bir görevli olarak Kenan’dan yeni gelen kardeşleriyle konuştuğunu, kardeşlerinin onun kendi aralarında geçen konuşmaları anladığını öğreniriz.: “Ve Yusuf’un kendilerini anladığını bilmediler, çünkü aralarında tercüman vardı.” (Tekvin 42:23) Burada tercümenı ifade eden İbranice sözcük melitz’dir. Melitz’in birkaç anlamı vardır, çoğunlukla da aracı, avukat, hatta elçi anlamına gelir. Ama burada ilginçtir, gözden geçirilip onaylanmış versiyonda tercüman olarak çevrilmiş (belli ki Mısır dilinden İbraniceye tercüme yapılıyor), İbranice metni Aramiceye aktaran ilk tercümelere baktığımızda ise melitz sözcüğünün meturgemon haline geldiğini görüyoruz. Burada daha sonra İngilizcede dragoman denecek şeyin ilk biçimi karşımıza çıkıyor. Meturgeman tercüman demektir; eski bir sözcüktür bu, kökleri Süryaniceye uzanır, Süryanice ragamu konuşmak anlamına gelir. rigmu ise sözcük demektir, bunun taf’el biçimine alınmış hali de iletişimi kolaylaştıran ki,şi anlamına gelir.
-Bu meturgeman,
aynı zamanda turgeman sözcüğü Aramiceden ibraniceye, Arapçaya,
Türkçeye, İtalyancaya, Fransızcaya, İngilizceye ve birçok dile geçmiştir.
İtalyancada bugün artık kullanılmayan turcimanno biçinde karşımıza çıkar. Fransızcada turchement
olmuş, İngilizcede de dragoman ve drogman halerini almıştır. İbranice Targum
sözcüğü de aynı kökten gelir.
-Tercümeye dair ilk tartışmalar, Targum, yani Eski Ahit’in Aramice tercümesi gibi kutsal metinlerin
tercümeleri bağlamında yaşanmıştır. Kitaplı dinlerin bu sorun karşısında
benimsedikleri tavırlar arasında ilginç bir farklılık gözlenir. Yahudiler erken
tarihlerde kutsal metnin tercüme edlmesine edilmesine izin verilebileceğine
karar vermiş, Kutsal Kitap’ın İbraniceden Aramiceye, sonra Yunanca ve başka
dillere, özellikle de Judeo,Arap, Judeo-Pers ve tabii Yiddiş olarak bilinen Judeo-Germen
dillerine tercümesi yapılmıştır.
-Hıristiyanlara gelince, tercümeye izin verilmekle kalınmamış,
tercüme gerekli görülmüş, hatta bazı tercümeler bizzatihi kutsal metnin statüsü
almıştır. Latince tercüme Vulgate, Süryanice tecüme, Etiyopye dilindeki tercüme
gibi örneğin bunlara Luther’in Almanca Kutsal Kitap’ı ve Kral James’in İngilizce Kutsal Kitap’ı da eklenebilir.
Hatta Yunanca Yeni Ahit’in bazı bölümlerinin, Başka bir dildeki, muhtemelen
Aramice orijinal metinden tercüme olduğu ileri sürülmüştür, kibir parça akla yatkın bir iddiadır bu.
Öte yandan Müslümanlar bu meseleyle ilgili olarak epeypozisyon
benimsemişlerdir; Kuran’ın tercüme edilmesini teşvik etmek şöyle dursun, böyle
bir girişim alenen yasaklanmıştır. Metin Kutsaldır, taklit edilemezdir, insan
elinden çıkmamıştır ve ebedidir, dolayısıyla onu tercüme etmek haddini
bilmezlik, inançsızlık taşıyan bir eylem olacaktır. Ama elbette ki tercüme
etmişlerdir. Bugünlerde Müslümanların
çoğu, Arapçayı anlamaz, içeriğin bir şekilde onlara aktarılması gerekir, ama bu
yorum olarak sunulur, tercüme olarak değil.
... .. İlginçtir Kuran’ın birkaç yerinde, metnin aslen Arapça olduğu
belirtilir, ysa örneğin İbranice Kutsal
Kitap’ta metnin orijinalinin İbranice olduğu belirtilmez. Etnik bir kökeni belirten
anlamı dışındabir dili ifade eden İbrani
sözcüğü, Eski Ahit’te geçmez, kadim İsraillilerin kullandığı dil “yehudit”
sözcüğüyle (II. Krallar 18:26 karşılaştırınız ; İşaya 36:11; Nehemya
13:24; Tarihler 32:18) ya da (Kenan dili) olarak ifade edilir (İşeya
19:18).
-Asıl üzerinde durmak istediğim konu kutsal metinlerin tercümelerinden çok, daha pratik amaçlarla,
yönetim, diplomasi, ticaret, savaş ve benzeri amaçlarla yapılantercümeler;
Burada da erken tarihlere ait örneklerle karşılaşıyoruz. ... ..
-Peki tercümeleri kim yapıyordu? Tercüme nasıl yapılıyordu?
Kelimenin tam anlamıyla elimizde sağlam kanıtlar bulunuyor. Çok uluslu
imparatorlukların yöneticilerinin fermanlarını, talimatlarını herkes anlasın
diye hazırlattığı taş yazıtlar bunlar; iki dilli, üç dilliyazıtlar var, en
ünlüleri de<irandaki Behiştun ile Bugün British
Museum’da bulunan Rosetta
taşı. Bu yazıtlarda, nüfusun
farklı kesimlarince anlaşılabilsin diye
aynı metin farklı dillerde verilmiş.
Tercüme bir tercüman gerektirir. Birinin bir metni kaynak
dilde anlayıp hedef dilde ifade edilebilmesi için iki dili birden bilmesi gerekir.
Romalı yazar Plinius (Doğal Tarih vi.)5); Kafkas halklarının çok farklı dilleri
konuştuğunu, öyle ki Kafkas kralları
prenslerin ile görüşebilmek için
Romalıların 130 ayrı tercümana ihtiyaç duyduklarını anlatır; Pers
imparatorluğunda olduğundan bile fazla.
-Başka bir klasik yazar, Plutarkhos ise Kleopatra’nın başka birçok vasfa sahip
olmasının dışında aynı zamanda mükemmel bir dil üstadı olduğunu anlatır: “Dili,
sanki birçok teli olan bir enstruman gibiydi, istediği dile hemen geçiverirdi,
öyleki barbarlarla yaptığı görüşmlerde tercümana nadiren ihtiyaç duyar, ister
Habeş, ister Troglodit, ister İbrani ya da Arap, Süryani, Med ya da Part,
çoğuyla kendi başına kimsenin yardımı olmadan konuşurdu.
-Ortaçağlarda diplomatik iletişime dair elimizde mevcut ilk
değerlendirmelerden biri Arap tarihçi Evhadi’ye ait. Evhadi, Frenk kraliçesi
Bertha ile şürekasının Abbasi Halifesi el-Muktafi’ye Hicri 293 yılında (906)
bir hediye ve bir mektup gönderdiğini anlatır. Bunlarla birlikte mektuba
yazılmamış, doğrudan halifeye iletilecek başka bir mesaj daha gönderir. Arap
tarihçi mektubun beyaz ipek üzerine “Yunan yazısına benzeyen, ama daha düz bir
yazıyla” (muhtemelen Latin yazısıdır bu)
yazılmış olduğunu anlatır. Mesajın ise halifeyle evlilik ve dostluk ricası
olduğunu söyler; tuhaf bir sıralama
doğrusu, bir tercüme hatası var mı acaba diye düşünüyor insan ister istemez.
-Latince yazılmış bu mesajı nasıl okudular? X. Yüzyılın
Bağdat’ında Latince yazılmış bir mektubu okuyabilecek kim vardı acaba? Evhadi
cevaplar; Mektubu tercüme edecek birini
araştırmışlar, kumaşçıda “bu insanların yazısını okuyabilecek “ Frenk bir köle
bulmuşlardır. Köle halifenin huzuruna getirilir, mektubu Latince yazıdan
Yunacaya aktarır. Sonra meşhur bilimsel tercüman İshak İbn Huneyn’i getirirler, o da mektubu
Yunancadan Arapçaya çevirir.
-Şaşırtıcı değil gerçi, ama öyle görünüyor ki bu elçilikten
ne evlilik, ne de dostluk yoluyla pek bir sonuç elde edilememiş. Yine de
hakkında epey işittiğimiz bir yöntemin ilginç bir ilk örneğini sunuyor. Bu
yöntem ikili tercümedir.: Bir ara dil yardımıyla tercüme. Ortaçağların sonunda,
modern dönemin başında hayli yaygınlaşmış bir yöntemdir bu. Bu tarihlerde bir
dilin tabir-i caizse ve ticari lingua
franca olarak kabul edildiğini görürüz. .Ortaçağların sonlarında Akdeniz’deİtalyanca
bu amaca hizmet ediyordu; İtalyanca XIX yüzyılın başlarına dek bölgede en fazla
konuşulan Avrupa dili oldu. Sözgelimi İngilizler ile Türkler arasında iletişim
İtalyanca üzerinden gerçekleşiyordu. Bir
İngilizin Türk bir yetkiliye söyleyeceği bir şey varsa , öce bunu, İtalyancaya
tercüme ederek birine söylüyor, sonra başka biri İtalyancadan Türkçeye tercüme
ediyordu. Cevap da aynı yolu izlyordu.
-Bu sunumda iki büyük Akadeniz uygarlığı; Hristiyan uygarlığı
ile İslam uygarlığı arasında tercümanlar ve dragomanlar üzerinden gereçekleşen iletişim
üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle, bu iki kültür arasında, konuyla ilgili
bir farklılığa dikkat çekmek yararlı olabilir. Hıristiyan tarafına baktığımızda
dil öğrenme konusunda gayet yerleşik bir ihtiyaç olduğunu görüyoruz.
Hıristiyanların eğitimleri addedilemeleri için, hangi yöresel dili konuşurlarsa
konuşsunlar en az iki klasik dili bilmeleri gerekiyordu: Latince ve Yunanca.
Kutsal metinleri orijinaal dillerinde okuyabilmek için iki dil daha, İbranice
ile Aramiceyi de öğrenmeleri gerekiyordu. Bunlar dışında, konuşulan dillerin
sayısı çok fazlaydı. XIV. yüzyılda yaşamış Pers tarihçisi Raşid el-Din hayretle
“Frenkler kendi aralarında yirmi beş dil konuşuyor, kimse de diğerini
anlamıyor.” diye belirtir.
-Başka bazı olaylar yüzünden de gayet iyi bilinenbir tarih
olan 1492’de, İspanyol hümanist Antonio de Nebrija Kastilya dilinin bir
gramerini yayınladı. Benim bildiğim kadarıyla, birinin bir konuşma diline
ciddiyetle yaklaşmasının ilk örneğidir. Nebrija kurallar koymaya çalıştı ve
Kastilya lehçesinin İspanya dili olmasına giden süreci başlattı. Bundan çok
kısa bir süre sonra, İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Almanca ve Avrupa’daki
diğer bütün dilleri kuralları, nihayetinde gramerleri ve hatt söz konusudur.a
sözlükleri olan yazılı diller olarak tanınır oldu.
-İslam uygarlığı cephesindeyse tümüyle farklı bir durum söz
konusudur. Kadim devirlere ait birçok dil ya kaybolup gitmiş ya da siline
siline önemsizleşmiş, ancak kutsal metinlerde ve ritüellerde, yazılı diller
olarak kalmışlardır, o da kaldılarsa tabii. İslam ın yayılması sonrasında
önemli olan tek bir dil vardı; Arapça. Arapça kutsal metnin, klasiklerin, ticaretin,
yönetimin ve bilimin diliydi. Batı’da Latince açısından söz konusu olduğu gibi
Arapçadan da birkaç konuşma dili geliştiyse de, bunlar Fransızca, İspanyolca,
İtalyanca ve Portekizce gibi özerk diller haline gelmediler. Konuşma dili
olarak elbette özerkleştiler ama, bu gelişme hiçbir zaman resmi olarak
tanınmadı ya da kayıtlara geçirilmedi. Tek bir dil bütün ihtiyaçları
karşılıyordu, bu yüzden de başka bir dil öğrenmeye gerek yoktu. Arapça konuşan
birinin, imparatorluk sınırlarının ötesinde kalan kâfirlerin ve vahşilerin
barbar deyişlerini öğrenme zahmetine girmesine ne gerek vardı ki? Arapça bütün
ihtiyaçları karşılıyordu, onunla konuşmak isteyen biri varsa gidip Arapça
öğrenirdi. Bugün İngilizce konuşulan
dünyada bazı kesimlerde de benzer bir tavırla karşılaşıyoruz.
-Kısa bir süre sonra, Arapçaya önce Farsça sonra Türkçe
eklendi. İslami Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başka bir dil yoktu. Diğerleri
yöresel dil olmaktan öteye geçemiyordu. Ortaçağlardan (muhtemelen X. Yüzyıldan)
bir Arap yazar şöyle bir izahatta bulunur. “Mükemmel lisan, Arapların lisanıdır,
zerafetin mükemmelliği de Arapların konuşmasında görülür, diğerlerinin hepsi
kusurludur. Arap lisanının lisanlar içindeki yeri, beşerin hayvanat içindeki
yerine benzer. Tıpkı beşeriyetin hayvanat arasında nihai şekil olarak husul
olması gibi. Arap lisanı da beşer lisanının eriştiği nihai noktadır, arkasından
başka bir lisan gelmemiştir. Daha sonraki assırların evrim kavrayışını haber
veren dikkat çekici bir açıklama.
-Yine de ticarette, savaşta, başka bazı meselelerde iletişime
gerek duyuluyordu. Erken bir tarihte, özellikle de Haçlı Seferleri sırasında ve
sonrasında, Arapçada tercüman olarak bilinen çevirmenlere, çoğunlukla da
profesyonel çevirmenlere birçok atıfla karşılaşırız.
-Peki kimdi bu tercümanlar? İnsan neden yabancı bir dili ,
başka bir halkın dilini öğrenmeye, genellikle çok karmaşık ifadeleri anlayıp
çevirecek kadar iyi öğrenmeye kalkar?
Bir dil öğrenmenin en yaygın, en kabul gören gerekçesi, o dilin
efendilerimizin dili olmasıdır, efendilerinizin dilini bilmenizin akıllıca, işe
yarar, faydalı ya da gerekli olmasıdır. “Efendi” sözcüğünü üç farklı anlamda
kullanıyorum: Bir köle efendisinin, yani sahibinin dilini öğrenir, işini
yapabilmek, ondan emir alabilmek, hayatta kalabilmek için buna ihtiyaç duyar.
Efendiyi, yönetici anlamında kullandığımızda da aynı şey geçerlidir: Tebanın yöneticinin
dilini öğrenmesi gerekir. Hindistan’da Britanya döneminde, Hintliler İngilizce
öğrenmiştir, ama pek az İngiliz Hindistan’daki dilleri öğrenmiştir.,
öğrendiklerinde de çoğunlukla pek iyi öğrenememişlerdir. Kuzey Afrika’da
Fransız yönetimi döneminde ve ortaya çıkmış başka birçok imparatorlukta da çok
benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Pek çok Orta AsyalıRusça bilir, ama Orta
Asya’da dahi buranın dillerini bilen Rusların sayısı pek azdır.
-Efendiyi bir anlamda, öğretmen anlamında kullandığımızda da,
öğrencinin daha önceki bir medeniyeti, başka bir kültürü klasik statüsünde
gördüğünü söyleyebiliriz. Yunanlılar ve Romalılar her ikisine de örnek teşkil
eder. Romalılar klasik dilleri olduğu için, bilimin, felsefe ve yüksek
edebiyatın dili olduğu için, Yunanca öğrenmişlerdir. Yunanlılar ise, Romalılar
Yunan topraklarını fetheddip yönettiği için nihayetinde Latince öğrenmişlerdir.
-Bir dil öğrenmeyi faydalı ve münasip bulan başka bir grup
ise mültecilerdir: Bir dünyadan diğerine kaçanlar. Ortaçağlarda ve modern
dönemin başında Hıristiyan Avrupa’dan çok sayıda mülteci göç etti, aksi
istikamette göç edenlerin sayısı ise pek azdı. Avrupa’dan giden bu göçmenler
arasında pek çok Yahudi de vardı, 1492’de İspanya’dan sürülmüş Yahudilerdi
bunlar. Bazıları Türkçe öğrendi ve çeşitli biçimlerde Osmanlı imparatorluğuna
yararlılık gösterdiler.
-Bu yeni gelenler arasında ayrı bir grup vardı ki, dinlerini
değiştirip yeni bir mesleğe atılanlardan oluşuyordu. Hıristiyanların dönme, Müslümanların ise
Tanrı’nın doğru yolunu bulmuş kişi anlamında “mühtedi” dediği insanlardı
bunlar. Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden çok sayıda Hıristiyan –yoksa maceraperest
mi demeliyiz?- Müslüman topraklara göç etti, işe yarar becerilerini de –askeri,
ticari ve de teknik ve de dilsel- beraberlerinde getirdiler ve geldikleri bu
yeni topraklarda bu beceriler için hazır bir piyasa bulabildiler.
-Bütün bu gruplar –köleler, mülteciler, dönmeler- dışarıdan
gelmişlerdi. Dışarıya gidenler de vardı; mesela savaş esirleri vardı, sayıları
çok değildi ama, Müslüman topraklardan gelen , şu veya bu Hıristiyan devlet
tarafından esir edilmiş, fidyesi ödenip ya da kaçıkp memleketine dönmeden
evvelbir Hıristiyan ülkesinde yaşamış bazı insanlar olduğunu biliyoruz. Bunlar,
epeyce hayal kırıklığı yaratır insanda. Pek azı deneyimlerine dair bir şeyler
yazmıştır, memleketlerine döndükten sonra herhangi bir rol oynamış görünenlerin
sayısı daha da azdır. Bir de ülke dışına çıkıp memleketlerine dönen
tacirlervardır, Müslüman devletlerin Hıristiyan ve Yahudi tebasına
mensupturlardır ve geride pek az kayıt bırakmışlardır.
* Babil’den
Dragomanlara & Bernard Lewis
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder