-Kitabın arka yüzündeki tanırımda; “İnsanın ve toplumun bir bütün
olduğuna inanıyorsak, kadın olmaksızın her ikisini de anlamak ve
gerçekleştirmek mümkün değildir. Tıpki insan gibi, toplum da bir inşa sürecini
ifade eder ki orada problemlerin farkına varılarak, kimlik ve kişilik üzerinden
geçmiş hatırlanır, hâl idrak edilir ve geleceğe yönelik projeler yapılır. Eğer
İslâm adına bu geçmişle, hâliidrak etmek ve yeni bir inşa sürecine girmek
istiyorsak, kadın unsurunun ihmal edilmesi, toplumu sadece bir yönüyle değil
bütünüyle çökertir.O halde problemlerimizi ve yeni zamanlara yönelişimizi
sadece kadınlar üzerinden değil, kadınlar adına, kadınlar için ve kadından
hareketle anlamak ve geçekleştirmek zorundayız.
-Bu kitap bu görüşle böyle bir ideale hizmet amacıyla TDV Kddın
Faaliyetleri Merkezi tarafından tertip edilen panellerdeki konuşmaları içeriyor.”
denilmektedir.
Diğer bir ifade ile insana ve değerlerimize kadınlarımızın gözü ile bakmaya çalışanların düşünceleri yansıtılıyor...
Diğer bir ifade ile insana ve değerlerimize kadınlarımızın gözü ile bakmaya çalışanların düşünceleri yansıtılıyor...
TDV Kadın Faaliyetleri Merkezinin düzenlediği panel konuşmacılarından
kısa alıntıları paylaşalım:
- ... .. biz kadınları direkt ilgilendiren konuların
yer aldığı bir ilmihal kitabının dahi bir hemcinsimiz tarafından kaleme
alınmayışı büyük eksiklik olarak düşünülmelidir. Bütünün yarısı dinî söylemlere
yansımış olsa idi bugün belki de en azından kendilerini ilgilendiren pek çok
problemli konunun çözümü gecikmeyecekti....
-Kadının şefkati, merhameti; narin , zarif, sevgi dolu yapısı yapısı ve
anlayışı elbette dini söylemlerde kendini hissettirecekti. Hz. Aişe örneğini hatırlayalım. Peygamberimizin eşi olan Hz. Âişe’nin,
eğitimden siyasete pek çok alanda aktif olarak yer almış, kimliği ve kişiliği
ile İslâm tarihinde önemli roller yüklenmiş, son derece özgün, özgür, örnek bir
kadın olduğunu biliyoruz. Burada önem arzeden; ama gözardı edilen husus şudur; Peygamberimiz,
Hz. Âişe’nin şahsiyetinin oluşturulmasında, elverdiği ölçüde, her türlü imkânı
sağlamaya çalışmıştır. Geleneksel
ataerkil aile yapılarında kadına , eşe yüklenen misyon bilinmektedir. İyi eş olması, iyi anne olması, güzel evlet
yetiştirmesi.... Yani itaat-hizmet ilişkisi. .... ....
-Konu sosyo-kültürel hayat ve Sevgili Peygamberimiz olunca, konunun ucu
bucağı silinip gidiveriyor. Bu kısa konuşma süresinde konuyu sınırlandırabilmek
için “hayat nedir” sorusu ile başlayalım.
-Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilir, ama sosyolog gözüyle sosyo –kültürel hayat en basit ifade ile; bir etkileşimdir, etki-tepkidir, bir iletişimdir, bir alış-veriştir ve
insanın bu ilişkilere verdiği anlamlardır. Ne ile, kimler ile ve nasıl bir
etkileşim? Sosyo kültürel hayat, insanın önce kendi kendisi ile, sonra
canlı-cansız bütün çevresiyle yaptığı
etkileşimler ve etkileşimlere yüklediği anlamlardır.
-... .. İnsanı diğer canlı varlıklardan farklı kılan, onun anlam atfeden
ve anlam veremediği şeyler ile ilişiki kuramayan, etkileşime geçemeyen bir
varlık olmasıdır. Bu yüzden “doğru-yanlış”, “iyi-kötü”, “güzel-çirkin”, “faydalı-faydasız” vb. anlamlar, bir başka
ifade ile değerler olmaksızın insan hem bireysel hem de sosyal dünyasını
kuramaz.
-İnsan sadece insanlarla ilgili özellikleri, davranışları, nesneleri
değerlendirmekle kalmaz; evrendeki her varlığa ve oluşa anlam yükler. ... ..
-... ... Biliyoruz ki, evrende
her şey zıddı ile kaimdir. ... ..
-... .. İnsan karşılaştırma yolu
ile bilgisini üretirken mukayeseye elveren bu karşıtlıklardan yararlanıyor. Bu
nedenle karşıtlıklar biri olmadan diğeri anlam kazanmıyor. ... ..
-Hayatı bu karşıtlıkların zıtlaşması
veya bir toplamı gibi düşünmek, kısacası hayatı birbirine karşıt parçalara
ayırmak, hayat denen görünürde karmaşık olşumun hakikatini keşfetmenin yolunu
kapatıyor. İnsanın hayata ilişikin deneyimleri
arttıkça, kavrayışı derinleştikçe,
kısacası işler iyice inceldikçe, bazen neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin
yanlış, neyin gerekli neyin gereksiz vb. olduğu birbirine karışabiliyor. İşte
tam bu noktada, hayatdediğimiz işleyişin , bu karşıtlıklarına bölebildiğimiz
bir toplam değil; aksine ayrıştırılamaz, iç içe geçmiş karşıtlıkların
oluşturduğu dinamik bir bütün , hem de olağanüstü ahenkli bir bütün olduğu
idrak edildiğinde karmaşa sona eriyor. Bu tekliği oluşturan parçaların,
görünümlerin her biri ister karşıtlıklar ister benzerlikler halinde olsun,
birbirinin içine yuvalanmış bir halde saklı dururlar. Varlığın doğası böyledir.
-Her bir karşıtlık birbiri içinde saklıdır.
-Bu yüzden karşıtlıkları birbirinden ayıramayız.
-Her bir sevincin içinde, derinliklerde bir yerde bir parça
üzüntüsaklıdır; bir keder bazen binlerce sevince yol açabilir. Bu yüzden bizim hayır sandığımız şer, şer sandığımız
hayır olabilir.
-... .. Hayır-şer örneğinde olduğu üzere hayattaki bütün karşıtlıkların
aynı kaynaktan yansıyan farklı görünümler olduğunu bilen ve görebilen kişilerin
sayısı arttıkça toplumda sağlıklı ilişkiler kurulabilecektir. Zira bu idraki yaşayan insanlar,
işin dış yüzünde kalanların aksine hayatı syah-beyaz olarak görmezler; bütün
renkleri ile yaşarlar. Karşıtlık mantığı ile hareket edenler “haklar bana, görevler sana”,
“sorumluluklar senin; yetkiler imtiyazlar banim” derken, onal her insanın
hakları ve görevleri olduğunu ve bireyler arasında bu dengenin kurulması
gerektiğini bilirler.
-... . Aile içi ilişkilerden
başlayarak her türlü etkileşimde haklar-görevler, yetkiler sorumluluklar
dengesini karşılıklı olarak gözeten bireyler ve toplumsal vicdan yok ise, hukuk
yazılı kurallar olarak kâğıt üzerinde kalır.
-... .. Peki, bireysel veya
kurumsal düzlemde etkileşide bulunanlar arasında haklar ve görevbler dengesi
nasıl kurulabilir? Bir formüle sığar mı? “Ben bu görevimi bu kadar yaptım, sen
şu kadar yaptın” gibi çetele tutulabilir mi? Şüphesiz dengeyi bu şekilde kurmak
mümkün değildir. ... .. Hakkın zayi olmayacağına, emeğin mutlaka değerini
bulacağına inanan ve bu oluşumu sonsuzluk kadar genişleten insanlar için “Hakk’a hizmet halka hizmettir”
anlayışı, bozulan dengeleri onaran sevgi ve anlayışın kaynağıdır. Onlar, işin
dış yüzünde kalanların saflık, aptallık saydıkları kabullenmelerin veya
vazgeçmelerin örtüsü altında saklanmış maddî ve mâneevi ödülleri
yaşayabilenlerdir.
-... .. kadını anlatırken erkeğe atıfta bulunmadan anlayamayacağımı
vurgulamak istiyorum. Çünkü birlikte yaşam, yaşam, birli,kteliklerin
sürdürüldüğü, nasıl tıkanıklıklar ve sorunlar yaşandığı, bunlarla nasıl baş
edildiğinin öyküsüdür gerçekte.
Toplumsal yaşamda da kadın-erkek ilişkisini etkileyen
bireysel ve psikolojik unsurlara (sosyalleşme sürecinde kazandıkları ve
cinsel kimliğine) ek olarak küresel
arenadan farklı kültürlerden kültürümüze geçen, medyada işlenen veya abartılı
bir şekilde pompalanan kadın-erkek
kimliği var. ... ..
-... .. Çevremizdekilerin, hatta en yakınımızdaki çocuğumuzun ve
eşimizin sınırlarına girmeden onun dünyasına müdahale etmeden yaşama
sorumluluğu geliştirmek oldukça güç bir iştir. ... ..
-Bugün burada bir “değeri” konuşurken bu iki varlıktan biri olan kadın
üzerinden, kadın bakışı üzerinden konuyu anlamaya ve anlamlandırmaya
çalışacağız.
-İnsanın varlığını oluşturan iki temel unsur bedeni ve ruhudur. Bedeni
ruhunu, ruhu da bedenini anlamlı kılar, bütünlerve aynı zamanda yönetir. Allah
kadına ve erkeğe farklı biyolojik yapı vermiştir. Ve böylece insan
yaratılışında bir ikilik, fakat özde onları birleştirerek yaratmıştır. Aynı
özden iki farklı varlık. ... Bir bütünün iki veçhesi...
-Kadın bedeni daha narin,
daha zarif yaratılmıştır. Ona
bahşedilen bütün sistemlerde aynı nitelikte... Böyle bir bedenin ruhu da hiç
kuşkusuz hem ruhsal hem de beyinsel anlamda ve beyninin farklı loblarını
çalıştırarak farklı bir nörolojik durum sergiler. Bunu hepimiz kendi aile hayatımızda, sosyal ilişkilerimizde, iş
hayatımızda kıaca hayatımızıın her anında yaşarız.
-Bir çiçeğe bakarken, ya da herhangi
bir meseleyi değerlendirirken eşimizle, erkek kardeşimizle vs. ne kadar farklı düşündüğümüzü müşahade
eder, hatta zaman zaman bazı problemlerin bu bakış açılarından kaynaklandığını
da biliriz.
-İşte tam da burada bu zarif, narin, duygusal
varlığın, dine , peygambere ve bunların ışığında hayata bakışı, anlayışı ve anlamlandırışı
farklılık arzedecektir. Allah böyle bir
varlık yarattı ise, onda kendi sıfatlarıdan bazılarını (sevgi, şefkat, merhamet gibi) yoğun kıldı is,
kadından, kendi bedenine kendi ruhuna uygun davranışları sergilemesini
bekleyecektir.
-Hatta varlık / eşya bu bakış açısını
gerektirmektedir ki, parçalar bütünü oluştursun. ... ..
-... ..
-Hz. Âişe bize ondan çeşitli dualar
nakletmektedir. Bir kaçını sizinle paylaşmak istiyorum:
“Allah’ım, beni iyilik
yapıldığında seevinenlerden, kötülük yapıldığında ise af dileyenlerden kıl.”
“Allah’ım, yaratılışımı
güzelleştirdin, ahlâkımı da güzelleştir.”
“Allah’ım sen af
edicisin affı seversin beni de af et.”
“Ey kalpleri evirip
çeviren, kalbimi dinin üzere kıl.”
“Allah’ım senin
gazabından rızana, cezalandırmandan affın asığınırım; senden sana ssığınırım.
Seni övecek kelimeler sayamam. Sen kendini övdüğün gibisin.”
-... ..
-Allah, bize yönelik rahmet, gazap veya şefkatinden dolayı vahiyde
kendisi hakkında bilgiler verir. Ama bizi nasıl sevdiği, nasıl şefkat
gösterdiği bizim için biraz meçhuldür bir bakıma. Örneğin sevgisinin oranı
bilinemez. Gazabının da. İşte bu bilmeme hali bizi korku ile umut arasında tutar.
Peygamber sevgisi
-... ..
-... .. bir rivayete göre Allah: “Ben
gizli bir hazineydim. Bilinmek, sevilmek istedim” diyor. Sûfî ontolojisinde
Allah bilgisine ulaşma, ancak onun yeryüzündeki numunesi ve bütün isimlerinin
kendisine yüklendiği insan-ı hakikinin tanınması, bilinmesi suretiyle
olacaktır.
-İnsan üzerinden Allah tanınacaktır. Allah’ı bilmek için insan bir araç.
Onun için Allah meleklere,
insana secde edin diyor. Böylece sanatının en büyük eseri olan insana
dikkati çekiyor. ... ..
-İnsanlığın içinden de, bütün
insanlığın özünü temsil eden, her açıdan kemâl zirvesine ulaşmış hakiki insana
model olan Peygamberimizi numune olarak seçiyor.
Meselenin bir başka zaviyesi ile, Allah kendini bildirmek, tanıtmak ve
sevdirmek için bizimle anlayabileceğimiz bir dille konuşuyor. Onun için “size,
sizin içinizden bir peygamber gönderdik.. sizin gibi bir beşerdir.” diyor.
-Zahiri yönüyle bizim gibi bir beşer; ancak mânevi yönüyle her açıdan
zirve noktalara ulaşmış, Allah’ın Kur’an da en yüce bir ahlâk ve üsve-ihasene;
yani en güzel bir model olarak sunduğu bir şahsiyettir. İnsanoğluun muhtaç
olduğu hangi güzellik ve haslet varsa onda kemâl noktasına ulaşmıştır.
-En mükemmel kulluğun zirvesi ancak onda gerçekleşmiştir. Peygamberimize
duyulan aşk ve muhabbet ibadetlerimize huzur, beşeri davranışlarımıza nezaket,
aklâka incelik, gönüllere rikkat, lisanlara ruhaniyet, nazarlara derinlik
akseder. Zira bütün bu güzelliklerin tahsil edilebileceği en feyizli menba
Peygamber Efendimizidr. ... ..
-Sahabi soruyor: “Kıyamet ne zaman?” O da, “Ne hazırladın kıyamet için”
diyor. Sahabi, “Kıyamet için çok fazla namaz, oruç, sadaka hazırlamış değilim;
ancak Allah ve resul^Ünü canımdan öte seviyorum” diyor. Bunun üzerine
peygamberimiz, “Kişi sevdiğiyle beraberdir” diyor.
-Allah’ın bizden istediği işlevsiz bir sevgi değil, bilginin semeresi olan sevgidir.... Resulullahı
dolayısı ile Allah’ı ne kadar sevdik, bu sevgiyi
ne kadar gerçekleştirdik? Yani sevgimize göre değerimiz belirlenecek. Zira
bilgi bir noktaya kadar gelir. Orada sevgiyle
buluşup bir dönüşüm gerçekleşmezse onun bir önemi yok. Sevgiye dönüşürse, sevgiden
sonra tekrar bir bilgi süreci başlar. Sevgi
bilgiyi doğuruyor, oluşturuyor. Ancak bilgi ruhî yapılanmamızda
içselleştirdiğimiz bilgidir. Kapalı, meçhul yönlerimizi açığa çıkartan,
benliğimizi inşa eden , özümüzle buluşturan bir bilgidir. Bundan dolayı sevgi
merkezlidir.Sevgi olmazsa bunları
gerçekleştirmek olası değil.
-Bu açıdan tasavvufta sevgi esas ve nihai bir unsurdur. Yani
tasavvufun kazandırmak istediği nihai nokta muhabbetullahtır. Allah sevgisidir. Onun için mürşidlere
önce peygamber sevgisini kazandırırlar.
Zira iç dünyamızın hudutsuz alanları henüz keşfedilmemiş meçhuller, nüveler
halindedir. Peygamberimizdeki Nûr-i Muhammedî bütün insanlarda nüve halinde
meknuzdur.
-Bu nüveleri Peygamber
sevgisiyle çıkaracağız. Yani biz hayatı Peygamberimizin sünnetine ittiba
ederek onu yaşam gözüyle öğrendikçe
şefkati, sevgiyi, bilgiyi öğrenecek
ve kendi hakkımızda daha derin bir anlayış kazanacağız. Yani
Peygamberimiz bizim aynamız olacak. Ardından Allah sevgisine ulaşılır. “Kim kendini bildi, Rabbini
bildi.” Ancak bu sevginin
oluşması için nefsin terbiye
edilip olgunlaşması esastır. Çünkü; nefsin olduğu yerde hakiki
sevgiden bahsedemeyiz.
-Zeki olabiliriz, önemli yerlerde
olabiliriz, dünyanın en âlimi olabiliriz. Ancak
nefsani benlikten arınmış yalın bir sevgimiz yoksa içimiz her zaman boş
kalacaktır.
-Mevlânâ diyorki:
Ey özünden habersiz
gafil
Sen hala kabukla
öğünüyorsun
Dikkat et ki,
sevgilin canının içindedir.
Bedenin özü duygu,
duygunun özü candır.
Sen eğer tenden
duygudan ve candan geçersen hep onu bulursun.
-İnsandaki nefsin tekâmül sürecinde hırs, haset, kin, kıskançlık,
umutsuzluk açgözlülük... giibi var oluşun sorunları anlaşılıp çözüldüğünde muhabbet kendiliğinden ortaya çıkar. ...
..
-Kısaca, ruhun huzur ve suk^Üna kavuşacağıasli ve nihai muhabbetmerkezi
Allah’tır. Bu yüzden
nihayeti Allah’a varmayan sonu O’na ulaşmayan yanlış adreslerde heba edilen fâni muhabbetler, ruh için beyhude yorgunluk ve sıklet sebebi olacaktır.
Mevlânâ; “Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı
ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey, kuzunun kurda gönlünü kaptırmasıdır”
diyerek bu anlamda bize önemli mesajlar vermektedir. (Dr.Sevim Yılmaz)
Tasavvuf geleneğinde
ve Mevlâna’da kadın
-... .. Efendim, insanoğlunun varlığını oluşturan iki temel unsurinsanın
bedeni ve ruhudur. İnsan varlığının devamı için bu iki unsurun; yani bedeninin
ve ruhunun ihtiyaçlarına cevap vermek zorunda, İnsanın yaşadığı evren içinde
var oluşunun belki de en büyük sebebi, ruhunu ve bedenini, haklarıı verecek
şekilde yönetmesi ya da yönetmeye çalışmasıdır. Burada belki de en temel sorun,
kendini diğer varlıklardan ayıran ve onu yaratılanların en şereflisi, en kâmili
yapan ruhunu, akıl ve duygularını nasıl yöneteceğidir. Ya da eksik yönü olan bedenini, mükemmel yönü
olan ruhuna nasıl teslim edebileceğidir. ... ..
-Mevlâna ... .. Mesnevi’de bakınız ne diyor;
“Gök erkek, yer dişidir.
Her şey çift yaratılmıştır
Ve mıknatısın demiri çektiği gibi, Çift olan şeyler birbirini çeker.
Kadınlar, aklı olanlara, gönül sahiplerine pek üstün olurlar.
Cahillere gelince, onlar kadına üstündür; çünkü sert ve kaba muameleli
adamdırlar.
Sevgi ve acımak insanlık vasıflarındandır.
Hiddet ve şehvet ise hayvanlık vasıfları. Kadın Hak nurudur, sevgili
değil. Sanki halıktır mahluk değil.
-... .. ( Ayşe Sucu TDV Kadın
Faaliyetleri Merkezi Müdürü)
-... .. Tasavvuf hayatı duygu yoğunlukludur. Genel olarak kadınlar
duygusal bir yapıya sahiptir. Bu durum, tasavvuf ile kadın arasında ortak bir
payda, ortak bir zemin sayılır. Bu sebeple, İslâm dünyasında sufiliğin kadın
nev’inin gelişmesine elverişli olduğu söylenebilir.Nitekim, günümüzde de
hanımların tasavvufa, tasavvufî konulara, mistisizme, mânevî alana ilgisi
erkelerden daha fazladır. ... ..(Prof. Dr. Mehmet Demirci)
-... .. “A’rabî’nin karısı diye bir hikâye var. Burada yoksulluktan
şikayetçi olan bir aile söz konusu ve kadın ha bire dırdır edip duruyor: Ne
bileyim, koşup duruyorsun, gidip geliyorsun, ama evde kâfi miktarda yiyeceğimiz
yok, şu eşyamız eksik, bu eşyamız eksik... Sonunda A’rabi dayanamaz: “Ey kadın
kavgadan, çekimeden vazgeç. Vazgeçmeyeceksen benden vazgeç.” der. “Susarsan ne
ala, yoksa şu dakikadeevi barkı terk ederim.” demekten kendini alamaz. Bu
arada, ağlamaya başlayan kadın için şu hâkimâne söze yer verir: “Gözyaşı kadını tuzağıdır.”
-Hikâyenin devamındaki şu ifadeler ne kadar beşeridir! Mevlânâ diyor ki: “Ağlamadan bile gönül çekici olan kadın gözyaşı ve â u vâhı haddi
aşınca, gözyaşı yağmurundan bir şimşek
çakıp o merd-i vâhidin kalbine bir kıvılcım sıçradı. Güzel yüzüyle erkeği esir eden kadın , kendine
bendelik süs verince hâl ne olur? İstiğnasıyla gönüller kanatan o güzel, işi
yalvarmaya dökerse ne hâle girersin! Allah ‘ziyyine li’n-nas’ hükmünce kadının
muhabbetiyle insanı tezyin etmiştir.
Hakkın bu tertibinden insanlar nasıl kaçabilir. “ (Vaktimiz
yok, “züyyine li’n-nasi hubbü’ş-şehavati...” diye başlayan âyet-i kerime,
kadına olan sevginin, ilginin insanın fıtratında olduğunu belirtiyor:)
-“Allah kadını,
erkeğin sükûn ve teselli bulması için yarattı. Bunun için Adem Havva’dan nasıl
ayrılabilir? Bir kimse, yiğitlikle Zaloğlu Rüstem bile olsa ya da Hamza’dan
bile ileri geçse, ferman dinlemek hususunda yine de karısının esiridir.
-Evet, her şeye rağmen, erkek-egemen tavırlara rağmen, realite bu.
-“sözlerinle cümle
âlemin mest olduğu Hz. Muhammed bile, ‘kellimînîya Hümeyra” (bana bir şeyler
söyle ya Hümeyra) diye, eşi Hz. Âişe’ye zaman zaman hitapta bulunurdu.
-Mevlânâ Celaleddin, bu
noktadan itibaren beşerî, maddi âlemin üstüne çıkıp metafizik dünyaya adım
atar, önce sembollere başvurur, erkeği suya, kadını ateşe benzeterek şöyle
der:
su ateşe galip galip
ve baskın ise de, bir kabın içindeyken ateş o suyu kaynatır. Ne vakit bir kap
ikisinin arasına girerse, ateş o suyu havaya çevirip yok eder. Zahiren su ateşe
galip olduğu gibi, sen de kadına
hâkim isen de, bâtınen işin hakikatinde kadına
hem mağlup hem de tâlipsin.Böyle bir hususiyet ancak insanda vardır. Hayvandaki
muhabbet duygusu eksiktir. Bu da hayvanın insandan aşağı olmasından ileri
gelir. Kadınlar, âkıller ve gönül
sahipleri üzerine geliptir. Cahiller ise, kadına
galiptir; çünkü onlar sert ve kaba muamelilerdir. Cahillerde rikkat, lütuf,
muhabbet azdır; çünkü tabiatlarında hayvanlık galitir.”
-Kadına baskıyı, kadına hakimiyetkurma gayretlerini
cahillikle eşdeğer görür Mevlânâ ve
son noktayı koyar; “Kadın Hakk’ın nurudur, sadece sevgili
değil, sanki hâliktir, mahluk değil!...”
-İşte, kadının gerçek
değeriburadan geliyor. O, Allah’ın yaratıcı kudretinden nitelikler
taşımaktadır. Hayatın devamlılığında büyük vazife görmekte, böylece ilâhi
faaliyet ve tecellinin aziz bir rüknü olmaktadır. Belli bir irfan seviyesine
varanlar şöyle düşünüyor:
“Kadına muhabbet, onların vücutları
aynasında Cenâb-ı Hakk’ımüşâhede edebilmektendir. Mâneviyat âlemlerinde mesafe
kat etmiş erkeğin sevgisi, bir bakıma onun vasıtasıyla ilâhi güzelliğin
vuslatını dilemek mânasını taşır.” ... ..
-Yukarıda sözü edilen A’rabî hikâyesine , Hz. Mevlânâ kendi yorum
getirir. Hani, erkekle kadın
arasında hep bir didişme, bir dırdır devam edip gidiyordu. Mesnevî’nin özelliği bu zaten, hikâyeleri dış şekliyle de
anlayabilirsiniz; ama, onlara öyle bir yorum getirir ki, bazen daha derinleşir,
daha farklı bir boyuta ulaşır, daha bir zenginlik kazanır. Der ki, “Bu karı kocadan maksat, nefis
ve akıldır, İyiyi de kötüyü de ayırt
etmek için bunların ikisi de çok lâzımdır. Bu ikisi, akıl ve nefis, şu toprak evde, yani bedende gece
gündüz cenk ve cidâldedir.” Akıl
ve nefis yaratılışları
itibariyle nasıl kavga edip dururlarsa, eh bir evde de herhalde dırdır evin
tusu biberi oluyor bazen. ... ..
-... .. Hz. Mevlâna’nın
“örtünmeye zorlamak” düşüncesinin karşısında olduğunu görüyoruz. İnsan
psikolojisini çok iyi bilen bir insan, kadın ruhunun inceliklerine dikkat çekiyor, aşırı baskıların
ters tepeceğini ifade ediyor ve Fihi Mafih isimli kitabında kadının
zorla örtünmesi konusunda hoş bir örneğe yer vermektedir.
“Kadın nedir;
sen nasıl bakarsan bak, ne söylersen söyle, o neyse odur. Kendi bildiğinden
şaşma, belki çok söylemekle daha beter olur. Kadına karşı kendini sakla, örtün diye ne kadar aşıru gidersen,
onda kendini gösterme arzusu o nispette fazlalaşır. Halkta da gizlendiğinden
dolayı o kadını görme eğilimi o
kadar ziyadeleşir. Şu halde, sen oturmuş, iki tarafın da görmek ve görülmek
arzusunu ve isteğini artırıyorsun.” diyor ve devam ediyor.
“Meselâ bir ekmek alsan, koltuğunun
altına koyup, onu herkesten saklayarak desen ki: ‘Bunu hiç kimseye
vermeyeceğim, hattâ hiç kimseye göstermeyeceğim bil!...’ Her yerde ekmek
bolluğuna rağmen, sakladığın o ekmeğigörebilmek için insanklar senin peşini bırakmazlar
ve : ‘Biz o sakladığını mutlaka görmek isteriz!’
diye tuttururlar. Çünkü ‘insalar
yasaklandıkları şeye karşı aşırı istekli olurlar.’ (Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ)
-... .. Türkiye’ye has bir durum...
Biraz gerilere gidecek olursak, 18., 19. yüzyıllardan itibaren biz bir
medeniyet değiştirmek durumunda kaldık.Teknolojide, sanayide, felsefede,
çeşitli alanlarda çok ileri giden Batı dünyası her bakımdan bize baskın hale
gelince, gerilikten kurtulabilmek için her yönümüzle Batı’ya benzeme projeleri
geliştirildi. Hikâyesi çok uzun; Tanzimat’la sürat kazandı bu, Cumhuriyetle de
devam etti. Baskın olan bir kültür ve medeniyetin her şeyi gibi kılığı kıyafeti
de etkileyici; hatta zorlayıcı olur. Ayrıca bizde ne yazık ki, şekilci bir
Batıcılık galip gelmiştir.... ...
-“Kabahat müslümanlıkta değil, bizim Müslümanlığımızdadır. İslâm’ı
olması lâzım gelen şekilde içselleştiremediğimiz, yaşayamadığımız, hayat
kaidesi haline getirmediğimizden bunlar karşımıza çıkmaktadır. (Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ)
*İslâm Kadın ve Toplum – Türkiye Diyanet Vakfı
yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder