3 Kasım 2016 Perşembe

İslâm Kadın ve Toplum *

-Kitabın arka yüzündeki tanırımda; “İnsanın ve toplumun bir bütün olduğuna inanıyorsak, kadın olmaksızın her ikisini de anlamak ve gerçekleştirmek mümkün değildir. Tıpki insan gibi, toplum da bir inşa sürecini ifade eder ki orada problemlerin farkına varılarak, kimlik ve kişilik üzerinden geçmiş hatırlanır, hâl idrak edilir ve geleceğe yönelik projeler yapılır. Eğer İslâm adına bu geçmişle, hâliidrak etmek ve yeni bir inşa sürecine girmek istiyorsak, kadın unsurunun ihmal edilmesi, toplumu sadece bir yönüyle değil bütünüyle çökertir.O halde problemlerimizi ve yeni zamanlara yönelişimizi sadece kadınlar üzerinden değil, kadınlar adına, kadınlar için ve kadından hareketle anlamak ve geçekleştirmek zorundayız.
-Bu kitap bu görüşle böyle bir ideale hizmet amacıyla TDV Kddın Faaliyetleri Merkezi tarafından tertip edilen panellerdeki konuşmaları içeriyor.” denilmektedir.
Diğer bir ifade ile insana ve değerlerimize kadınlarımızın gözü ile bakmaya çalışanların düşünceleri yansıtılıyor...
TDV Kadın Faaliyetleri Merkezinin düzenlediği panel konuşmacılarından kısa alıntıları paylaşalım:
- ... .. biz kadınları direkt ilgilendiren konuların yer aldığı bir ilmihal kitabının dahi bir hemcinsimiz tarafından kaleme alınmayışı büyük eksiklik olarak düşünülmelidir. Bütünün yarısı dinî söylemlere yansımış olsa idi bugün belki de en azından kendilerini ilgilendiren pek çok problemli konunun çözümü gecikmeyecekti....   
-Kadının şefkati, merhameti; narin , zarif, sevgi dolu yapısı yapısı ve anlayışı elbette dini söylemlerde kendini hissettirecekti. Hz. Aişe örneğini hatırlayalım. Peygamberimizin eşi olan Hz. Âişe’nin, eğitimden siyasete pek çok alanda aktif olarak yer almış, kimliği ve kişiliği ile İslâm tarihinde önemli roller yüklenmiş, son derece özgün, özgür, örnek bir kadın olduğunu biliyoruz. Burada önem arzeden; ama gözardı edilen husus şudur; Peygamberimiz, Hz. Âişe’nin şahsiyetinin oluşturulmasında, elverdiği ölçüde, her türlü imkânı sağlamaya çalışmıştır. Geleneksel ataerkil aile yapılarında kadına , eşe yüklenen misyon bilinmektedir. İyi eş olması, iyi anne olması, güzel evlet yetiştirmesi.... Yani itaat-hizmet ilişkisi. .... ....

- -... .. Hayatın görünen karmaşasının ardındaki olağanüstü ahengi bizlere gösteren ve bu ahengin nasıl
yaşanabileceğini, sadece sözleri ile değil davranışları ile de anlatan en güzel insanı anmak için bir araya geldik. ... ..
-Konu sosyo-kültürel hayat ve Sevgili Peygamberimiz olunca, konunun ucu bucağı silinip gidiveriyor. Bu kısa konuşma süresinde konuyu sınırlandırabilmek için “hayat nedir” sorusu ile başlayalım.
-Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilir, ama sosyolog gözüyle sosyo –kültürel hayat en basit ifade ile; bir etkileşimdir, etki-tepkidir, bir iletişimdir, bir alış-veriştir ve insanın bu ilişkilere verdiği anlamlardır. Ne ile, kimler ile ve nasıl bir etkileşim? Sosyo kültürel hayat, insanın önce kendi kendisi ile, sonra canlı-cansız bütün çevresiyle  yaptığı etkileşimler ve etkileşimlere yüklediği anlamlardır.
-... .. İnsanı diğer canlı varlıklardan farklı kılan, onun anlam atfeden ve anlam veremediği şeyler ile ilişiki kuramayan, etkileşime geçemeyen bir varlık olmasıdır. Bu yüzden “doğru-yanlış”, “iyi-kötü”, “güzel-çirkin”,  “faydalı-faydasız” vb. anlamlar, bir başka ifade ile değerler olmaksızın insan hem bireysel hem de sosyal dünyasını kuramaz.
-İnsan sadece insanlarla ilgili özellikleri, davranışları, nesneleri değerlendirmekle kalmaz; evrendeki her varlığa ve oluşa anlam yükler. ... ..
-... ... Biliyoruz ki, evrende her şey zıddı ile kaimdir. ... ..
-... .. İnsan karşılaştırma yolu ile bilgisini üretirken mukayeseye elveren bu karşıtlıklardan yararlanıyor. Bu nedenle karşıtlıklar biri olmadan diğeri anlam kazanmıyor. ... ..
-Hayatı bu karşıtlıkların zıtlaşması veya bir toplamı gibi düşünmek, kısacası hayatı birbirine karşıt parçalara ayırmak, hayat denen görünürde karmaşık olşumun hakikatini keşfetmenin yolunu kapatıyor. İnsanın hayata ilişikin deneyimleri arttıkça, kavrayışı derinleştikçe, kısacası işler iyice inceldikçe, bazen neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış, neyin gerekli neyin gereksiz vb. olduğu birbirine karışabiliyor. İşte tam bu noktada, hayatdediğimiz işleyişin , bu karşıtlıklarına bölebildiğimiz bir toplam değil; aksine ayrıştırılamaz, iç içe geçmiş karşıtlıkların oluşturduğu dinamik bir bütün , hem de olağanüstü ahenkli bir bütün olduğu idrak edildiğinde karmaşa sona eriyor. Bu tekliği oluşturan parçaların, görünümlerin her biri ister karşıtlıklar ister benzerlikler halinde olsun, birbirinin içine yuvalanmış bir halde saklı dururlar. Varlığın doğası böyledir.
-Her bir karşıtlık birbiri içinde saklıdır.
-Bu yüzden karşıtlıkları birbirinden ayıramayız.
-Her bir sevincin içinde, derinliklerde bir yerde bir parça üzüntüsaklıdır; bir keder bazen binlerce sevince yol açabilir. Bu yüzden bizim hayır sandığımız şer, şer sandığımız hayır olabilir.
-... .. Hayır-şer örneğinde olduğu üzere hayattaki bütün karşıtlıkların aynı kaynaktan yansıyan farklı görünümler olduğunu bilen ve görebilen kişilerin sayısı arttıkça toplumda sağlıklı ilişkiler kurulabilecektir. Zira bu idraki yaşayan insanlar, işin dış yüzünde kalanların aksine hayatı syah-beyaz olarak görmezler; bütün renkleri ile yaşarlar. Karşıtlık mantığı ile hareket edenler “haklar bana, görevler sana”, “sorumluluklar senin; yetkiler imtiyazlar banim” derken, onal her insanın hakları ve görevleri olduğunu ve bireyler arasında bu dengenin kurulması gerektiğini bilirler.
-... . Aile içi ilişkilerden başlayarak her türlü etkileşimde haklar-görevler, yetkiler sorumluluklar dengesini karşılıklı olarak gözeten bireyler ve toplumsal vicdan yok ise, hukuk yazılı kurallar olarak kâğıt üzerinde kalır.

-... .. Peki, bireysel veya kurumsal düzlemde etkileşide bulunanlar arasında haklar ve görevbler dengesi nasıl kurulabilir? Bir formüle sığar mı? “Ben bu görevimi bu kadar yaptım, sen şu kadar yaptın” gibi çetele tutulabilir mi? Şüphesiz dengeyi bu şekilde kurmak mümkün değildir. ... .. Hakkın zayi olmayacağına, emeğin mutlaka değerini bulacağına inanan ve bu oluşumu sonsuzluk kadar genişleten insanlar için “Hakk’a hizmet halka hizmettir” anlayışı, bozulan dengeleri onaran sevgi ve anlayışın kaynağıdır. Onlar, işin dış yüzünde kalanların saflık, aptallık saydıkları kabullenmelerin veya vazgeçmelerin örtüsü altında saklanmış maddî ve mâneevi ödülleri yaşayabilenlerdir.
-... .. kadını anlatırken erkeğe atıfta bulunmadan anlayamayacağımı vurgulamak istiyorum. Çünkü birlikte yaşam, yaşam, birli,kteliklerin sürdürüldüğü, nasıl tıkanıklıklar ve sorunlar yaşandığı, bunlarla nasıl baş edildiğinin öyküsüdür gerçekte.
Toplumsal yaşamda da kadın-erkek ilişkisini etkileyen bireysel ve psikolojik unsurlara (sosyalleşme sürecinde kazandıkları ve cinsel kimliğine) ek olarak küresel arenadan farklı kültürlerden kültürümüze geçen, medyada işlenen veya abartılı bir şekilde pompalanan kadın-erkek kimliği var. ... ..

-... .. Çevremizdekilerin, hatta en yakınımızdaki çocuğumuzun ve eşimizin sınırlarına girmeden onun dünyasına müdahale etmeden yaşama sorumluluğu geliştirmek oldukça güç bir iştir. ... ..
-Bugün burada bir “değeri” konuşurken bu iki varlıktan biri olan kadın üzerinden, kadın bakışı üzerinden konuyu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışacağız.
-İnsanın varlığını oluşturan iki temel unsur bedeni ve ruhudur. Bedeni ruhunu, ruhu da bedenini anlamlı kılar, bütünlerve aynı zamanda yönetir. Allah kadına ve erkeğe farklı biyolojik yapı vermiştir. Ve böylece insan yaratılışında bir ikilik, fakat özde onları birleştirerek yaratmıştır. Aynı özden iki farklı varlık. ... Bir bütünün iki veçhesi...
-Kadın bedeni daha narin, daha zarif yaratılmıştır. Ona bahşedilen bütün sistemlerde aynı nitelikte... Böyle bir bedenin ruhu da hiç kuşkusuz hem ruhsal hem de beyinsel anlamda ve beyninin farklı loblarını çalıştırarak farklı bir nörolojik durum sergiler. Bunu hepimiz kendi aile hayatımızda, sosyal ilişkilerimizde, iş hayatımızda kıaca hayatımızıın her anında yaşarız.
-Bir çiçeğe bakarken, ya da herhangi bir meseleyi değerlendirirken eşimizle, erkek kardeşimizle vs. ne kadar farklı düşündüğümüzü müşahade eder, hatta zaman zaman bazı problemlerin bu bakış açılarından kaynaklandığını da biliriz.
-İşte tam da burada bu zarif, narin, duygusal varlığın, dine , peygambere ve bunların ışığında  hayata bakışı, anlayışı ve anlamlandırışı farklılık arzedecektir.  Allah böyle bir varlık yarattı ise, onda kendi sıfatlarıdan bazılarını (sevgi, şefkat, merhamet gibi) yoğun kıldı is, kadından, kendi bedenine kendi ruhuna uygun davranışları sergilemesini bekleyecektir.
-Hatta varlık / eşya bu bakış açısını gerektirmektedir ki, parçalar bütünü oluştursun. ... ..
-... ..
-Hz. Âişe bize ondan çeşitli dualar nakletmektedir. Bir kaçını sizinle paylaşmak istiyorum:
            “Allah’ım, beni iyilik yapıldığında seevinenlerden, kötülük yapıldığında ise af dileyenlerden kıl.”
            “Allah’ım, yaratılışımı güzelleştirdin, ahlâkımı da güzelleştir.”
            “Allah’ım sen af edicisin affı seversin beni de af et.”
            “Ey kalpleri evirip çeviren, kalbimi dinin üzere kıl.”
            “Allah’ım senin gazabından rızana, cezalandırmandan affın asığınırım; senden sana ssığınırım. Seni övecek kelimeler sayamam. Sen kendini övdüğün gibisin.”
-... ..

-Allah, bize yönelik rahmet, gazap veya şefkatinden dolayı vahiyde kendisi hakkında bilgiler verir. Ama bizi nasıl sevdiği, nasıl şefkat gösterdiği bizim için biraz meçhuldür bir bakıma. Örneğin sevgisinin oranı bilinemez. Gazabının da. İşte bu bilmeme hali bizi korku ile umut arasında tutar.

Peygamber sevgisi
-... ..
-... .. bir rivayete göre Allah: “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek, sevilmek istedim” diyor. Sûfî ontolojisinde Allah bilgisine ulaşma, ancak onun yeryüzündeki numunesi ve bütün isimlerinin kendisine yüklendiği insan-ı hakikinin tanınması, bilinmesi suretiyle olacaktır.
-İnsan üzerinden Allah tanınacaktır. Allah’ı bilmek için insan bir araç. Onun için Allah meleklere, insana secde edin diyor. Böylece sanatının en büyük eseri olan insana dikkati çekiyor. ... ..
-İnsanlığın  içinden de, bütün insanlığın özünü temsil eden, her açıdan kemâl zirvesine ulaşmış hakiki insana model olan Peygamberimizi numune olarak seçiyor.
Meselenin bir başka zaviyesi ile, Allah kendini bildirmek, tanıtmak ve sevdirmek için bizimle anlayabileceğimiz bir dille konuşuyor. Onun için “size, sizin içinizden bir peygamber gönderdik.. sizin gibi bir beşerdir.” diyor.
-Zahiri yönüyle bizim gibi bir beşer; ancak mânevi yönüyle her açıdan zirve noktalara ulaşmış, Allah’ın Kur’an da en yüce bir ahlâk ve üsve-ihasene; yani en güzel bir model olarak sunduğu bir şahsiyettir. İnsanoğluun muhtaç olduğu hangi güzellik ve haslet varsa onda kemâl noktasına ulaşmıştır.
-En mükemmel kulluğun zirvesi ancak onda gerçekleşmiştir. Peygamberimize duyulan aşk ve muhabbet ibadetlerimize huzur, beşeri davranışlarımıza nezaket, aklâka incelik, gönüllere rikkat, lisanlara ruhaniyet, nazarlara derinlik akseder. Zira bütün bu güzelliklerin tahsil edilebileceği en feyizli menba Peygamber Efendimizidr. ... ..
-Sahabi soruyor: “Kıyamet ne zaman?” O da, “Ne hazırladın kıyamet için” diyor. Sahabi, “Kıyamet için çok fazla namaz, oruç, sadaka hazırlamış değilim; ancak Allah ve resul^Ünü canımdan öte seviyorum” diyor. Bunun üzerine peygamberimiz, “Kişi sevdiğiyle beraberdir” diyor.
-Allah’ın bizden istediği işlevsiz bir sevgi değil, bilginin semeresi olan sevgidir.... Resulullahı dolayısı ile Allah’ı ne kadar sevdik, bu sevgiyi ne kadar gerçekleştirdik? Yani sevgimize göre değerimiz belirlenecek. Zira bilgi bir noktaya kadar gelir. Orada sevgiyle buluşup bir dönüşüm gerçekleşmezse onun bir önemi yok. Sevgiye dönüşürse, sevgiden sonra tekrar bir bilgi süreci başlar. Sevgi bilgiyi doğuruyor, oluşturuyor. Ancak bilgi ruhî yapılanmamızda içselleştirdiğimiz bilgidir. Kapalı, meçhul yönlerimizi açığa çıkartan, benliğimizi inşa eden , özümüzle buluşturan bir bilgidir. Bundan dolayı sevgi merkezlidir.Sevgi olmazsa bunları gerçekleştirmek olası değil.
-Bu açıdan tasavvufta sevgi esas ve nihai bir unsurdur. Yani tasavvufun kazandırmak istediği nihai nokta muhabbetullahtır. Allah sevgisidir. Onun için mürşidlere önce peygamber sevgisini kazandırırlar. Zira iç dünyamızın hudutsuz alanları henüz keşfedilmemiş meçhuller, nüveler halindedir. Peygamberimizdeki Nûr-i Muhammedî bütün insanlarda nüve halinde meknuzdur.
-Bu nüveleri Peygamber sevgisiyle çıkaracağız. Yani biz hayatı Peygamberimizin sünnetine ittiba ederek onu yaşam gözüyle öğrendikçe şefkati, sevgiyi, bilgiyi öğrenecek ve kendi hakkımızda daha derin bir anlayış kazanacağız. Yani Peygamberimiz bizim aynamız olacak. Ardından Allah sevgisine ulaşılır. “Kim kendini bildi, Rabbini bildi.” Ancak bu sevginin oluşması için nefsin terbiye edilip olgunlaşması esastır. Çünkü; nefsin olduğu yerde hakiki sevgiden bahsedemeyiz.
-Zeki olabiliriz, önemli yerlerde olabiliriz, dünyanın en âlimi olabiliriz. Ancak nefsani benlikten arınmış yalın bir sevgimiz yoksa içimiz her zaman boş kalacaktır.

-Mevlânâ diyorki:

Ey özünden habersiz gafil
Sen hala kabukla öğünüyorsun
Dikkat et ki, sevgilin canının içindedir.
Bedenin özü duygu, duygunun özü candır.
Sen eğer tenden duygudan ve candan geçersen hep onu bulursun.

-İnsandaki nefsin tekâmül sürecinde hırs, haset, kin, kıskançlık, umutsuzluk açgözlülük... giibi var oluşun sorunları anlaşılıp çözüldüğünde muhabbet kendiliğinden ortaya çıkar. ... ..
-Kısaca, ruhun huzur ve suk^Üna kavuşacağıasli ve nihai muhabbetmerkezi Allah’tır. Bu yüzden nihayeti Allah’a varmayan sonu O’na ulaşmayan yanlış adreslerde heba edilen fâni muhabbetler, ruh için  beyhude yorgunluk ve sıklet sebebi olacaktır.


Mevlânâ; “Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey, kuzunun kurda gönlünü kaptırmasıdır” diyerek bu anlamda bize önemli mesajlar vermektedir. (Dr.Sevim Yılmaz)


Tasavvuf geleneğinde ve Mevlâna’da kadın
-... .. Efendim, insanoğlunun varlığını oluşturan iki temel unsurinsanın bedeni ve ruhudur. İnsan varlığının devamı için bu iki unsurun; yani bedeninin ve ruhunun ihtiyaçlarına cevap vermek zorunda, İnsanın yaşadığı evren içinde var oluşunun belki de en büyük sebebi, ruhunu ve bedenini, haklarıı verecek şekilde yönetmesi ya da yönetmeye çalışmasıdır. Burada belki de en temel sorun, kendini diğer varlıklardan ayıran ve onu yaratılanların en şereflisi, en kâmili yapan ruhunu, akıl ve duygularını nasıl yöneteceğidir.  Ya da eksik yönü olan bedenini, mükemmel yönü olan ruhuna nasıl teslim edebileceğidir. ... ..
-Mevlâna ... .. Mesnevi’de bakınız ne diyor;

“Gök erkek, yer dişidir.
Her şey çift yaratılmıştır
Ve mıknatısın demiri çektiği gibi, Çift olan şeyler birbirini çeker.
Kadınlar, aklı olanlara, gönül sahiplerine pek üstün olurlar.
Cahillere gelince, onlar kadına üstündür; çünkü sert ve kaba muameleli adamdırlar.
Sevgi ve acımak insanlık vasıflarındandır.
Hiddet ve şehvet ise hayvanlık vasıfları. Kadın Hak nurudur, sevgili değil. Sanki halıktır mahluk değil.

-... .. ( Ayşe Sucu TDV Kadın Faaliyetleri Merkezi Müdürü)


-... .. Tasavvuf hayatı duygu yoğunlukludur. Genel olarak kadınlar duygusal bir yapıya sahiptir. Bu durum, tasavvuf ile kadın arasında ortak bir payda, ortak bir zemin sayılır. Bu sebeple, İslâm dünyasında sufiliğin kadın nev’inin gelişmesine elverişli olduğu söylenebilir.Nitekim, günümüzde de hanımların tasavvufa, tasavvufî konulara, mistisizme, mânevî alana ilgisi erkelerden daha fazladır. ... ..(Prof. Dr. Mehmet Demirci) 



-... .. “A’rabî’nin karısı diye bir hikâye var. Burada yoksulluktan şikayetçi olan bir aile söz konusu ve kadın ha bire dırdır edip duruyor: Ne bileyim, koşup duruyorsun, gidip geliyorsun, ama evde kâfi miktarda yiyeceğimiz yok, şu eşyamız eksik, bu eşyamız eksik... Sonunda A’rabi dayanamaz: “Ey kadın kavgadan, çekimeden vazgeç. Vazgeçmeyeceksen benden vazgeç.” der. “Susarsan ne ala, yoksa şu dakikadeevi barkı terk ederim.” demekten kendini alamaz. Bu arada, ağlamaya başlayan kadın için şu hâkimâne söze yer verir: “Gözyaşı kadını  tuzağıdır.”
-Hikâyenin devamındaki şu ifadeler ne kadar beşeridir! Mevlânâ diyor ki: Ağlamadan bile gönül çekici olan kadın gözyaşı ve â u vâhı haddi aşınca, gözyaşı yağmurundan bir şimşek çakıp o merd-i vâhidin kalbine bir kıvılcım sıçradı. Güzel yüzüyle erkeği esir eden kadın , kendine bendelik süs verince hâl ne olur? İstiğnasıyla gönüller kanatan o güzel, işi yalvarmaya dökerse ne hâle girersin! Allah ‘ziyyine li’n-nas’ hükmünce kadının muhabbetiyle insanı tezyin etmiştir.  Hakkın bu tertibinden insanlar nasıl kaçabilir. “ (Vaktimiz yok, “züyyine li’n-nasi hubbü’ş-şehavati...” diye başlayan âyet-i kerime, kadına olan sevginin, ilginin insanın fıtratında olduğunu belirtiyor:)
-“Allah kadını, erkeğin sükûn ve teselli bulması için yarattı. Bunun için Adem Havva’dan nasıl ayrılabilir? Bir kimse, yiğitlikle Zaloğlu Rüstem bile olsa ya da Hamza’dan bile ileri geçse, ferman dinlemek hususunda yine de karısının esiridir.
-Evet, her şeye rağmen, erkek-egemen tavırlara rağmen, realite bu.
-“sözlerinle cümle âlemin mest olduğu Hz. Muhammed bile, ‘kellimînîya Hümeyra” (bana bir şeyler söyle ya Hümeyra) diye, eşi Hz. Âişe’ye zaman zaman hitapta bulunurdu.
-Mevlânâ Celaleddin, bu noktadan itibaren beşerî, maddi âlemin üstüne çıkıp metafizik dünyaya adım atar, önce sembollere başvurur, erkeği suya, kadını ateşe benzeterek şöyle der:
su ateşe galip galip ve baskın ise de, bir kabın içindeyken ateş o suyu kaynatır. Ne vakit bir kap ikisinin arasına girerse, ateş o suyu havaya çevirip yok eder. Zahiren su ateşe galip olduğu gibi, sen de kadına hâkim isen de, bâtınen işin hakikatinde kadına hem mağlup hem de tâlipsin.Böyle bir hususiyet ancak insanda vardır. Hayvandaki muhabbet duygusu eksiktir. Bu da hayvanın insandan aşağı olmasından ileri gelir. Kadınlar, âkıller ve gönül sahipleri üzerine geliptir. Cahiller ise, kadına galiptir; çünkü onlar sert ve kaba muamelilerdir. Cahillerde rikkat, lütuf, muhabbet azdır; çünkü tabiatlarında hayvanlık galitir.”
-Kadına baskıyı, kadına hakimiyetkurma gayretlerini cahillikle eşdeğer görür Mevlânâ ve son noktayı koyar; “Kadın Hakk’ın nurudur, sadece sevgili değil, sanki hâliktir, mahluk değil!...”
-İşte, kadının gerçek değeriburadan geliyor. O, Allah’ın yaratıcı kudretinden nitelikler taşımaktadır. Hayatın devamlılığında büyük vazife görmekte, böylece ilâhi faaliyet ve tecellinin aziz bir rüknü olmaktadır. Belli bir irfan seviyesine varanlar şöyle düşünüyor: “Kadına muhabbet, onların vücutları aynasında Cenâb-ı Hakk’ımüşâhede edebilmektendir. Mâneviyat âlemlerinde mesafe kat etmiş erkeğin sevgisi, bir bakıma onun vasıtasıyla ilâhi güzelliğin vuslatını dilemek mânasını taşır.” ... ..
-Yukarıda sözü edilen A’rabî hikâyesine , Hz. Mevlânâ kendi yorum getirir. Hani, erkekle kadın arasında hep bir didişme, bir dırdır devam edip gidiyordu. Mesnevî’nin özelliği bu zaten, hikâyeleri dış şekliyle de anlayabilirsiniz; ama, onlara öyle bir yorum getirir ki, bazen daha derinleşir, daha farklı bir boyuta ulaşır, daha bir zenginlik kazanır. Der ki, “Bu karı kocadan maksat, nefis ve akıldır, İyiyi de kötüyü de ayırt etmek için bunların ikisi de çok lâzımdır. Bu ikisi, akıl ve nefis, şu toprak evde, yani bedende gece gündüz cenk ve cidâldedir.” Akıl ve nefis yaratılışları itibariyle nasıl kavga edip dururlarsa, eh bir evde de herhalde dırdır evin tusu biberi oluyor bazen. ... ..
-... .. Hz. Mevlâna’nın “örtünmeye zorlamak” düşüncesinin karşısında olduğunu görüyoruz. İnsan psikolojisini çok iyi bilen bir insan, kadın ruhunun inceliklerine dikkat çekiyor, aşırı baskıların ters tepeceğini ifade ediyor ve Fihi Mafih isimli kitabında kadının zorla örtünmesi konusunda hoş bir örneğe yer vermektedir.
            Kadın nedir; sen nasıl bakarsan bak, ne söylersen söyle, o neyse odur. Kendi bildiğinden şaşma, belki çok söylemekle daha beter olur. Kadına karşı kendini sakla, örtün diye ne kadar aşıru gidersen, onda kendini gösterme arzusu o nispette fazlalaşır. Halkta da gizlendiğinden dolayı o kadını görme eğilimi o kadar ziyadeleşir. Şu halde, sen oturmuş, iki tarafın da görmek ve görülmek arzusunu ve isteğini artırıyorsun.” diyor ve devam ediyor.

            “Meselâ bir ekmek alsan, koltuğunun altına koyup, onu herkesten saklayarak desen ki: ‘Bunu hiç kimseye vermeyeceğim, hattâ hiç kimseye göstermeyeceğim bil!...’ Her yerde ekmek bolluğuna rağmen, sakladığın o ekmeğigörebilmek için insanklar senin peşini bırakmazlar ve : ‘Biz o sakladığını mutlaka görmek isteriz!’ diye tuttururlar. Çünkü ‘insalar yasaklandıkları şeye karşı aşırı istekli olurlar.’(Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ)
-... .. Türkiye’ye has bir durum...  Biraz gerilere gidecek olursak, 18., 19. yüzyıllardan itibaren biz bir medeniyet değiştirmek durumunda kaldık.Teknolojide, sanayide, felsefede, çeşitli alanlarda çok ileri giden Batı dünyası her bakımdan bize baskın hale gelince, gerilikten kurtulabilmek için her yönümüzle Batı’ya benzeme projeleri geliştirildi. Hikâyesi çok uzun; Tanzimat’la sürat kazandı bu, Cumhuriyetle de devam etti. Baskın olan bir kültür ve medeniyetin her şeyi gibi kılığı kıyafeti de etkileyici; hatta zorlayıcı olur. Ayrıca bizde ne yazık ki, şekilci bir Batıcılık galip gelmiştir.... ...

-“Kabahat müslümanlıkta değil, bizim Müslümanlığımızdadır. İslâm’ı olması lâzım gelen şekilde içselleştiremediğimiz, yaşayamadığımız, hayat kaidesi haline getirmediğimizden bunlar karşımıza çıkmaktadır.   (Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ)


*İslâm Kadın ve Toplum – Türkiye Diyanet Vakfı yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder