Daniel Bell
On sekizinci yüzyılın sonlarından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar "Aydınlanmış" düşünürler dinin yirminci yüzyılda tamamıyla yok olacağı kanaatindeydiler. Bu kanaatleri de "aklın gücü"ne olan inançlarından kaynaklanmaktaydı. Onlara göre din, hurafelerden, fetişizmden, kanıtlanamayan inançlardan oluşan ve insanların tıpkı bir çocuk gibi korkuları karşısında sığındıkları bir mekanizma idi. Kısacası din, insan ırkının çocukluk evresine ait bir olguydu.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın ortalarına kadar ise -Scheler ve diğer bazı isimleri hariç tutarsak- tüm sosyologlar yirmi birinci yüzyıla girildiğinde dinin tamamen yok olacağını düşündü. Onlara göre akıl, tabiatı keşfedecek ve hayata rasyonalite hükmedecekti; artık dünyamızda teknik kurallar bürokratik roller geçerli olacaktı. Yine onlara göre artı modern kurumlar şekillendiriyordu ve dünya Max Weber'in deyimiyle sanki bir "demir kafes"e dönüşmüştü. Weber bu durumu şu sölerle özetlemişti:
"Bilim ve teknolojinin gelişlimi ile insanoğlu artık kehanet duygusunu ya da daha da önemlisi, kutsallık duygusunu kaybetti..."
... ..
... ..Modern toplumun içerdiği bu zıtlıklar, kapitalizmle birlikte yükselişe geçmiştir; çünkü tekno-ekonomik üretim alanı ekonomik gerekliliklerin üretimi değil, zevkler ve hazlar dünyasının ürettiği yeni kültürel arzuların tatminini hedef edinmiştir.
... ..
... .. İşte şu tarihsel soru hâlâ cevap beklemektedir. İngiltere Batı'da bilimsel ilerlemeyi en önce yaşayan, endüstri devrimin ilk gerçekleştiren ve ekonomi biliminin öncülerini yetiştiren ülke idi. Ama Fransa ve Almanya ile karşılaştırıldığında din karşıtlığının en az yaşandığı ülke de İngiltere oldu. Yani bilimsel ilerlemenin veya endüstrileşmenin en önce ve en yoğun yaşandığı bu ülkede din karşıtlığı çok daha düşük seviyede gerçekleşti.
Dahası, İngiltere 19. yüzyıl boyunca Metodist mezhebine bağlı işçiler ve Katolik entelektüeller arasında yoğun dinî diriliş hareketlerinin yaşandığı; 19. yüzyılın sonlarında ise Ortaçağ romantizm akımının tekrar canlandığı ülke oldu. Kısacası, eğer sekülerleşme tezi doğru olsaydı, İngiltere'nin Avrupa'da sekülerleşen ülkeler listesinin en başında yer alması gerekirdi. Oysa İngiltere bu açıdan listenin en sonlarındadır.
Bu bağlamda, sosyolojinin yaptığı en büyük hatalardan biri de tarihe zoraki bir anlam yüklemesinde bulunmasıydı. Bu yüklemeye göre, eski toplumlar geleneğin hükümran olduğu, istikrarlı, insanların akrabalarıyla, komşularıyla ortak değerler eşliğinde bir hayat yaşadığı imrenilesi bir toplumdu. Şimdi ise parçalanmış, düzensiz, ticari mantalitenin baskın olduğu bir toplum vardı karşımızda. Kısacası, geleneksel toplum romantize edilerek efsaneleştirilmişti. Tabii bu da sekülerleşme teorisine zemin hazırlamıştı.
Oysa böyle bir şey yoktu. Hangi devirde, hangi toplumda, hangi nesilde her şeyin yolunda gittiği bir ortam vardı ki? Yağmaların, talanların, tehcirin, tecavüzlerin, ayaklanmaların, kılıcın, kundaklamanın olmadığı bir dönem var mıydı acaba Avrupa'da? Ama modern sosyolojinin babaları bunları hiç düşünmeden sunî bir tarih imajı yarattılar.
Şimdi sekülerleşme kavramının anlamlarına bakabiliriz. Sekülerleşme kavramı ilk defa "Din Savaşları" gölgesinde, dinî otoritenin sahip olduğu toprak ve emlâkin elinden alınması anlamına kullanıldı. İlk kullanım zamanlarında sekülerleşme, dinin politik hayattan çekilmesi anlamını taşımaktaydı, ki bu da din ve devlet işlerininin ayrılması, dinin sanata müdahale etmemesi, sanatın dinî-ahlakî normlara uymak zorunda olmayarak kendi dürütlerinin peşine düşmesi demekti. Kısacası, sekülerleşme kavramı dinin, kamusal alan üzerindeki kurumsal otoritesinin daralması; yani sadece takipçileri üzerinde otorite sağlayabileceği daha özel bir alana çekilmesi, devletin veya toplumun diğer kesimleri üzerindeki mutlak otoritesini kaybetmesi anlamına geliyordu.
Evet, son iki yüzyıl boyunca böyle bir sekülerleşme gerçekleşti. Ama bu sekülerleşme biçiminin gerçekleşmesi aynı zamanda dinin doğasında ve inanç boyutunda mutlak bir daralma yaşanacağı anlamına gelmiyordu. Aksine, mesela ABD'de Evanjelistler, İngiltere'de Metodistler arasında olağanüstü bir dinî canlanma yaşandı.
Şüphseiz son iki yüzyılda inançsızlık denen şey de görüldü. Bunun nedeni de dünyanın artık gizemini kaybettiği, dünyayı Tanrı'nın değil, insanın yönettiği ve öteler denen bir âlemin olmadığı inancıydı. Max Weber'in deyimiyle dünya büyüsünden sıyrılıyordu (entzaberung-disenshantment). Ama bu durumun rasyonelleşme veya sekülerleşme sürecinden başka nedenleri vardı. Çünkü rasyonelleşme süreci aynı zamanda teknolojik ve ekonomik gelişmelere dayanıyordu.
Bazıları bilimi rasyonelleşmenin nedenleri arasında sayarlar ama bu doğru değildir. Çünkü mesela Püriten Protestanlık 2* bilime aşırı değer veren bir mezhepti. Ayrıca zaten rasyonelleşmeyi bilimin sadece bir kolu (Bacon ekolü) destekliyordu. Sekülerleşme sürecinin kaynağında ise dinin kurumsal otoritesinin elinden alınması gibi bir politik nedeni vardı. Buna göre dünyanın büyüsünden sıyrılması Batı kültürünün sahip olduğu otonom 3* eğilimlerine dayanmaktaydı.
***
On yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar devam eden süreç, benim "kutsala karşı büyük saygısızlık dönemi" şeklinde tanımladığım bir dönemdi. Bu dönemde ahlakî ve bireyin varoluşsal sorunlarla ilişkisinde önemli bir değişim oldu. Bu değişim insanlarla kendi dünyalarına ilişkin tutarlı fikirler sunan dinî cevapları ve onların kültürel temellerini sarsan bir değişimdi.
Kültür alanında meydana gelen değişimleri belirlemek zor bir iştir. Siyasal alandaki değişikliklerse -tıpkı devrimler gibi- sanki bir gök gürlemesi gibi kendisini belli eder. Yine sosyo-ekonomik değişimler de -tıpkı endüstrileşme gibi- maddi değişimleri gerektirdiğinden rahatlıkla fark edilebilir. Ama Batı'da ahlak ve kültür alanında meydana gelen değişimler , en azından 20. yüzyıla kadar olanlar, fark edilemeyecek kadar bir şeklide meydana geldi. Bu değişimleri zaman ve mekân olarak belirlemek oldukça zordu. Değişimleri belirlemek için yapılabilecek tek şey olsa olsa bunları sembolize eden bazı temsilî ifadeleri tespit etmek olabilirdi.
Bu döneme damgasını vuran özellik şuydu: Muhakeme artık ne vahiyle, ne gelenekle, ne otoriteyle, hatta ne de akılla gerçekleştirilen bir şeydi. Yegâne muhakeme yolu deneysel tecrübeydi.
Dolayısıyla ortaya çıkan kültürel norm, "deney" denilen sihirli bir sözcük olmuştu.
Kutsal karşıtlığı (profanation) arz eden bu döneme damgasını vuran üç eğilim vardı:
(1)Gerek ekonomik gerekse siyasal alanda çok keskin bireycilik fikri ortaya çıkmış ve kişiye sonsuz özgürlük hissi veren bir rüzgâr esmeye başlamıştı.
(2) Dinin yerini, bireye kendini ifade etme imkânı sağlayan müzik, resim, şiir, edebiyat gibi sanat alanları almaya başlamıştı.
(3)Ahirete yönelik korkular azalmış, cennet-cehennem inancı zayıflamıştı.
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda kültürel alan entelektüel anlamda inançlara yabancılaştı ve kendini geleneğin kısıtlamalarına karşı tamamen özgür hissetti. Tabii bununla birlikte, daha önce dinin verdiği cevaplara alternatif bulma görevini de üstlendi. bu dönemde Batı'da geleneksel dinlerin büyüsünden sıyrılmaya yol açan ve insanlara tatmin vaat eden beş cevap biçimi vardı:
1-Estetikçilik.
2-Politik dinler.
3-Rasyonalizm.
4-Varoluşçuluk.
5-Sivil dinler.
Burada bunlardan sadece ikisini, estetikçilik ve politik dinleri kısaca ele alacağım. Çünkü bunlar beş alternatifin gücünü gösteren iki önemli cevap şeklini içermektedir. Aslına bakılırsa bu ikisi, sonunda yeni dinî cevapların aranmasına giden yolu açan birer kanal oldu. Burada her iki alanın karmaşık tarihsel süreçlerini detaylı bir şekilde ele alamam, ancak her birinin yüklendiği temel misyone işaret edebilirim.
Tam bu noktada, Aristo'nun bir sözünü hatırlatmak sanırım yararlı olacaktır.: "Eğer bir insan, bir toplumun ütyesi, bir devletin vatandaşı olmamışsa ya canavat ya da Tanrı olma peşine düşecektir." On dokuzuncu yüzyıl estetikçiliğinin sırrı işte buradadır: Toplumu reddeder, insanı reddeder; ve hem canavar hem de Tanrı olmak ister.
Bu açıdan bakıldığında estetikçilik, daha önce dinin keşfedildiği, insanın bilinçaltındaki gizli dürtüleri tatmin etme sanatının adıdır. Estetikçiliğin ortaya çıkışı tesadüf değildir. Ortaya çıkmaya başladığı dönem 18. yüzyılın sonudur ki artık bu dönem Aydınlanmış insanların güya öteler âlemi denen bir alanın olmadığını anlamaya başladıkları dönemdir. Eğer böyle bir âlem yoksa, eğer oralarda bir yerde Tanrı yoksa, o zaman insanoğlunun önü açıktı ve her türlü zevki sonsuzca ve sınırsızca yaşardı. ... ..
... .. Artık herkes her şeyi keşfedebilirdi, hiçbir şey haram değildi. Dinî ve ahlakî kurallara olan inançlar kaybolunca insanoğlu tüm zaafların, tutkuların kurbanı olacaktı artık.
... ..
İkinci alternatif olarak belirlediğimiz politik din ise insanlara bir tür Mesih inancı sunuyor ve yeryüzünde "özgürlük krallığı" vaat ediyordu. Din krallığı tahttan indirilecekti artık. Bundan böyle taht, özgürlük krallığınındı. Marksizm ve sosyalist ideoloji özgürlük krallığının en gözde temsilcileri oldular. Sosyalizm dünyaya "Kurtuluş"u getirecekti. Tıpkı bir din gibi.
Bugün artık gerek estetikçilik gerekse politik dinler yorgun düştüler; dürtülerini kaybettiler. Bu dürtülerin geçmişteki asıl hedefi, Tanrı'yı yok etmek ve Tanrı'ya atfedilen güçlerin artık insanoğlu tarafından devralınabileceğini göstermekti. Marks ve Nietzsche arasındaki veya modernitenin estetikçi ve politik ayaklarındaki ortak nokta işte bu hedefti. Nietzsche artık insanoğlunun dinlerin kendisinden beklediği gibi Tanrı'ya boyun eğmeyeceğine inanmıştı. Kendi eseri Zarathustra (Zerdüşt)4* beşinci İncil olmuştu artık. tabii diğer dört İncil'i tarihe gömerek.
... ..
***
... .. Modern dönemde gerek sosyal yapı gerekse kültürel düzeyde dünya sekülerleşti ve kutsal karşıtlığı genel geçer bir değer oldu. Sekülerleşmenin arkasında, hayatın rasyonelleşmesi; kutsal karşıtlığının arkasında ise modernitenin dayatmacı yapısı vardı. Artık din, toplumun ortak bilincini oluşturan tek unsur değildi. Bundan böyle toplumda, her birinde kendi kurallarının geçerli olduğu, yeni alanlar vardı. Tekno-ekonomik alan rasyonalite prensibine; devlet yönetimi eşitlik prensibine; kültürel alan ise bireysel tatmin prensibine dayandırılmıştı; geçmişte "afyon" olarak değerlendirilen dinin yerinde ise bu defa başka bir afyon, yani "cinsellik" vardı.
... .. Thomas Hobbes (1588-1679) bir defasında "Cehennemin çok geç far ettiğimiz bir gerçeklik olduğunu söylemişti. Cehennem, insanı sürekli çabalamaya zorlayan bir pazarlıktır. aslında. Eğer insan bir son nokta olduğunu (yani ölümün bir son olduğunu) düşünürse, o zaman ruhunu kaybeder. Ama cehennem aynı zamanda insana sınırlar, hudutlar koyar; çünkü sınırlar, hudutlar olmazsa hayat çekilmez olur. Sonsuz özgürlük veya sınırsız tecrübe hissi , atlı karıncaya binen şu kimsenin haline benzer. O kimse ki atlı karıncaya ilk bindiğinde çok neşelidir, büyük bir zevk yaşar. Ama bir müddet sonra atlı karıncayı idare eden mekanizma bozulur. ve durdurulamaz. Atlı karıncanın üzerindeki kişi mekanizmanın durdurulamadığını fark edince az önce yaşadığı zevki bir korkuya, bir ıstıraba dönüşür. Don Giovanni'nin dediği gibi, sonsuz zevk, aslında sonsuz işkencedir. Dolayısıyla, bugün artık erotizmin demokratikleşmenin (herkesin her istediğini yapmasının) ne anlama geldiğini bir düşünün.
***
Bütün bunlardan sonra kutsalın dönüşü denen bir şey yaşayacak mıyız? Yeni dinî tarzlar ortaya çıkacak mı? Elbette "evet!" Benim bundan hiç şüphem yok. Din temelde bir ideoloji ya da toplumun düzenleyici veya bütünleştirici bir özelliği değildir. Gerçi dinin çeşitli zamanlarda böyle bir kurumsal işlev gördüğü de doğrudur. Ama din,temelde insanoğlunun varoluşu anlamlandırdığı, varoluşsal sorularına cevap bulduğu vazgeçilmez tecrübesidir. ... ..
... ..
Dinler başarısız olduğu zaman kültler8* ortaya çıkar. Kurumsal dinler rehberlik görevini yerine getirmezlerse, insanlar dinî duygularını dinî kurumların aracılığı olmadan, doğrudan kendileri tatmin etmeye çalışırlar, ki bu da neticede kültleri doğurur. Kültler resmî ya da kurumsal dinlerle karşılaştırıldığında birçok yönden önemli farklılıklar arz eder. Her şeyden önce kült , daha önce resmi din tarafından ortaya çıkarılmamış ezoterik (gizil) bir bilgiyi keşfettiği ve insanları aniden aydınlattığı iddiasındadır. Kültte ezoterik bilgiye sahip olduğuna inanılan, bu bilgiyi kendisine intisap edenlere sunma görevini üstlenen ve guru (ruhanî lider-bilge) bir lider vardır. Kültte gerçekleştirilen ritüeller, kişinin daha önceden bastırılan duygularını ortaya çıkarmasını ve bir çeşit vecd haline gelmesini sağlar.
Kültlerde yaşanan bu tür tecrübeler aslında aldatıcı tecrübelerdir. Ama insanlar bu tecrübelere inanırlar, çünkü bu ritüelleri gerçekleştirirken büyüsel (mucizevî) bir an beklerler ve büyüsel gücün tesirini hissederler. Tıpkı aldığınız baş ağrısı ilacı aslında ağrınıza iyi gelmese de sizin kendinizi ilacın iyi geleceğine inandırmanız gibi. Zaten kültler uzun ömürlü hareketeler değildir ve insanlar bir kültten diğerine dolaşır dururlar. Tıpkı bir kocakarı ilacını deneyen bir insanın bir müddet sonra bir başka kocakarı ilacına meyletmesi gibi.
... ..
Ama artık Doğu'yu da Batı'ya taşıyan yolculuk başladı bile. Filozoflardan, şairlerden, doktorlardan, sanatçılardan birçokları bu yolculuğa çıkmış vaziyette.
Asıl noktanın şu olduğunu düşünüyorum: Din, Marks'ın ve Durkheim'in iddia ettiği gibi sadece sosyal kontrolü veya toplumsal entegrasyonu sağlamak üzere, yani işlevsel bir nedenle var olmamıştır. Peki o zaman nedir dinin bizim için önemi? Din varoluşsal bir olgudur. Bize varoluşumuzla ilgili cevaplar verir. Sonlu varlıklar olduğumuzu, sınırlarımızın bulunduğunu öğretir. Kısacası, bize bu dünyada neden var olduğumuzu anlatır.
Bir kıssa vardır: "Suyu kim keşfetti?" sorusuyla başlar. Tabii ki suyu kimin keşfettiğini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki o da balığın keşfetmediğidir. Biz de bu konuda balık ve su misali gibiyiz. Dinî alan akıl ötesi bir alandır; ve biz bu alanı ancak aklımızın yettiği kadar anlayabiliyoruz. Çünkü varoluşumuzla ilgili, (tıpkı balığın suyu keşfedememesi gibi) farkına varamadığımız, hatta
Aristo, insanın en değerli özelliğinin konuşması ya da aklı (logos) değil, idrak ve tefekkür kabiliyeti (Nous) olduğunu ve tefekkür dünyasının da sözlerle ifade edilemeyeceğini söyler.
Kutsal bir mucizeler, gizemler ve korkular âlemidir. Dolayısıyla insanoğlunun günlük yaşantısındaki fiziksel alan ile gizem ve korku içerikli bu alanı ayırt ederek ikinci bir alanın varlığını (düalizmi) kabul etmesi gerekir. Her ne kadar içeriğini farklı biçimlerde yorumlasalar da bugün biz ikili alan sınırına riayet etmedik. Çünkü tek bir alan var saydık. Oysa bu sınır kalktığı zaman ortaya çıkacak olan şey belliydi. Ya eski Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi politik yapı kutsallaştırılacak; ya da kapitalizmde olduğu gibi her şey alınıp satılacak nesnelere dönüştürülecekti.
İnsanlığın selameti için bu sınırın tekrar yerleştirilmesi gerekmektedir. Çünkü hayat tek boyuttan ibaret değildir. Hayatın tüm basamakları aynı değildir. Aynı olduğu zaman anlamını kaybeder. Çünkü bir insan kendi düğününde, her gün giydiği sıradan bir elbiseyi giyemez.
... ... ***
Sekülerleşmenin Üç Yüzü:
Toplumsal, Kurumsal ve Bireysel Sekülerleşme
Karel Dobbelaere
... ..
Kurumsal Sekülerleşme
... ..Berger, İsrailoğullarının Mezopotamya ve Mısır'dan kaçışlarını temsil eden iki "Hurûç (Çıkış)" hareketinin, onların evrenle ilişkilerinde bir kırılma noktası oluşturduğunu savunur. İsrailoğullarının dinlerinin temelinde Mısırlıların ve Mezopotamyalıların kozmik düzen anlayışlarının kesin bir şekilde reddedilmesi vardı... Bu kozmik anlayışa göre insanoğlu ile deneysel tecrübe yoluyla bilinen tabiî alan arasında bir ayrışma yoktu. Daha da önemlisi, bu kozmik anlayış, deneysel alanla deney üstü alan arasındaki bir süreklilik, bir bağlantı olduğunu öngörüyordu.
Oysa Eski Ahit (Tevrat), tam aksine, kendi yaratığı olan kozmosun dışında yer alan ve bu kozmosa hulûl etmeyen (yayılmayan) bir Tanrı anlayışı getirdi. Tanrı'nın radikal bir şekilde aşkınlaştırılması Eski Ahit'in Tekvin kitabında anlatılan yaratılış hikâyesinde yer alır. Bu hikâyede Tanrı ile insanın ayrıştığı, evrenin mitolojiden sıyrıldığı açıkça görülür (Berger1967:115-117). Berger, Tanrı'nın aşkınlaştırılması yanında ahlakın da tarihselleştirildiğini ve rasyonelleştirildiğini ileri sürer:
... ..
... ..
Berger'e göre sonunda Avrupa'da egemen olan Hıristiyanlık, Eski Ahit'in sekülerleştirici motifleriyle karşılaştırılınca geriye gidişi temsil eden bir özellik taşımaktadır (Berger 1967: 121-124). Hıristiyanlıkta da aşkın bir Tanrı inancı olmasına rağmen, Tanrı'nın Hz. İsa'nın bedeninde tecessüm etmesi, teslis doktrini, melekler ve azizler, Hz. Meryem'i şefaatçi ve Hz. İsa'yı kurtarıcı görmek gibi inanışlarla birlikte dünya tekrar mitolojik bir karaktere büründürüldü. Ama Hıristiyanlık Tanrı'yı tekrar aşkınlaştırarak ve ahlâki rasyonilazasyonu sağlayarak sekülerleşme motiflerini yakaladı. Kilise sekülerleşme sürecini ilerletti.
Sonuçta, kilise dışındaki alan "laşk alan" olarak görüldü. Hıristiyanlığın parçalanmasıyla birlikte zaten kutsalın yetki alanı dışında kaldığı düşünülen dünya, artık daha hızlı sekülerleşecekti. Bu mantıksal gelişme, "iki krallık"12* ifadesini kullanarak seküler dünyanın özerkliğine fetva veren Lutheran doktrinde görülebilir.(Berger 1967: 123-124; Troelttsch 1931; Weber 1958). ... ..
... ..
Calvinizm ile Katoliklik arasındaki temel fark, Calvinizm'in kilise ve dinsel ayinler yoluyla kurtuluşa erileceği düşüncesini tamamen devre dışı bırakmasıydı (Weber 1958: 104-105). Katolikleri bu dünyada azizleri ve öteki dünyada ruhlarla buluşturan şefaat makanizması rafa kaldırıldı (Berger: 19676:111) Püriten (tutucu Protestanlık) mezhebine bağlı bir Hıristiyan, mezarlıkta yapılan dinÎ seromonilerden artık vaz geçmiş, en yakınlarını bile ilahiş okumadan, ayin yapmadan defneder olmuştu. Çünkü artık bunların batıl inanç olduğuna, ayinlerin ve büyüsel törenlerin insanı kurtuluşa ulaştırmayacağına inanmaktaydı (Weber: 1958: 105)
Olaya kültürel açıdan baktığımızda Yahudi-Hıristiyan dini geleneğinin bir rasyonelleşme sürecinden geçtiğini söyleyebiliriz. Berger bu toplumsal sekülerleşme sürecinin köklerinin dinî bir arka plana sahip olduğunu savunmaktadır:
"Kaynağını Kitab-ı Mukaddes geleneğinde bulan gelişmeler, modern seküler dünyanın oluşumundaki nedensel faktörler olarak görülebilir. ... .. Burada din ile sekülerleşme arasındaki ilişkide bir ironi olduğu sonucuna varabiliriz. Tarihsel gelişmelere baktığımız zaman bi ironik ilişkiyi grafiksel olarak görebilir ve bu konuda Hıristiyanlığın kendi mezarını kazdığını rahatlıkla söyleyebiliriz" (Berger 1967: 127)
YORUM: Kitabı okudukça farkındalık anlamında keşfettiğim ayrıntılar oldu. Aslında bu düşüncelerim bütün kitaplar için geçerli. İnsan okudukça, Sokrates'in söylediği gibi "Bildiğim bir şey varsa o da hiç bir şey bilmediğimdir.".. sözü daha da anlam kazanıyor.. Kitabın ana konusu olan "seküler anlayış, din, Tanrı, Allah inancı, bilim ve teknolojik gelişmeler karşısında insan, kulluk anlayışı, ve insanın varlık alemindeki yeri.." olarak her zaman gündem oluşturabilen konular yazarın kendisi dışında dokuz konu uzmanı bilim adamının makaleleri ile akıllarda her zaman soru olan hususlara cevap aranıyor...
YanıtlaSilGüncel hayatta bazı yazarların "felsefe"nin önemine yapılan vurgunun, hatta üniversitelerdeki ana bilim dalları ile ilgili felsefe derslerinin kaldırılmasına yapılan itirazların ne anlama geldiğini de kendi ölçümde anlamaya başladığımı düşünüyorum.
Hatta, kitap okuma kulüplerinde ya da sanal ortamlarda insanların bir araya gelerek kitap okumaları, müşterek yorum yaparken akıl yürütmelerinde ortaya çıkan fikirlerin doyuruculuğunun da bende daha anlamlı geldiğini de itiraf etmek istiyorum.
İnanç konusunda sıkıntım olmadığını, diğer bir ifade ile dinin gereklerini yerini getirmekte eksiklikleri olan, bunun yanında inanç boyutunda tereddütsüz Allah inancı ve kul boyutunda sorumluluk sahibi olduğumun bilincindeyim diyebilirim...
Bu konuya vurgu yapmaktaki amacım; Prof. DR. Ali Köse'nin bu kitabı ve özellikle kitabın son bölümünde bir makalesi yer alan Daniel Bell'in "Kutsalın Dönüşü" başlıklı makalesini okuduktan sonra; ortak yaşamı paylaştığımız insanların bir bölümünde karşılaştığımız; manevi değerler karşıtılığı, seküler anlayış ve bu durumun bazı hallerde inançları olanlara karşı duruşlarının rahatsızlık verici hatta taciz ediciliğin ötesinde insan haklarını yok sayan tutumlarının kaynağını da anlamama yardımcı olduğun düşünüyorum...
Sonuç olarak insan aziz bir varlık, her insan doğuştan bir çok haklara sahip ve saygı gösterilmesi gereken bir varlık... Kitabın tamamı okunmayı hak etmekle birlikte Daniel Bell'in "Kutsalın Dönüşü" makalesinin özellik arz ettiğini ifade ediyorum.