-Kitabın arka kapağındaki tanıtımda; “Parti’nin dünya görüşü, onu hiç
anlamayan insanla çok daha kolay dayatılıyordu. (....) Her şeyi yutuyorlar ve
hiçbir zarar görmüyorlardıçünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden
sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.
-George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın
geleceğe ilişkin bir kâbus seneryasudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin
kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü
totaliter bir dünya dğüzeni, romanda inanılmazbir hayal gücüyle , en ince
ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde
tegâhlanan oyunlar düşünüldüğünde ,ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir
başyapıttır; yanlızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır. ...”
vurgusu yapılıyor.
Orwell,
romanı İskoçya'da verem ile boğuşurken 1947-1948 yılları arasında
yazmıştır. Roman, Avrupa'daki Son Adam (The Last Man in Europe) ismiyle
yazılmıştır. Öte yandan, ABD ve Birleşik Krallık'taki yayımcısı (roman bu iki
ülkede aynı anda satışa sunulmuştur) pazarlama meseleleri nedeniyle romanın
adını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'e (Nineteen Eighty-Four)
çevirmiştir. Roman ilk kez 8 Haziran 1949'da basılmıştır.
Kitap sosyalizm karşıtı
olarak suçlanmıştır, ancak Orwell buna karşı çıkmıştır. 16 Haziran 1949'da
yaptığı açıklamada Orwell şöyle konuşmuştur: "Yeni romanımda [Bin Dokuz
Yüz Seksen Dört] sosyalizme ya da (bir destekçisi olduğum) Britanya İşçi Partisi'ne bir saldırı kastetmedim,
ama merkezileştirilmiş bir ekonominin yol açabileceği ve
halen komünizm ve faşizmde kısmen
gerçekleşmiş olan bozukluklara değindim... Kitabın konusunun
Britanya'da geçmesi İngilizce konuşan ırkların doğuştan
diğerlerine göre daha üstün olmadığını ve karşı
konulmadığı takdirde totalitarizmin herhangi bir yerde zafer kazanabileceğini vurgulamak
içindir."[1]
Romanın distopik dünyasında totaliter bir
merkezi tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile
halk ve hayatı manipüle edilmektedir. Roman daha sonra
ünlenecek Büyük Birader ve Düşünce Polisi gibi
kavramları içermektedir.
Kitaptaki çiftdüşün tekniğiyle karşıt kavramlar bir arada
kullanılarak kişinin bariz gerçeğe aykırı olanı kabul etmesı
beklenir. Zira, kitaptaki düzende
merkez partiye bağlılığı
göstermesi için insanın gerekirse akla aykırı olanı bile
doğru bellemesi gerekir.(**)
-Kısa alıntıları paylaşalım: Bin dokuz Yüz Seksendört, bilim kurgu türünün klasik örneklerinden biri olmanın yanı sıra, modern dünyayı protesto eden bir romandır.
-Kısa alıntıları paylaşalım: Bin dokuz Yüz Seksendört, bilim kurgu türünün klasik örneklerinden biri olmanın yanı sıra, modern dünyayı protesto eden bir romandır.
-Kitabın yazarı1903-1950 yılları arasında yaşamıştır. Romanı okurken; geçmişte yaşananlar kadar günümüzü de yansıttığını düşünebilirsiniz.
-Winston, biraz da eline kramp girdiği için,yazmayı bıraktı. Bütün bu saçmalıkları birbiri ardı sıra neden döküp saçtığını bilmiyordu. Ama işin tuhafı, bunu yaparken kafasında bambaşka bir anı belirmiş, onu handiyse oturup yazma noktasına getirmişti. Bugün birden eve dönünce günce tutmaya bu öteki olaydan ötürü karar verdiğini şimdi far ediyordu.
-Olay o sabah Bakanlık’ta olmuştu, bu kadar belli belirsiz bir şeye olay denilebilirse kuşkusuz. ...
-Winston, biraz da eline kramp girdiği için,yazmayı bıraktı. Bütün bu saçmalıkları birbiri ardı sıra neden döküp saçtığını bilmiyordu. Ama işin tuhafı, bunu yaparken kafasında bambaşka bir anı belirmiş, onu handiyse oturup yazma noktasına getirmişti. Bugün birden eve dönünce günce tutmaya bu öteki olaydan ötürü karar verdiğini şimdi far ediyordu.
-Olay o sabah Bakanlık’ta olmuştu, bu kadar belli belirsiz bir şeye olay denilebilirse kuşkusuz. ...
-Winston hemen hiçbir kadından hoşlanmazdı. Parti’nin en koyu
yandaşları, sloganları körü körüne ezberleyenler, gönüllü ispiyoncular, bağnaz
olmayanları ele verenler hep kadınlardı, özellikle de genç kadınlar. Ama bu kız
çoğundan daha tehlikeli olduğu izlenimini uyandırıyordu Winston’da. Bir
keresinde koridorda karşılaştıklarında, yanından geçerken aniden fırlattığı
bakış Winton’un çine işlemiş, yüreğine dehşet salmıştı. Kızın Düşünce
Polisi’nin bir ajanı bile olabileceği geçmişti aklından. ... ..
Öbürü ise, Winston’un pek bilemeyeceği kadar önemli ve gözden uzak bir
görevin başında bulunan, O’Brien adında bir İç Parti üyesiydi.... .. Korkunç
görünüşüne karşın, insana çekici gelen bir havası vardı. ... .. O’Brien’ın
siyasal bakımdan tam anlamıyla bir bağnaz olmadığına ilişkin gizliden gizliye
bir inanç duyduğu için; belki bir inanç
da değildi bu, yanlızca bir umuttu. Yüzünde öyle bir şey vardı ki, karşı
konulmaz bir biçimde bunu telkin ediyordu. Kaldı ki, yüzünden okunan, bağnaz
olmadığı da değildi belki, yanlızca zekâydı. Öyle ya da böyle, , teleekranı
atlatabilir ve onu tek başına yakalayabilirseniz, konuşabileceğiniz birine
benziyordu. ... ..
-Çok geçmeden, odanın bitimindeki büyük teleekrandan insanın içini
kıyan, ürkünç bir cazırtı yükseldi, sanki yağı tükenmiş korkunç bir aygıt
çalıştırılıyordu. ... .. Nefret başlamıştı. ekranda ... .. Goldstein’ın yüzü
belirivermişti. ... .. Goldstein bir dönek ve sapkındı; çok eskiden Parti’nin
önde gelenlerinden biri, dahası Büyük Birader’le neredeyse aynı aşamada olmasına
karşın, sonradan karşı devrimci etkinliklere kalkışmış, idam cezasına
çarptırılmış, ama her nasılsa kaçıp kurtularak ortadan kaybolmuştu. ... ..
- -Büyük Birader’e sövüp sayıyor, Parti diktatörlüğünü yerden yere
vuruyor, Avrasya’yla hemen barış anlaşması yapılmasını istiyor, ifade
özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplantı yapma özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü
savunuyor, gözü dönmüşçesine devrime ihanet edildiğini haykıryordu... .. Goldstein’a duyulan nefret, Avrasya ya da
Doğuasya’ya duyulan nefretten daha sürekliydi, çünkü Okyanusya bu devletlerden
biriyle savaştayken öbürüyle genellikle barışta oluyordu.... ..
-Gün geçmiyodu ki, onun buyruklarıyla eyleme geçen casuslar ve kundakçılar
Düşünce Polisi tarafından ele geçirilmesin. ... ..
-Ayrıca, Goldstein’ın kaleme aldığı ve tüm sapkındüşünceleri özetleyen
korkunç bir kitabın gizlice dağıtıldığı söylentisi ağızdan ağıza dolaşıyordu.
... ..
-İki Dakika Nefret’in en korkunç yanı, insanın katlanmak zorunda olması
değil, katılmaktan kendsini alamamasıydı. ... ..
-Yanlızca kendisinin değil, başkalarının da Parti’yedüşman oldukları
inancı ya da umudunu canlı tutmasını sağlardı, o kadar.Kim bilir, gizlice
yürütülenbozgunculuk eylemlerine ilişkin söylentiler doğruydu belkide; Kardeşlik
örgütü belki de gerçekten vardı! Ardı arkası kesileyentutuklamalara, itiraflara
ve idamlara karşın, Kardeşlik örgütünün yalnızca bir söylence olmadığından
kuşku duymamak olanaksızdı. ... ..
-Düşünce Polisi onu nasıl olsa yakalayacaktı. Hiçbir şey yazmamış
olsaydı bile, tüm öteki suçları da içeren temel suçu işlemişti. Buna Düşünce
Suçu diyorlardı. ... ..
-Çoğu zaman ne yargılama olurdu ne de bir tutuklama raporu tutulurdu.
İnsanlar ortadan kayboluverirdi, o kadar; ... ..
-Olayın başlangıcı, altmışların ortalarına, Devrim’in ilk önderlerinin
ortadan kaldırıldığı büyük temizlikler dönemine gidiyordu. 1970’e gelindiğinde,
Büyük Birader dışında , ilk başlardaki önderlerden hiçbiri kalmamıştı. Büyük
Birader dışında hapsi hain ve karşıdevrimci ilan edilmişti.Goldstein kaçırmış,
sırra kadem besmıştı; ötekilere gelince, bazıları ortadan kaybolmuş, çoğu ise
halka açık mahkemelerde suçlarını kabullendikten sonra idam edilmişti. ... ..
-Çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını alıp Büyük Birader’in
kapaktaki portresine baktı. O ipnotize eden gözlerle bakıştı. ... ..
-Julia bazı bakımlardan Winston’dan çok daha uyanıktı ve Parti propogandasından
çok daha az etkileniyordu. Bir gün Winston bir vesileyle Avrasya’ya karşı savaştan
söz açacak olduğunda ;Julia hiç umursamadan, savaş olduğuna inanmadığını
söyleyerekonu şaşkınlık içinde bırakmıştı. Her gün Londra’nın tepesine inen
tepkili bombalar, olasılıkla, “sırf halka korku vermek için” Okyanusya Hükümeti
tarafından atılıyordu. ... ..
-Dünyanın üç büyük süper-devlete bölünmesi,
yirminci yüzyılınortalarına gelinmeden öngörülebilecek ve gerçekten de
öngörülmüş bir olaydı. Avrupa’nın Rusya
tarafından, Britanyanın da Birleşik
Devletler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte, var olan üç devletten
ikisi oluşmuştu bile. Üçüncü devlet Doğuasya
ise, ancak on yıl kadar süren savaşlardan sonra ortaya çıktı. ... .. Avrasya, Portekiz’den Bering Boğazı’na kadar, Avrupa’nın ve
Asya anakarasının tüm kuzeyini kapsar. Okyanusya, Kuzey ve
Güney Amerika’yı, aralarında Britanya Adaları’nın da bulunduğu Atlas Okyanusu
adalarını, Avustralya’yı ve Afrika’nın güneyini içine alır.Ötekilerden daha
küçük olan ve batı sınırı pek o kadar belirli olmayan Doğuasya
ise, Çin ve onun güneyindeki ülkeleri, Japon adalarını ve Mançurya, Moğolistan
ve Tibet’in büyük ama durmadan değişen bir bölümünü kapsar. ... ..
-Üç süper-devletten hiçbiri, öteki ikisi bir araya gelse bile, kesin bir
yenilgiye uğratılamaz. Çünkü aralarında sarsılmaz bir güç dengesi vardır ve
doğal savunmaları, Okyanusya’yı
Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus’un engin suları, Doğuasya’yı da halklarının
doğurganlığı ve çalışkanlığı korumaktadır. İkincisi, artık maddi anlamda uğruna
savaşılacak bir şey kalmamıştır. Üretim ile tüketimin birbirine uyumlu kılındığı,
kendi kendine yeterli ekonomilerin oluşmasıyla birlikte, daha önceki savaşların
ana nedeni olan Pazar kapışmaları son bulmuş, hammadde kavgaları artık bir ölüm
kalım sorunu olmaktan çıkmıştır. ... ..
-Gel gör ki, zenginliğin genel
yükselişinin hiyerarşik bir toplumun
ortadan kaldırılmasını tehlikeye düşürdüğü, ama aslında hiyerarşik toplumun bir
anlamda ortadan kaldırılması demek olduğu açıktı. Belli ki herkesin daha az
çalıştığı, yeterince yiyecek bulduğu, banyosu ve buzdolabı olan bir evde
yaşadığı, bir arabası hatta uçağı olduğu bir dünyada, eşitsizliğin
en belirgin, belki de en
önemli biçimi ortadan kalkmış olacaktı. Zenginlik, bir kez genelleşti mi,
ayırtım tanımayacaktı. Hiç kuşku yok ki, kişisel mülk ve lüks anlamındaki
zenginliğin eşit bir biçimde dağılacağı, buna karşılık iktidarın küçük bir
ayrıcalıklı zümrenin elinde toplanacağıbir toplum düşünmek de mümkündü. Ama böyle bir toplum uygulamada
uzun süre ayakta kalamazdı. Çünkü boş vakit ve güvenlik herkesce
paylaşıldığında, yoksulluğun serseme çevirdiği geniş kitleler okuryazar olacak,
kendi başına düşünmeyi öğrenecek, o zaman da bir işe yaramadığını sonunda fark
ettiği ayrıcalıklı azınlığı ortadan kaldıracaktı.
-Hiyerarşik toplumun varlığı
uzun, sürede, ancak yoksulluk ve cehalete yaslanarak sürebilirdi.Yirminci
yüzyılın başlarında bazı düşünürlerin hayalini kurdukları gibi, geçmişin tarım
toplumuna geri dönmek de uygulanabilir bir çözüm değildi. Bu, hemen hemen tüm
dünyada handiyse içgüdüselleşmiş makineleşme eğilimine ters düşüyordu; dahası
sanayileşmede geri kalan her ülke askeri açıdan da güçsüz düşüyor, daha
gelişmiş rakiplerinin dolaylı ya da dolaysız boyunduruğu altına giriyordu.
-Mal üretimini kısıtlayarakhalk kitlalarinin yoksulluğunu da sürdüğrmek
de yeterli bir çözüm değildi. Kapitalizmin son aşamasına geldiği , kabaca 1920
ve 1940 yılları arasında büüyük ölçüde böyle oldu. Birçok ülkenin ekonomisi
durgunluğa bırakıldı, topraklar ekilmedi, yeni makine yatırımları yapılmadı,
halkın geniş kesimleri çalıştırılmadı, halkın geniş kesimleri çalıştırılamadı
ve yarı aç yarı tok, Devlet yardımına terk edildi. Ama bu da askeri bakımdan
güçsüz düşülmesine yol açtı ve getirdiği yoksunluklar açıkca gereksiz
olduğundan, muhalefeti kaçınılmaz kıldı. Sorun, dünyanın gerçek zenginliğini
artırmadan sanayinin çarklarının nasıl döndürüleceğiydi. Üretimin sürdürülmesi, ama ürünlerin
dağıtılmaması gerekiyordu. Uygulamada
bunu gerçekleştirmenin tek yolu da, savaşın sürekli kılınmasıydı.
-Savaşın asıl yaptığı yok etmektir; ama ille de insanları yok etmesi
gerekmez, insan emeğinin ürünlerini de yok eder. Savaş, halk
kitellerinifazlasıyla rahata erdirecek, dolayısıyla uzun sürede kafalarının
fazlasıyla çalışmasını sağlayacak araç gereç ve donatımı paramparça etmenin ,
stratosfere yollamanın ya da denizin dibine göndermenin bir yoludur. Savaşta
yok edilen si,lahlar yok edilmese bile , silah yapımı, tüketilebilecek herhangi
bir şeyi üretmeksizin işgücünü kullanmanın uygun bir yoludur. ... ..
-Sonunda, kimseye somut bir yarar sağlamadan sökülüp hurdaya çıkarılır
ve yeniden büyük emeller harcanarak yeni bir Yüzen Kale yapılır. Savaş uğraşı, ilke olarak, her zaman halkın
basit gereksinimleri karşılandıktan sonra geriye kalabilecek üretim fazlasını
tüketecek biçimde tasarlanır. ... ..
-Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ’ın sona ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan
olagelmiştir. Yüksek, Orta ve Aşağı. Bunlar kendi içlerinde de pek çok alt bölüme ayrılmışlar ...
.. ama temel yapı hiç değişmemiştir. ... ..
-Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz. Yüksek kesim’in amacı, bulunduğu yeri korumaktır. Orta kesimin amacı, Yüksek kesimle yer değiştirmektir. Aşağı kesiminamacı ise –bir amacı varsa
kuşkusuz, çünkü temel özelliği, ağır ve
sıkıcı işlerin altında çoğu zaman gündelik yaşam dışında hiçbir şeyin bilincine
varamayacak kadar ezilmesidir-tüm ayrımları ortadan kaldırmak ve tüm insanların eşit olacağı bir
toplum yaratmaktır. O yüzden, ana çizgisi değişmeyen bir savaşım tarih
boyunca tekrarlanıp durmaktadır. Yüksek kesimin uzun dönemler boyunca
iktidarı güvenli bir biçimde elinde tuttuğugörülmüş, ... .. Böyle dönemlerde
Aşağı kesimi de yanına alan Orta
kesim tarafından devrilmiştir. Ne var ki Orta
kesim amacına ulaşır ulaşmaz, Aşağı
kesimi eski kölelik konumuna geri gönderir ve kendisi Yüksek kesim konumuna geçer. Çok geçmeden, öteki kesimlerin
birinden ya da her ikisinden de kopan yeni bir Orta kesim ortaya çıkar ve savaşım yeniden başlar. ... .. Eskiden hiyerarşik düzen toplum düzeninin
gerekliliği, özellikle Yüksek
kesimin öğretisiydi. Krallar ve arsitokratlar ve onların asalakları rahipler,
hukukçular ve benzerleri tarafından savunulmuş ve ölümden sonra düşsel bir
dünya vaatleriyle yenir yutulur hale getirilmişti. Orta kesim, iktidarı ele geçirmek için savaşım verirken , hep
özgürlük, adalet ve kardeşlik gibi kavramlardan yararlanmıştı. ... .. Eskiden
Orta kesim eşitlik bayrağına sarılarak devrimler yapmış, ama eski zorballık
düzenini devirir devirmez kendisi yeni bir zorbalık düzeni kurmuştu. Yeni Orta kesimler ise zorbalıklarını
önceden ilan ettiler. On dokuzuncu yüzyıl başlarında ortaya çıkmış bir kuram
olan ve eski çağların köle isyanlarına kadar uzanan düşünceler zincirinin son halkasını
oluşturan sosyalizm, hâlâ eski
çağların ütopyacılığının etkisi altındaydı.Ama sosyalizmin, 1900’lerden
başlayarak ortaya çıkan her değişkesinde, özgürlük ve eşitliği sağlama
amacı gittikçe daha açık biçimde terk edildi. ... ..
-Bütün siyasal kuramlar, hangi adla ortaya çıkarsa çıksın, önünde
sonunda yeniden hiyerarşiye ve
sınıflandırmaya varıyordu. Ve 1930 dolaylarında genel görünüm sertleşmeye
başlarken uzun zamandır terk edilmiş uygulamalar –yargılamasız hapsetmeler,
savaş tutsaklarının köle gibi kullanılması, meydanlarda toplu idamlar, itiraf
ettirmek için işgenceler,rahinelerin kullanılması, geniş kitlelerin sürülmesi-
yeniden yaygınlaşmakla kalmamış, kendilerini aydın ve ilerici sayanlarca bile
hoş görülür, dahası savunulur olmuştu. ... ..
-Elliler ve altmışların devrimci döneminin ardından toplum, her zaman
olduğu gibi, yeniden Yüksek, Orta ve
Aşağı kesimlere ayrıldı. ... ..
-Geçmişte din adına yapılan gaddarlıklar...
.. Hiçbir işe yaramadı. Sapkınlığı
ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı, güçlendirmekten başka bir şey yapmadılar. Engizisyonun diri diri
yaktığı her sapkının yerine binlercesi ortaya çıktı. Alman Nazileri ve Rus Koministleri. Ruslar
sapkınlığı Engizisyon’dan daha acımasızca bastırdılar. ... ..
-Parti, iktidarı,
kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyordu. Parti iktidar
olmak istiyordu, çünkü halk
kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen, dolayısı
ile kendilerinden güçlü birileri tarafından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde
aldatılması gereken zayıf
korkak yaratıklardı. ... ..
*1984 – George Orwell
(**)https://tr.wikipedia.org/wiki/Bin_Dokuz_Y%C3%BCz_Seksen_D%C3%B6rt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder