999 senesinde birbirlerinden yaklaşık 400 kilometre uzakta, bugünün Özbekistan ve Türkmenistan sınırları içinde yaşayan iki genç adam mektuplaşmaya başladılar. … .. Yazışma büyük olanın, büyükse de sadece yirmi sekiz yaşındaydı, o sekiz yaşındaki ahbabına bilim ve felsefeye ilişkin bir çok konuda bir soru listesi göndermesiyle başlamıştı. Neredeyse tüm sorularının yankısı bugün bile duyulmaya devam etmektedir. Her ikisinin de dört uzun mektup göndermesiyle bu yazışma bugünün internet ortamına benzer şekilde âdeta bir akademik kan davası başlatmıştı.
Ortada, yıldızların arasında başka bir güneş sistemi daha var mı, yoksa kainatta yalnız mıyız, diye soruyordu. Altı yüz sene sonra Giordano Bruno (1548-1600), dünyadan başka gezegenlerin de bulunduğunu söylediği için kazığa bağlanıp diri diri yakılacaktı. Bu iki adam, muhtemelen eşsiz olsak da, yalnız olmadığımızdan emin görünüyorlardı. Ayrıca dünyanın bugünkü hâliyle mi yaratıldığını yoksa zaman içerisinde evrime mi uğradığını sorguluyorlardı. Bu noktada, Yaratılış kavramını kabul ediyorlar, ancak dünyanın sonrasında şiddetli değişikliklere uğradığına vurgu yapıyorlardı. Bu açıkça dile getirdikleri jeolojik evrim kabulü, Orta Çağ Hıristiyanlığı kadar sahip oldukları İslam itikadına da aykırıydı. Bu aykırılık genç olanlardan birisini rahatsız etmiş, diğerini ise hiç etmemişti. İlki, yani İbn-i Sina dinî olarak daha kabul edilebilir kılmak için anlaşılması güç de olsa bir açıklama getirmişti. Ancak iki genç adam da jeolojik evrimi ve hatta sekiz asır incesinden Darvinizm’in temel noktalarını sezmişlerdi.
Bilim tarihinde geleceğe bu kadar cesurca sıçrayan çok az sayıda fikir alış-verişi vardır ki bu alış veriş bugün, gelişmemiş olarak görülen ve bilimsel başarılarından değil, sadece tabii kaynaklarından ötürü kıymet atfedilen bir bölgede bin sene evvel gerçekleşmişti. Bu alış-verişten haberdarız, zira el
yazmalarının nüshaları muhafaza edilmişti. Bu nüshalar yaklaşık bin sene sonra basılabildiler. Yirmi sekiz yaşındaki Ebu Reyhan el Birûni (973-1048) Aral Gölü kenarında doğmuş ve coğrafya, matematik, trigonometri, mukayeseli din, astronomi, fizik, jeoloji, psikoloji, mineraloji ve farmakoloji bilimlerinde öne çıkmıştı. Genç olan Ebu Ali el Hüseyin İbn-i Sina (980?-1037) ise günümüzde Özbekistan sınırlarında yer alan, o zaman ilim merkezi, görkemli Buhara kentinde büyümüştü. Tıp, felsefe, fizik,kimya, gökbilimi, ilahiyat, klinik farmakoloji, psikoloji,ahlak ve müzik teorisi alanlarında nam salacaktı. İbn-i Sina’nın temel eserlerinden El-Kanun Fi’ Tın (Tıbbın Kanunu) sonunda Latinceye tercüme edildiğinde Batı’da modern tıbbın başlamasına vesile olmuştu. Modern tıbbın İncil’i haline gelen eser 1500’den önce onlarca defa basılmıştı.Hintliler kanun sayesinde bugün bile devam eden tıp okullarını kurmuşlardı. Birûni ve İbn-i Sina modern zamanların olmasa da, klasik dönem ile rönesans arasındaki zaman zarfının en büyük iki bilim adamı olarak görülmektedirler.Bu iki dev isim arasında bir husumet meydana getiren bu yazışmaya ileride dönmek icap edecektir. Ancak bir detaya not düşmek gerekir. Yazışmaların bir noktasında İbn-i Sina tehditkâr bir tavırla, Birûni’nin iddialarının otorite kabul edilenlerininkiler ile uyuşup uyuşmadığını kontrol edebileceğini söylemiştir. Bu, bilimin her biri kendi uzmanlık yapısına sahip farklı safhalarının olduğunu bildiren çığır açıcı bir ihtardı. Dolayısıyla bir filozof ve tıp uzmanı olarak Birûni’nin her safhaya ilişkin değerlendirmelerinin geçer akçe olmayabileceğini göstermekteydi. Eşit derecede önemli olarak, bugün bizim hakem değerlendirmesi dediğimiz bir işlev gören, çok sayıda, rekabetçi ve birbirlerinden haberdar bilim adamları ve düşünürler zümresinin varlığını da göstermektedir. İnb-i Sina ve Birûni bilim tutkularından kesinlikle yalnız değillerdi. Her ikisi de kabiliyetlerini diğer bilginlerle girdikleri münazaralarda keskinleştirmişlerdi … ..
…..
Tüm tartışmaların göbeğinde yer alan otorite sahibi isim Aristoteles idi. Bağdat’taki Hıristiyanlar yakın bir zamanda Gökyüzü Üzerine’yi Arapçaya tercüme etmişlerdi. Her iki genç de tercümeyi okumuşlardı ve şimdi de gözlemlenebilir delilin kitapta yer alan iddiaları doğruladığını mı yoksa çürürttüğünü mü tartışıyorlardı. Birûni Aristo’nun gözlemleri ile kendisininkiler arasındaki uyuşmazlıkları tespit etmeye başlamıştı. İbn-i Sina ise böylesi bir telaşa kapılmadan kendi iddialarını, sorgulanmaya açık olduklarını göstererek, Aristocu bir teori dâhilinde kendisin dahi sorgulandığını belirtiyordu.
Birûni de İbn-i Sina sa bilimsel keşfin tam da özünü yakalamışlardı. Thomas Kuhn'un Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli başyapıtında belirttiği gibidönüm noktası olan büyük bilimsel keşifler nadiren bir “Evraka” anı meselesiydi. Daha ziyade , Kuhn’a göre bilim, gözlemlenebilen gerçeklik ile meşhur bir şekilde paradigma diye adlandırdığı teorik kabul arasındaki uyuşmazlıkların yavaşça birikmeye başladığı kümülatif bir süreçti. Dönüm noktaları böylesi uyuşmazlıkların ve “anomalilerin” yığılmalarının yeni bir teoriyi ya da paradigmayı doğurduğu zamanlarda ortaya çıkmaktaydı. Önceden aykırı kabul edilen yeni paradigma umulan hâline gelmekteydi. İbn-i Sina ve Birûni anomalileri tanımlıyor,elekten geçiriyor ve teste tâbi tutuyorlardı.. Orta Asya’daki birçok meslektaşları gibi gayretleri daha sonra ortaya çıkacak dönüm noktalarına yol açmıştı ve bu büyük dönüm noktalarını meydana getiren süreçte kendileri merkezî bir konundalardı. Orta çağdaki Orta Asyalılar birden fazla dâhiyane dönüm noktası oluşturmuşlardı. Bu bilim adamları ve bilginlerin gerçekleştirdiklerine bakarken, başı çektikleri süreçleri görmezden gelinmemelidir.
… ..
… ..
Bu bilim adamları ve düşünürler ordusu çalışmalarını bir fanus içerisinde yürütmüyorlardı. Filozoflar ve din adamları en yeni fikirleri tüm ayrıntıları ile tartışıyor, bazen fikir sahiplerini alkışlıyor, bazen de yerden yere vuruyorlardı. Titiz ve talepkâr bilginler akılla sadece neyin bilineceğini değil, neyin bilinemeyeceğini de sürekli olarak sorguluyorlardı. Herkese açık bir entelektüel ve felsefî bir ortam vardı. Aynı vakitte, aynı yerde ölümsüz eserler yaratan şairler ve müzisyenler de bu ortama coşku katıyorlardı. Bilim adamları ve bilginler kadar önemli olan bu yaratıcı isimler bugün bile hayranlık uyandıran şaheserler vücuda getiriyorlardı.
Tam anlamıyla bir Aydınlanma Çağı yaşanıyordu. Orta Asya’nın dünyanın ilim merkezi olduğu bu zamanda kültür baharı söz konusuydu. Hindistan, Çin, Orta Doğu ve Avrupa, fikirleri sayesinde yarattıkları zengin gelenekleriyle böbürleniyorlardı. Ancak 1000’li yıllarda beş asır boyunca tüm diğer bölgeleri tesiri altına alan ve kabarık dalgalarüzerinde yelkenler fora diyen tek bir bölge vardı; Orta Asya. Klasik dönem ile modern çağı birbirine bağlayacak olan zaman ve coğrafya arasında köprü kuruluyordu. Bugünün Avrupalıları, Hintlileri, Çinlileri ve Orta Doğuluları farkında olduklarından daha fazla Orta Asya’da İbn-i Sina ve Biruni’nin döneminde zirveye ulaşan olağanüstü kültür ve entelektüel çoşkunluğun mirasçısı konumundadırlar.
Zaman ve Mekân
s.44
*Kayıp Aydınlanma & S. Frederick Starr
Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı
Özgün adı: Lost of Enlightenment Central Asia’s Age from The Arab Conquest to Tamerlane
Çeviren : Yusuf Selman İnanç
Kronik Kitap
*Giordano Bruno - Vikipedi (wikipedia.org)
*Giordano Bruno (1548; Nola, Napoli Krallığı[1] - 17 Şubat 1600; Roma, Papalık Devleti), İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve okültist. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır. Ona doğacı coşkunluğun düşünürü de denilebilir. Aristotelesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik'in tezini savundu. Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da konuşamaması için yüzüne demir maske geçirilerek diri diri yakılarak idam edildi.
… ..
*İbn Sînâ (Farsça: ابن سینا) veya Ebu Ali Sînâ[1] (Farsça: ابوعلی سینا) ya da Batılıların söyleyişiyle Avicenna[2] (/ˌævɪˈsɛnə, ˌɑːvɪ-/; y. 980 – Haziran 1037),[3] İslam'ın Altın Çağı döneminin en önemli doktorlarından,[4] astronomlarından,[5] düşünürlerinden,[6] yazarlarından[7] ve bilginlerinden biri olarak kabul edilen Fars[8][9] polimat ve "polimerik erken tıbbın babası" olarak bilinen tabiptir.[10][11]
Buhara yakınlarındaki Efşene köyünde (Özbekistan) 980 civarında dünyaya gelmiş ve 1037 yılında Hemedan şehrinde (İran) ölmüştür. Tıp ve felsefe alanına ağırlık verdiği değişik alanlarda 200 kadar kitap yazmıştır. Batılılarca modern Orta Çağ biliminin kurucusu ve tabiplerin önderi olarak bilinen İbn-i Sina, "Büyük Üstat" ismiyle de tanınır. Tıp alanında yedi yüzyıl boyunca temel kaynak eser olarak süregelen "El-Kanun fi't-Tıb" (Tıbbın Kanunu) adlı kitabı ile ünlenmiş ve bu kitap, değişik Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıl ortalarına kadar tıp biliminde temel eser olarak okutulmuştur.[12][13][14][15][16][17]
İbn Sînâ, Kuşyar isimli bir tabibin yanında tıp eğitimi almıştır. Değişik konular üzerine, 240'ı günümüze kadar gelen 450 kadar makale yazdı. Elimizdeki yazılarının 150 tanesi felsefe, 40 tanesi de tıp üzerinedir. Eserlerinin en ünlüleri, felsefe ve fen konularını içeren çok geniş bir çalışma olan Kitabü'ş-Şifa (İyileşme Kitabı) ile El-Kanun fi't-Tıb'dır (Tıbbın Kanunu). Bu iki eser, Orta Çağ üniversitelerinde okutulmasıyla birlikte, Montpellier ve Louvain'de 1650 yılına kadar ders kitabı olmuştur.
Sâmânî sarayı kâtiplerinden Abdullah bin Sina'nın oğlu olan İbn Sînâ; babasından, ardından ünlü bilgin Nâtilî'den ve Hanefi fakihi İsmâil ez-Zâhid'den dersler aldı. Geometri (özellikle Öklid geometrisi), mantık, fıkıh, sarf, nahiv, tıp ve doğabilim üstüne çalışmalar yaptı. Farabi'nin el-İbane'si[18] aracılığıyla Aristoteles felsefesini ve metafiziğini öğrenip, hastalanan Buhara prensini iyileştirince (997), saray kütüphanesinden yararlanma olanağına kavuştu. Babası ölünce, Gürgan'da Şirazlı Ebu Muhammed'den destek gördü. Tıp Kanunu kitabını da Gürgan'da yazdı. Çağında tanınan bütün Antik Yunan filozoflarının ve Anadolu doğacılarının yapıtlarını incelemiştir.
Yaşadığı dönem:
İbn Sina, Bizans Greko-Romen, Fars ve Hint metinlerinin çevirilerinin yoğun bir şekilde incelendiği ve genellikle İslam Altın Çağı olarak bilinen dönemde geniş bir eser külliyatı oluşturmuştur. Kindi okulu tarafından tercüme edilen Greko-Romen (Orta ve Yeni Platoncu ve Aristotelesçi) metinler, Fars ve Hint matematik sistemleri, astronomi, cebir, trigonometri ve tıp üzerine de çalışan İslam entelektüelleri tarafından yorumlanmış, yeniden düzenlenmiş ve önemli ölçüde geliştirilmiştir.[19]
İran, Büyük Horasan ve Orta Asya'nın doğu kesimindeki Samani hanedanlığı ile İran ve Irak'ın batı kesimindeki Büveyhîler, ilmi ve kültürel gelişim için gelişen bir atmosfer sağladı. Samaniler döneminde Buhara, İslam dünyasının kültürel başkenti olarak Bağdat'a rakip oldu.[20] İbn-i Sina burada Belh, Harezm, Gorgan, Rey, İsfahan ve Hemedan'ın büyük kütüphanelerine erişebiliyordu.
Çeşitli metinler (Behmenyar ile Ahd gibi) İbn Sina'nın zamanın en büyük âlimleriyle felsefi konuları tartıştığını göstermektedir. Aruzi Samarqandi, İbn Sina'nın Harezm'den ayrılmadan önce Biruni (ünlü bir bilim adamı ve astronom), Ebu Nasr Iraki (ünlü bir matematikçi), Ebu Sehl Masihi (saygın bir filozof) ve Ebu el-Hayr Hammar (büyük bir hekim) ile nasıl tanıştığını anlatır. Kuran ve Hadis çalışmaları da gelişti ve İslam felsefesi, fıkıh ve teoloji (kelam) bu dönemde İbn Sina ve muhalifleri tarafından daha da geliştirildi.
Hayatı:
İlk yılları ve eğitimi:
Yetişkinliği:
Sonraki yılları ve ölümü:
Felsefe:
Metafizik doktrin:
Tanrı'nın Varlığına İlişkin Argüman:
El-Birûni Yazışmaları:
Teoloji:
Dindar bir Müslüman olan İbn Sina, rasyonel felsefeyi İslam teolojisi ile uyumlu hale getirmeyi amaçlamıştır. Öncelikli amacı, Tanrı'nın varlığını ve dünyayı yaratmadaki rolünü akıl ve mantık yoluyla bilimsel olarak ortaya koymaktı. İbn Sina'nın İslam teolojisi ve felsefesi hakkındaki düşünceleri derin bir etki yaratmış ve yüzyıllar boyunca İslam dini okullarının müfredatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. İslam teolojisi üzerine peygamberler ve Kur'an kozmolojisi ile kendi felsefi sistemi arasındaki ilişki gibi konuları kapsayan birkaç kısa risale yazmıştır.[44]
İbn Sina zaman zaman felsefenin gerçek peygamberliği yanılsamadan ayırt etmenin bir aracı olduğunu ima etse de, potansiyel siyasi sonuçları nedeniyle bunu açıkça ifade etmekten kaçınmıştır. Kısa eserlerindeki odak noktası, diğer filozoflar tarafından daha iyi keşfedilen epistemolojik meselelere girmeden felsefi ve teolojik fikirlerini açık bir şekilde açıklamak olmuştur.[45]
İbn Sina'nın felsefesinin daha sonraki yorumları üç farklı ekole ayrılmıştır: (Tusi gibi) onun felsefesini daha sonraki siyasi olayları ve bilimsel gelişmeleri yorumlamak için bir sistem olarak uygulamaya devam edenler; (Razi gibi) İbn Sina'nın kelam eserlerini onun daha geniş felsefi kaygılarından ayrı olarak ele alanlar; ve (Gazali gibi) onun felsefesinin bazı kısımlarını çeşitli mistik yollarla daha büyük manevi içgörüler elde etme girişimlerini desteklemek için seçerek kullananlar. Razi gibi kişiler tarafından savunulan teolojik yorum, nihayetinde medreselerde baskın hale gelmiştir.[46]
İbn-i Sina Kur'an hakkında derin bir bilgiye sahipti ve Kur'an ayetlerini yorumlayan ve İslam peygamberlerinin önemini vurgulayan beş risale yazdı. Peygamberlerin filozoflardan daha üstün görülmesi gerektiğini savunmuştur.[47]
İbn Sina genellikle Sünni Hanefi düşünce ekolü ile ilişkilendirilir. Hanefi hukuku eğitimi almış, önemli Hanefi hukukçuları hocası olarak kabul etmiş ve Ali ibn Memun'un Hanefi mahkemesinde görev yapmıştır.[48] İbn-i Sina erken yaşlarda, İsmaili misyonerlerin kendisini din değiştirmeye yönelik girişimlerine "ikna olmadığını" söylemiştir ve Orta Çağ tarihçisi Şehîrüddîn Beyhakî onun Saflık Kardeşleri'nin bir takipçisi olduğuna inanmıştır.[49][50]
Düşünce Deneyleri:
Diğer Katkıları:
Astronomi ve Astroloji:
Fizik:
Kimya:
Ruhbilim:
Akıl:
Bilimlerin sınıflandırılması:
Mirası:
Klasik İslam Medeniyeti:
Orta Çağ ve Rönesans:
Günümüzde İbn Sina:
Eserleri:
*Bîrûnî - Vikipedi (wikipedia.org)
*Bîrûnî (4 Eylül 973 Kat - 13 Aralık 1048 Gazne),[1][2] İslam'ın Altın Çağı'ndaki çalışmaları ile bilinen hezârfen. Tam adı
Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûnî'dir (Farsça: بیرونی, Arapça: ابو الريحان محمد بن احمد البيروني).
Batı dillerinde adı Alberuni veya Aliboron olarak geçer. Matematik, doğa bilimleri, coğrafya, tarih ve tıp alanındaki çalışmalarıyla tanınır.
Hayatı:
Bîrûnî, Orta Asya'da tarihi bir bölge olan Harezm'de doğdu. Küçük yaşta babasını kaybetti. Harezm'de Afrigoğulları (Âl-i Irak) hanedanı tarafından korundu, sarayda matematik ve astronomi eğitimi aldı. Buradaki hocaları İbn-i Irak ve Abdussamed bin Hakîm'dir. Bu dönemde daha 17 yaşındayken ilk kitabını yazdı. Harezm, Me'mûnîler hanedanının yönetimine girince Bîrûnî de İran'a giderek bir süre burada yaşadı. Daha sonra ise Ziyârîler tarafından korunmaya başlandı. El-Âsârü'l-Bâkıye adlı kitabını Ziyârîlerin sarayında yazmıştır. İki yıl da burada çalıştıktan sonra memleketine geri döndü ve Ebu'l Vefâ ile gökbilim ve astroloji üzerine çalışmaya başladı.
1017'de Gazneli Mahmut, Harezm'i zapt ettiğinde Birûnî de Gazne şehrine gelerek burada Gazneliler'in himayesine girdi. Sarayda büyük itibar gördü ve Gazneli Mahmut'un Hindistan seferine katıldı. Burada Hint bilim adamlarının dikkatini çekti ve Hint ülkesi alınınca da Nendene şehrine yerleşerek bilimsel çalışmalarına burada devam etti. Sanskritçeyi öğrenerek Hint toplumunun yaşamı ve kültürü üzerine çalıştı.
Buradan tekrar Gazne şehrine döndü ve yaşamının geri kalan kısmını bu şehirde tamamladı. Bu dönem Bîrûnî'nin en verimli zamanı sayılmaktadır. Uzun zamandır hazırladığı Tahdîdu Nihâyet'il Emâkin adlı eserini bu döneme denk gelen 1025 yılında yayımladı. Astronomi üzerine yazdığı Kanûn-i Mes'ûdî adlı eserini Gazneli Mahmud'un oğlu Sultan Mesud'a ithaf etmiştir. Birûni, 13 Aralık 1048 tarihinde ölmüştür.
Genel görüş Birûni'nin İrani kökenli olduğu yönündedir.[3][4][5][6][7][8][9] Bununla beraber bazı kaynaklarda Türk kökenli olduğu ya da olabileceği belirtilmektedir.[1][10][11][12]
Kişiliği:
Çalışmaları:
Matematik:
Astronomi:
Diğer bilimler:
Eserleri:
*Yahudi tarihi, Yahudi halkının, inancının ve kültürünün tarihidir. Yahudi tarihi yaklaşık altı bin yıllık bir süreyi ve yüzlerce farklı topluluğu kapsadığından, burada ancak genel bir şekilde ele alınabilmektedir. Aşağıda sıralanan ana maddelerde ve bu maddede belirtilen her ülkedeki Yahudi topluluklarının ayrı tarihlerine ek bilgiye ulaşılabilir.
MÖ 10. yüzyıl ile MÖ 586'(Babil sürgünü) arasında İsrail genelinde çoktanrıcılık normaldi.[1] İsrailoğulları arasında yalnızca Yahveh'ye tapınma ancak sürgünden sonra ve geç bir dönemde (muhtemelen Makkabiler (MÖ 2. yy) dönemi) kurumsallaşır ve monoteizm Yahudiler arasında yerleşir.[2] Bazı İncil bilginleri, bir zamanlar Aşera'ya İsrail'in ulusal
Antik Çağlarda Yahudi tarihi (MÖ 37 yılına kadar):
İsrailoğulları:
İlk iki döneminde, Yahudi tarihi büyük ölçüde Bereketli Hilal olarak adlandırılan bölgeninki ile aynıdır. Bu tarih, Nil, Dicle ve Fırat nehirleri arasında uzanan topraklara yerleşen insanlar ile başlar. Mısır ve Babil'deki kadim medeniyet merkezleri, Arabistan çölleri ve Anadolu'nun dağları ile çevrili olan Kenaan ülkesi (daha sonra sırasıyla İsrail, Yehuda, Yahudiye Eyaleti, Coele-Suriye, Filistin, Levant ve nihayet tekrar İsrail adlarını almıştır) medeniyetlerin buluşma noktasıydı. Eski zamanlarda kurulmuş ticaret yollarının kestiği bölge, Akabe Körfezi ile Akdeniz kıyılarında önemli limanlara sahipti. Özellikle Akdeniz kıyısındaki limanlar bölgeyi, Bereketli Hilal'de yaşayan diğer kültürlerin de etkisine açık hale getirmiştir.
Geleneksel rivayetlere dayalı olarak, dünyanın her yerindeki Yahudiler büyük ölçüde İsrail diyarına yerleşmiş olan kadim İsrailoğullarının soyundan geldiklerine inanır. İsrailoğulları ise, ortak soylarını hepsi de Hud'un kanından olan İbraniler İshak ve Yakub üzerinden biblik ataları İbrahim'e kadar izlerlerdi. Yahudi geleneklerinde, İsrailoğullarının Yakub'un Mısır'a yerleşen on iki oğlunun (bunlardan birinin adı da Yehuda'dır) torunları olduklarına inanılır. Mısır'da, soyları genellikle II. Ramses olduğuna inanılan, Mısır firavunu tarafından köle edinilir. Sonra da Musa peygamberin önderliğinde Mısır'dan Kenaan'a göç ederler. (Mısır'dan Çıkış). Bu olay, İsrailoğullarının her biri Yakub'un oğullarından birinin ismini alan on iki kabileye bölünmüş bir halk hâline gelişinin başlangıcına da işaret eder.
Yahudi geleneği ve Kutsal Kitap (ilk kitabı Tekvin'den son kitabı olan Malaki'ye kadar), İsrailoğullarının kırk bir yıl boyunca çölde dolaştıktan sonra Kenaan ülkesini Yeşu'nun yönetiminde fethettiklerini, ele geçirdikleri toprakları da on iki kabile arasında bölüştüklerini anlatır. On iki kabile, bir süre Hakimler olarak bilinen bir dizi hükümdar tarafından yönetilir.
Bununla birlikte, modern bilim adamlarının fikir birliği, İsrail'in büyük ölçüde Mısır'da değil Kenan'da yerli kökenlerini gösteren arkeolojik kanıtların "ezici" olduğu ve "Mısır'dan bir Çıkışa veya Sina üzerinden 40 yıllık bir hac yolculuğuna yer bırakmadığı" şeklindeki akademik görüşü desteklemektedir.[6]
Pek çok arkeolog, Musa ve Mısır'dan Çıkış'ın arkeolojik araştırmasını "meyvesiz bir arayış" olarak değerlendirdi ve terk etti.[6] Arkeologlar ve Mısırbilimciler tarafından yapılan bir asırlık araştırma, tartışmalı bir şekilde, Mısır esareti ve kaçış ve vahşi doğada seyahatler hakkındaki Exodus anlatısıyla doğrudan ilişkili olabilecek hiçbir kanıt bulamadı ve bu da Demir Çağı İsrail'in - Yahuda ve İsrail krallıkları olduğu fikrine yol açtı. —kökenleri Mısır'da değil, Kenan'dadır.[7][8] En eski İsrail yerleşimlerinin kültürü Kenanlıdır, kült-nesneleri Kenan tanrısı El'e aittir, yerel Kenan geleneğinde çanak çömlek kalıntıları ve kullanılan alfabe erken Kenanlıdır. "İsrailli" köyleri Kenan bölgelerinden ayıran neredeyse tek işaret, domuz kemiğinin olmamasıdır, ancak bunun etnik bir işaret olarak mı yoksa başka faktörlerden mi kaynaklandığı tartışma konusu olmaya devam etmektedir.[9]
Bunun ardından, Saul'un hakimiyeti altında bir İsrail monarşisi kurulmuş ve Kral Davud ve Süleyman hakimiyetinde devam etmiştir. Kral Davud (önce bir Kenan daha sonra da Yevus şehri olan) Kudüs'ü fethederek kendisinin başkenti yapmıştır. Süleyman'ın hükümdarlığının ardından, ülke on kabileden oluşan İsrail (kuzeyde) ve Yehuda ve Benyamin (güneyde) kabilelerinden oluşan Yehuda olmak üzere iki krallığa bölünmüştür.
İsrail, M.Ö. 8. yüzyılda Asur hükümdarı V. Salmanasar tarafından fethedilmiştir. Kimi zaman İsrail'in On Kayıp Kabilesi olarak da adlandırılan bu on kabileye dair genel kabul görmüş bir tarihi kayıt bulunmamaktadır.
Babil sürgünü:
Milattan önce 6. yüzyılın başlarında, Yehuda Krallığı, II. Nebukadnezar yönetimindeki Babilliler tarafından Kudüs Kuşatması sonrası yıkılmıştır. Yehudalı seçkinler Babil'e sürülmüş, ancak Babil'in daha sonra Persler tarafından fethedilmesinin ardından bunların en azından bir kısmı Ezra ve Nehemya peygamberlerin önderliğinde anavatanına dönmüştür. Zerdüştlüğün Pers İmparatorluğu'nun devlet dini olmasından ötürü, Zerdüştlüğün Yahudiliğin gelişimine ne ölçüde etki ettiği akademisyenler arasında hâlen tartışılan bir konudur (Bkz. Hristiyanlık ve dünya dinleri).
Sürgün sonrası dönem:
Helenistik Yahudilik:
Sürgün sonrası dönem:
Haşmonayim Krallığı:
Roma yönetimi (MÖ 63 – MS 400 arası):
Diaspora:
Geç Roma dönemi:
Orta Çağ:
Bizans:
İslam ve Haçlı dönemleri:
İspanya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu:
Avrupa:
Erken Modern dönem:
Osmanlı dönemi:
Avrupa::
Avrupa Aydınlanması ve Haskala (18. Yüzyıl)
19. yüzyıl:
20. yüzyıl:
Siyonizm:
Holokost:
İsrail devletinin kuruluşu:
21. yüzyıl:
*Türklerin İslam'a geçişi - Vikipedi
*Türklerin İslam'a geçişi, Türklerin İslam dininden önce mensup oldukları Tengricilik inancından vazgeçip dinlerini değiştirmeleridir. Yaklaşık 10. yüzyıla kadar Tengricilik dini Türkler arasında en yaygın din olmuştur. Türklerin İslam diniyle ilk teması Şii ve Alevilerin dördüncü İmam olarak kabul ettikleri İmam Zeynel Abidin'in Türkler tarafından Kerbela'da koruma amaçlı Horasan'a götürmeleriydi. İslamiyet öncesi Türkler ile Müslüman Arapların ilk karşılaşması 7. yüzyıl döneminde Hilafet-İmamet çekişmeleriyle gerçekleşmiştir.[1]
Hz.Peygamberin ardından meydana gelen Siffin savaşının ardından başlayan Emeviler döneminde İslam daha çok Arap milliyetçiliği ekseninde gelişmekte olan bir dindi. İslam Devleti yeni fetihlerle oldukça genişlemiş, Alevilerin ve Şiilerin Türk desteğiyle yerleştikleri Maveraünnehir'e kadar ulaşmıştır.[2]
Emevîlerin 8.yy’ın başlarında İran bölgesini fethederek Maveraünnehir’e ulaşmasıyla Türkler ile Araplar arasındaki çatışmalar sertleşir. Bahsi geçen bölgede, İran halkların yaşadığı, Türklerin kontrolündeki şehir devletleri de bulunur. Türkler, birçok boydan ve devletten oluşur. Arapların ilk teması bölgedeki Türgiş ve Hazar Türkleri’yle gerçekleşir. Türk-Arap savaşları bu şehirlerin kontrollerini sağlamak adına özellikle Türgişlerle Emevîler arasında yaşanır. Şehirler birçok kez el değiştirir. Türgiş Kağanı Suluk Çor, Araplar tarafından Ebu Müzâhim (sıkıntı verenlerin babası) olarak adlandırılır. Türk-Emevî savaşları, Emevîler 750 yılında yıkılıncaya kadar devam eder. İslam devletinin yönetimini Abbasi Hanedanlığı ele geçirince, Türk-Arap ilişkilerinde yeni bir sayfa açılır. 751 yılında Araplar ile Çinliler arasında yaşanan Talas Muharebesi’nde Karluk Türkleri Abbasilerin yanında yer alarak Abbasilerin zaferini sağlamışlardır. Bu savaşla, Karluk Türkleri İslamiyet’i daha yakından tanıma fırsatı bulmuş, az da olsa bir kısmı İslamiyet’i kabul etmiştir. Arapların ilk temasları tüm Türklerle değil Türklerin çok küçük bir kısmıylaydı. İç Asya’daki Gök Türkler gibi güçlü Türk devletleriyle etkileşimleri sınırlıydı. Türklerin ilk kez topluluklar halinde İslam’a geçişleri Araplarla karşılaştıktan yaklaşık 300 yıl sonrasına denk gelmektedir. Burada da tüm Türklerin değil farklı boyların çok farklı zamanlarda yüzyıllara yayılmış bir süreçte İslam’ı kabul ettiği görülür.[3]
Türkiye Türklerinin ataları Oğuz Türkleri 10. yüzyılın ilk çeyreğinde kitlesel olarak İslamiyeti kabul etmeye başladılar.[4] Oğuz Türkleri İslam'ı Sünni İranlılar aracılığıyla öğrendi.[5] Türkçedeki temel İslami terminolojinin çoğunlukla, Arapça değil, Farsça olması buna bir örnektir; ilgili sözcüklerden bazıları namaz, abdest, günah, oruç, peygamber, yarı Farsça Müslüman, hoca, pir, dergah, hüda.[6]
8. yüzyıl:
Hazar Türkleri:
Türgeş Boyları:
Abbasiler dönemi:
Talas Muharebesi:
İlk Müslüman Türk Devletleri:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder