Yakub Kadri, I. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte Sakarya Savaşı’nın sonuna kadar olan sürede bir Anadolu köyünde, köylüleri, köyün durumunu, Milli Mücadele’ye ilişkin tavırlarını bir aydının gözüyle verir.
Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman orduları Haymana, Mihalıççık ve Sivrihisar bölgelerini, bize, yer yer ateş yığınlarıyla örtülü ıssız ve bir virane halinde bıraktı. O âfetlerden arta kalmış halkın, buy taş yığınları arasında, ilk insanlardan farkı yoktur. Bunlar, yarı çıplak bir halde dolaşıyor; alevin kararttığı harman yerlerinde toprağa, çamura karışmış yanık buğday ve mısır tanelerini iki taş arasında ezerek öğütmeye çalışıyor; adı bilinmez otlardan, ağaç köklerinden kendilerine bir nevi yiyecek çıkarıyor ve bir yabancının ayak sesini duyunca her biri bir yana kaçıp bir kovuğa saklanıyordu.
İşte, Garp Cephesi Kumandanlığı’nın gönderdiği ”Tetkiki Mezalim Heyeti” o viranelerde, o taşlar altında kömürleşmiş insan kemiklerini araştırırken, bu kitabı teşkil eden yazıları, arasından yırtılmış ve kenarları yanmış bir defter halinde buldu. Köylülerden bunun sahibinin ne olduğunu sordu. Kimse, onun nereye gittiğini bilmiyordu. Bununla beraber, onun, iki üç yıl hep bu köyde oturduğunu ve son felaket gününe kadar burada kaldığını söyleyen de kendileri idi.
“Tetkiki Mezalim Heyeti” âzasından biri bu kayıtsızlığa şaştı:
-Nasıl olur! dedi, nasıl olur.. İnsan yıllarca beraber yaşadığı bir kimsenin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?
Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.
Yalnız içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük sıska bir adam, döndü:
Dee, sizin gibi yabanın biriydi, dedi.
Dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu’nun bu ücra köşesinden daha uygun neresi
bulunabilir? Ben, burada diri diri, bir mezara gömülmüş biriyim. Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar sürekli ve çetin olmamıştır..Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp bittiğini kendi kendimize , bütün mutluluk ve başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip , burada bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumağa mahkûm olmak. Böyle mi olacaktı? Böyle mi sanmıştım? Lâkin, işte böle oldu ve böyle olması lazımdı.
... ..
… ..
Kaç defa, elime bir sopa alıp, bunları önüme katarak kendi ormanlarına doğru sürmek arzusunu duymuşumdur. Fakat sağ kolum yoktu…
… ..
Lâkin, bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında değil… Oysa, burada, isterdim ki farkında olsunlar. Zira, sağ kolumu , ben, onlar için kaybettim. İstanbul’da zilletim olan şey burada şerefimdir. Hatta ilk günler Mehmet Ali ile köyde dolaşırken şuna buna rastgeldik mi, hemen sağ yanımı çevirirdim. Hele, yeni yetişen delikanlılara genç kızlara ne yapıp mutlaka bu eksikliğimi hissettirmeye çabalardım. Bu, benim son süsüm, son gösterişim, son çalımımdı. Beş-on gün içinde o da gitti. Sağ kolumun yokluğu kimsenin takdirini celbetmek şöyle dursun, hatta merhametini bile uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım. Zira, burada, sakatlık hemen herkese mahsus bir hal değildir.
Mehmet Ali’nin annesi enikonu topallıyor. Salih Ağa’nın oğullarından biri kamburdur. Bekir Çavuş’un kızı Zehra kördür. Ben görmedim, fakat Mehmet Ali’nin söylediğine göre muhtarın karısı, adı bilinmeyen bir illet sekiz yıldan beri öyle evirip kıvırmış, o kadar karmaşık bir hale sokmuş ki, bacaklarını, kollarından ayırmanın imkânı yokmuş. Bütün vücudunda canlı yalnız bir yeri kalmış. O da gözleri imişl. Muhtar her gün bağırırmış: “Bari oldu olacak, şunları da kapayıvesene.”
… ..
… ..Onlara İstanbul’un dört devletin askerî işgali altında olduğunu; İzmir’in tâ Bursa’ya kadar Yuanlılar tarafından istilâ edildiğpini, Adana’dan henüz fransızların el çekmediğini, Utfa’da, Antep’te kanlı olaylar cereyan etmekyte olduğunu haber veriyor ve her birinin yüzüne ayrı bir dikkatle bakıyordum. … ..
… ..
Dedim ki: “İşte Mehmet Ali bilir; İstanbul’da ne padişahın, ne devletin, ne hükümetin beş paralık itibarı kaldı. Yüzbaşı rütbesinde yabancı subaylar, sadrazamlara emir veriyor. Padişaha, filân adamı filân yere tayin et, filânı filân yerden kaldır, diye akıl öğretiyorlar. Dinlemezse, kamçısını sallıyarak Mabeyin Kapısı’na dayanıyor. Ahaliye ise, yapılmadık cevir kalmadı. Memleketin büyüklerini, akıllı adamları alıp Malta adasına sürdüler…. ..
… .. Gene yüzlerine bakıyorum. Bu işleri, tuhaf bile bulmuyorlar. Sonra hislerine dokunmak istiyorum. Diyorum ki: “Bunların tecavüzünden ne karılarımızın ırzı, ne çocuklarımızın canı, ne din, ne iman, hiçbir şeyimiz kurtulamadı. Hepsine el uzatıyorlar. … . Tam bu sırada bir de baktım ki, muhtar uyukluyor. Mehmet Ali elindeki çakı ile bir söğüt dalını yontuyor.Salih Ağa tâ uzakta, yamaçta, otlayan davarlarını gözetliyor. Yalnız, Bekir Çavuş biraz dikkat eder gibi göründü:
-Efendi, tekrar savaş olacak mı? dedi.
-Olmaktadır, dedim. İşitmediniz mi? Mustafa Kemal isminde bir büyük adam, bir büyük kumandan, İstanbul’dan çıktı, Anadolu'ya geçti. Erzurum’da, Sivas’ta , milleti başına topladı. “Hükümet, devlet görevini yapmıyor. Biz kendi kendimizi koruyacağız. Düşmana karşı koyacağız,” dedi. Şimdi onun adamları taraf taraf Yunanlılarla, Fransızlarla döğüşüyor. … ..
… ..
-Beyim, Allah vere de, bizi tekrar askere almasalar, dedi.
Bu, benim köydeki en hüzünlü günüm oldu.,
… ..
Kendileri hakkında, bu hislerimi içgüdüleriyle sevdikleri için midir, nedir bilmiyorum, onlar da bana her rast gelişlerinde, arkalarını çeviriyorlar. Yahut -eski Yunanlılar devrinde yas tutan kadınlar gib- yere çömelip başlarını örtüyorlar. Ve benden başka hiçbir erkeğe bu hareketi reva görnüyorlar.
Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet Ali’ye sordum:
-Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?
-Yabansınız da ondan, beyim.
Bu “yaban” lafı, beni önce kızdırdı. Fakat, sonra anladım ki, Anadolulular, Anadolu köylüleri tıpkı eski Yunanlıların kendilerinden başkasına “barbar” lâkabını vermesi gibi her yabancıya yaban diyorlar.
… ..
… ..
Kendileri hakkında, bu hislerimi içgüdüleriyle sevdikleri için midir, nedir bilmiyorum, onlar da bana her rast gelişlerinde, arkalarını çeviriyorlar. Yahut -eski Yunanlılar devrinde yas tutan kadınlar gib- yere çömelip başlarını örtüyorlar. Ve benden başka hiçbir erkeğe bu hareketi reva görnüyorlar.
Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet Ali’ye sordum:
-Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?
-Yabansınız da ondan, beyim.
Bu “yaban” lafı, beni önce kızdırdı. Fakat, sonra anladım ki, Anadolulular, Anadolu köylüleri tıpkı eski Yunanlıların kendilerinden başkasına “barbar” lâkabını vermesi gibi her yabancıya yaban diyorlar.
… ..
… .. Ben Yedek Subay Celâl; Celâl Paşa’nınoğlu Ahmet; … .. emekli asker ... ..
… ..
… ..Mütarekenin ilk günlerinde, bana bir tanıdık diyordu ki: “Ne bu zırhlılardan, ne de bu ordudan, ne sokak başlarındaki bu makineli tüfeklerden korkuyorum. Ben, korkutan şey, kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. Bizi bu mahfedecek “Ben içimde diyorum ki,bu adam, b u hükmü hep İstanbul’a göre veriyor, karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal ediyor. Asıl vatanı, asıl milleti, Anadolu’yu hesaba katmıyor. Orası, buradaki nifklaradan ve pisliklerden arıdır. Orası, benim gözümde, ıstırabın en özlü alevlerinde kaynayıop pişmiş bir hayat mayasıyla yuğrula yuğrula kutsallaşmıştır.
… ..
Şimdi ne görüyorum? Anadolu… Düşmana akıl öğreten müftüleri, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınları, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır. … ..
… ..
… ...
… ..Mütarekenin ilk günlerinde, bana bir tanıdık diyordu ki: “Ne bu zırhlılardan, ne de bu ordudan, ne sokak başlarındaki bu makineli tüfeklerden korkuyorum. Ben, korkutan şey, kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. Bizi bu mahvedecek “Ben içimde diyorum ki,bu adam, b u hükmü hep İstanbul’a göre veriyor, karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal ediyor. Asıl vatanı, asıl milleti, Anadolu’yu hesaba katmıyor. Orası, buradaki nifklaradan ve pisliklerden arıdır. Orası, benim gözümde, ıstırabın en özlü alevlerinde kaynayıop pişmiş bir hayat mayasıyla yuğrula yuğrula kutsallaşmıştır.
… ..
Şimdi ne görüyorum? Anadolu… Düşmana akıl öğreten müftüleri, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınları, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır. … ..
… ..
Bunun nedeni, Türk aydını sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvanî duyguların, cehâletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî otgibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin?... .. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir.
… ..
… ..
… .. Ve Ankara’nın üstünden, “Düşman ilerleyebilir, düşman Ankara’ya kadar gelebilir. Fakat biz, yurdumuzun en son kayası üstünde kendimizi savunacağız. “Düşmanı vatanın harimi ismetinde boğacağız,” diye bir ses yükseldi. Bu, O’nun sesidir. BU, insana ümit, kuvvet ve metanet veren sestir.
Yaban & Yakub Kadri Karaosmanoğlu
Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi, 1932 (1.Baskı)
İletişim Yayınları, 96.Baskı 2022, İstanbul
küçük pencereli, kavak ağalarıyla tutturulmuş tavanından kuru otlar sarkan, tabanı toprak evleri hatırlayan kaldı mı?
YanıtlaSilHenüz romanın başlarında; Porsuk çayını kenarında Anadolu’nun içlerinde, bir köyün durumu, insanlarının hali anlatılıyor…. askere gidenler orada gördükleri kadar bir şeylerin farkında, diğerleri ise farkındalık anlamında yaşamakla yaşamamak arasında bir yerlerde … yurdum insanı zavallık seviyesinde ...
YanıtlaSilYakup Kadri, “Düşmanı vatanın harimi ismetinde boğacağız!” ifadesinin nasıl hayata geçtiği sürecin bir kitaba sığdırabildiği bölümünü anlatıyor…
YanıtlaSilHaymana ovasının ortasında , Porsuk çayı kenarında bir köy....
YanıtlaSil