15 Ekim 2024 Salı

Dindar Bir Hanım Doktor*


 

… ..

Hümeyra Hanım’ın hatıratınsdaİstanbul özelinde yaşanan Cumhuriyet’in ilk dönem sosyal hayat örneklerine de rastlamaktayız. Hatırat bir yönüyle yeni kabullerin toplumsal alanda yerleşmesi için verilen mücadeleler ve bundan etkilenen çevrelerle ilgili resimleri gözlemleme imkânı da vermektedir. Bu süreçte din ve dindarlık biçimlerinin dışarıda tutulması ve sürekli eleştiri konusu yapılması, evlerde ciddi gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Bir önceki neslin kıymeti, değeri olarak kabul edilen “yaşlılar/büyükler”, yeni toplu hayatında ”ülkeyi geri bırakanlar” olarak tanımlanıp değersizleştirilmiştir. Psiko-sosyal açıdan dönemin incelemesi yapıldığında yaşanan ıstırap travmatik duruşları gözler önüne serecektir.


Bir başka resim de yaşanılan dönemde dinî davranma biçimlerinin sosyal hayatta yeri olmadığını aşikar etmektedir. Bayramlarda ikram edilen “likör” yeni toplum hayatının dindarlık örüntüsünden sıyrıldığını göstermek açısından önemli bir simgedir. Bu durumda ciddi sıkıntılar yaşayan dindar bireylerin karşılaştığı sorunlar ise hatıratın sayfalarında açığa çıkmaktadır. Bir başka resim de evlerine ziyarete gelen hocasının sözleridir. Hümeyra Hanım ilk haccından yeni gelmiştir. Kendisini ziyarete gelen hocasına babası “kızım ve hastaları dua etmiş de hacca gitti” dediğinde, hocası sitayişle ”Kuzum Hümeyra insan hiç hacca gideceğim diye dua eder mi, nereden aklına geldi; gezeyim, tozayım, altınım, gümüşüm, bir de flörtüm diye dua etseydin ya” der. Bu ifade yeni toplumda geçer akçe olan kabulleri ve kurumsal eğitimin bu konuda etkisini karşımıza çıkarır. Hümeyra hanım ise çalışkan , zeki ve güçlü kişiliği, okulda ve işteki başarılarıyla böyle bir sosyal çevresine rağmen saygınlığını korumuştur.


Doktor Hümeyra hanım dindar olmayı ve bu kimlikle toplumsal alanda var olmayı önemser. Okulda

dindar kimliğimi gizleyerek ibadetlerini yaparken “tesettür” problem olur. O günlerdeki kapüşon modası imdadına yetişir ve atkısını ortadan dikip bir anlamda tesettür–moda merkezli yumuşatarak, en azından ilk baharın sonuna kadar yerine getirmeye çalışır. Namazlarını ise aksatmaz. Ne var ki okul bittikten sonra hayatına tesettürlü olarak nasıl devam edeceği bir muammadır. Bütün öğrenim hayatında okul birincisi olan ve tıp fakültesinde hocalarının “kariyer yapacak öğrenci” diye baktıkları Ayşe Hümeyra Hanım, tesettürle devam edip edemeyeceğini öğrenmek için bir test yapar. Hac dönüşü hocasını ziyarete gider. Hocasının başındaki örtüyü göstererek ”ne bu hacı hanımlar gibi olmuşsun” sözü onun için bir milad olur. Artık bu şekilde devam edemeyeceğinden okuldan ayrılır. Burada yaşadığı dönemi çok iyi bildiği hâlde neden böyle teste ihtiyaç duyduğu sorusu akla gelebilir. Acaba hayatının ileriki safhalarında “bir keşkeye” meydan vermemek açısından olabilir mi? Veya başarılı olmamasının kendisine tolerans sağlayıp sağlamayacağını görmek mi istemiştir. Nitekim fakültede kalıp kariyer yapmak ister miydiniz sorusunu “tabii” diyerek cevaplamıştır. Ama dönem dindar görüntüyü kamusal alandan çıkarma dönemidir. Tesettürün yeni dönemin genç ve kariyer yapacak kadınında görülmesi akla ziyan bir durumdur. 

….. .. 

… .. Meşakkat ise gelip geçicidir. Aslolan insana hizmet ve Allah’a yakın olmaktır. 

….. .. 


Gazete  birçok eve girmezdi. Mahallede sadece bizim evde vardı. O yüzden büyüklerden ne öğrenilirse o bilinirdi. O zamanki en önemli sıkıntıyı ilim adamları yaşadı. Ben onlara çok acırım. Birden Arapça, din dersleri ortadan kalktı. O ihtiyar dedeler, nineler bir kenara atıldı. Bir gece içinde sıfır oldular. Üstelik çocuğu, torunu mektepte sürekli onların aleyhine telkin alır, dindarlar “softa, yobaz” diye anlatılırdı. Camilere , imamı ölünce yeni imam tayin edilmediğinden kapanırdı. Tekkeler yasaklanınca kimse gitmedi, orası boş kaldı, metruk oldu. Bu sefer yanındaki evlerde oturanlar oraya ot doldurup atını bağladı ya da fukara ise oturdu. 


Babam bir keresinde Beyazıt meydanında Şemsettin Günaltay’a rastlamış. 1040’lı senelerdi. O sırada mebustu, babamın medreseden ahbabıymış. Babama “Hoca gel mason ol, seni üniversiteye alalım, liselerde, orta mekteplerde sürünme. Şimdi üniversitede Arapça dersi var ama müsteşrikler (*doğu bilimci, büyük çoğunluğu ehli kitaptan olan ve Doğu milletlerinin her türlü yazılı edebi, tarihi, dinî ve kültürel eserlerini inceleyen Batılı ilim adamları)  okutuyor.” demiş. Babam mason olmayacağı için reddetmiş.

… ..


Fakültede, lisede sizin gibi giyinen, düşünen arkadaşlarınız var mıydı?

Yoktu tabii. O zaman Müslüman gözükmek ayıptı. Hiç böyle şeyler konuşulmazdı. Hocalarla, ibadet edenlerle dalga geçilirdi. Benim öyle arkadaşlarım vardı ki, dindar gözükmeyi ikinci sınıf insan olarak kabul ederlerdi. Hâlbuki imanları var, hatta belki gizli gizli namaz da kılar ama “Allah” demez, “Tanrı derlerdi. Neyse o yıllarda Beyazıt’ta oturuyordu, namazlar için hep yürürdüm. Haseki’ye, Cerrahpaşa’ya giderken de hep yürüdüm, çünkü tramvaylar kalabalık, gençler, çocuklar bir arada olurdu. Onun için ben yürümeye çok alıştım ve sağlığımı da ona borçluyum diyorum.

… ..

Henüz asistanlığım bitmeden güzel bir olay oldu ve görevli olarak hacca gittim. Dönünce hocam aynı zamanda klinik şefimiz Ekrem Şerif Bey’i- Allah rahmet eylesin, çok iyi hocaydı. Mesleki bilgilerin çoğunu ondan öğrendim- ziyarete gittim, zemzem ve hurma götürdüm. Hac’dan yeni geldiğim için başörtümü çıkarmadım . Beni öyle görünce “Ne öyle hacı hanımlar gibi!” dedi. Onun üzerine, üniversitede eşarplı hayat olamayacağını anladım. “Diploma almak zarurî, ihtisası tamamlamak lazım, sonra her yerde çalışabilirim” diye kendi kendime teselli verdim.  O zaman daha Müfide Hanım’ın asistanıydım. Asistanlık müddetim bitti, ihtisas imtihanına girdim, onu da başarıyla verince “Artık klinikten ayrılmak istiyorum” dedim. Müfide Hanım “Ne bu acele?” dedi. “Babam emekli, aileye katkım olsun istiyorum” deyip üniversiteden uzaklaştım. Her işte bir hayır vardır derler ya bunda da öyle oldu. Sonra 1960 yılında ihtilal oldu, 147 öğretim üyesine işten el çektirildi. Sanırım evvela beni çekerlerdi, çünkü rengim belliydi.



Sınıf arkadaşlarınızla hocalarınızı ziyarete gider miydiniz?

Öğrenci iken değil ama asistan olduktan sonra gitmeye başladık. Hocamız Müfide Hanım, “Bayramın ikinci günü gelin derdi. Yine bir bayram Müfide Hanım’ı ziyarete gidecektik. Göztepe'de mukim olduğundan Kadıköy’de oturan arkadaşım Güzin ile sözleşip gittik. Müfide Hanım’ın köşkü kalabalıktı. Bütün asistanlar, başasistan, doçentler oradaydı. Ben biraz uzakta pencerenin kenarındaki kanepeye oturdum. Biraz sonra ikram geldi. Uzun bardakların içinde sarı bir su; kokteyl olabilir diye şüphelendim. Neyse herkes aldı, fakat babası imam olan bir arkadaş almadı. Bunun üzerine diğerleri ne şakalar, ne takılmalar yaptı. “Canım bu imam suyu!” deyip gülüyorlardı. Ben böyle bir duruma düşmek istemedim, onların alaylarına cevap veremezdim.


O cevap verdi mi?


Verdi, güldü geçti. Ondan sonra böyle bir şamata, alaylar şakalar, latifeler derken sıra bana geldi. Ben usulcacık alıp yanındaki sehpaya koydum. Sehpanın öteki tarafında Lefter diye bir asistan oturuyordu. O da bizimle aynı koğuşta çalışır, ufak tefek, nazik, kibar, çekingen, bir çocuktu. İçkisini içmişti

“Lefter, bir tane daha içer misin?” dedim. “İçeri

m” dedi. Ben de herkes başka tarafa bakarken bardağımı ona ittim. Böylece kimse anlamadan problemi çözdük. O yıllarda bayramlarda likör vermek âdet olmuştu.


… ..


Ben yalnız hastaları değil, her Müslümanı severim. Hem de çok severim. Onlar da beni severlerdi Aciz kullarız, duaya çok ihtiyacımız var. Sevgi olursa dua yürekten olur. Uzaktan yakından insanlarla “ahiret kardeşliği” dediğimiz bir yakınlık kuruluyor. Hafız Ayten’i de öyle tanımıştım. Beraber unutulmayacak bir hac yapmıştık. … ..

… … 


Hacca görevli giden ilk hanım doktorsunuz. Nasıl oldu anlatır mısınız? 

1950’den evvelki yıllarda hac yolu kapalıydı. … ..

… ..

Neyse Kızılay ilk defa 1952 senesinde kendi bünyesinde yaşlı doktorları hacca götürmüş, fakat Ağustos ayına denk geldiği için doktorlar

sıcaktan hasta olup çalışmamışlar. Bunun üzerine ertesi sene üniversiteden genç, çalışkan doktor talebinde

bulunmuşlar. Dekanlık da bu talebi kapıya asmış. Ama ben hep hastanede çalıştığımdan ilandan haberim olmadı.

Zaten kimse de müracaat etmemiş ve süre dolmuş. Bu sefer hocalar devreye girmişler. İşte  ben o zaman haberdar

oldum. Müslümanların aleyhine konuşmaz, münakaşadan hoşlanmazdım. En çok da onları susturamayıp, daha

çok günaha girersem diye korkardım. Bunlardan dolayı kimse benim dindar olduğumu, ibadet yaptığımı bilmez

sanırdım. Ama öyle değilmiş, yine de anlamışlar. Baş asistanımız Servet Bey, “Hümeyra dindardır, gider” demiş.

… ..  İşte o an serviste yatan bir hastaya hemşirenin yapacağı yardımı yaptığımda “Doktor ayağınız Kâbe’ye

varsın” duasını hatırladım. … ….  “Ya Rabbi hastanın duası kabul olur, elhamdülillah” dedim. … ..

… ..







*Dindar Bir Müslüman Hanım  &  Söyleşi. Nevin Meriç

Timaş

1.Baskı, Ocak 2020


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder