21 Nisan 2018 Cumartesi

Babil’den Dragomanlara *


-Ve Rab dedi: İşte bir kavimdirler ve onların hepsinin bir dili var... ve şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmeyecektir. Gelin inelim ve birbirinin  dilini anlamasınlar diye onların dilini orada karıştıralım. (*Tekvin 11:6-7)
* Tekvin veya Yaratılış, Tanah ve Eski Ahit'in ilk beş kitabını oluşturan Tevrat'ın birinci kitabı. Toplam 50 bölümden oluşur. Kitabın adı Batı dillerine adı Yunancada "yaratılış, doğuş" anlamındaki Genesis kelimesinden geçmiştir.
-... ..
-Tekvin’deki bu meşhur pasaj, eski dünyanın  antik medeniyetlerinin yaşadığı öbür iki bölgeyle karşılaştırıldığında Ortadoğu bölgesinde göze çarpan ayrıksı bir özelliğin kabulünü ifade ediyor. Çin’in esasen bir tek klasik dili, bir tek yazısı, bir tek medeniyeti olmuştur; kadimHindistan’da da ufak tefek farklılıklarla benzer bir durum söz konusudur. Fakat Ortadoğu’da birbiriylr alakasız birçok medeniyet, birçok farklı dil oluşmuş, bu da öteden beri bir iletişim sorunu yatarmıştır. Bu sorun Yeni Ahit zamanlarında da henüz çözüme ulaştırılamamış olacak ki, orada da Babil Kulesi’ninyarattığı, gerektiğinde Hıristiyanların deyişiyle “diller mucizesi” denilerek çözülüveren duruma yapılan atıflarla karşılaşırız. Bir pasaj daha aktarayım: “Ve nasıl biz kendi anadilimizi işitiyoruz? Biz Partlar, Medler, Elamlılar ve Mezopotamya’da ,Yahudiye’de, Kapodokya’da, Pontus’ta vs. Oturanlar... kendi dillerimizde Allah’ın büyük işlerini işitiyoruz.” (Resullerin İşleri 2:8-11) Bir tane daha: “Şualametler iman edenlerle birlikte gidecektir: benim ismimle cinler cıkaracaklar, yeni delillerle söyleyecekler...”(Markos 16:17) Bir tane daha: “Eğer bilinmeyen bir dille söyleyen bir kimse olursa, iki ya da en çok kişi olsun ve sıra ile olsun ve biri tercüme etsin.” (I. Korintoslulara 14:27)
-Açıkça görülüyor ki o tarihlere gelindiğinde  tercümanın görevi ve işlevi gayet iyi anlaşılmıştı.
-Tercüman, yani bir dilden diğerine tercüme yapan kişi, farklı diller konuşan farklı insanlar arasında
iletişimi mümkün kılan kişi çok erken tarihlerde sahneye çıkar. Yine Tekvin’e dönüyorum, Yusuf’un, üst düzey Mısırlı bir görevli olarak Kenan’dan yeni gelen kardeşleriyle konuştuğunu, kardeşlerinin onun kendi aralarında geçen konuşmaları anladığını öğreniriz.: “Ve Yusuf’un kendilerini anladığını bilmediler, çünkü aralarında tercüman vardı.” (Tekvin 42:23) Burada tercümenı ifade eden İbranice sözcük melitz’dir. Melitz’in birkaç anlamı vardır, çoğunlukla da aracı, avukat, hatta elçi anlamına gelir. Ama burada ilginçtir, gözden geçirilip onaylanmış versiyonda tercüman olarak çevrilmiş (belli ki Mısır dilinden İbraniceye tercüme yapılıyor), İbranice metni Aramiceye aktaran ilk tercümelere baktığımızda ise melitz sözcüğünün meturgemon haline geldiğini görüyoruz. Burada daha sonra İngilizcede dragoman denecek şeyin ilk biçimi karşımıza çıkıyor. Meturgeman tercüman demektir; eski bir sözcüktür bu, kökleri Süryaniceye uzanır, Süryanice ragamu konuşmak anlamına gelir. rigmu ise sözcük demektir, bunun taf’el biçimine alınmış hali de iletişimi kolaylaştıran ki,şi anlamına gelir.
-Bu meturgeman, aynı zamanda turgeman sözcüğü Aramiceden ibraniceye, Arapçaya, Türkçeye, İtalyancaya, Fransızcaya, İngilizceye ve birçok dile geçmiştir. İtalyancada bugün artık kullanılmayan turcimanno biçinde karşımıza çıkar. Fransızcada turchement olmuş, İngilizcede de dragoman ve drogman halerini almıştır.  İbranice Targum sözcüğü de aynı kökten gelir.
-Tercümeye dair ilk tartışmalar, Targum, yani Eski Ahit’in Aramice tercümesi gibi kutsal metinlerin tercümeleri bağlamında yaşanmıştır. Kitaplı dinlerin bu sorun karşısında benimsedikleri tavırlar arasında ilginç bir farklılık gözlenir. Yahudiler erken tarihlerde kutsal metnin tercüme edlmesine edilmesine izin verilebileceğine karar vermiş, Kutsal Kitap’ın İbraniceden Aramiceye, sonra Yunanca ve başka dillere, özellikle de Judeo,Arap, Judeo-Pers ve tabii Yiddiş olarak bilinen Judeo-Germen dillerine tercümesi yapılmıştır.
-Hıristiyanlara gelince, tercümeye izin verilmekle kalınmamış, tercüme gerekli görülmüş, hatta bazı tercümeler bizzatihi kutsal metnin statüsü almıştır. Latince tercüme Vulgate, Süryanice tecüme, Etiyopye dilindeki tercüme gibi örneğin bunlara Luther’in Almanca Kutsal Kitap’ı ve Kral  James’in İngilizce Kutsal Kitap’ı da eklenebilir. Hatta Yunanca Yeni Ahit’in bazı bölümlerinin, Başka bir dildeki, muhtemelen Aramice orijinal metinden tercüme olduğu ileri sürülmüştür,  kibir parça akla yatkın bir iddiadır bu.
Öte yandan Müslümanlar bu meseleyle ilgili olarak epeypozisyon benimsemişlerdir; Kuran’ın tercüme edilmesini teşvik etmek şöyle dursun, böyle bir girişim alenen yasaklanmıştır. Metin Kutsaldır, taklit edilemezdir, insan elinden çıkmamıştır ve ebedidir, dolayısıyla onu tercüme etmek haddini bilmezlik, inançsızlık taşıyan bir eylem olacaktır. Ama elbette ki tercüme etmişlerdir.  Bugünlerde Müslümanların çoğu, Arapçayı anlamaz, içeriğin bir şekilde onlara aktarılması gerekir, ama bu yorum olarak sunulur, tercüme olarak değil.  ... .. İlginçtir Kuran’ın birkaç yerinde, metnin aslen Arapça olduğu belirtilir, ysa örneğin  İbranice Kutsal Kitap’ta metnin orijinalinin İbranice olduğu belirtilmez. Etnik bir kökeni belirten anlamı dışındabir dili ifade eden İbrani sözcüğü, Eski Ahit’te geçmez, kadim İsraillilerin kullandığı dil “yehudit” sözcüğüyle (II. Krallar 18:26 karşılaştırınız ; İşaya 36:11; Nehemya 13:24; Tarihler 32:18) ya da (Kenan dili) olarak ifade edilir (İşeya 19:18).
-Asıl üzerinde durmak istediğim konu kutsal metinlerin  tercümelerinden çok, daha pratik amaçlarla, yönetim, diplomasi, ticaret, savaş ve benzeri amaçlarla yapılantercümeler; Burada da erken tarihlere ait örneklerle karşılaşıyoruz. ... ..
-Peki tercümeleri kim yapıyordu? Tercüme nasıl yapılıyordu? Kelimenin tam anlamıyla elimizde sağlam kanıtlar bulunuyor. Çok uluslu imparatorlukların yöneticilerinin fermanlarını, talimatlarını herkes anlasın diye hazırlattığı taş yazıtlar bunlar; iki dilli, üç dilliyazıtlar var, en ünlüleri de<irandaki Behiştun ile Bugün British Museum’da bulunan Rosetta taşı. Bu yazıtlarda, nüfusun  farklı kesimlarince anlaşılabilsin diye  aynı metin farklı dillerde verilmiş.
Tercüme bir tercüman gerektirir. Birinin bir metni kaynak dilde anlayıp hedef dilde ifade edilebilmesi için iki dili birden bilmesi gerekir. Romalı yazar Plinius (Doğal Tarih vi.)5); Kafkas halklarının çok farklı dilleri konuştuğunu, öyle ki  Kafkas kralları prenslerin ile görüşebilmek için  Romalıların 130 ayrı tercümana ihtiyaç duyduklarını anlatır; Pers imparatorluğunda olduğundan bile fazla.
-Başka bir klasik yazar, Plutarkhos  ise Kleopatra’nın başka birçok vasfa sahip olmasının dışında aynı zamanda mükemmel bir dil üstadı olduğunu anlatır: “Dili, sanki birçok teli olan bir enstruman gibiydi, istediği dile hemen geçiverirdi, öyleki barbarlarla yaptığı görüşmlerde tercümana nadiren ihtiyaç duyar, ister Habeş, ister Troglodit, ister İbrani ya da Arap, Süryani, Med ya da Part, çoğuyla kendi başına kimsenin yardımı olmadan konuşurdu.
-Ortaçağlarda diplomatik iletişime dair elimizde mevcut ilk değerlendirmelerden biri Arap tarihçi Evhadi’ye ait. Evhadi, Frenk kraliçesi Bertha ile şürekasının Abbasi Halifesi el-Muktafi’ye Hicri 293 yılında (906) bir hediye ve bir mektup gönderdiğini anlatır. Bunlarla birlikte mektuba yazılmamış, doğrudan halifeye iletilecek başka bir mesaj daha gönderir. Arap tarihçi mektubun beyaz ipek üzerine “Yunan yazısına benzeyen, ama daha düz bir yazıyla” (muhtemelen Latin yazısıdır bu) yazılmış olduğunu anlatır. Mesajın ise halifeyle evlilik ve dostluk ricası olduğunu  söyler; tuhaf bir sıralama doğrusu, bir tercüme hatası var mı acaba diye düşünüyor insan ister istemez.
-Latince yazılmış bu mesajı nasıl okudular? X. Yüzyılın Bağdat’ında Latince yazılmış bir mektubu okuyabilecek kim vardı acaba? Evhadi cevaplar;  Mektubu tercüme edecek birini araştırmışlar, kumaşçıda “bu insanların yazısını okuyabilecek “ Frenk bir köle bulmuşlardır. Köle halifenin huzuruna getirilir, mektubu Latince yazıdan Yunacaya aktarır. Sonra meşhur bilimsel tercüman  İshak İbn Huneyn’i getirirler, o da mektubu Yunancadan Arapçaya çevirir.
-Şaşırtıcı değil gerçi, ama öyle görünüyor ki bu elçilikten ne evlilik, ne de dostluk yoluyla pek bir sonuç elde edilememiş. Yine de hakkında epey işittiğimiz bir yöntemin ilginç bir ilk örneğini sunuyor. Bu yöntem ikili tercümedir.: Bir ara dil yardımıyla tercüme. Ortaçağların sonunda, modern dönemin başında hayli yaygınlaşmış bir yöntemdir bu. Bu tarihlerde bir dilin tabir-i caizse ve ticari lingua franca olarak kabul edildiğini görürüz. .Ortaçağların sonlarında Akdeniz’deİtalyanca bu amaca hizmet ediyordu; İtalyanca XIX yüzyılın başlarına dek bölgede en fazla konuşulan Avrupa dili oldu. Sözgelimi İngilizler ile Türkler arasında iletişim İtalyanca üzerinden gerçekleşiyordu.  Bir İngilizin Türk bir yetkiliye söyleyeceği bir şey varsa , öce bunu, İtalyancaya tercüme ederek birine söylüyor, sonra başka biri İtalyancadan Türkçeye tercüme ediyordu. Cevap da aynı yolu izlyordu.
-Bu sunumda iki büyük Akadeniz uygarlığı; Hristiyan uygarlığı ile İslam uygarlığı arasında tercümanlar ve dragomanlar üzerinden gereçekleşen iletişim üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle, bu iki kültür arasında, konuyla ilgili bir farklılığa dikkat çekmek yararlı olabilir. Hıristiyan tarafına baktığımızda dil öğrenme konusunda gayet yerleşik bir ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Hıristiyanların eğitimleri addedilemeleri için, hangi yöresel dili konuşurlarsa konuşsunlar en az iki klasik dili bilmeleri gerekiyordu: Latince ve Yunanca. Kutsal metinleri orijinaal dillerinde okuyabilmek için iki dil daha, İbranice ile Aramiceyi de öğrenmeleri gerekiyordu. Bunlar dışında, konuşulan dillerin sayısı çok fazlaydı. XIV. yüzyılda yaşamış Pers tarihçisi Raşid el-Din hayretle “Frenkler kendi aralarında yirmi beş dil konuşuyor, kimse de diğerini anlamıyor.” diye belirtir.
-Başka bazı olaylar yüzünden de gayet iyi bilinenbir tarih olan 1492’de, İspanyol hümanist Antonio de Nebrija Kastilya dilinin bir gramerini yayınladı. Benim bildiğim kadarıyla, birinin bir konuşma diline ciddiyetle yaklaşmasının ilk örneğidir. Nebrija kurallar koymaya çalıştı ve Kastilya lehçesinin İspanya dili olmasına giden süreci başlattı. Bundan çok kısa bir süre sonra, İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Almanca ve Avrupa’daki diğer bütün dilleri kuralları, nihayetinde gramerleri ve hatt söz konusudur.a sözlükleri olan yazılı diller olarak tanınır oldu.
-İslam uygarlığı cephesindeyse tümüyle farklı bir durum söz konusudur. Kadim devirlere ait birçok dil ya kaybolup gitmiş ya da siline siline önemsizleşmiş, ancak kutsal metinlerde ve ritüellerde, yazılı diller olarak kalmışlardır, o da kaldılarsa tabii. İslam ın yayılması sonrasında önemli olan tek bir dil vardı; Arapça. Arapça kutsal metnin, klasiklerin, ticaretin, yönetimin ve bilimin diliydi. Batı’da Latince açısından söz konusu olduğu gibi Arapçadan da birkaç konuşma dili geliştiyse de, bunlar Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ve Portekizce gibi özerk diller haline gelmediler. Konuşma dili olarak elbette özerkleştiler ama, bu gelişme hiçbir zaman resmi olarak tanınmadı ya da kayıtlara geçirilmedi. Tek bir dil bütün ihtiyaçları karşılıyordu, bu yüzden de başka bir dil öğrenmeye gerek yoktu. Arapça konuşan birinin, imparatorluk sınırlarının ötesinde kalan kâfirlerin ve vahşilerin barbar deyişlerini öğrenme zahmetine girmesine ne gerek vardı ki? Arapça bütün ihtiyaçları karşılıyordu, onunla konuşmak isteyen biri varsa gidip Arapça öğrenirdi.  Bugün İngilizce konuşulan dünyada bazı kesimlerde de benzer bir tavırla karşılaşıyoruz.
-Kısa bir süre sonra, Arapçaya önce Farsça sonra Türkçe eklendi. İslami Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başka bir dil yoktu. Diğerleri yöresel dil olmaktan öteye geçemiyordu. Ortaçağlardan (muhtemelen X. Yüzyıldan) bir Arap yazar şöyle bir izahatta bulunur. “Mükemmel lisan, Arapların lisanıdır, zerafetin mükemmelliği de Arapların konuşmasında görülür, diğerlerinin hepsi kusurludur. Arap lisanının lisanlar içindeki yeri, beşerin hayvanat içindeki yerine benzer. Tıpkı beşeriyetin hayvanat arasında nihai şekil olarak husul olması gibi. Arap lisanı da beşer lisanının eriştiği nihai noktadır, arkasından başka bir lisan gelmemiştir. Daha sonraki assırların evrim kavrayışını haber veren dikkat çekici bir açıklama.
-Yine de ticarette, savaşta, başka bazı meselelerde iletişime gerek duyuluyordu. Erken bir tarihte, özellikle de Haçlı Seferleri sırasında ve sonrasında, Arapçada tercüman olarak bilinen çevirmenlere, çoğunlukla da profesyonel çevirmenlere birçok atıfla karşılaşırız.
-Peki kimdi bu tercümanlar? İnsan neden yabancı bir dili , başka bir halkın dilini öğrenmeye, genellikle çok karmaşık ifadeleri anlayıp çevirecek kadar iyi öğrenmeye kalkar?  Bir dil öğrenmenin en yaygın, en kabul gören gerekçesi, o dilin efendilerimizin dili olmasıdır, efendilerinizin dilini bilmenizin akıllıca, işe yarar, faydalı ya da gerekli olmasıdır. “Efendi” sözcüğünü üç farklı anlamda kullanıyorum: Bir köle efendisinin, yani sahibinin dilini öğrenir, işini yapabilmek, ondan emir alabilmek, hayatta kalabilmek için buna ihtiyaç duyar. Efendiyi, yönetici anlamında kullandığımızda da aynı şey geçerlidir: Tebanın yöneticinin dilini öğrenmesi gerekir. Hindistan’da Britanya döneminde, Hintliler İngilizce öğrenmiştir, ama pek az İngiliz Hindistan’daki dilleri öğrenmiştir., öğrendiklerinde de çoğunlukla pek iyi öğrenememişlerdir. Kuzey Afrika’da Fransız yönetimi döneminde ve ortaya çıkmış başka birçok imparatorlukta da çok benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Pek çok Orta AsyalıRusça bilir, ama Orta Asya’da dahi buranın dillerini bilen Rusların sayısı pek azdır.
-Efendiyi bir anlamda, öğretmen anlamında kullandığımızda da, öğrencinin daha önceki bir medeniyeti, başka bir kültürü klasik statüsünde gördüğünü söyleyebiliriz. Yunanlılar ve Romalılar her ikisine de örnek teşkil eder. Romalılar klasik dilleri olduğu için, bilimin, felsefe ve yüksek edebiyatın dili olduğu için, Yunanca öğrenmişlerdir. Yunanlılar ise, Romalılar Yunan topraklarını fetheddip yönettiği için nihayetinde Latince öğrenmişlerdir.

-Bir dil öğrenmeyi faydalı ve münasip bulan başka bir grup ise mültecilerdir: Bir dünyadan diğerine kaçanlar. Ortaçağlarda ve modern dönemin başında Hıristiyan Avrupa’dan çok sayıda mülteci göç etti, aksi istikamette göç edenlerin sayısı ise pek azdı. Avrupa’dan giden bu göçmenler arasında pek çok Yahudi de vardı, 1492’de İspanya’dan sürülmüş Yahudilerdi bunlar. Bazıları Türkçe öğrendi ve çeşitli biçimlerde Osmanlı imparatorluğuna yararlılık gösterdiler.
-Bu yeni gelenler arasında ayrı bir grup vardı ki, dinlerini değiştirip yeni bir mesleğe atılanlardan oluşuyordu.  Hıristiyanların dönme, Müslümanların ise Tanrı’nın doğru yolunu bulmuş kişi anlamında “mühtedi” dediği insanlardı bunlar. Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden çok sayıda Hıristiyan –yoksa maceraperest mi demeliyiz?- Müslüman topraklara göç etti, işe yarar becerilerini de –askeri, ticari ve de teknik ve de dilsel- beraberlerinde getirdiler ve geldikleri bu yeni topraklarda bu beceriler için hazır bir piyasa bulabildiler.

-Bütün bu gruplar –köleler, mülteciler, dönmeler- dışarıdan gelmişlerdi. Dışarıya gidenler de vardı; mesela savaş esirleri vardı, sayıları çok değildi ama, Müslüman topraklardan gelen , şu veya bu Hıristiyan devlet tarafından esir edilmiş, fidyesi ödenip ya da kaçıkp memleketine dönmeden evvelbir Hıristiyan ülkesinde yaşamış bazı insanlar olduğunu biliyoruz. Bunlar, epeyce hayal kırıklığı yaratır insanda. Pek azı deneyimlerine dair bir şeyler yazmıştır, memleketlerine döndükten sonra herhangi bir rol oynamış görünenlerin sayısı daha da azdır. Bir de ülke dışına çıkıp memleketlerine dönen tacirlervardır, Müslüman devletlerin Hıristiyan ve Yahudi tebasına mensupturlardır ve geride pek az kayıt bırakmışlardır.


* Babil’den Dragomanlara & Bernard Lewis


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder