20 Aralık 2016 Salı

1984 *

-Kitabın arka kapağındaki tanıtımda; “Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlamayan insanla çok daha kolay dayatılıyordu. (....) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardıçünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.
-George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus seneryasudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya dğüzeni, romanda inanılmazbir hayal gücüyle , en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tegâhlanan oyunlar düşünüldüğünde ,ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yanlızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır. ...” vurgusu yapılıyor.
Orwell, romanı İskoçya'da verem ile boğuşurken 1947-1948 yılları arasında yazmıştır. Roman, Avrupa'daki Son Adam (The Last Man in Europe) ismiyle yazılmıştır. Öte yandan, ABD ve Birleşik Krallık'taki yayımcısı (roman bu iki ülkede aynı anda satışa sunulmuştur) pazarlama meseleleri nedeniyle romanın adını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'e (Nineteen Eighty-Four) çevirmiştir. Roman ilk kez 8 Haziran 1949'da basılmıştır.
Kitap sosyalizm karşıtı olarak suçlanmıştır, ancak Orwell buna karşı çıkmıştır. 16 Haziran 1949'da yaptığı açıklamada Orwell şöyle konuşmuştur: "Yeni romanımda [Bin Dokuz Yüz Seksen Dört] sosyalizme ya da (bir destekçisi olduğum) Britanya İşçi Partisi'ne bir saldırı kastetmedim, ama merkezileştirilmiş bir ekonominin yol açabileceği ve halen komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş olan bozukluklara değindim... Kitabın konusunun Britanya'da geçmesi İngilizce konuşan ırkların doğuştan diğerlerine göre daha üstün olmadığını ve karşı konulmadığı takdirde totalitarizmin herhangi bir yerde zafer kazanabileceğini vurgulamak içindir."[1]
Romanın distopik dünyasında totaliter bir merkezi tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatı manipüle edilmektedir. Roman daha sonra ünlenecek Büyük Birader ve Düşünce Polisi gibi kavramları içermektedir.

Kitaptaki çiftdüşün tekniğiyle karşıt kavramlar bir arada kullanılarak kişinin bariz gerçeğe aykırı olanı kabul etmesı beklenir. Zira, kitaptaki düzende merkez partiye bağlılığı göstermesi için insanın gerekirse akla aykırı olanı bile doğru bellemesi gerekir.(**)
-Kısa alıntıları paylaşalım: Bin dokuz Yüz Seksendört, bilim kurgu türünün klasik örneklerinden biri olmanın yanı sıra, modern dünyayı protesto eden bir romandır.
-Kitabın yazarı1903-1950 yılları arasında yaşamıştır. Romanı okurken;  geçmişte yaşananlar kadar günümüzü de yansıttığını düşünebilirsiniz.
-Winston, biraz da eline kramp girdiği için,yazmayı bıraktı. Bütün bu saçmalıkları birbiri ardı sıra neden döküp saçtığını bilmiyordu. Ama işin tuhafı, bunu yaparken kafasında bambaşka bir anı belirmiş, onu handiyse oturup yazma noktasına getirmişti. Bugün birden eve dönünce günce tutmaya bu öteki olaydan ötürü karar verdiğini şimdi far ediyordu.
-Olay o sabah Bakanlık’ta olmuştu, bu kadar belli belirsiz bir şeye olay denilebilirse kuşkusuz. ... 
-Winston hemen hiçbir kadından hoşlanmazdı. Parti’nin en koyu yandaşları, sloganları körü körüne ezberleyenler, gönüllü ispiyoncular, bağnaz olmayanları ele verenler hep kadınlardı, özellikle de genç kadınlar. Ama bu kız çoğundan daha tehlikeli olduğu izlenimini uyandırıyordu Winston’da. Bir keresinde koridorda karşılaştıklarında, yanından geçerken aniden fırlattığı bakış Winton’un çine işlemiş, yüreğine dehşet salmıştı. Kızın Düşünce Polisi’nin bir ajanı bile olabileceği geçmişti aklından.  ... ..
Öbürü ise, Winston’un pek bilemeyeceği kadar önemli ve gözden uzak bir görevin başında bulunan, O’Brien adında bir İç Parti üyesiydi.... .. Korkunç görünüşüne karşın, insana çekici gelen bir havası vardı. ... .. O’Brien’ın siyasal bakımdan tam anlamıyla bir bağnaz olmadığına ilişkin gizliden gizliye bir inanç  duyduğu için; belki bir inanç da değildi bu, yanlızca bir umuttu. Yüzünde öyle bir şey vardı ki, karşı konulmaz bir biçimde bunu telkin ediyordu. Kaldı ki, yüzünden okunan, bağnaz olmadığı da değildi belki, yanlızca zekâydı. Öyle ya da böyle, , teleekranı atlatabilir ve onu tek başına yakalayabilirseniz, konuşabileceğiniz birine benziyordu. ... ..
-Çok geçmeden, odanın bitimindeki büyük teleekrandan insanın içini kıyan, ürkünç bir cazırtı yükseldi, sanki yağı tükenmiş korkunç bir aygıt çalıştırılıyordu. ... .. Nefret başlamıştı. ekranda ... .. Goldstein’ın yüzü belirivermişti. ... .. Goldstein bir dönek ve sapkındı; çok eskiden Parti’nin önde gelenlerinden biri, dahası Büyük Birader’le neredeyse aynı aşamada olmasına karşın, sonradan karşı devrimci etkinliklere kalkışmış, idam cezasına çarptırılmış, ama her nasılsa kaçıp kurtularak ortadan kaybolmuştu. ... ..

--Büyük Birader’e sövüp sayıyor, Parti diktatörlüğünü yerden yere vuruyor, Avrasya’yla hemen barış anlaşması yapılmasını istiyor, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplantı yapma özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü savunuyor, gözü dönmüşçesine devrime ihanet edildiğini haykıryordu... ..  Goldstein’a duyulan nefret, Avrasya ya da Doğuasya’ya duyulan nefretten daha sürekliydi, çünkü Okyanusya bu devletlerden biriyle savaştayken öbürüyle genellikle barışta oluyordu.... ..
-Gün geçmiyodu ki, onun buyruklarıyla eyleme geçen casuslar ve kundakçılar Düşünce Polisi tarafından ele geçirilmesin. ... ..
-Ayrıca, Goldstein’ın kaleme aldığı ve tüm sapkındüşünceleri özetleyen korkunç bir kitabın gizlice dağıtıldığı söylentisi ağızdan ağıza dolaşıyordu. ... ..
-İki Dakika Nefret’in en korkunç yanı, insanın katlanmak zorunda olması değil, katılmaktan kendsini alamamasıydı. ... ..
-Yanlızca kendisinin değil, başkalarının da Parti’yedüşman oldukları inancı ya da umudunu canlı tutmasını sağlardı, o kadar.Kim bilir, gizlice yürütülenbozgunculuk eylemlerine ilişkin söylentiler doğruydu belkide; Kardeşlik örgütü belki de gerçekten vardı! Ardı arkası kesileyentutuklamalara, itiraflara ve idamlara karşın, Kardeşlik örgütünün yalnızca bir söylence olmadığından kuşku duymamak olanaksızdı. ... ..
-Düşünce Polisi onu nasıl olsa yakalayacaktı. Hiçbir şey yazmamış olsaydı bile, tüm öteki suçları da içeren temel suçu işlemişti. Buna Düşünce Suçu diyorlardı. ... ..
-Çoğu zaman ne yargılama olurdu ne de bir tutuklama raporu tutulurdu. İnsanlar ortadan kayboluverirdi, o kadar; ... ..
-Olayın başlangıcı, altmışların ortalarına, Devrim’in ilk önderlerinin ortadan kaldırıldığı büyük temizlikler dönemine gidiyordu. 1970’e gelindiğinde, Büyük Birader dışında , ilk başlardaki önderlerden hiçbiri kalmamıştı. Büyük Birader dışında hapsi hain ve karşıdevrimci ilan edilmişti.Goldstein kaçırmış, sırra kadem besmıştı; ötekilere gelince, bazıları ortadan kaybolmuş, çoğu ise halka açık mahkemelerde suçlarını kabullendikten sonra idam  edilmişti. ... ..
-Çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını alıp Büyük Birader’in kapaktaki portresine baktı. O ipnotize eden gözlerle bakıştı.  ... ..
-Julia bazı bakımlardan Winston’dan çok daha uyanıktı ve Parti propogandasından çok daha az etkileniyordu. Bir gün Winston bir vesileyle Avrasya’ya karşı savaştan söz açacak olduğunda ;Julia hiç umursamadan, savaş olduğuna inanmadığını söyleyerekonu şaşkınlık içinde bırakmıştı. Her gün Londra’nın tepesine inen tepkili bombalar, olasılıkla, “sırf halka korku vermek için” Okyanusya Hükümeti tarafından atılıyordu. ... ..
-Dünyanın üç büyük süper-devlete bölünmesi, yirminci yüzyılınortalarına gelinmeden öngörülebilecek ve gerçekten de öngörülmüş bir olaydı. Avrupa’nın Rusya tarafından, Britanyanın da Birleşik Devletler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte, var olan üç devletten ikisi oluşmuştu bile. Üçüncü devlet Doğuasya ise, ancak on yıl kadar süren savaşlardan sonra ortaya çıktı. ... .. Avrasya, Portekiz’den Bering Boğazı’na kadar, Avrupa’nın ve Asya anakarasının tüm kuzeyini kapsar. Okyanusya, Kuzey ve Güney Amerika’yı, aralarında Britanya Adaları’nın da bulunduğu Atlas Okyanusu adalarını, Avustralya’yı ve Afrika’nın güneyini içine alır.Ötekilerden daha küçük olan ve batı sınırı pek o kadar belirli olmayan Doğuasya ise, Çin ve onun güneyindeki ülkeleri, Japon adalarını ve Mançurya, Moğolistan ve Tibet’in büyük ama durmadan değişen bir bölümünü kapsar. ... ..
-Üç süper-devletten hiçbiri, öteki ikisi bir araya gelse bile, kesin bir yenilgiye uğratılamaz. Çünkü aralarında sarsılmaz bir güç dengesi vardır ve doğal savunmaları, Okyanusya’yı Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus’un engin suları, Doğuasya’yı da halklarının doğurganlığı ve çalışkanlığı korumaktadır. İkincisi, artık maddi anlamda uğruna savaşılacak bir şey kalmamıştır. Üretim ile tüketimin birbirine uyumlu kılındığı, kendi kendine yeterli ekonomilerin oluşmasıyla birlikte, daha önceki savaşların ana nedeni olan Pazar kapışmaları son bulmuş, hammadde kavgaları artık bir ölüm kalım sorunu olmaktan çıkmıştır. ... ..
-Gel gör ki, zenginliğin genel yükselişinin hiyerarşik bir toplumun ortadan kaldırılmasını tehlikeye düşürdüğü, ama aslında hiyerarşik toplumun bir anlamda ortadan kaldırılması demek olduğu açıktı. Belli ki herkesin daha az çalıştığı, yeterince yiyecek bulduğu, banyosu ve buzdolabı olan bir evde yaşadığı, bir arabası hatta uçağı olduğu bir dünyada, eşitsizliğin en belirgin, belki de en önemli biçimi ortadan kalkmış olacaktı. Zenginlik, bir kez genelleşti mi, ayırtım tanımayacaktı. Hiç kuşku yok ki, kişisel mülk ve lüks anlamındaki zenginliğin eşit bir biçimde dağılacağı, buna karşılık iktidarın küçük bir ayrıcalıklı zümrenin elinde toplanacağıbir toplum düşünmek de  mümkündü. Ama böyle bir toplum uygulamada uzun süre ayakta kalamazdı. Çünkü boş vakit ve güvenlik herkesce paylaşıldığında, yoksulluğun serseme çevirdiği geniş kitleler okuryazar olacak, kendi başına düşünmeyi öğrenecek, o zaman da bir işe yaramadığını sonunda fark ettiği ayrıcalıklı azınlığı ortadan kaldıracaktı.
-Hiyerarşik toplumun varlığı uzun, sürede, ancak yoksulluk ve cehalete yaslanarak sürebilirdi.Yirminci yüzyılın başlarında bazı düşünürlerin hayalini kurdukları gibi, geçmişin tarım toplumuna geri dönmek de uygulanabilir bir çözüm değildi. Bu, hemen hemen tüm dünyada handiyse içgüdüselleşmiş makineleşme eğilimine ters düşüyordu; dahası sanayileşmede geri kalan her ülke askeri açıdan da güçsüz düşüyor, daha gelişmiş rakiplerinin dolaylı ya da dolaysız boyunduruğu altına giriyordu.
-Mal üretimini kısıtlayarakhalk kitlalarinin yoksulluğunu da sürdüğrmek de yeterli bir çözüm değildi. Kapitalizmin son aşamasına geldiği , kabaca 1920 ve 1940 yılları arasında büüyük ölçüde böyle oldu. Birçok ülkenin ekonomisi durgunluğa bırakıldı, topraklar ekilmedi, yeni makine yatırımları yapılmadı, halkın geniş kesimleri çalıştırılmadı, halkın geniş kesimleri çalıştırılamadı ve yarı aç yarı tok, Devlet yardımına terk edildi. Ama bu da askeri bakımdan güçsüz düşülmesine yol açtı ve getirdiği yoksunluklar açıkca gereksiz olduğundan, muhalefeti kaçınılmaz kıldı. Sorun, dünyanın gerçek zenginliğini artırmadan sanayinin çarklarının nasıl döndürüleceğiydi.  Üretimin sürdürülmesi, ama ürünlerin dağıtılmaması gerekiyordu. Uygulamada bunu gerçekleştirmenin tek yolu da, savaşın sürekli kılınmasıydı.
-Savaşın asıl yaptığı yok etmektir; ama ille de insanları yok etmesi gerekmez, insan emeğinin ürünlerini de yok eder. Savaş, halk kitellerinifazlasıyla rahata erdirecek, dolayısıyla uzun sürede kafalarının fazlasıyla çalışmasını sağlayacak araç gereç ve donatımı paramparça etmenin , stratosfere yollamanın ya da denizin dibine göndermenin bir yoludur. Savaşta yok edilen si,lahlar yok edilmese bile , silah yapımı, tüketilebilecek herhangi bir şeyi üretmeksizin işgücünü kullanmanın uygun bir yoludur. ... ..

-Sonunda, kimseye somut bir yarar sağlamadan sökülüp hurdaya çıkarılır ve yeniden büyük emeller harcanarak yeni bir Yüzen Kale yapılır. Savaş uğraşı, ilke olarak, her zaman halkın basit gereksinimleri karşılandıktan sonra geriye kalabilecek üretim fazlasını tüketecek biçimde tasarlanır. ... ..
-Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ’ın  sona ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan olagelmiştir.  Yüksek, Orta ve Aşağı. Bunlar kendi içlerinde de pek çok alt bölüme ayrılmışlar ... .. ama temel yapı hiç değişmemiştir. ... ..
-Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz. Yüksek kesim’in amacı, bulunduğu yeri korumaktır. Orta kesimin amacı, Yüksek kesimle yer değiştirmektir. Aşağı kesiminamacı ise –bir amacı varsa kuşkusuz, çünkü  temel özelliği, ağır ve sıkıcı işlerin altında çoğu zaman gündelik yaşam dışında hiçbir şeyin bilincine varamayacak kadar ezilmesidir-tüm ayrımları ortadan kaldırmak ve tüm insanların eşit olacağı bir toplum yaratmaktır. O yüzden, ana çizgisi değişmeyen bir savaşım tarih boyunca tekrarlanıp durmaktadır.  Yüksek kesimin uzun dönemler boyunca iktidarı güvenli bir biçimde elinde tuttuğugörülmüş, ... .. Böyle dönemlerde Aşağı kesimi de yanına alan Orta kesim tarafından devrilmiştir. Ne var ki Orta kesim amacına ulaşır ulaşmaz, Aşağı kesimi eski kölelik konumuna geri gönderir ve kendisi Yüksek kesim konumuna geçer. Çok geçmeden, öteki kesimlerin birinden ya da her ikisinden de kopan yeni bir Orta kesim ortaya çıkar ve savaşım yeniden başlar. ... .. Eskiden hiyerarşik düzen toplum düzeninin gerekliliği, özellikle Yüksek kesimin öğretisiydi. Krallar ve arsitokratlar ve onların asalakları rahipler, hukukçular ve benzerleri tarafından savunulmuş ve ölümden sonra düşsel bir dünya vaatleriyle yenir yutulur hale getirilmişti. Orta kesim, iktidarı ele geçirmek için savaşım verirken , hep özgürlük, adalet ve kardeşlik gibi kavramlardan yararlanmıştı. ... .. Eskiden Orta kesim eşitlik bayrağına sarılarak devrimler yapmış, ama eski zorballık düzenini devirir devirmez kendisi yeni bir zorbalık düzeni kurmuştu. Yeni Orta kesimler ise zorbalıklarını önceden ilan ettiler. On dokuzuncu yüzyıl başlarında ortaya çıkmış bir kuram olan ve eski çağların köle isyanlarına kadar uzanan düşünceler zincirinin son halkasını oluşturan sosyalizm, hâlâ eski çağların ütopyacılığının etkisi altındaydı.Ama sosyalizmin, 1900’lerden başlayarak ortaya çıkan her değişkesinde, özgürlük ve eşitliği sağlama amacı gittikçe daha açık biçimde terk edildi. ... ..
-Bütün siyasal kuramlar, hangi adla ortaya çıkarsa çıksın, önünde sonunda yeniden hiyerarşiye ve sınıflandırmaya varıyordu. Ve 1930 dolaylarında genel görünüm sertleşmeye başlarken uzun zamandır terk edilmiş uygulamalar –yargılamasız hapsetmeler, savaş tutsaklarının köle gibi kullanılması, meydanlarda toplu idamlar, itiraf ettirmek için işgenceler,rahinelerin kullanılması, geniş kitlelerin sürülmesi- yeniden yaygınlaşmakla kalmamış, kendilerini aydın ve ilerici sayanlarca bile hoş görülür, dahası savunulur olmuştu. ... ..
-Elliler ve altmışların devrimci döneminin ardından toplum, her zaman olduğu gibi, yeniden Yüksek, Orta ve Aşağı kesimlere ayrıldı. ... ..
-Geçmişte din adına yapılan gaddarlıklar... ..  Hiçbir işe yaramadı. Sapkınlığı ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı, güçlendirmekten başka bir şey yapmadılar. Engizisyonun diri diri yaktığı her sapkının yerine binlercesi ortaya çıktı. Alman Nazileri ve Rus Koministleri. Ruslar sapkınlığı Engizisyon’dan daha acımasızca bastırdılar. ... ..

-Parti, iktidarı, kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyordu. Parti iktidar olmak istiyordu, çünkü halk kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen, dolayısı ile kendilerinden güçlü birileri tarafından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde aldatılması gereken zayıf korkak yaratıklardı. ... ..

*1984 – George Orwell
(**)https://tr.wikipedia.org/wiki/Bin_Dokuz_Y%C3%BCz_Seksen_D%C3%B6rt

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder